Balaban sanat anlayışını şöyle ifade eder;
‘Yaşantımızı ne kadar iyi tanımlarsak, yaşantımızdan çıkan sanatımızı da somut biçimde saptamış oluruz. Çünkü sanat yaşamımızın iz düşümüdür. Resim yaparken konuşur, konuştukça yaşantılarım yüze gelir derinlerden… Konu bir özdür; her öz kendi kabuğunu yapar. Konu değiştikçe ona göre kabuk bulma amacı belirir. Eğer ona göre kabuk bulamıyorsam resim yapmam, yani herhangi bir görüntünün resmini yapmam.
Çok uzaklardan geliyorum. Öküzlerin sabana koşulduğu yerden… Ağır-aksak bir kıpırtının içinden geliyorum. Bir elim karabasanın kulpunda çolaklaşırken diğer elimin yontalanışı kolay olmuyor…
Kış gelince köyler baskı altında kıpırdanamaz donmuş gibidir. Evlerinde kadınlar nakış örer, öküzler damda, çocuklar kundakta, erkekler kahvelerde… Kadınlar, kundaktaki çocuklar evlerde bir Hitit rölyefi gibi durular. Hareketsizlik kişiyi ağır aksak ve haşin yapar. Bu durum benim resimlerime de yansımıştır.’
Onun için önemli olan insandır, insanın yaratıcı gücü emeğindedir; Bu yüzden, Kocaman bir Köroğlu figürünün altına ufacık bir at koyar… Santimetrik ölçülerin yerini diyalektik ölçüler alır. Kimi zaman perspektif kuralları yok sayması bundandır. Figürlerinin ışığı, kendini içinden çıkar, kendini aydınlatır ve yerini bulur. Resimleri ulusaldır…
‘Resimlerimi yaparken başkalarını kopya etmek yerine kendi yaşantımı model aldım. Sonra ülkemdeki insanların serüvenlerini, sevinçlerini, duygularını, mutluluklarını yumak ettim. Anadolu insanımızın yaşantısı sanki yumak oldu. ‘Ben hangi topraklar üzerinde resim yapıyorum’ dedim. Yaşantımdaki, sanatımdaki tortuları öyle bir ayıkladım ki sanki sel gitti kum kaldı. Sanki damıtıklaştım…
Kitaplarda görmüş olduğum Batı resimlerini, Avrupa ya gidince müzelerde gördüm. Hepsini beğendim. Ama benim öz kaynaklarım olan Doğudaki, Hattuşaştaki; Asur, Sümer heykellerini ve Hitit rölyeflerini, Bereket Tanrısı’nı, Savaş Tanrısını… ‘n desenini çizdim. Hepsine hayran oldum ama öykünmeden, ibret aldım.
Yeni teknikler bulup zenginleştirme süreci her sergide birbirini yeniler. Balabanın biçim arayışları; bu gün 89 yaşında yaşam sevinciyle dopdolu Balaban’ da hep devam eder…
BALABAN’I OLUŞTURAN ÇEVRE…
1921 yılında Bursa’nın 200 haneli Seçköy’ ünde doğar.
Öteden beri devam eden kan davasının baskısında okumayı seven bir köy muhtarının oğludur. Halk evleri kanalıyla halkın aydınlatılması çabalarında babası Hasan Çavuş şehirden küfelerle köylüye dağıtmak üzere kitaplar getirir. Kitapların içinden kanatlı bir öküz Balabanın ilgisini çektiğinde henüz dört yaşındadır. Günlerce o resme bakarak bir öküz çizmeye çalışır. Annesi resme olan ilgisini destekler ona gergef işlemeyi de öğretir. Okumayı da Babasından öğrenir. Beş yaşında başladığı köyün üç sınıflı okulunu 1931 de bitirir. Resim yapması desteklense de köyden ayrılmasını izin verilmez. Okula gidemez ama resim yapar, günlük tutar ve parası yettiğince köye gelen çerçiden aldığı; Aslı ile Kerem, Tahir ile Zühre, Arzu ile Gamber kitaplarını okur. Yazdığı günlüklerden birinde ‘ Bu gün Nisanın 10’u, köye tahsildar geldi. Babam muhtar olduğundan, vergisini vermeyenlerin tavasını, kazanının bizim dama doldurdular…’ yazılıdır.
On altı yaşında Balabanı ne olup bittiğini öğrenmesi için babası dört kişi ile birlikte Büyük Çadırini mağarasına gönderir. Aralarında iki tecrübeli ayıngacı (tütün kaçakçısı) vardıri Aileler arasında devam eden düşmanlık nedeniyle biri Jandarmaya şikayette bulunur. Haksız ceza ve isyanı öğreten acılar, Sarpdere’ nin kenarında Jandarmaların falakaya yatırılıp, arada ayaklarını suya sokup vurmalarıyla başlar. 1937 Aralığında hapishaneyle tanışır. 24 Mayıs 1938’ e değin süren tutuklu günlerinde tellalların sattığı kullanılmış eşyalar ve kitapların arasından aldığı, kalın kitaplar olur. Sonraları resimlerinde de ifade ettiği falaka ve hapis günlerinden;
‘Hapishane dışarıdan beter görünür. İçeriden bir başka yabansı. Korkar insan. Kuyunun dibine düşmüş gibi gelir önceleri. Sonraları hep burada doğup büyüdüm zanneder kendini insan. Hapisten kurtulmak için çareler aranır: Namaz kılıp dua etmek, kaçmak için uğraşmak, kumar oynamak, atölyelerde çalışmak…’ söz eder. Altı ayın sonunda özgürlüğe kavuşsa da on altı bin lira cezayı babası ödeyemediği için 27 Aralık 1938 de yeniden içeri girer. Resim yapmak olmazsa olmazı olmuştur. Resim her şeyi çile olmaktan kurtaran bir alan yaratır Balaban’a… Çocukluğundan beri dünyanın güzelliğine olan tutkusu ile resim yapar, gününü bayram kılar…
Bir gün hapishane de birinci kısma Nazım hikmet adında komünist bir ressam-şairin geldiğini duyar. Boya parasını ödeyerek isteyenlerin portrelerini yapan Nazım Hikmet, Balabanın da resmini yaparken Balaban onu can kulağıyla dinler. Bu tanışma onda resim yapma tutkusunu daha çok artırır. Renkli kalemler ve suluboya kullanarak tutsakların her gün resimlerini yapar. “
Ailesi tarafından nişanlandığında Balaban içerdedir. Hapse girdiği dört kişiden biri olan adam ‘o kızı ben alacağım’ der ve bir kabadayı ile birlikte Balaban’ı bıçaklar. 1941 yılında tahliye olduğunda bıçak yarası iyileşmiştir. Nişanlı kız kaçırılmasın diye 15 Şubat 1942 de düğün yapılır. Gelinin ata binmesi öfkeyi tırmandırır. Silahlar, bıçak çekmeler karşında Balaban Kasım ayına kadar uzak durabildiyse de sonunda, eşinin aşığı mezara Balaban hapse girer.
1943 yılbaşı günü ziyaretlerinde ninesi ve anası, babasının öldüğü acı haberini verir. Büyük acının arkası gelecektir. Eşinin doğum sırasında ölümünü, bebeğin de ölümü izler. Resim yapmayı bırakmayan, Üç ay sonra toparlanmaya başlayan Balaban haftada üç gün berberlik yapmaya başlar. Bir gün Nazım Hikmet tıraş olmaya gelir ve usta-çırak beraberliği başlar. Nazım Hikmet, kan davasının sonlanması ve resim yapması telkinleri yapar. Balabanın resimlerini çok beğenerek ‘ sen büyük bir ressam olursun, ama serserilik yapmazsan’ der ve tüm boyalarını, fırçalarını ona verir.
Nazım, Kemal Tahir’e cezaevinden yazdığı mektupta; ‘Ben burada, bir ressam Yunus Emre keşfettim’ diye yazmış, onu Türkçenin büyük söz ustası Yunusa benzetmiştir.
Balaban’ın ‘Bahar Tablosu’ üstüne
İşte seyreyle gözüm, hünerini Balaban’ın
İşte şafak vakti Mayıs ayındayız
İşte aydınlık:
Akıllı, cesur, taze, diri, insafsız…
İşte bulut:
Kaymak gibi lüle lüle
İşte dağlar:
Hem de mavi, hem de serin
İşte sabah seyranı tilkilerin
Uzun kuyruklarında ışık,
Sivri burunlarında telaşları.
İşte seyreyle gözüm:
İşte karınları aç, tüyleri diken, ağzı kırmızı
İşte dağ başında kurdun biri.
Kendi içinde duymadın mı sen
Aç kurdun öfkesini sabah vakitleri?
İşte seyreyle gözüm:
Kelebekler, arılar…
İşte kıvıl kıvıl devranı balıkların
İşte bir leylek
Mısırdan yeni gelmiş.
İşte bir geyik; daha güzel bir dünyanın hayvanı.
İşte seyreyle gözüm;
inin önünde ayı, uyku sersemi henüz
Sen aklından geçirmedin mi hiç?
Toprağı koklayarak, ayılar gibi dalgın yaşamayı
Bala, armuda, yosunlu loşluğa yakın,
İnsanın sesinden, ateşten uzak.
İşte seyreyle gözüm: sincaplar, tavşanlar,
İşte kertenkele, işte tosbağa,
İşte üzüm gözlü eşeğimiz, bir ağaç pırıl pırıl
Güzellikte insana en çok benzeyen
İşte çayır çimen:
Girin içine çıplak ayaklarım.
İşte kokla burnum:
Labadalar, ebe gömeçleri.
Ellerim ellerini, dokunun, okşayın, avuçlayın,
İşte anamın sütü,
karımın eti,
gülüşü çocuğumun.
İşte sürülen toprak.
İşte İnsan:
dağın taşın, kurdun, kuşun efendisi.
İşte çırakları, işte poturunda yamalar
İşte karabasan.
İşte sağrılarında kederli, korkunç oyuklarında öküzleri.
On yıl mapusta yattı ama kaybetmedi
Umudunu Balaban.
İşte Seçköy’ den Ali’nin kızı geliyor al taylarıyla tarlaya
NAZIM HİKMET
Balaban; On beş kişiden biri olarak 1944 yılında İmralı cezaevine gönderilir. Açık cezaevi’ nin zengin bir kütüphanesi vardır. Daha önceden başladığı Fransızca çabalarını orada da sürdürür. İmralı’da 9 tablo yapar, bando takımında klarnet çalar. İmralı’ da yaptığı resimler İzmir de satılır ve parası hesabına yatırılır. İmralı’ da kaldığı üç buçuk yıl süresince kütüphaneden olabildiğince yararlanır, tutsaklığını unutturan güzel günlerde sürekli öğrenir ve resim yapar. Hapishane yönetimin değiştirilmesiyle Bursa cezaevine sürgüne gönderildiğinde tahliyesine 45 gün kalmıştır. Ama cezası 4 yıla çıkar. Dava açılıp beratla sonuçlansa da olan olmuş cezası uzamıştır. Bursa cezaevinde iki ay hücre cezası sonrası ‘usta-çırak’ tekrar bir araya gelir. Yükselen cezasını unutturacak ressamlığının yolunu açacak sosyoloji, ekonomi, politik ve diyalektik felsefe derslerini Nazım Hikmet’ den alır. 1950 yılında Nazım ve Balaban afla tahliye olduklarında Balabanın yanında; Çifçi, Doğum, Cinayet, Suda Donbaylar ve Mapushane kapısı isimli kompozisyonlu resimleri vardır. Aynı yıl Nazım Hikmet onu İstanbul’a davet eder ve altı ay aynı evde kalırlar. 1951’de şüpheli zat olarak jandarmalar eşliğinde Sivas’da başladığı askerlik sürecinde, kendisi gibi ‘şüpheli zat’ olan Hasan Hüseyin Korkmazgil ile güçlü dostlukları başlar.
Askerlik sonrası aşık olduğu Gülseren Hanım ona verilmeyince onu kaçırır, düğün dernek yapar evlenir.
İki oğlu (Nazım ve Hikmet) bir de kız çocuğu olur.
1953 yılında açıldığı ilk kişisel sergisinin ardından bu güne değin 30’dan fazla kişisel sergi ile birlikte 2000 ‘nin üzerinde resim ve bunların birkaç katı desen yapar. Bir çok karma ve grup sergilerine katılır. Yaşantılarının yazma serüveninde anılar, resim sanatı üzerine denemeler, hikayeler ve ikisi de roman olan 12 kitabı basılır. 2007 yılında Reis Çelik’ in yönettiği mülteci filminde bir nakkaşçı rolünü canlandırır.
Tabloları bir çok koleksiyonda yer alan Balaban12 Temmuz 1996 da UNESCO Uluslar arası Plastik Sanatlar Derneği’nin onur üyesi olmuş. Pek çok ödülün yanı sıra fahri doktora ve profösörlük ünvanı verilmiştir. Kürsülerde Türk resmini ve Türk sanatını anlatmıştır. İstanbul da Cihangir’de ki evinde ‘gölge etme başka ihsan istemem’ sözünü hatırlatan Diyojen gibi yaşadığı evinde büyük bir yaşam sevinciyle çalışmalarına devam etmektedir.
Bu toprakların ressamı Balaban’ın;
Yaşamı ve insanı sevmek, tuttuğu işi sonuna kadar götürmek, yararlı olacağı her noktada üretmek, inandığı davada kararlı olmak, çocuksu yanını hep canlı tutmak…
eserlerine yansıttığı yaşamsal özellikleri olmuştur.
Dostları ilə paylaş: |