Ben kiMİM? Richard David Precht Derleyen: Halit yildirim 06 Aralık 2010 GİRİŞ


Ama orada bir şey vardı?-Hafıza nedir?



Yüklə 238,73 Kb.
səhifə2/4
tarix30.10.2017
ölçüsü238,73 Kb.
#21760
1   2   3   4
Ama orada bir şey vardı?-Hafıza nedir?

Eric Kandel, dünyaca ünlü hafıza araştırmacısıdır. Kandel, Sigmund Freud’un eserlerinin derinine iner ve “ruhun idrakine dair başarı vaat eden tek çıkış”ı keşfeder. Freud’un kendi döneminde bilgi eksikliği yüzünden sürdüremediği şeye, şimdi Kandel cesaret etmek ister.

Kandel’in cesaret ettiği alan, Hafızanın araştırması, çok az karmaşık olabilirdi. Ama hafıza ve hatırlama neydi? Bu soruya bir yanıt vermek kolay değil. Çünkü hafıza, kimliğimiz gibi bir şey değil mi? Anılarımız olmasaydı ne olurduk.

Hatıralar yaşımı süsler ama ancak unutmak onu dayanılır kılar. Ama hatırlama ve unutma kendiliğinden nasıl olur? Nörobilimciler bugün hafızayı bir doğrulayıcı (etkili), bir de doğrulayıcı olmayan (saklı) hafızaya ayırıyorlar.

Bu ayırım, tıpkı bilinç ve bilinçaltına denk düşüyor. Etkili hafıza kapasitesi bilinçli yaşananları ve düşünülmüş olanları geri çağırır ve hatırlanan şey hakkında konuşulabilir. Saklı hafıza kapasitesi, tıpkı Berlin’deki aldığım metro kokusu olayındaki gibi farkında olmadan ve bilmeden depoladığımız şeyleri içerir.

Etkili hafıza açıkça üç farklı bölümden oluşur; Aralıklı hafıza, Gerçek hafıza ve Yakınlık hafızası.

Aralıklı hafıza bilinçli yaşadığımız günlük yaşamımızda bize eşlik eder. Bugün başımdan geçen hatırlanmaya değer olaylar, etkinliklerim ve meşgul olduğum şeyler bu aralıklı hafızada dolaşır. Yazar Max Frisch’in dediği gibi, burada “o zaman yaşamımız için tuttuğumuz biyografiyi oluştururuz”.

Yaşam filminde başrol oyuncusu olarak kendime ve benim için önemli olan insanlar olarak yardımcı oyunculara uymayanlar gerçek hafızaya yollanır. Yemek tarifleri ve hesap numaraları, düzenli olarak aktarma yaptığım trenler, dünya hakkındaki bütün bilgim buraya depolanır. Ama bu hafıza ön koşullar olmaksızın çalışmaz.

Yaşamdaki şeyleri tanıyabilmem için onları bildiğimi bilmem gerekir. Bu görevi yakınlık hafızası yürütür. Bana bir şeyin tanıdık görünüp görünmediğini söyler. Bilincin hiç rol oynamadığı ya da çok az oynadığı sezgisel hatırlamaların geri kalan tümü buraya aittir.

Kandel, Aplisya ile yaptığı deneyin aynısının farelerle de yapıldığını göstermeyi başarınca Nobel Ödülü’ne aday gösterildi. Ayrıca 80’li yıllarda CREB proteinini keşfetti. CREB, beynin bir sinir hücresinden boşaltıldığında sinaptik bağların sayısı çoğalıyordu. Kandel, kısa süreli hafızadaki sinapsların daha etkili olduğunu buldu. Buna karşın uzun süreli hafıza sinapsların niteliksel iyileştirmesi sürecinde oluşmuyordu, aksine sinaptik bağların sayısının artışı CREB yoluyla oluyordu.

Beynimizin izlenimleri nasıl depoladığı, önemliyi önemsizden nasıl ve neden ayırdığı da hala bir sırdır.

Şişedeki Sinek-Dil nedir?

Amerikalı dilbilimci Noam Chomsky’nin 60’lı yıllarda konuyla ilgili teorisinden bu yana insanın büyük olasılıkla dil ve dilbilgisine dair doğuştan bir duyuyla dünyaya geldiği geçerli sayıldı. Böylece küçük çocuklar dili neredeyse otomatik olarak öğreniyorlardı.

Dil, tıpkı bedensel bir uzuv gibi içlerinde gelişiyordu. Bunun için önemli bir önkoşul, çocukların aslında duydukları dili taklit edebilmeleri insanlar da vahşi şempanzeler gibi sadece üç düzine farklı ses tonunu ayırt edebiliyorlar ama onlardan karmaşık cümleler oluşturabiliyorlar. Öyle görünüyor ki, şempanzelerde her ses tonunun belli bir anlamı var.

Buna karşın insan gelişiminde “Ba” ya da “Do” gibi seslen önemlerini gittikçe kaybettiler. Hecelere döndüler. Yani insanlar, anlamsız sesleri anlamlı kelimelerle birleştiriyor.

Bu sürecin insanlarda neden –diğer insansı maymunlardan farklı olarak- oluştuğu tartışmalı. İnsanın gelişiminde gırtlağın gittikçe kısılarak sesli konuşmaya daha fazla olanak tanıması bunun bir nedeni olabilir. Chomsky ilk öğrenilen dilin, dilbilgisinin doğuştan gelen duyusu olduğu konusunda haklıysa, o halde bu duyu Broca Alanı’nda bulunuyor olmalı. Çünkü daha sonra öğrenilen ikinci diller açıkça komşu beyin alanlarının yardımıyla öğrenilir. Broca alanı dilin itici gücüne, ses oluşumuna, ses analizine, hecelemeye ve başka bir bölgede, Wernicke bölgesinde konuşulan soyut kelimeleri anlamayı ve genellikle taklit etmeye olanak tanır.

O halde en azından ilk dil, başlangıçta bilinçsiz olarak öğreniliyor ve aynı zamanda sosyal olarak “taklit ediliyor”. En önemli işlevi, anlamak ve anlaşılmaktan oluşur. Bir şeyin anlaşılır olup olmaması, bağlam kadar dilbilgisiyle de belirlenir. O yüzden “Siyah görüyorum” cümlesi benim siyah bir resim önünde durmamı ve onun renklerini betimlememi anlatıyor olabilir.

Dünyanın, asıl işi dil oyunlarını ruhsal deneyler yapmak yerine sosyal bağlamları içinde açıklamak olan psikologlara ihtiyacı vardı. Çünkü “Anlayışsızlığımızın ana kaynağı, kelimelerimizin fonksiyonunu gözden geçirmememiz.” Cümlenin daha güzel ifadesi söyle: “Felsefedeki amacın ne? Sineğe şişeden çıkış yolunu göstermek.”

Nesneleri farklı algılayan biri farklı deneyimler. Ve farklı deneyimleyen biri farklı düşünür. Ve farklı düşünen biri, farklı bir dil kullanır. Farklı bireyler içinde farklı düşünme ve konuşmaya yönelten şeyler, insanları hayvanlardan daha fazla ayırır.

Yılanın yönünü bulurken bir dile ihtiyacı olsaydı, ki duyu algılarının birleşimi dil olmaksızın yeterli olduğu için buna gerek yoktur, o zaman insanın hiçbir işine yaramayacak olan bir “yılan dili” olacaktı; tıpkı tersinin yani “insan dilinin” de yılanın işine yaramayacağı gibi.

Wittgenstein daha sonraki düşüncelerini şöyle dile getiriyordu: “Bir aslan konuşabilseydi, onu anlayamazdık!”

NE YAPMALIYIM?

Rousseau’nun hatası-Başka insanlara ihtiyacımız var mı?

Gazetede Dijon Akademisi tarafından ortaya konan ödüllü bir soru vardı. Soru şöyleydi: “Bilimlerin ve sanatların restorasyonu, ahlakın arınmasına yardımcı olur mu?” Rousseau bu soruya tepkisini daha sonra, dokunaklı ve bilinçli göndermelerle yazdığı bir mektupta tanımladı.

Rousseau’nun , uygarlığı insan üzerindeki kötü etkisi hakkındaki yazısı sansasyona yol açtı. Birincilik ödülünü kazandı. Bir gecede ünlendi. Onu ünlü yapan neydi? Onun düşüncesine göre insanlar “doğalarında” aslında dürüst, barışçı ve iyiydiler. Ama nereye bakılırsa bakılsın, her yerde yine de yalan dolan, cinayet ve adam öldürme vardı.

O halde şu soru sorulabilirdi: Kötülük nereden geliyor?

Rousseau bunu oldukça çarpıcı biçimde yanıtladı. İnsanın, doğasında içedönük olduğunu savundu. Diğer hayvanlar gibi, doğada yaşayan insan da kavga istemez. Daha çok çekişmelerden kaçınmayı tercih eder ve kendi eğilimlerinin yanı sıra en güçlü duygusu başkalarıyla acısını paylaşmaktır. Ama ne yazık ki insanlar dürüst ve barışçıl olarak tek başlarına yaşayamazlar. Örneğin, doğa felaketleri gibi dış etkenler, onları diğerleriyle birlikte hareket etmeye zorlar. Ama birlikte yaşam, insanları birbirleriyle rekabeti içine sokar. Güvensiz ve fesat olurlar. İnsan, bireysel olarak doğrudan kıyaslandığında herkesin kendini sevmesi abartılı bir çıkarcılığa dönüşür. Ve “iyiye karşı doğuştan gelen sevgi” gibi doğal içgüdülerden vazgeçilir.

Rousseau, öfkeli ve ciddi bir biçimde kendini savundu. Zamanının eğitimli Avrupa’sının en çok tartışılan filozofuydu. Ancak eleştiriyle karası hiç iyi değildi. Gittikçe daha inatçı oluyordu, Batı Avrupa’yı boydan boya dolaştı ama ortaya çıktığı her yerde kısa zamanda kavga çıkarıyordu.

Yaşamı boyunca savunduğu şey doğru muydu? İnsanlar, doğalarında iyi miydi? Mutlu olmak için aslında başka hiçbir insana ihtiyaç yok muydu? İnsanın toplumda daha mutlu mu, yoksa daha yalnız mı olup olmadığı sorusu aslında hiç de felsefi bir soru değil. Adına “yalnızlık araştırması” denen bir yöntem ancak 20. yüzyılın 70’li yıllarının başında keşfedildi. Keşfi, Boston’daki Massachusetts Üniversitesi’nde profesör olan Robert Weiss’dı.

Yalnızlığın toplumdaki en büyük sorunlardan biri olduğunu savunuyordu, özellikle de büyük kentlerde. Başkalarıyla bir işleri olmadığı için insanlar orada daha mı mutluydu?

Weiss, bunun doğru olmadığından ve Rousseau’nun tamamen yanıldığından emindi. Ama Weiss çok daha ilginç başka bir şey iddia etmişti. Çünkü başkasının vereceği şefkat eksikliğinden daha sinir bozucu olan, insanın kendini verebileceği şefkat eksikliğiydi. Sevilmemek kötü bir şey, sevebilecek kimsenin olmaması daha da kötü! Weiss bununla tam olarak, uygun komşu olmayan kedi ve köpeklerin yalnız yaşayan bir çok yaşlı insan için yine de neden bu kadar önemli olduğunu ve bir sevgili yerine konduklarını da açıklıyordu.

İstisnasız bütün diğer primatlar gibi insanlar da doğuştan dost canlısıdır. 200’den fazla maymun türü arasında yalnızlığı seven bir tek tür yoktur. Elbette bazı insanlar diğerlerinden daha yalnızdır, ama tamamen yalnız olan birinde açıkça davranış bozukluğu vardır. Umutsuzluk ve düş kırıklığı onu hayattan bezdirmiş olabilir. Böylece artık “normal” bir insan gibi davranamaz. Normal insanlar başkalarıyla anlaşırlar çünkü onlara ( az ya da çok) ilgi duyarlar. Bunu yaparlar çünkü başka insanlara duydukları bu ilgi onlara kendilerini iyi hissettirir. Çünkü bir insanın sadece kendi küçük dünyasında hapis yaşaması, onu kaçınılmaz olarak ruhsal körelmelere yöneltir.

Başka insanlarla iletişime geçme isteği ve başkası için kaygılanma, insanın kendi dar sınırlarından bir çıkış yoludur. Başkaları için bir şey yapmak insanın kendi ruhu için önemlidir. Örneğin, güzel bir armağan seçip onu armağan ettiği kişinin nasıl sevindiğini gören biri, bunu aynı zamanda kendisi için de bir armağan olarak görebilir. Verme eylemindeki bu mutluluk ve iyi bir şey yapmaktan duyulan mutluluk çok eskidir. İnsanlığın köklerine kadar dayanır. Peki, bu sosyalleşme isteği, yardım etme duygusu ve iyilik yapma sevinci nereden geliyor? Ve bu, aynı zamanda Rousseau’nun varsaydığı gibi, insanın “iyi” olduğu anlamına mı geliyor? En azından bunda haklı mıydı?

Ejderha avcısının kılıcı-Başkalarına neden yardım ederiz?

Darwin”in yakın bir dostu, Thomas Henry Huxley, 1893’te bir konuşma yaparken Oxford’daki konferans salonu ağzına kadar doluydu. Huxley için Rousseau’nun “İyiye karşı doğuştan gelen sevgi”si tamamen saçmaydı. Hayvanlar ve insanlar doğuştan iyi değillerdi, aksine tamamen ahlak dışıydılar. Huxley de insanların ahlaklı davranacak durumda olduklarını görememişti. Huxley’in iddiasına göre uygarlık ve kültür insani canavarların toplum yaşamını evcilleştiriyordu. Bu Rousseau’un söylemiş olduğunun tam zıddıydı. Rousseau’ya göre insanlar iyiydi ama uygarlık kötüydü. Huxley’e göre insan kötüydü ama uygarlık onu kontrol altında tutuyordu.

Huxley güzel ve renkli diliyle, ahlakın insanların doğal bir özelliği değil, aksine “görevi hayvansı soyunun ejderhasını katletmek olan keskin dövülmüş bir kılıç” olduğunu yazıyordu. İnsan doğasıyla uyuşmuyorsa ahlak nereden çıktı? Kısaca söylemek gerekirse: İnsanlar neden ahlaka yetkinler? Darwin’le Huxley maymunlar ve insansı maymunlar hakkında Frans de Waal kadar çok şey bilselerdi, açıklama onlara daha kolay gelecekti ve bazı korkunç hatalar belki de hiç oluşmayacaktı.

Primatologun açıklamasına göre, ahlak evrimle tamamen çelişmiyor. Sadece güçlü olana hak tanıyan doğa ananın bazılarına aptalca hatalar gibi görünen şeyleri, biyolojik olarak dahice özelliklerdir. De Waal maymunları 30 yıl boyunca gözlemledikten sonra, “iyi olma”nın ve yardım etmenin, hem bireysel hem de bütün grup olarak maymunlara büyük yarar sağlayan davranış biçimleri olduğundan artık emin olmuştu. Maymunlar birbirlerine ne kadar çok yardım ederler ve göz kulak olurlarsa bu tüm topluluk için o kadar iyiydi.

Akılda başkalarını düşünme ve onlarla ilgilenme özelliğine Altruizm (diğerkamlık, insan sevgisi) denir. İnsansı maymunlar da altruist davranabilir. Bunun pek çok görünümü var. Bu yüzden de Waal, bir annenin çocuğuna duyduğu içgüdüsel sevgi gibi toplu uygunluk hedefleyen bir altruizmi çift taraflı bir altruizmden ayırır. Çift taraflı altruizm pekala insan ahlakının kaynağı olabilir.

Maymunsu özümüz olarak tarih öncesi dönemimizden gelen kalıntılar sadece insani zayıflıklar, saldırganlıklar, sahtekarlıklar ve bencillikler değil, ayrıca “soylu” karakter özelliklerimiz de, biyolojik kaynaklı doğamızın birer parçalarıdır.

İçimdeki yasa-Neden iyi olmalıyım?

Descartes’ın 150 yıl önce yaptığı gibi Kant da, idrakin kesin bilgisini dünyanın nesnelerinde değil, aksine insan düşüncesinde aramaya karar verdi. Kant, idrakimizin önkoşullarını araştıran bu felsefeye transaldantal felsefe adını verdi. Descartes, insan düşüncesinin nesnelerin “gerçek” doğasını anlayabileceğine inanmıştı. Bunun aksine Kant, bu “gerçek” doğanın insan için hiç ulaşılabilir olmadığını düşünüyordu. Onun neden anlaması gereksindi ki?

Doğanın düzeni bize her zaman nasıl görünüyorsa insan beyninde de öyle bir düzen oluşturur. Renklerin doğadan değil de zihnimizden ve görme sinirlerimizden kaynaklanması gibi insan zihni doğayı tersyüz ettiği bir düzene sokar. O halde insan bir algı mekanizması ve dünyayı yapılandıran bir akla sahiptir. Kant, Saf Aklın Eleştirisi’nde “akıl”, diye yazdı, “yasalarını doğadan almaz, bunları ona dayatır”. Bu çok verimli ve modern düşüncelerden sonra nihayet ahlak sorusuna cesaret etti.

İnsanın iyi olma yetkinliği Kant’ı o kadar fazla etkiledi ki, son derece özel bir ödül olan İnsanlık Onuru’nu insana bahşetti. Ahlaki davranabilme özgürlüğüne sahip olan, kendisinden başka hiç bir şeyin üstün olmadığı özel bir yaratıktır. Böyle görüldüğünde, insandan büyük hiçbir şey yoktur. Çünkü Kant’ın düşüncesine göre diğer yaratıklar özgür olarak karar verip hareket edemezler. Ve insan diğer bütün yaratıkların en mükemmeli olduğundan, insan yaşamından değerli hiçbir şey yoktur.

Bir insanın iyi olmasını sağlayan daha elverişli yaşamsal gerçeklerin ne yetkinlik ne de karakter olduğunu, aksine bunun yalnızca irade olduğunu düşündü. İnsandaki tek iyi, onun iyi niyetiydi. İnsanlar birbirleriyle iyi geçinmek istiyorsa o zaman bu iyi niyet’i izlemeliydiler; hem de sanki bir dürtü değil, aksine değiştirilemez bir yasaymış gibi. Kant, bu temelde iyi olma talebime kesin (temel) buyruk (talep) adını verdi. Pratik Aklın Eleştirisi’ndeki ünlü ifade tarzında kesin buyruk şöyleydi: “Daima, iradenin ilkelerinin her zaman tıpkı genel bir yasamanın prensibi olarak geçeceği şeklinde davran.”

Kant aklı, beynin efendisi ve ustası olarak açıklamıştı. Aklın bize ne yapmamız gerektiğini söyleyen şey olduğuna dair en ufak bir şüphesi yoktu.

Libet Deneyi-İstediğimi isteyebilir miyim?

Schopenhauer, henüz 30 yaşındayken, daha önce kimsenin dikkate almadığı temel eseri İsteme ve Tasarım Olarak Dünya’yı yayınladı. Ve felsefenin en tartışmalı sorularından birini ortaya attı. Soru şuydu: “İstediğimi isteyebilir miyim?”

İstediğimi istememem gerekiyorsa o halde her şey aslında boşunaydı! Ve eğer özgür irade yoksa o zaman aklın da aslında hiç rolü yoktu. Peki o halde kesin buyruk ve aklımın “ahlaki yasası” neyin nesiydi? Bu tamamen saçma olurdu, çünkü davranışlarımın yasalarını akıl değil akıl dışı irade belirliyordu! Schopenhauer iddiasına acımasızca eklemeler yaptı: Beyindeki kumanda merkezi akıl değil iradedir. İrade, bilinçaltını, varlığımızı ve karakterimizi belirler. İrade efendi, akılsa onun hizmetçisidir. Akıl, iradenin gerçek kararları ve gizli niyetlerine kapalıdır, onsuz olup bitenden epeydir hiç haberi yoktur. Bana neyi yapıp neyi yapmayacağımı söyleyen sadece iradedir ve akıl da onu izler. Çünkü “kalbin dayanmadığını kafa içeri bırakmaz” –püf noktası budur. Gerisi boş laftır.

Schopenhauer iradeye yaptığı vurguyla felsefeye bir diken batırmıştı. “Bütün filozofların temel hatasını” ve iyi olabilmek için iyinin ne olduğunu bilmenin yeterli olacağının, kendi deyişiyle, “bütün yanılgıların en büyüğü” olduğunu anlamıştı.
Gage Olayı-Beyinde ahlak var mı?

Ahlaki duygular vardır –örneğin yardıma muhtaç birine acımak. Sokakta bir dilenci görürüm ve hemen üzülürüm. Bu duygu içimden gelir, hiçbir kasıt olmadan ortaya çıkıverir. Ahlaki görüşler ise başka bir şeydir. Adama para vermek isterim ve bunu doğru olup olmadığının zihnimde tartarım. Şöyle düşünürüm: Herkes ona bir şeyler verirse hiçbir zaman iş aramaz. Ya da; Parayı, yiyecek bir şeyler almak yerine içkiye harcayacak. Ama şöyle de düşünebilirim: Onunla ne istiyorsa onu yapsın. Önemli olan, ihtiyacı olduğu açıkça belli olan parayı almasıdır.

Duygular ve görüşler genelde ayrılmazlar. Ama: Neden böyle yaptığımız, bir eylemi ahlaki olarak nasıl yargıladığımızdan tamamen farklıdır.

Duygular, niyet, düşünce, alışkanlık ve diğer şeylerin yanı sıra eylemlerde büyük bir rol oynar ama ahlaki olarak yargılama yaptığımızda etkileri daha az sonuç verirmiş gibi görünür. Ama, ahlak sıradağımızdaki son yüksek dağ olan ahlak sezgisi dağını aşmadan, önce nörobilimcilerin atölyelerine son bir bakış daha atalım.

Hissettiğini hissediyorum-İyi olmaya değer mi?

Rizzolatti yeni bir kavram buldu. Pasif tekrarlamalarda tıpkı gerçek eylemde olduğu gibi beyinde aynı tepkiyi aktive eden sinir hücrelerine ayna nöronları adını verdi. Yeni bir sihirli kelime doğmuştu. Birçok nörobilimci önce İtalya’da, ardından bütün dünyadaki üniversitelerde ayna nöronları araştırmaya hücum etti.

Eğer insan beyninin de kendi yaşadıklarımız ve sadece yoğun olarak gözlemleyip hissettiklerimiz orasında bir fark görmediği doğruysa-o zaman sosyal davranışlarımızı anlamanın anahtarı da burada bulunmuyor mu? Ayna nöronları ön lopun prefrontal korteksinde, ada denilen bir bölgede bulunur. Bu ada aslında şu ana dek uzunca söz edilmişi olan ventromedial bölge, “sosyal merkez”den başka bir şeydir. Bu da çok açıktır çünkü ayna nöronları aslında bilinçsiz empatiyle biraz ilgili olsa da, kapsamlı planlar, kararlar ve isteklerle ilgisi yoktur. Bu beyin bölgelerinin birlikte nasıl çalıştıkları hala kapsamlı olarak bilinmiyor. Rizzolatti altı yol önce, görüntülü yöntemler yardımıyla ayna nöronlarının insanlarda da çok açık bir şekilde dilden sorumlu iki beyin bölgesinden biri olan Broca Alanı’nın yakınında yer aldığını gösterebildiği zaman, mesleki çevreler özellikle heyecanlandı.

Ayna nöronlarının duygularımızın yöneticisi olduğu beklentisinin, sonraki deneylerde doğrulanıp doğrulanmayacağı hala çözümlenmemiş durumdadır. Ayna nöronları hem kendi hem de yabancı eylemleri gözlemlediği sırada işliyorsa, o zaman başka insanların duygularını tekrarlamanın kendi duyarlılığına bağlı olduğu düşünülebilir. Kendine karşı duyarlı olan, başkalarına da duyarlı olmak için en iyi koşullara sahiptir.

Kant’tan önce birçok filozof ahlakı, Tanrı’ya karşı zorunlu bir görev olarak görüyordu. Tanrı’nın buyruklarına uygun yaşayan ve davranan kimse ahlaklıydı ve yaşamı doğruydu. Ama Kant, insanı Tanrı’ya olan yükümlülüğünden kurtardı. İnsan, Tanrı’ya karşı sorumlu olmak yerine bizzat kendisine karşı sorumlu olmalıydı. “ İçimdeki Ahlak Yasası”nın ana fikri buydu. Psikolojik olarak düşünüldüğünde şu anlama geliyor: Ahlaki davranmayı isteyip istemediğim, bir özsaygı sorunudur. Ve kant bu konuda şüphesiz haklıdır. Gerçi iyi olma isteği bana iyi olma görevinden daha insani görünür. Kabul edilmesi gereken bir konu da şu: İyi olmanın ne kadar çok kazandıracağı, insanın içinde bulunduğu topluma bağlıdır.

Köprüdeki adam-Ahlak doğuştan mıdır?

Hauser, hepimizin içinde ahlak kuralları olduğunu savunuyor. İnsanlar genellikle bu kuralların hiçbir şekilde bilincinde olmadığı gibi, bunlar eğitim yoluyla da aktarılamazlar. Genlerimizde yerleşmiş olmalılar ve yaşamın ilk yıllarında özümsenirler. Hauser, ahlak duyumuzu dil gibi edindiğimizi varsayıyor. Hauser, buna göre her insan, iyi ve kötü için bir duyuyla, bir “ahlak içgüdüsü”yle doğardı. İnsanlara edep ve terbiye öğreten yalnızca dinler ve hukuk sistemleri değil, yalnız anne babalar ve öğretmenler değil- ahlak içgüdüsü, ilk önce doğum kanalından sezgiyle birlikte gelir. İşte bu nedenle çoğunlukla üzerinde fazla düşünmeden bir davranışın iyi ya da kötü olup olmadığını söyleriz.

Hauser haklı mı? Hauser, tam da buna karşı ahlaki duygularla ilgili teorisini koyuyor. Yine duygular, kaçınılmaz olan aşağı sezgiler değildi, düpedüz soylu duygulara da yöneltiyordu.

Genetik yapılar ve kültürel bilgiler hiç de o kadar kolay ayırt edilmezler. İkisi de ayrılmaz bir şekilde iç içedirler. Hauser’in test sorularındaki gibi, belli kararların farklı birçok kültürde aynı şekilde verilmesi, ahlaki düşüncenin doğuştan oluştuğunu kanıtlamaz. Kültürlerdeki ahlak düşüncesi her yönden iyi ya da en azından yararlı görüldüğü için çok benzer biçimde gelişimi de olabilir. “Doğuştan mı, yoksa sonradan edinilmiş mi?” sorusuna doğru yanıt herhalde şöyledir:

Bu gerçekten anlaşılamaz! Örneğin Hitler döneminde yetişmiş olan bazı çocuklar ve gençler, daha sonra SS’in subayları olarak içlerinde savunmasız kadınların ve küçük çocukların da bulunduğu insanları öldürmekten hiç vicdan azabı duymamışlardır. Tıpkı dilin öğrenilmesinde olduğu gibi, ahlaki algılarımız da olasılıkla bütünüyle doğuştan değildir.

Doğuştan değerlerle donatılmış değiliz, aksine sadece hangi bilgileri alabileceğimiz ve bunları nasıl organize edebileceğimizle ilgili koşulları içeren bir ders programıyla donatılmışız.

Görünüşe bakılırsa, bir toplumdaki ahlaki ilerleme, akıldan çok halkın geniş katmanlarının belli sorunlara duyarlılaşmasıyla oluşuyor.


Yüklə 238,73 Kb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin