Book title



Yüklə 448,86 Kb.
səhifə1/4
tarix03.11.2017
ölçüsü448,86 Kb.
#29909
növüYazı
  1   2   3   4

Bu kitap, dünyada davasızlaştırılmış mekanik ve itaatkar bir hayat yaşandığını düşünen dört kafa arkadaşın, tüm bu koşulsuz,



mekanikleşmiş, ruhsuz, itaat durumuna rağmen hala yaşanmakta

olan tatminsizlikleri ve hayalkırıklıklarını kendilerince eleştirmek

amacıyla yazılmıştır.”

Çoktan Yazarlar Kollektifi

İstanbul 2012
ShEM5-t1İn..!

Çoktan Hikayeler
Bir Çoktan Yazarlar Kollektifi Eseridir!
YAYIN YÖNETMENİ:

Çoktan Yazarlar Kollektifi


EDİTÖR:

Ezgi Başkır


TASHİH DESTEK:

Senem Kökenek


KAPAK TASARIM:

Dinçer Tuğmaner


YAZAR FOTOĞRAFLARI:

Ezgi Başkır


BASKI VE CİLT:

Yoktan Matbaa


İletişim:

http.//coktanhikayeler.blogspot.com

www.facebook.com/”çoktan hikayeler ShEM5-t1İn”
Copyright © 2012 Çoktan Yazarlar Kollektifi

Bu kitabın her türlü yayın hakkı açıktır. Telif hakkı sahiplerinin yazılı izni alınmadan bu yayının herhangi bir biçimde basılıp çoğaltılması, bilgisayar ortamında kullanılması, kaset ve CD ye kaydedilmesi serbesttir. Bize de bir haber vermeniz iyi olur.



------ShEM5-t1İn..! -----

Çoktan Hikayeler
Ezgi Başkır

Serhat Duran

Boğaç Yener

Suat Başkır


Bir Çoktan Yazarlar Kollektifi Eseridir!

İstanbul 2012

Okumaya başlamadan önce;

Daha fazla diye diye sızlanıp tıkıldıkça sistemin içine; bir gün kuklalar saracak dört bir yanımızı, bugün sardığımız gibi kimi uyanıkların…
Kafa bu ya biz yine vazgeçmeyeceğiz ne sızlanmaktan ne tıkılmaktan, farkına varmak için birbirimize ne anlatırsak anlatalım.
O zaman da kimi kitap yazacak, kimi başkaldıracak hepimizden cesur, kimi seslenecek uzaklardan…
“Haydi dostlar, elbet kopacak bu ipler diye, abandıkça abanalım…” Ama hepimiz, tatlı tatlı birer malak gibi gülümseyerek sürüklenmeye devam edeceğiz, aksini söyleyerek istediğimiz kadar yırtınalım…
Hal böyleyken de düzen bu, ne kadar farkında olsak da Geppetto değiliz ki her odunu adam yapalım…
Haydi, o zaman tüm odunlar olarak haykıralım:

Eğer vazgeçemiyorsan daha fazlasını hedeflemekten ve için sıkılıyorsa elde ettiğin güçten, bil ki bir bok olmaz ne senden ne şımarık melankolinden!! Tek yapabileceğin şudur ki;
onun da adı işte bu yaptığımız…
Yani;
Farkındalığa sövgü…
Suat Başkır

Farkındalığa Sövgü Suat Başkır Sayfa 5


ShEM5-t1İn..! Suat Başkır

&

Serhat Duran Sayfa 7


Karagöz Boğaç Yener Sayfa 20
Sabah Yıldızı Serhat Duran Sayfa 29
Kırmızı Atlaslı Kız Serhat Duran Sayfa 37
Tarabya Oteli Boğaç Yener Sayfa 58
Köy İşleri Boğaç Yener Sayfa 68
Mekanik Kumpanya Ezgi Başkır Sayfa 79
Proje: Kaynak Suat Başkır Sayfa 101
İnsan Üretme Çiftliği Suat Başkır Sayfa 106
Evrim Suat Başkır Sayfa 115
Okumayı Bitirmeden Önce Suat Başkır Sayfa 118

…...Dikkat!!!... Dikkat!!!....

Ruhsuz mekanikleşme üzerine yazdığımız kısa hikayelerimizi, üstte programladığımız şekilde okumanız tarafımızdan önemle tavsiye

olunur!!
-7- Suat BAŞKIR &Serhat DURAN



ShEM5-t1İn..!

2334. yılın ilk ayının dördüncü gününde dünya da o güne kadar eşi görülmedik büyük bir fırtına çıktı. Müthiş bir kasırgaydı; dehşet verici gök gürültüleri dünyayı parçalayacakmış gibi salladı.. Eşi görülmedik yıldırımlar düştü. Kötülük bulutları, dünyadaki tüm ülkeler üzerinde emin bir planla ilerliyordu. İlk olarak ülkelerin başkentleri tutuştu. Liman kentleri denizin dibine battı, üstlerine toprak yığıldı ve bir dağ oluştu. Tüm dünya çıldırmış gibi birbirini yok ediyordu. Tüm ülkelerde nerdeyse adil bir biçimde korkunç tahribatlar oluştu. Dünyanın çehresi değişti. Yollar yarıldı, düz arazi sarp hale geldi. Bu arada, patlamaların şiddetiyle hareketlenen fay hatları büyük depremler ve ardından volkanik faaliyetler ile canlıları da yok etmeye devam ediyordu.

Tüm kentler yıkıldı, oluşan hortumlar insanları alıp götürdü. İlk şoku atlatanlar bir yandan radyoaktivite, öte yandan ölümcül virüslerin dağılmasıyla ölmeye devam ettiler.

Binlerce yıllık yapıma rağmen yıkım yalnızca üç saat sürmüştü. Sonra, dünyayı kapkara bir bulut kapladı. Sağ kalanlar ışık yakamadı. Ne güneş ne ay ne de yıldızlar görüldü. Karanlık üç gün sürdü.

İnsanlar, bu son dünya savaşının ardından binlerce yıldır yaşamadıkları kadar yıkıma uğramışlardı.

Neredeyse tüm dünya uluslarının medeniyetleri, teknolojileri, güçleri, dinleri hatta ırkları bile tükenmişti. Şimdi, tek bir dünya devleti altında, atalarının yurt adını verdikleri toprak parçalarının çok çok uzağında, eski adı Sina olan kum yığınının derinliklerinde devasa gemilerinde kurdukları sisteme hizmet ediyorlardı. Yaşanması imkansız olan dünyaya dönecekleri günü bekleyerek.

Dünya ise, nükleer ve radyoaktivite atıklarından etkilenmeyen tek bir türe tanıklık etmeye devam ediyordu. Yani İnsanlara, bu yeni metal topraklarda yaşamlarını devam ettirebilmek için gerekli olan enerjiyi sağlamak amacıyla programlanmış makinelere ya da kötülük bulutunun ufukta görünmesinden beri mavi olmayan gezegenin canlı olmayan son kalıntısı; üzerindeki metal plakadan okunabildiği kadarıyla "ShEM5-t1İn" e…Hafızasında kayıtlı tek insan olan şef mühendisin programının ona bildirdiği üzere 2421 yılının 12. ayının 27. günü yaşanmaktaydı. Tam olarak 3 gün 17 saat 24 dakika 4 saniye ve 41,37,30… salise sonra, yine buluşma yerine varması gerekiyordu. Ucu bucağı gözükmeyen manzaranın kenarına kondurulmuş gibi duran yıkık tesis, tam 414 kilometre uzakta olmasına rağmen ufukta çakan gündüz şimşekleriyle mat bir ışıkla parıldıyor; alüminyum çatısının tepesindeki paratoner, avına yönelen bir olta gibi güç dalgalanmasına doğru eğiliyordu. Havadaki gerilim, robotun göğsündeki alternatör kutusunun delirmişçesine vızıldamasına sebep oluyordu. Bu, tıpkı mide bulantısı gibi bir histi. İnsanlara özgü bu fiziksel olgunun biyolojik anısı, devrelerinden geçip hatıra kutusuna ulaştığında kısa devreye benzer bir tepkimeyle sarsılmış içinde bulunduğu durumu analiz edebilmesi tamı tamına 12.23 saniye sürmüştü.

" SİSTEM-YENİDEN-DEVREDE" diye uyarmıştı, tatlı bir bayan sesi ve karıncalanan görüntü tekrar düzeldiğinde ekranın sol üst köşesinde;" MANYETİK FIRTINA'YA 2 DK.35 SN. " uyarısı belirmişti. Tam 72 saattir kahverengi yokluğun ortasında geziniyor, gökyüzündeki dalgalanmalara bakarak hasadı gerçekleştirebileceği en uygun noktayı saptamaya çalışıyordu. Son 36 saattir zayıf bir sinyali takip etmişti kum tepelerini aşarak; fakat iz onun 85 metre çapındaki bir daire içerisinde dönüp durmasına neden olmuştu. Nükleer Analist alüminyum kulede, güneşteki patlamalara göre konum güncelle mesini gerçekleştirmeyi tamı tamına 219.000 saat önce bırakmıştı. Strato-dalgalanmalara göre konum sinyalini belirlemek artık tamamen ona kalmıştı. " Güneşteki-patlamalar" diye tekrar proses etmişti. Gökteki gri sisin ardında yayılan kan kırmızı lekeye bakarken o anda fark etmişti; evet, evet, tamı tamına 125 metre doğuda bir yerlerde alçalan gri bulutlar iki yanından dudak gibi bükülerek bir hortum oluşturmaya başlamıştı bile.

" Klank-Klunk" diye saplanıyordu, metal ayakkabıları kuma ve biraz daha hızlı hareket edebilse bükülen yük kanalını yakalayabilecekti. Havadaki gerilim dehşet uyandırıcıydı, elektrik yüklü hava akımı küçük kıvılcımlar oluşturarak kumu kızartmaya başlamıştı. Büyük patlama çok yakındı artık. Bunu da yakalayamazsa en az 86 saat daha çölde gezinmesi gerekecekti yani en azından batarya göstergesi o kadar gücü kaldığını gösteriyordu.

" MANYETİK FIRTINA'YA 12 SN" diye gelmişti, ikinci uyarı ve Şemsettin metal bedenini eğilip bükülen kasırganın ortasına attığında ayakları yerden kesilmişti. Çılgın bir hızda dönüyordu, yükselmeyi sürdürürken.

Bundan sonrası kendiliğinden gelişen ve acı verici bir prosesti. Kafasının tepesinde açılan delikten ucunda top şeklinde reseptörleri bulunan bir çubuk fırlamıştı.

Ufuk, bu noktadan itibaren yumuşak görüntüsünü kaybetmeye başladı." SİSTEM HASAT'A HAZIR !" diye belirtmişti, kız kibarca. Kızın adı I-la'ydı ve nedense hep kibardı. Hasatçının gövdesi, işlev dışı kalıp, imha edilmek üzere pres hattına da gönderilse aynı ses tonuyla ve fütursuzca "GÜLE GÜLE HASATÇI, PARÇALARINIZ SEHRİMİZ'İN İYİLEŞTİRİLMESİ İÇİN KULLANILACAKTIR" diyebiliyordu. Tüm bunların bir Hasatçı için herhangi bir önemi yoktu şüphesiz; çünkü onlar ne korku ne de sevgi hissedebilirlerdi. Onun için sadece acı gerçekti. Zira Şemsettin' i tasarlayan müthiş mühendisler, eski suçluların beyinlerini metal bedenlere transfer ederken acıyı aktaran reseptörleri uzaklaştırmamayı hem maddi açıdan pahalı, hem de hükümlüye bir ceza teşkil etmesi açısından yerinde bir karar olarak görmüşlerdi. Bir diğer sıkıntı da hafıza kutusuydu, zira hasatçıların tamamen beyinsiz olmasının doğurabileceği sakıncaları fizibilite eden bilim adamları; makinenin yalnızca temel birtakım prosesleri anımsayabilecek şekilde programlanmasını sağlamışlardı.

Şimdi, acı zamanıydı ve tüm evreni kaplayan ışık patlamasına eşlik eden uğultu, kasnaklarını çatırdatırken görüntü tamamen kızıla boyanmıştı. Tüm şehrin gücünü sağlayacak güçteki nükleer patlama, onun parçalarını ayırmak için sanki moleküllerini çekiştiriyor; fakat o ne bağırabiliyor, ne de sesini çıkartabiliyordu. İri, siyah ve ifadesiz bilyeleri andıran gözleri ardına kadar açılmış güneşin merkezine bakıyor; bedeni ve güç dalgası arasındaki iletişimi koparabileceği anı hesaplamaya çalışıyordu. Bekleyiş uzun sürmemişti.

Gücü emen alternatörler, göğsündeki küçük ampulü doldurmuş, sistem kendisini kapatarak Şemsettin'i fırtınanın dışına fırlatacak roketleme operasyonuna geçmişti. Kolları ve bacakları ayrı yönlere doğru sallanan metal kukla, kızıl güç sütununun içinden fırlamış ve taklalar atarak iki yüz metre ötedeki bir kum tepesine çakılmıştı.

Manyetik fırtınanın şiddetiyle kıyamet kopan çölün binlerce kilometre altında, birkaç kum tanesi, dev metal duvarların çevrelediği alanın, devasa demir ülke “Babil” in koridorlarına ulaşmak için yalvarıyordu adeta. Dış duvarlara en yakına konuşlanmış kontrol odasının elektronik bölümlerinden birinde, zaman magma saatiyle 22 ‘i 03 saniye geçtiğini gösteriyordu ki her saat başını otomatik olarak gösteren zaman ayarı birden durdu ve elektronik araçlar, insanüstü bir hızla bu ani duruşun sebebini aramaya koyuldular. Bilgisayarın programına göre 3 dakika beklemek ve 10.01.03.11 numaralı elektrik devresini kapatmak gerekiyordu. Aksi halde bilgisayar olası virüs tehlikesine karşı hava akışını kesmeye programlanmıştı. Yani bu durum metal ülkenin enerjisinin bir anda kesilmesi ve insan yapısı bu dengenin bir anda çökmesi anlamına geliyordu. Fakat acemi teknisyen kendisini aşan bu kriz karşısında ne yapacağını bilemez vaziyette, kısa bir süre telaşla oradan oraya koşuşturduktan sonra alarma bastı. Yüzeyde olanlardan habersiz, yüzündeki kırışıklıklar eski dünyanın yerli şeflerine benzeyen adam, göz kapaklarını kırpıştırarak gözlerini açtı. Uyumakta olduğu metal zeminden dirsekleri üzerinde kısa bir süre durarak çevreye bakındıktan sonra, yavaşça doğruldu. Yatağının hemen başındaki elektronik kimlik kartında 29.04.2401 yazmasına karşılık neredeyse 80 gösteriyordu.

Dostları, tüm “e+” birimi çalışanları gibi o da radyoaktif dünyaya en yakın birimde görev aldığı için bedeninin aşınmasını maalesef önleyemiyordu. Yaşam kalitesini arttıran ve bağışıklığını dengeleyen envai çeşit renkli haptan bir avuç kadarını yuttuktan sonra, hızla yüceler birliği armalı üniformasını giyinip kontrol odasına geçti. Aceleyle elektrik devresine müdahale ederken diğer yandan teknisyene bilgisayara gireceği komutları seslendi. 10.01.03.11 numaralı devreyi iptal eder etmez ana saat çalışmaya başladı. Her şey kontrol altına alınmıştı. Derin bir nefes aldı, geri sayım neredeyse 20 saniyeyi gösterirken. Şef mühendis, yanındaki teknisyene sert bir bakış attıktan sonra “güncel” diye seslendi, emirvari bir tonla. Metal duvara yansıyan görüntülerden uyumakta olduğu zamanlarda biyosferin tüm katmanlarında neler yaşandığını takip etmeye başladı. Duvarların arkasındakiler yani bilinen adıyla yüceler bolluk ve atalet içinde mekanik yaşamlarını sürdürmekteydiler.

Her anları programlanmış her yapacakları bir makine yardımıyla gerçekleşir şekildeydi. Onları her izlediğinde olduğu gibi, şimdide hayıflandı teknisyen.

-Keşke, ailemle birlikte bende bulutun içinde kalsaydım. Ne vardı ki seçilecek.

Halbuki seçildiği an ne de mutlu olmuştu ulusu, onun adına. Geminin ilk Türk teknisyeni seçildiği o anda. Gerçekte, eski dünyanın yok edilmesinden sorumlu elitlerin yok olmamak için inşa ettikleri 814.578 km2’ lik bir ülke büyüklüğünde ki bu gemide eski dünya düzeninden bir farkı olmayan yeni yönetim sistemlerinde, onların hizmetine girecek avam işçiler olduklarını kim bilebilirdi ki.

Gelen postayla isyanını bir nebze olsun bastırmak zorunda kaldı.

mavi kod… mavi kod…mavi kod….

“Sektör “e+ 12” enerji seviyemiz, son güneş patlamalarının dünyanın bulunmakta olduğumuz katmanının tektonik levhalarda ki tepkimesi sebebiyle 16 saat daha erken tükenecektir. Bu sebeple, tüm “e+” sektörünün yüzeyde enerji depolayan ShEM5-t1İn’lerle bağlantı kurmak için kontak noktalarına hareket etmeleri gerekmektedir. Bağlantı, planlanan zamandan tam 1 gün önce gerçekleşecektir. Herkes gerekli hazırlıkları yapmak için ilgili bölümlere ulaşsın lütfen.”

İlk mesaj henüz kapanmıştı ki mavi kod tekrar yanıp sönmeye başladı…

“Son ulaşan bulgulara göre manyetik fırtınanın yüzeyde yaratmış olduğu tahribatın ShEM5-t1İn’ lerin kayıtlı programlarında atlamaya sebep olması yüksek ihtimal gözükmektedir. Görevin yüzey ile temas içermesi yüksek olasılıktır. Koruyucu kıyafetlerin görevin zorluğuna göre seçilmesi zorunludur.”

“Kırmızı kod olasıdır. Proje “İlk Nefes” için gerekli hazırlıkları yapmanız önemlidir.”

Mühendis, tüm eğitimi boyunca hazırlandığı günün geldiğinin dehşetini yaşadı bir an. Yaşamın devamı için intihar görevi işte başlıyordu. Eski dünyanın yönetici uluslarının sömürüsünde kalan ülkelerden seçmiş oldukları teknisyenlerden oluşan “e+” sektörü, aynı mesajı almış ve tüm alanda aynı sistematik hazırlıklar başlamıştı. Şef mühendis, odasından ayrılarak bölüm 1 yazan kapıdan içeri girdi. Hemen önündeki tüpe doğru ilerledi.

İçeri girer girmez, tüpün dört bir yanından duş etkisiyle vücudu dış yüzeyin radyoaktif etkilerinden korumak üzere hazırlanmış jelimsi bir sıvıyla kaplanmaya başlandı. Sanki ana rahmindeymiş gibi plazmamsı bir sıvı süratle bedenini sarıyordu. Çenesinden yukarı yükselmeye başlayan sıvı dudağına ulaşmadan nefesini tuttu ve gözlerini kapattı. Tekrar açtığında sanki yeni bir deri gibi bu sıvıyla kaplandığını gördü. Gözlerinin önünde dev boyutlu görünmez bir bilgisayar ekranı vardı sanki, çevresini farklı açılardan görebiliyor ve sürekli veri akışını düşünceleriyle yönlendirebiliyordu. İkinci aşama için ağırlığı kemik ölçümlerine göre dengelenmiş metalimsi bir maddeden yapılma zırhını giymeye başladı. İlk defa giymekte olduğu bu zırh, bir gömleğin yarattığı ağırlıktan fazla değildi. Kendi kamerasından kendini izlediğinde, baş bölgesinin elips şeklinde uzamış olduğunu, bedenini kaplayan bu yeni bedenin saydam gibi göründüğünü ışığı emen metal yüzeyinin adeta bir ayna gibi çevresini yansıttığını gözlemledi. El ve ayakları, başına orantılı bir şekilde elips olarak uzamış beş parmağı üçe düşmüştü. Fakat kendi ellerinden bir farkı yokmuş gibi kontrol edebiliyordu.

Son aşamaya geldiğinde insan görünümünden tamamen uzaklaşmış başka bir yaratığa dönüşmüş olan mühendis, zaman geçişi için bir kapı açacak olan program mikro belleği ve üzerinde “yaşam anahtarı” yazan küçük kutucuğu, zırhının yanında açılan hazneye koyarak onu yüzeye ulaştıracak olan mermi şeklindeki araca doğru yöneldi.

Robotik bir mekanizma 10 dan geriye doğru saymaya başladığında aklında yalnızca yılda bir defa onlara yaşam enerjisi sağlayan tek yoldaşı ShEM5-t1İn vardı.

Araç, önce önündeki kaya katmanını parçalamaya başladı. Ardından, sanki bir kum gölünün içinde yüzüyormuşçasına yavaşça, tamamen gözden kaybolana kadar parçaladığı kayaların tozlarına gömülerek ilerlemeye başladı.

Yaşanan son fırtınanın ardında oluşan yapay kumul altında cılız bir sarı ışık, yüzeye gittikçe yakınlaşır bir şekilde yanıp sönmekteydi. Kum tepeceğinin içinden küçük bir metal parçası gözüktü önce, hemen ardından mekanik bir el ve hemen ardından bağlı bulunduğu kol, son olarak da çevreyi gözlemleyen bir robot boyun çıktı. Kumların altından çıkan ikinci manyetik el kendini en sert alana sabitledi, diğer kolunda sabitlenmesiyle kumul titremeye başladı ve nihayet ShEM5-t1İn kendini gömüldüğü kum mezarın içinden çıkarıverdi.

“SİSTEM DEVREDE” dedi, yine o tatlı bayan sesi. Birkaç saniye süren koordinat hesaplamasının ardından, sistem onun kontak noktasına 141 kilometre uzakta olduğunu bildirdi. Fırtına ona 273 kilometre kazandırmıştı. Fakat her şey yolunda değildi aslında, manyetik dalgalar bataryasını bozmuş 12 ile 24 saat arasında bir enerjisi kaldığını bildirmekteydi.

Robot, artık çok daha yakın görünen tesise ve asıl buluşma noktası olan arkasındaki dağa doğru ilerlemeye başladı.

Aracın hızı azalırken “kabin yüzeye kilitlenmeye son 15 saniye” anonsu çınladı. Mühendis sakince kenetlenmenin tamamlanmasını beklemeye başladı. Bu sırada, dışarıdaki hava sıcaklığı ve yaşam şartlarını bildiren gösterge sıcaklığı, 85 santigrat ve radyoaktivitenin 3825 becquerel olduğunu belirterek alarm vermeye başladı.

Araç, bir süre hareketsiz kaldıktan sonra kabin kapaklarını havanın boşalmasından kaynaklanan tıslamayla açıverdi. Şef mühendis, başlığından yüzeydeki şartların ölçümünü tamamladıktan ve güvenli alan onayını aldıktan sonra araçtan aşağıya indi. Tıpkı “Babil” gibi metal duvarlarla kaplı kontak noktasındaki koordinat cihazının başına geçerek ShEM5-t1İn’in yerini saptamaya çalışmaya başladı.

Robot, büyük bir hızla programlandığı gibi buluşma noktasına doğru ilerliyor bir yandan da diğer görevli makinelerle irtibat kurmaya çalışıyordu. Tam 11 ShEM5-t1İn’den maalesef henüz hiçbir tepki almamıştı. Alıcıları 312 metre ilerde bulunduğu düzlem üzerinde bir metal öbeği saptadı. Manyetik fırtına yüzünden alıcı ve motor aksamında kaynaklanan güç bozuklukları sebebiyle gidebileceği manyetik hız olan saatte 75 km ile metal öbeğine doğru ilerledi.

Şef mühendis, gps cihazının yaklaşık 4 kilometre ötede saptadığı metal öbeğine odaklanarak hala kullanılabilir durumda olan birkaç uydudan birinin koordinatlarını, bir görüntü alabilme umuduyla gps in verdiği bilgilere göre yönlendirdi. Evet, kesinlikle bu ShEM5-t1İn’lerden biriydi. Gelen kamera görüntüsü kısa süren sevincini kursağında bırakmıştı. Manyetik dalgalanmaların etkisiyle neredeyse eriyik haline gelmiş ve tekrar soğuyarak orantısız bir metal top halini almıştı. Kamerayı biraz daha yaklaştırdığında haznesinin gereğinden fazla ışınla dolmuş olduğu ve patlamak üzere olduğu görülüyordu. Şef mühendis, derin bir hayal kırıklığı içinde diğer teknisyenlerle irtibata geçti. Maalesef, diğer 11 teknisyen de ShEM5-t1İn’lerin bu son şiddetli fırtınaya dayanamadıklarını raporluyorlardı. “Gerçekten kıyamet işte şimdi kopuyor insanoğlu.” diye geçirdi aklından. Olduğu yere yığılıvermişti.

Aşağıda binlerce kilometre derinlikte insan ırkının son birkaç milyon kişisinin merakla, ondan gelecek enerji bilgisini beklediğini hatırladı. Son raporunu yazmak üzere başlığındaki bilgisayarda yeni bir ekran açtı.

ShEM5-t1İn metal öbeğin yanına yaklaştığında yalnızca 1 saatlik enerjisinin kaldığı uyarısını aldı. Bu hem hızına hem de programlanmış olduğu görevine etki ediyordu. Sistemi öncelik olarak taşımakta olduğu çok önemli yük’ ün korunmasına programlanmıştı. Devreleri bir yandan güç harcamasını kesmek için hızını düşürürken diğer yandan tüketimi azaltmak için haberleşme dahil tüm ek programları kapatmaktaydı. Diğer robotun yanına yaklaşmak üzereyken sensörleri devre dışı kaldı. ShEM5-t1İn, hedefi olan tesise 2; kontak noktasına 4 kilometre kala bataryasının son devrelerini zorlayarak ilerlemeye çalışıyordu.

Şef mühendis, raporunu göndermiş bir yandan gelecek yanıtı beklerken diğer yandan son bir umutla ShEM5-t1İn’ e, sinyal yollamaya devam ediyordu. Bir anda ekranın sol üst köşesinde “MANYETİK FIRTINAYA 3 DAKİKA 11 SN.” uyarısı belirdi. Bu fırtına devasa geminin ve dolayısıyla insan ırkının sonu demekti. Şef mühendis, neler yapabileceğini düşünürken, ShEM5-t1İn’in son bir güçle ilerlemeye çalıştığını gördü. Gözleri son bir umutla parladı. Merkezden gelecek yanıtı beklemek tüm ırkının sonu demekti. Başlığına, robotun uzaklığını ve fırtına ile arasındaki zamanı hesaplattı. 2 saniye farkla başarabilirdi.. Ekranın sol üst köşesinde “MANYETİK FIRTINAYA 2 DAKİKA 22 SN.” yazıyordu.

ShEM5-t1İn, tam tesise ulaşmıştı ki bataryası birden tükeniverdi.

Normalde olduğu yerde kalmış olması gerekirken gücü tükenmiş olan iki ayaklı robot, tesisin hemen arkasındaki dağın yamacında kalması yüzünden dengede kalamadı ve olduğu yere devrildi. İnsanlığın son umudu olan enerji dolu ampul, robotun göğsündeki yuvasından koparak kayaların arasındaki oyuktan kaymış ve kayboluvermişti.

Şef mühendis, ekranın sol üst köşesinde “MANYETİK FIRTINAYA 14 SANİYE” yazarken ShEM5-t1İn’in yanına ulaştı. İlerdeki metal öbeğine ve hemen ardından yerdeki ShEM5-t1İn e baktı şef. Robotu hemen düştüğü yerden kaldırdı, gördüğü manzara karşısında çaresizlikten dehşet içindeydi. Enerji ampulü yerinde yoktu. Ekranın sol üst köşesinde “MANYETİK FIRTINAYA 6 SANİYE” yazmaya başlamıştı.

Ve 5… ve 4…ve 3…

Düşünmeye fırsat yoktu, zırhının haznesini açtı, önce mikro belleğin kodunu düşünce hızıyla sisteme girdi ve zaman da bir paralel boyut açılmaya başladı.

“MANYETİK FIRTINAYA 2 SANİYE”

VE 1…

hemen ardından da “yaşam anahtarı" nın kutusunu açarak katlanan uzayda açılan zaman boşluğuna, küçük tıkırtılarla kendi kendine çalışmakta olan yaşam anahtarını, son bir gayretle fırlatıverdi.



Kullanmakta oldukları teknolojinin çok gerisinde olan hareketi sağlayan basit dişli ve millerden oluşan ilkel makine, zaman boşluğuna düştüğü anda fazla yükleme dolayısıyla ilerdeki metal öbeği patladı ve sarı kızıl bir ışık kapladı her yanı.

Ölmek üzere olan şef mühendisin yüzünü ise kocaman bir gülümseme kapladı. Elektromanyetik dalgalar, gamma ışınları ve nötronlar zırhını eritmeye başlarken, ekranın sağ üst köşesinde “Babil” den gelen son mesaj yanıp sönüyordu…

“Sektör e+12; Hiçbir umut yok mu?”

-20- Boğaç YENER


KARAGÖZ

Kavurucu güneşin altında sıcak rüzgârların hoyratça savurduğu kum yığınları, yavaş yavaş şekillenmekte olan caminin, henüz inşa halindeki duvarlarını dövüyordu. Etrafta toz toprağa bulanmış onlarca adam oradan oraya koşturuyor; onlardan daha kalabalık bir güruh da canla başla caminin dört bir köşesine alın terini serpiyordu. Bu görüntüye olabildiğince inat, uzun kara sakalını sökmek istercesine çekiştiren genç bir adam, bir söğüt gölgesinde bağdaş kurmuş önündeki dana derisinden yapılma parşömenin üzerindeki şekillere dalmış deli gibi kendi kendine mırıldanıyordu. “Hacivat, Hacivat!” diye seslendi. Adamın gözleri, önce anlamsızca karşısında yarı çıplak haykıran sakallı, kel kafalı adamı süzdü. Neden sonra sanki derin bir rüyadan uyanmışçasına silkinip kendine geldi.


“Söyle Karagözüm gene ne var?”
“Hacı cav cav ustabaşı gene seni soruyor, bu aylak nerede diye. Bugün de seni inşatta görmezse yevmiyemizi kesecekmiş.”
“Böh! Dana kıçı suratlı, bir halttan anlamaz şu adam mı?”
“O adam evet Hacı cav cav, hani bize paramızı veren.”
Tepesinde durup delirmiş gibi anlamsız vücut hareketleri yapan adam, bu söylediklerini daha bir sert tonda söylemişti. “Bak Karagöz’üm, biz (inşaatta oradan oraya koşturup duran adamları göstererek) bu biçareler gibi değiliz. Üç akçeye çekiç sallayıp ayağı yanlış taşa basıp mefta olmazsa, beli sırtı bükülene kadar taş taşıyıp yine de cenazesi birkaç müminin hayır sikkesiyle kaldırılacak olanlardan yani. Biz, akçelere boğulacağız akçelere! Hele şu acaib-i abid bir bitsin şu zavallıcıkların aylarca kan ter içinde yapamadıklarını şuracıkta oturarak bir anda yapıvereceğiz.”
“ Güzel dersin hoş dersin; ama boş dersin.”
“Hacivat’ım bak aylardır uğraşıyoruz, hala bir arşın yol gidemedik. Senin Acaib, abkar gibi dolanıp bir çivi dahi çakamadan zar zor yaptığımız duvarı da yerle bir etti. Ustabaşı, yarardan çok zarar verdiniz diyip duruyor.”
“Ah Karagöz’üm vah Karagöz’üm sen de mi iki gözüm. Her neyse, dediğim malzemeleri buldun mu?”
“Evet, al bak burada hepsi tas tamam.”
“Harika! Haydi, yeter oyalandık hemen işe girişelim.”
İki kafadar bir anda ayaklanıp inşaatın hemen yanındaki ahırdan bozma depoya yollandılar. Karşılarında duran şey, demirden yapılma içinde makaraların, iplerin ve çarkların olduğu ve bir çocuğun sıkıldığı oyuncaklarını bir odaya atması gibi düzensizce tıkıştırılmış, neredeyse bir adam boyunda kubbeli demirden uzun iki kolu olan bir ucubeydi. Onlar için ise âlemin en muhteşem yapıtı.
“Haydi, Karagöz’üm bak bu manivelaları şuraya, şu zapları da şuraya koyduk mu, bu sefer olacak.”

Karagöz, hünerli elleriyle o yığının arasına gereçleri yerleştirirken Hacivat da ona talimatlar yağdırıyor, bir yandan da şevk verici sözler sarf ediyordu. Bu da yetmeyip;

“Haydi, Karagöz’üm.” diye haykırıp duruyordu. En nihayetinde, saatler süren çabaları bitmek üzereydi.

Karagözün elindeki en son çark, 2 kolun birleşim yerlerindeki ana çarka dikkatlice iliştirilirken Karagöz, her zamanki homurdanmalarından daha kuvvetlice;


“Yok tutmayacak!”
“Tutacak Karagöz’üm!”
“Tutmayacak!”
“Tutacak!”
“Tuttu!”
“Tutmadı!”
“Tuttu!”
“Tutmadı!”
“Tuttu!”
“Tutmadı!”
İki kafadar da manivela koluna yapışmış, ikisi de ayrı yöne çekiyordu.

“Tuttu!”

“Tutmadı!”
“Tuttu!”

“İkiniz de tuttunuz ahmak herifler! Hem de elinizdekinden kallavisini daha yağlısını.”


İkisi de babalarına yakalanmış haylaz çocuklar gibi ustabaşına bakakalmışlardı.
“Hükümdarımız caminin gecikmesine çok kızmış; iki gün içinde minareyi dikmezsek bizi dikecekler yağlı kazığa, siz nelerle uğraşıyorsunuz!”

“Yahu ağam, yahu paşam, bak bu Acib-i abid sayesinde biz değil minareyi, camiyi iki güne dikiveririz evelallah!

“İyi olur, yoksa…”
Ustabaşı, birazda merak ve son bir umutla;
“Haydi, bir çalıştırın bakalım neler yapacak bir görelim. Haydi, Hacivat’ım! Haydi, Karagöz’üm!”
Hacivat’ın eli düzeneği çalıştıran kola yapışmıştı;
“Ya Bismillah!”

Koca makine, gacırtılar gucurtular eşliğinde önce sıtma görmüş merkep gibi bir sarsıldı. Sonra, bir şahlandı. Heybetli kolları bir aşağı bir yukarı kalktı ve su dökerken cin görmüş hacı gibi kalakaldı. Ustabaşı, biraz korku biraz haset ve biraz da merakla bu iki delinin çalışmalarını en başından beri izliyor, ne zaman bu koca heyulayı çalıştırsalar içinden dualar ediyordu. Bu sefer dayanamamış bir kahkaha patlatmıştı; çünkü ilkinden bile daha kötü bir durumdaydı. İlk seferinde işçilerin üç günde ördüğü duvarı, üzerine inşa edeceğine üç dakikada un ufak etmiş; ama en azından bir şeyler yapmıştı. Bu sefer, sadece homurdanıp suda boğulan enik gibi çırpınıp kalmıştı.


“Haydi bakalım, Şemsettin-i Rubi hazretlerinin yatırına gidip hep beraber dua edeceğiz. Siz de gelin delilerin duası kabul olur derler belki bir işe yaramış olursunuz.”
Hacivat, yatırın önünde el açmış Yaradan’a içinden yakarıyordu.
“Ey alemleri suretinden yaratan güzel Allah’ım! Ey, inci tanelerini, güzel güzel dilberleri türlü türlü güzellikleri yaratan Allah’ım, biz şu aciz kullarına da yaratma hikmetinden bir lokmacık ihsan eyle. Çaresiz kaldık, heyhat acz içindeyiz bize bir yol göster, bize bir işaret ver, azcımız dindir Allah’ım.”
Ardından bildiği tüm duaları okuyup tam çadırına doğru yollanacaktı ki “Küt!” diye tam ayaklarının dibine bir şey düştü. Donakalmıştı. Hemen, ayağının dibindeki acayip nesneye içinden bir besmele çekip uzandı. Avucunda sıkıca kavramasına rağmen yuvarlak cisim hareket ediyordu, avucunun içini yırtıp çıkmak ister gibiydi. Alelacele etrafına baktı, kimsecikler fark etmemişti hava karamak üzereydi. Avucundaki nesne giderek yavaşladı ve sanki içindeki hayat ışığı sönmüş gibi öylece duruverdi. Hacivat, sadece Karagöz’e göstermişti sırını. Şimdi, çadırlarında iki parmak büyüklüğünde silindir şeklindeki metalden yapılma nesneye hayretle bakıyorlar ne olduğu hakkında türlü türlü fikirler öne sürüyorlardı.

“Yani duayı bitirtip elini yüzüne sürdün ve pat bu peydah oluverdi öylemi?”

“Evet, Karagöz’üm bir anda gökten iniverdi; yüce Mevla’m, bunu bize gönderdi; ama ne işe yaradığını da söyliyeydi.
“Ah evet söyliyeydi, iyiydi.”
Ertesi gün, çadırın içinde arı vızıltısını andıran tuhaf bir sesle uyandılar. Dün akşam buldukları nesne, yerden birkaç santim havalanmış kendi etrafında durmadan dönüyor ve çadırın deliklerinden sızan güneş ışığında parıl parıl parlıyordu. Hemen koştular. Hayallerini hatta hayatlarını bağladıkları metal ucubenin yanına vardılar.

“Bak Hacivat’ım, bunu şu manivelaya takarsak bu Hacer’ül Esvet makineye can verir ve hareket ettirir.”


“Evet de Karagöz’üm…”
Tam oraya elindeki planları heyecanla savuran Hacivat, parmağıyla işaret ederek;

“Tam kalbine koymalı. Bismillah.” diyerek taşı nazikçe yerleştirdiler. Karagöz bir kaç adım geriledikten sonra heyecanla haykırdı.


“Bırak Hacivat! Hacivat, iki eli ve tüm ağırlığıyla yapıştığı manivela kolunu bıraktı. Alet homurtular gacırtılar gucurtular arasında çalışmaya başlamıştı. Çekiç monte ettikleri kolları, önündeki tahtaya çivileri rüzgar gibi çakıyor, yanında duran duvara harçları fırtına gibi malalıyordu.

“Allah’ım şükürler olsun çalıştı, başardık Karagöz’üm başardık!”


Hacivat, büyük bir gurur ve heyecanla makinenin kalbine şu adı kazıdı “ŞEMSETTİN” “Karagöz’üm sence de münasip midir, ne de olsa Şemsettin-i Rubi hazretlerinin yatırında dua ettikten sonra, yaradan bahşetti bize bunu.”
“Bence de çok uygun Hacivat’ım.”
Ustabaşı ve tüm işçiler, hayretler içinde iki kafadarın kağnının üzerinde çeke çeke getirdiği ucubeye bakakalmıştı. İnşaat alanına özenle yerleştirdikleri aletin yanına kimse sokulmuyor, uzaktan tövbe çekerek cin kovma dualaranı sıralıyorlardı. Ancak, ne zaman ki aleti çalıştırıp inanılmaz hünerini gösterdiler o vakit inşaat alanındaki herkes cin çarpmış gibi kalakaldı. Ahir ömürlerinde ne böyle bir şey görmüş ne de işitmişlerdi. Gün geceye varana kadar alet çalıştı, caminin iki kanadı neredeyse bitmişti. Ancak o durmadan yorulmadan çalışan makine, güneşin elini yüzünü çekmesiyle taş kesildi ve öylece kalakaldı. Tüm bu hadiseler cereyan ederken işçiler makineyi seyre dalmış, minarenin inşaatı öylece öksüz kalmıştı. Yatsı namazına yakın Hünkar, camiyi teftişe gelmişti. Yüzü hiddetten kıpkırmızı kesilmiş, mimar başına onu bırakıp ustabaşına azar üstüne azar küfür üstüne küfür yağdırıyordu.
“Ne oldu, benim emirlerime neden uyulmadı! Bu minareyi ben gelene kadar dikeceksiniz demedim mi?”

“Ama haşmetlim, Hacivat’la Karagöz’ün icadı bir cihaz var onun sayesinde caminin iki kanadını bir günde bitirdik. Lakin işçiler bunu seyre daldı minare yarım kaldı efendim. Haşmetlim, bu iki kafirin yaptıkları şey dur durak bilmez acayip bir şeytan icadı, ne ezan dinler ne abdest bilir ne namaz. Dur durak bilmeden çalışır. Bana sorarsanız delilik hatta tövbe tövbe, şeytan işi…”


“Öyle mi dersin imam efendi? Kim bu şarlatanlar, kim bu kendini bilmezler. Hem bunları hem de şu icatlarını getirin göreyim."
“Devletlum, haşmetli Hünkar’ım, bizi emretmişsiniz.”
“Evet, ustabaşı bu inşaatı sizin geciktirdiğinizi söyler, bir tür şeytan icadıyla işçileri oyalamışsınız.”

“Haşmetlum, bu bizim yaptığımız haşâ, şeytan icadı falan değil. Tek başına elli işçinin yaptığını durup dinlenmeden su bile içmeden yapar. Böylelikle camileri, medreseleri hatta kaleleri bir anda zahmetsizce yapıveririz.”


“Pekalâ, gösterin bakalım nasıl yapıyor bunu birde biz görelim.”
“Tabii efendim tabii.”
Hacivat’la Karagöz defalarca uğraştılar hatta diller döktüler ne yaptılarsa da beceremediler makineleri bir türlü çalışmadı. Hünkar, oldukça sıkılmıştı.
“Yeter bu rezillik, bu kepazelik! Alın götürün bunları yıkılın karşımdan!”
Ertesi gün, inşaat yerinde bir kıyamettir kopmuş, makine güneşin doğumuyla çalışmaya başlamıştı. Kontrolsüzce dün yaptığı yerleri bugün patır patır yıkıyordu. Onu durdurmaya çalışan işçilerden bazılarını ağır yaralamış hatta bir tanesi de kafasına inen çekiç darbesiyle ölmüştü. Şemsettin adamcağızı sinek gibi ezivermişti, metal kolunun altında. Derhal Hacivat’la Karagöz zindandan çıkarılmış inşaata getirilmişti. Ortalık savaş alanına dönmüştü. İki kafadar güç bela durdurmuştu koca makineyi. Hünkar, gördüklerinden daha da öfkelenmiş, hiddetten hop oturup hop kalkmıştı.
“Bu şeytan icadı sizin kellenizi alsın da görün layığınızı!” diye kükremişti. Hünkar’ın askerleri, Hacivat’la Karagöz’ü kollarından tutup yere diz çöktürdüler. Şemsettin’in iki metal koluna kocaman bıçaklar taktılar. Hacivat dolu dolu gözlerle can dostuna biricik yoldaşına baktı.
“Çalıştı be Karagöz’üm çalıştı.”

“Hay çalışmaz olaydı Hacı cav cav.”


Şemsettin’in koca metal kolları, hızla aşağı indi ve tekrar yukarı kalktı. Kollar durduğunda yaratıcılarının ruhu çoktan Mevlâ’ya karışmıştı.

-29-
Yüklə 448,86 Kb.

Dostları ilə paylaş:
  1   2   3   4




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin