Dünden bugüne ortadoğuda kadin



Yüklə 0,59 Mb.
səhifə1/8
tarix15.01.2018
ölçüsü0,59 Mb.
#37930
  1   2   3   4   5   6   7   8



DÜNDEN BUGÜNE ORTADOĞUDA KADIN

Doğan YILDIRIM 1

Neşe TOĞRUL 2

ÖZET

Kadınlar, toplumsal yapının gizli şekillendiricisi ve yönlendiricisi olarak kabul edilmektedirler. Bu çalışmada tarihi bir perspektifle, ilk insan yerleşmelerinden bugüne her zaman önemli bir yaşam bölgesi olmuş ve hep savaşlara sahne olmuş bir coğrafyada, Ortadoğu’da kadının durumu incelenecektir. İslam medeniyetinin hüküm sürdüğü topraklar olması nedeniyle İslam’la bağdaştırılan Ortadoğu’da kadın, bu topraklarda kurulmuş Türk İslam Devletleri içerisindeki toplumsal durumlarına göre değerlendirilmeye çalışılacaktır. “Hanım” kelimesinin kökeninin; Cengiz Han’ın eşi için, “Ben sizin Han’ınızım, bu da benim Han’ım” sözüyle dilimize yerleştiği varsayımı, aslında doğu toplumlarında kadına verilen değerin ne olduğunu göstermesi açısından oldukça önemlidir. Ortaçağ Avrupası’nda içine şeytan girdiği düşüncesiyle insan yerine konmayan kadın ile cahiliye döneminde diri diri toprağa gömülen kız çocukları arasında sıkışan kadın algısı, İslamiyet ile birlikte erkeklere Allah’ın emaneti ve cennetin ayaklarının altına serildiği bir statüye yükselmiştir. Yine Osmanlı dönemine bakıldığında erkek çocuğuna mahdum, kız çocuğuna “kerime” denildiği görülmektedir. “Kerime” gözbebeği, çok kıymetli, kıymetli olduğu kadar lüzumlu ve lüzumlu olduğu kadar da en nazik bir uzvu temsil etmektedir. Bununla birlikte Osmanlı dönemine bakıldığında hukuki anlamda da kadına çok önemli haklar tanındığı görülmektedir. Kadına tanınan haklar ve kadının toplumsal yapıdaki konumunu ortaya koyan bazı tarihi belge ve vesikalara da çalışmamızda yer verilecektir. Bütün bu yaklaşımlara, kadına tanınan haklar ve verilen değerlere rağmen geleneksel toplumlardan kaynaklanan, örf ve adetlerin daha baskın olduğu ataerkil bir yapının egemen olduğu bu bölgede kadının durumu, her zaman istenilen düzeyde olmamıştır. Günümüz dünyasında yaşanan savaşlar en çok da kadınların hayatını temelden etkileyecek problemleri doğurmuştur. Arap baharıyla esen demokrasi rüzgârı yeni kurulan hükümetlerin politikaları ve oluşan yeni konjonktürle tekrar karamsar bir tabloya dönüşmüştür. Bütün bunlarla birlikte Suriye’deki savaş nedeniyle mülteci durumuna düşen Suriyeli kadınlar, Irak’taki savaş nedeniyle yurtlarından edilen Iraklı kadınlar, IŞİD mağduru Ezidi kadınlar, İran ve Suudi Arabistan’da çıkarılan hukuki düzenlemeler ile temel insan haklarından yoksun bırakılan kadınlar ve giderek büyüyen Şii-Sünni kavgası arasında kalan tüm Ortadoğu kadınlarının içinde bulundukları durumlar, vb. çeşitli istatistikî veriler ışığında bu çalışmada ele alınmaya çalışılacaktır.

Anahtar Kelimeler: Kadın, Ortadoğu, Ortadoğu da kadın, sosyo-kültürel yapı

Abstract

From Past to Present Women in the Middle-East

Women are considered that they are undisclosed designer and leader of the social structure. In this study, we will analyze the conditions of women in the Middle East which has been the scene of lots of wars and an important living territory since the first human settlements by a historical perspective. The woman, in the Middle East that is associated with Islam due to its Islamic domination, will be evaluated according to her social conditions in Turkish-Islamic States. The word; ‘Hanım’ is quite notable for indicating the importance of women given in eastern communities that it is originated to Cenghis Khan and his compliment to his wife. On one side, the woman, in Medieval Europe, wasn’t treated as a human, on the other side the woman, in Jahiliyya, was burned alive as a little girl. The perception of woman has risen to the status of “Heaven is just under the mothers’ feet” by Islam. In the Ottoman Period, sons were called ‘mahdum’ and daughters were called ‘kerime’ which means valuable, gracious and dearest. Besides, women were given a lot of legal rights at that time. The rights of women will take place in this study with their documents and records. Despite all these dealings, giving rights and value to women, their condition hasn’t always been up to the mark due to the patriarchal society and dominant customs and traditions. Today’s wars cause problems that mostly affect women life. The blow of democracy, after the Arab Spring, has turned a pessimistic spirit again by the policies of new governments and conjuncture. In addition to these, the refugee Syrian women, the displaced Iraqi women, the Yazidi women- victims of ISIL, the Iranian and Saudi Arabian women who are deprived of human rights and the women who mixed up in Shi’ite – Sunnite affair in Middle East will be discussed in this study.



Key Words: Woman, Middle East, Woman in Middle East, Socio-Cultural Structure

Tarihi Kaynaklarda Ortadoğu Kadını

Bir toplumu tanımak ve değer yargılarını öğrenmek, öncelikle toplumun temel taşını oluşturan aileyi tanımakla mümkün olabilmektedir. Aileyi tanımak ise şüphesiz yuvanın inşa edicisi olan anne yani kadını tanımakla çok daha başarılı olacaktır. Zira her toplumda kadınlara kendi kültürel yapılarına ve değer yargılarına bağlı bir statü verilmektedir.

Ortadoğu, Türkiye’nin de içerisinde bulunduğu ve binlerce yıldır onlarca kültüre ev sahipliği yapmış olan çok önemli bir coğrafyadır. Aynı coğrafyada aynı anda birden çok kültüre ev sahipliği yapmış ve yapmakta olan bir bölgede toplumların birbirlerinden bağımsız yaşamaları ve birbirlerinden etkilenmemeleri mümkün değildir. Bu nedenle bu coğrafyada yaşayan toplumlar geçmişten getirdikleri gelenek ve göreneklerinden, inançlarının getirdiği değerlere kadar her alanda çok fazla paylaşımda bulunmuş, ortak sıkıntılarla olgunlaşarak adeta iç içe geçmiş, ortak ve zengin bir kültür oluşturmuşlardır.

Bu ortak kültürün oluşmasında ise şüphesiz en önemli rolü, bazen başka bir devletin yöneticisi ile evlenmek zorunda kalan, bazen bir cariye olarak bilmediği diyarlara götürülen, bazen siyasi ihtirasların tatmini için kullanılmak istenen, bazen eşleri savaşa gittiğinde sahipsiz kalıp tecavüzlere uğrayan veya yaşam mücadelesini tek başına vermek zorunda kalan, bazen de koca koca ülkelerin yönetiminde söz sahibi olan veya yaptırdıkları hayır kurumları ile adını günümüze kadar taşımayı başaran, yeri geldiğinde hakkını savunmak için mahkemelere başvurmaktan çekinmeyen ya da çalışma hayatında da en az erkekler kadar etkin ve yetkin olabilmiş ama her zaman toplumun ve yuvanın temel taşı olmuş kadınlar üstlenmiştir.

Ortadoğu’da hüküm sürmüş toplumların İslamiyet öncesi yaşantılarına bakıldığında kadınların oldukça farklı statülerde yer aldığı görülmektedir. Örneğin, cahiliye dönemi olarak tanımlanan dönemde Arap yarımadasında kız çocuklarının doğumundan dahi hoşlanılmaması, hatta diri diri toprağa gömülmeleri, köle pazarlarında satılan cariyelerin şehir şehir dolaştırılması gibi uygulamalar dikkat çekmektedir (Uysal;2014,5). Ancak bu uygulamaların yanında Hz. Hatice gibi ticaretle uğraşan, zengin ve toplum içinde oldukça saygın, yine Ebu Süfyan’ın karısı Hind gibi otoriter ve etkili kadınların varlığı da dikkat çekmektedir.

Çok eşliliğin yaygın olduğu eski Arap toplumunda, erkek istediği kadar kadınla evlenebilmekte, dilediği kadar cariyeye sahip olabilmekte idi. Ancak İslamiyet’in yayılması ile birlikte kadınlar boşanma, miras, memurluk, şahitlik gibi haklar elde edebilmişti (Topaloğlu;1990,19-25).

Ortadoğu coğrafyasının sayıca az ancak siyasi varlık olarak çok önemli bir aktörü olan Yahudi toplumunda ise kadın, daha çok olumsuz karakteri temsil etmekteydi. Kadına karşı olan bu olumsuz tavrın arkasında ise, cennetten kovulan Hz. Âdem ile Havva’nın yasak meyveyi yemelerinde bütün suçun Hz. Havva’ya yüklenmesi düşüncesi yatmaktaydı. Bu suçun cezasını doğum sancısı ile ödediklerine inanılan kadınlar lohusalık ve regl dönemlerinde pis sayılmakta, dokundukları şeyleri de kirlettiklerine inanılmaktaydı (Aksoy;2010,153).

Ortadoğu toplumları içinde önemli bir kültürel değer olan eski Mısır’da ise, Firavunlar Dönemi'nde kadının Tanrı soyundan geldiğine inanılmaktaydı. Saltanat hakkı kadından çocuğuna geçtiği için, hanedan dışından Firavun olabilmek için, hanedandan bir kız



ile evlenme geleneği yaygındı. Eşleri ölen kraliçeler, dilerlerse hanedandan, asillerden veya halktan biri ile evlenip onu firavun yapabilirlerdi. Kraliçe Hatşepsut (Velikovsky'ye göre Sabâ Melikesi Belkıs'tır), eşi II. Tutmoses'in ölümünden sonra takma sakal ve erkek kıyafeti ile 22 yıl ülkeyi idare etmişti. (MÖ:1479-1457 ) Firavun’un saltanatı birlikte yürüttüğü eşi dışında, 3-4 eşi daha olurdu ve bunlar farklı saraylarda otururlardı (Tınaz;2016,1).

Çağdaşları içinde kadına bir takım haklar sağlayan uygarlıklardan birisi de Babiller idi. Kral Hammurabi’nin yaptığı yasalar içinde erkekler gibi kadınlara da mülk edinme, miras, boşanma gibi bazı haklar tanınmaktaydı ve ihlali durumunda da önemli cezalar öngörülmüştü (Aydın;2005,281).

Ortadoğu’ya hâkim olmuş topluluklardan birisi olan Türkler’de ise kadın, İslamiyet öncesi dönemde oldukça önemli bir yer tutmaktaydı. İslâm öncesi Türk toplumlarında kadın, erkeklerin yapmış olduğu her türlü faaliyete katılmaktaydı (İndirkaş;1994,8). Bu dönemde kadınlar ata biner, ok atar, kılıç kullanır ve gerektiğinde savaşlarda düşmanla bile çarpışırdı (Kaplan;1951,99). Devlet yönetiminde hatundan bağımsız iş yapılmaz, elçi kabul törenlerinde muhakkak Hatun da Hakanın yanında yer alırdı. Kanun niteliği taşıyan emirler Hatunun imzası olmadan yürürlüğe girmezdi. Yine çeşitli tören ve kutlamalara katılan Hatun, ifade edilen görüşleri dinler ve gerektiğinde kendi düşüncelerini dile getirebilirdi. Bununla beraber Hatun, savaş meclisinin de üyesiydi ve savaş taktikleri belirlenirken bizzat karar mekanizmasında yer alırdı. Hatunların kendilerine ait bir sarayı ve gelirleri vardı. Bu hatunlar içerisinde devlet siyasetine yön verenler, devlet başkanlığı yapanlar da bulunmaktaydı (Bıçak;2007).

İslamiyet’in kabulünden sonra ise kadının hak ve sorumluluklarını iki temel kaynak Kur’an’ı Kerim ve Hz. Muhammed’in hadisleri belirlemiştir. Dünyevi hayatı düzene koymayı amaçlayan İslâm hukuku, kadınların yaşantılarının sınırlarını da belirlemişti. İslami döneme geçiş ile birlikte Türk toplumlarında kadının yeri ve statüsü eskiye nazaran büyük bir değişiklik göstermemişti. Çünkü İslâm inancına göre temelde kadın-erkek arasında herhangi bir ayrım yoktu ve her ikisi de Allah’ın huzurunda eşitti (Kur’an;49/13). İslâmiyet’in kadın ve erkeğe bu şekilde yaklaşmış olması, aynı zamanda Türkler’in bu yeni dine kolaylıkla uyum sağlamasında da etkili olmuştu (Korucuoğlu;1991,34).

Müslüman Türk toplumlarında kadın, önceden olduğu gibi, sosyal ve siyasi statüsünü devam ettirmiş ve mevcut konumunu korumuştu (Turan;1998,127). Bu dönemde kadın, yine devletin siyasi-idari faaliyetlerinde görev almış, elçi karşılamış ve gerektiğinde savaşlara katılarak kahramanca savaşmıştı (Sevinç;1987,35). Ancak kadının zayıf bir yaradılışa sahip olduğu ve yöneticilik vasfının kadına uygun bir vasıf olmadığı düşüncesinin Türk İslam Toplumunda zaman zaman yer aldığını görmek mümkündür (Köymen;1999,131).

Buraya kadar anlatılanlara bir de kadınların gözüyle bakmak gerekir elbette. Tarihte bölgede varlık göstermiş devletlerinin pek çoğunda var olan geleneklerden birisi de komşu devlet ya da beyliklerden kız alıp kız verme geleneğidir. Ancak bu alışverişlerde çoğunlukla devletlerin siyasi gelecekleri veya diplomatik ilişkileri ön planda tutulmuştur. Örneğin Selçuklu Sultanı I. Kılıç Arslan’ın Çaka Bey’in kızı ile yapmış olduğu evlilik tamamen diplomatik amaçlı yapılmış bir evlilik idi. İzmir ve çevresinde denizcilik faaliyetleri ile güç kazanmış olan Çaka Bey, bölgede etkili bir konuma gelmişti. Zamanla Bizans tahtına da göz diken Çaka Bey, I. Kılıç Arslan ile ilişkileri iyi tutmak amacıyla kızını ona vermeyi arzulamıştı. Bu güçlü Türk beyi ile akrabalık ilişkilerinin kendisine yarayacağını düşünen Kılıç Arslan da bu evliliğe sıcak bakmış ve Çaka Bey’in kızı ile evlenmişti (Turan;2002,97).

Diplomatik amaçla siyasi kazanımlar elde etmek için yapılan bu evlilikler bazen de muhatap devletlerin ilişkilerinin bozulmalarına yol açabiliyordu. Zira hanedan üyesi hatuna yapılan kötü bir muamele, o hatunun ailesine yapılmış bir hakaret olarak algılanabiliyor ve bu da iki devleti savaşa bile sürükleyebiliyordu. Bu duruma en çarpıcı örnek; Türkiye Selçuklu Sultanı II. Kılıcarslan’ın, kızını verdiği Diyarbekir Artuklu Hükümdarı Kara Arslan’ın oğlu Nureddin Muhammed’in evliliğin üzerinden henüz kısa bir süre geçtikten sonra şarkıcı bir kadına gönül verip karısına kötü muamelelerde bulunmaya başlaması ve bu yüzden büyük bir diplomatik krizin yaşanması hadisesi gösterilebilir.(Turan; 2002, 212)

Ortadoğu Coğrafyası’nda yüzlerce yıl hüküm sürmüş Osmanlı Devleti’nde de benzer uygulamalar yaşanmıştır. Pek çok Osmanlı hükümdarı topraklarını ülkesine katmak istediği veya siyasi ilişkileri düzeltmek istediği beylik veya devletlerin hanedan üyeleriyle evlilik yoluyla akrabalık kurmuştur. Bazen de Osman Gazi’nin Anadolu’da oldukça etkin dini bir grup olan Ahilerin lideri Şeyh Edebali’nin kızı Malhun hatun ile evlenmesi örneğinde olduğu gibi toplum nazarında güvenilirlik ve saygınlık kazanma amaçlı evlilikler yapmışlardır. (Şimşirgil;2009,25)

Doğu toplumlarında hiç azımsanmayacak oranda olan hayırsever kadınlara da değinmeden geçmemek gerekir. Çünkü günümüze kadar ulaşmış ve hayırsever kadınlar tarafından inşa ettirilmiş şifahane, imarethane, bimarhane v.b. sayısız vakıf müessesesi hala varlığını korumaktadır. Halife Harun Reşid’in hanımı tarafından yapılan su kanalları, Kayseri’deki Gevher Nesibe Sultan Şifaiyesi, saraya Hristiyan bir gelin olarak gelip İslamiyet’i seçtikten sonra pek çok eser yaptıran Mahperi Hatun’un Kayseri’de ve Tokat’ta yaptırdığı camiler, medrese, hamam ve Hatun Hanı bunlara örnek olarak gösterilebilir (Turan;2002,403). Yine Osmanlılar dönemine ait II. Mustafa’nın Annesi Gülnuş Emetullah Sultan’ın Hac yolunda yaptırdığı çeşme ve sebiller veya Hafsa sultan tarafından Manisa’da yaptırılıp talebe okutulan vakfiye ve hastaların musiki ile tedavi edildiği şifahane, bunlardan yalnızca birkaçıdır.

Kölelik ve cariyeliğin oldukça yaygın olduğu bu topraklarda yüzlerce yıl süren bu gelenek nedeniyle kadınlar, köle pazarlarında şehir şehir dolaştırılmakta veya nüfuz sahibi insanların hediyesi olarak bir başkasına sunulmakta, doğduğu topraklardan belki de çok çok uzak coğrafyalarda yaşamlarını sürdürmek zorunda kalmaktaydılar. Tabii ki bunlar arasında bir hükümdara haseki olup, hanedanın soyunu devam ettirme bahtiyarlığını yaşayan şanslı kadınlar olduğu gibi, ömür boyu hizmetkârlık yapmak zorunda olanlar veya rutubetli harem bölümünde zatürreye yakalanıp ömrünün baharında hayatını kaybeden kadınlar da azımsanmayacak sayıda idi. Ancak, burada vurgulanması gereken en önemli nokta bu kadınların kendi yaşam şartlarını kendilerinin seçme haklarına hiçbir zaman sahip olamamaları durumudur.

Tarihte tüm bunların dışında yaşanmış öyle bir örnek de vardır ki oğlunun siyasi ihtirasları uğruna toplum içinde küçük düşürülmüş, namus iftirasına uğramış olan bir kadının hikâyesidir bu;

Rivayete göre Selçuklu tahtını ele geçirmek isteyen Sâdeddin Köpek, nüfuzunu artırmak amacıyla her yola başvurmakta, Selçuklu ülkesinde adeta terör estirmekteydi. Selçuklu tahtına oturabilmesi için hanedandan olması gereken Sâdeddin Köpek, maksadına ulaşmak için; Konya’nın zengin ve ileri gelenlerinden birinin kızı olan annesi Şehnaz Hatun’un, babası ile evlenmeden önce Selçuklu Sultanı ile gayrimeşru bir ilişkisi olduğunu ve sultandan

hamile kaldığı dedikodusunu yayarak kendisinin bu ilişkiden dünyaya geldiğini, dolayısıyla Selçuklu soyundan olduğunu ileri sürmüştür (Turan;2002,411). Böylece yine bir kadın bir erkeğin üstelik de kendi kanından canından olan oğlunun siyasi ihtirasları için kurban edilmişti.

Kadınların en büyük mağduriyetler yaşadığı dönemler savaş ve istila zamanları olmuştur. Özellikle de savaşların yüzyıllardır hiç bitmediği Ortadoğu’da kadınlar, savaş zamanlarında birçok kötülüğe maruz kalmış, tecavüzlere uğramış, işkence görmüş, geçim derdinden bunalmış, toprağını terk etmek zorunda kalmış veya esir alınarak köle pazarlarında satılmışlardı. Kimi zamanda, vatanını ve halkını kendi canından mukaddes bilip ülkesini korumak adına seve seve ölüme gitmişlerdir. Örneğin 17.yy Osmanlı’sında kocasını Bağdat seferine gönderdikten sonra korunmasız kaldığı için tecavüze uğrayıp hamile kalan Menkul Hatun konuyu mahkemeye taşıyarak kendisine tecavüz ederek hamile bırakan kişinin kaynı olduğunu ifade etmiş, köylülerden birinin suçlanmamasını istemişti (Amasya Şeriyye Sicili;23,26a). Yine aynı şekilde kocası aher diyara gidip de dönmediği için çocuklarını geçindirmekte zorlanan ve bu nedenle mahkemeye başvurarak nafaka talep eden Hanım hatun da kayıtlara geçen isimlerden birisi olarak gösterilmektedir (Amasya Şeriyye Sicili;2,11b).

Osmanlı kadınlarının haklarını savunma konusunda, batılıların iddia ettiği gibi çekimser davranmadıkları gerçeği burada vurgulanması gereken bir başka husustur. Çünkü Osmanlı mahkemelerinde tutulan şer’iyye sicilleri üzerinde yapılan çalışmalar, kadınların mahkemeye başvurma oranının hiç de azımsanmayacak rakamlarda olduğunu ve hemen hemen her konuda hiç çekinmeden mahkemeye başvurduklarını göstermektedir. Örneğin, Ayıntab (Antep) mahkemesine başvuran küçük gelin İne, henüz namzed olarak bulunduğu evde kayınpederinin cinsel tacizine uğradığını ve şikâyetçi olduğunu ifade etmişti. Her ne kadar şahitlerin ifadeleri üzerine haklı bulunmamışsa da dokuz ay sonra yeniden mahkemeye gelen İne ile kocası Tanrıvirdi boşanma talebinde bulunmuşlardı. (Pierce;2005,171)

Osmanlı toplumunda kadınlar yalnızca bu tür ağır konularda değil oldukça basit konularda da mahkemeye başvurabiliyorlardı. Örneğin daha önce kaybettiği kazanını, Abdülkadir adlı adamın evinde gören Selime Hatun da konuyu mahkemeye taşımaktan çekinmemişti (Amasya Şeriyye Sicili;1,44d). Bunların yanında Osmanlı mahkemeleri kadın kavgalarına da şahitlik etmiştir. Örneğin, Ayıntap şehrinde oturan Emine ile Fatma Hatunlar kavga ettikleri sırada birbirlerinin dişlerini kırmışlar, subaşı yardımcısı tarafından mahkemeye çıkarıldıklarında ise cezadan kurtulmak amacıyla, kavga ettiklerini ancak dişlerinin zaten çürük olduğu için düşüverdiğini söylemişlerdir (Ayıntab Şeriyye Sicili;2,27a).

Osmanlı kadınlarının sosyal ve ekonomik hayatta aktif olmaları ise şüphesiz çalışma hayatında daha fazla yer almaları ile gerçekleşmiştir. Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan itibaren Osmanlı kadınları tarımın yanı sıra halı, kilim, altın ve gümüş işleme, kumaş dokuma, iplik bükme vb. gibi dokuma endüstrisinin çeşitli kollarında kendi evlerinde çalışmışlardır.

Kadınların evlerde yaptıkları iplik eğirme işi gibi işler bir meslek değil, aile bütçesine “ek gelir” sağlamak amacıyla yapılan bir uğraştı. Bu konuda Donalt Quataert Diyarbakır’da evlerde oldukça yaygın olarak yapılan dokumacılıkla ilgili şu ifadeleri kullanmıştır: (Quataert;2013,70).

“Bütün Kürt kadınları, kışın bezin yapıldığı yerli ibrişimi eğirmekle uğraşırlar. Kırsal alanda yoksulluk o kadar büyüktür ki, çoğu zaman ibrişimin yapıldığı pamuğu almaya güçleri yetmez. Bundan ötürü pek çok kadın pamuk toplamaya gider. Karşılığında sadece topladıkları pamuğun küçük bir kısmını alırlar. Böylece diyelim altı libre ham pamukla takas eder; sonra bu pamuğu da ibrişime dönüştürür. Onu da aynı oranda ham pamukla değiştirir; nihayet, belirli bir miktar ibrişim sahibi olur; kocası da ibrişimden bir şeyler dokur, aile için gerekli olanı kullanılır, geri kalanı satılır.”

Genel bakış açısına göre bir meslek olarak kabul edilmese de dokumacılık bu dönemde Halep, Diyarbakır, Bağdat gibi yerlerde bütün bir yıl boyunca yaygın olarak süren bir iş ve kadınlar için de bir gelir kaynağıdır.

XIX. yüzyılın ortalarına kadar oldukça ilkel koşullarda kendi mekânlarında dokumacılık yapan kadınlar, Tanzimat ile birlikte atölye ve fabrika gibi işletmelerde çalışmaya başlamışlardı. Ancak başlangıçta kadınları ev dışında çalışmaya yönlendirmek oldukça güç olmuştur. Örneğin, Lübnan’da yeni açılan bir fabrikanın işçi talebine aileler sıcak bakmamış, erkek isçilerle yakın çalışmayı gerektiren ve çalışmaya fazla elverişli olmayan bu işletmede kızlarının çalışmasını onaylamamışlardır. Bunun üzerine Lübnan’da kurulan dokuma fabrikasında çalışmak için Antep civarındandan Ermeni kızları getirtmişlerdi (Dulum;2006,77).

Başlangıçta dışarıda çalışma konusunda reaksiyon gösteren kadınlar zamanla, çalışma hayatında yaşadıkları zorluklar ve haksız uygulamalar karşısında da tepkisiz kalmamaya başlamışlar ve 19. yüzyıldan itibaren pek çok grevde ön saflarda yer almışlardır (Dulum;2006,98).

19. yüzyılda Ortadoğu’da Osmanlı-İran sınır bölgelerinde yaşayan Hıristiyan Azınlıklardan birisi olan Nasturiler’de ise kadın ve kızlar, toplumsal yapılanmada ikinci planda yer almaktaydı. Nasturiler arasında Erkek çocuğu doğan bir kişiye haber müjde ile verilirken, kız çocuğu olanların sevinci daha az olurdu. Bu nedenle eğitimsiz bırakılan kız çocukları 12- 14 yaş aralığında erken dönemlerde başlık parası karşılığında evlendirilirlerdi. Evlilik sonrası aileye yeni gelen kadın evdeki herkesten daha fazla çalışmak ve başta gelinlik yapmak olmak üzere ev halkının her dediğini itirazsız yerine getirmek zorunda idi. Örneğin, kocası ve kayınbabası yemek yerken ayakta beklemeli ve onlara hizmet ettikten sonra yemeğini tek başına ayrı yemeliydi. Nasturi toplumunda kadınlar ancak kayınvalide olduktan sonra ailedeki ilişkilere yön vermeye başlamaktadır. Buna rağmen 19. yüzyıl Nasturi kadınları kocalarından dayak yemekten ve erkeklerin gölgesinde kalmaktan kurtulamamışlardır (Dalyan;2009,37).

Ayrıca Nasturiler arasında çok eşlilik dinen yasak olduğu için bir Nasturi ikinci eşini ancak hanımı vefat ettiğinde alabilirdi (Dalyan;2009,44). Nasturilerde kocası ölen kadın, kaynı ile veya hanımı ölen Nasturi erkeği, baldızı ile evlenemezdi. Bu tür evlilikler yine dinen yasaklanmıştı (Bulut;2005,84).

Bölgenin önemli unsurlarından birisi olan ve yoğun olarak Suriye’de Lazkiye Türkiye’de ise Hatay ve çevresinde yaşayan Nusayri toplumunda ise kadın ve erkeğin birlikte ibadet etmesi, dini bilgilerin kadınlara öğretilmesi hatta kadınların kutsal kitaplara dokunmaları yasaklanmıştır (Aslan;2005,35). Özellikle kendilerince baskı dönemleri olarak kabul edilen Haçlı seferleri ve Yavuz Sultan Selim döneminden sonra içe kapanan Nusayriler, ibadetlerini gizli yapmaya başlamışlar ve bu gizlilik sonucunda mezhep tamamen batın hale dönüştürülmüştür (Tavil;2000,263).

Din adamlarına göre dini öğrenme ağır bir yüktür ve kadınlar yaradılışları itibariyle daha güçsüzdürler. Bu yüzden bu mükellefiyeti kaldıramazlar. Nusayri olmayan birinin, bir kadını konuşturarak dini ifşa ettirmesi mümkün kabul edildiğinden, mezhep kadına öğretilmemiştir. Aynı zamanda kadının Nusayri olmayan bir erkekle evlenmesi durumunda mezhepten çıktığı kabul edildiğinden, evleneceği insana durumu ifşa edebileceği düşüncesi kadınlara dini bilgilerin verilmesini yasaklamıştır. Kadının adet görmesi, doğurgan olması da kadının mezhep dışında tutulmasına etki eden diğer bir faktördür. Nusayrilerde regl ve lohusalık dönemindeki kadının kirli olduğuna inanılmaktadır. Doğurganlığın getirdiği kanama ile kirlenen kadın dini öğrenmeden muaftır. Bu noktada evlenene kadar baba, evlendikten sonra da koca kadın için namaz kılmaktadır (Över;2011,16).

Kabul edilen diğer bir görüş ise; kadının, şeytanın günahlarından yaratıldığı düşüncesidir. Bu görüşe göre “Nusayriler, kadınların ruhlarının olmadığına inanarak şeytanların, insanların günahlarından; kadınların da şeytanların günahlarından yaratılmış olduklarına inanmaktadırlar. Bundan dolayı ‘…onların dini olmaz’ diyerek kadınları dinden hariç tutmaktadırlar. Böylece kadınlar hor ve hakir görülmeye layık, mezhebin sırlarının açıklanamayacağı adi yaratıklar” olarak nitelendirilmektedir (Turan;2000,179).

Ortadoğu kadınının yaşadığı en büyük sıkıntı ve zorluklar ise şüphesiz ki Birinci Dünya Savaşı ile başlayıp hiç bitmeyen petrol savaşlarının yaşandığı ve bölgede istikrarın hemen hemen hiç sağlanamadığı, 20. yüzyıldan günümüze kadar uzanan süreçtedir. Savaşların hiç durmadığı bu süreçte en büyük mağduriyeti ise yine kadın ve çocuklar yaşamışlardır.



Yüklə 0,59 Mb.

Dostları ilə paylaş:
  1   2   3   4   5   6   7   8




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin