Ehl-i Beyt kimdir?



Yüklə 122,15 Kb.
səhifə1/3
tarix30.11.2017
ölçüsü122,15 Kb.
#33356
növüYazi
  1   2   3

Ehl-i Beyt kimdir?
İHSAN ELİAÇIK'IN "EHLİBEYT KİMDİR?"
BAŞLIKLI YAZISINA CEVAP

Musa Aydın



Ehl-i Beyt kimdir?


Kuran'dan önceki eski dünya kutsal tanrı-devletlerin dünyasıydı.
 

Böylesi bir dünyada o tek kişilik varlığı ile "insana" yer yoktu.

Dünya, yer ve gök tanrıları, tanrıların oğulları, temsilcileri, panteonları, kutsal hanedanları ve aileleri tarafında paylaşılmıştı.

Kuran geldi "Allah birdir (ehad). Bölünmez bir bütündür (samed). Doğmamış ve doğurulmamıştır. Hiç bir şey O'na denk olamaz." dedi ve yeni bir çağ başlattı.

Yer ve gök tanrılarının, tanrıların oğullarının, temsilcilerinin, kutsal hanedanların, ailelerin, tapınakların, din adamlarının önünde böcekler gibi yerlerde sürünen o tek kişilik varlığı ile "insanoğlu"nu tutup ayağa kaldırdı.

"Ancak sana ibadet ederiz. Ancak senden yardım dileriz" sözleri, bu anlamda, Kuran'ın eski dünya tanrılarına, tanrı taslaklarına, oğullarına, temsilcilerine, kutsal hanedanlarına, ailelerine, oligarşilerine isyanı ifade eder.

İnsanlık tarihinde yepyeni bir çağdır bu.

İnsanoğlunu kendi özgür kişiliği ile yalnızca "Allah ile yürüyüşe" (seyr ilallah) çağıran insanca bir dünyaya geçiştir bu. Allah dış dünyada görünür somut bir "nesne" olmadığı için, sonuçta "Allah ile yürüyüş", bütün görkemi ile "insanın" ortaya çıkışı, kendi heva ve hevesinden bile azatlaşarak özgürleşmesi anlamına gelir.

***
Ondört asır önce Kuran, baba kültünü kutsayan, feodal (aynı kabileye/aşirete/toprağa bağlı herkesi tek bir kimsenin malı sayan) bir dil, tarih ve coğrafya evrenine hitap etmişti.

Bu coğrafyada "baba" kültü olanca ağırlığı ile hüküm sürmekteydi. Babaya dayalı, soydan devirli, aile büyüğünü yücelten, onu kutsamayı esas alan bir anlayış vardı. Bir tür "Arap patriarchi"si (Arap babaya/ataya dayalı, Arap baba/ata sülbünü kutsayan) toplumsal dokunun iliklerine sinmişti. Bundan geçinen 7-8 büyük kabile ağası ve tefeci bezirgan (Kabe çetesi) Mekke'ye hükmetmekteydi. Kâhinler ve din adamları da insanların ruhlarına nüfuz ederek bu anlayışı tahkim ediyordu.

Böyle bir topluma Kuran "Rabbiniz Allah'tır" dedi. Rab, sözlük anlamı itibarîyle "Baba" demektir. Aramicenin bir lehçesini konuşan Hz. İsa da "Babamız (Rabbimiz) Allah'tır" demişti. Ancak bu, "Ben de O'nun oğluyum" anlamında değil, "O baba diye yücelttiklerinizin, oğul diye kutsadıklarınız hepsi sahtedir. Kutsanacak ve yüceltilecek yegâne varlık Allah'tır" anlamına geliyordu.

Yani biyolojik değil teolojik bir izah yapıyordu.

Yani Sami/Arami "patriarchi"sine isyan ediyordu. Allah'tan başka neyi yüceltiyorlarsa onu yıkıyor, yerine en yalın haliyle "Allah" inancını yerleştiriyordu.

Baba kültünü yüceltiyorlarsa "Baba Allah'tır", göğe tapıyorlarsa "O gökteki Allah'tır" diyordu. İneğe tapıyorlarsa ineği yaratan Allah'tır, güneşe, yıldıza, aya tapıyorlarsa onları yaratan da Allah'tır, "Bunların hiç biri tanrı değil, tanrı bir ve bölünmez bir bütün halinde Allah'tır" demek istiyordu.

Fakat İsa'nın bu söylemi pagan Roma iklimine girince biyolojik anlamda babaya dönüştü. Tanrı'nın gerçekten baba, İsa'nın da O'nun oğlu olduğunu sanmaya başladılar. Bu anlayış Roma'ya eski Mısır'dan geçmişti, Mısır'a da Mezopotamya'dan…

Allah'ın nefesi, ruhu, canlılığı anlamına gelen "Ruhullah" tabirini, gerçekten Allah'ın bir parçası anlamında uknuma dönüştürdüler. Allah'ın yeryüzündeki sesi, söylemi, hitabı anlamına gelen "Kelimullah" tabirini, üçün üçü olarak teslise yordular. İlahi hitabın tabiatını pagan kafaları ile anlayamadılar. Tevhidi parça parça ettiler, "sözün" namusunu koruyamadılar, ne denmek istediğini kavrayamadılar.

Böylece İsa'nın çığlığı bir kelebek gibi Roma'nın duvarlarına çarpıp yere düştü.

***
Hz. Muhammed onu düştüğü yerden aldı, tekrar diriltti.

Kuran, öncekilerin başına geleni bildiği için olsa gerek, Hz. Muhammed'i insanlığa şöyle tanıttı; "Muhammed adamlarınızdan birinin "babası" değildir. Fakat Allah'ın elçisi ve peygamberlerin sonuncusudur. Allah'tır her şeyi hakkıyla bilen." (Ahzap;33/40)

Arka plâna inersek, bu ayetin indiği dönemde "Zeyd, Muhammed'in evlâdı mı, evlâtlığı mı? Eski bir köle, seçkin bir Arap kızı ile (Zeynep binti Cahş) nasıl evlenebilir? Diyelim ki evlendi, onu nasıl boşamaya kalkar? Diyelim ki boşadı, bir peygamber onun boşadığı ile nasıl evlenebilir? Muhammed onun ve de bizim neyimiz olmaktadır?" türünden "sınıf ve köken farkı gözeterek ayrımcılık kokan" tartışmalar olmaktaydı.

İşte bu ayetler bunlara cevap olarak geldi.

Dikkat edilirse evlâtlık kurumunu düzenleyen ayetlerde savunulan kişinin Zeynep veya Hz. Peygamber'den ziyade, adının bizzat anılmasından da anlaşılacağı gibi Zeyd olduğu görülür.

Hz. Peygamber'in onu Zeynep ile evlenmeye teşviki ile başlattığı reformcu girişim, Allah'ın onun boşadığı kadınla bu kez Hz. Peygamberi evlenmeye teşviki ile hitama erdiriliyor. Bunun o günkü toplumda geçerli olan "sosyal statü" anlayışı açısından anlamı sanıldığından çok daha büyüktür.

Şöyle ki: Zeyd eski bir köle ve evlâtlıktır, dahası kabilesizdir. O günkü geçerli sosyal statü anlayışına göre kendini koruyacak bir kabilesi bile yoktur. Yani kimsesiz ve gariban birisidir. Böyleleri toplumda yalnız kalmaya mahkûm olmakta, hor ve hakir görülmektedir. Anne ve babalarının adı ile bile çağırılmamakta, aristokrat Arap kabilesine mensup bir kızla evlenmesi çok görülmekte, evlenmiş olsa bile boşama hakkı başına kakılmakta, boşandığında da onun boşadığı ile evlenmeyi "kabile gururu" kendine yedirememektedir. Bir nevi devşirme muamelesine tabi tutularak geçmişleri ve aile bağları tümden silinmek, yok edilmek istenmektedir…

İşte bu durumda olan birisini; garipleri, yoksulları, mazlumları, mağdurları, mahrumları, âmâyı, körü, sağırı, özürlüyü, evlâtlıkları, toprağa gömülen kızları, alınıp satılan kadınları, köleleri vb. toplumda ne kadar garip ve kimsesiz, hakkı yenen, ekmeği elinden alınan varsa onu koruma ve kollamayı misyon edinmiş "kimsesizlerin kimsesi" Allah'ın kitabı ona sahip çıkmakta ve bizzat Zeyd diye adını vererek kendi "Peygamberini" onun boşadığı kadınla evlendirmektedir!

İşte esas mesele budur.

Yoksa aklı başka bir şeye basmayan kimi müfessirin sandığı gibi, Allah, peygamberinin gönlü dışarıda olmasın diye, sırf onu hoş tutmak için, gönlü kime kayarsa onu onsuz bırakmamak için hiç bir ayetten çekinmeyip vahiy indirmiş filan değildir. Bu, Kuran'ın ruhundan habersiz biçare ve sefilce bir yorumdur.

Oysa Kuran bu mesele üzerinden, evlâtlık kurumunu cahiliye Araplarının anladığı şekilden çıkarmakta, yeni bir düzenlemeye tabi tutmakta ve bu bağlamda "Hz. Muhammed'in içlerinden kimi adamlardan/erkeklerden birisinin babası olmadığını" söylemekle de, (zımnen) onun üzerinden bir hanedanlık türetilemeyeceği, bir patriarchy (babaya dayalı, soydan devirli saltanat) kurulamayacağını anlatmak istenmektedir.

Böyle bir şeyin önüne geçmek için de etrafında hanedanlık oluşturma ihtimali bulunan ev halkının (ehl-beyt) konumu ile Hz. Muhammed'in (s.a.v) tarihi misyonunun ne olduğunu, nasıl anlaşılması gerektiğini ele almakta ve bu cümleden olarak "Muhammed içinizdeki adamlardan/erkeklerden birisinin babası değildir, bilakis "Allah'ın elçisi" ve sonuçta (netice itibarîyle, hitamen/hatemen) peygamberlerin sonuncusudur, hepsi bu! Başka yönlere çekip ondan bir hanedanlık çıkarmaya, baba kültü türetmeye, kendisini ve ailesini kutsamaya kalkışmayın" mesajı vermektedir.
***
Fakat buna rağmen İslâm tarihinde ehl-i beytin kim olduğu ve ümmet içindeki konumlarının ne olması gerektiği konusunda derin tartışmalar ve bölünmeler ortaya çıkmıştır. Bütün mezhebi varoluşunu bu kavram üzerine bina eden Şiîliğin, bu kavrama çok özel bir anlam yükleyerek Kuran'da ele alınan anlamından çok ötelere taşıdığı söylenebilir.

Meselâ Hz. Ömer ve Hz. Osman da Hz. Peygamber'in damadı olmasına rağmen bu konuda Hz. Ali gibi görülmemişlerdir. Şiîliğin bu konudaki yoğun söyleminin Sünnîliği de etkisi altına almasıyla bugün artık ehl-i beyt denince Ali, Fatıma, Hasan, Hüseyin ve onların soyu (oniki imam, seyyidler) akla gelmektedir. Oysa bunların Hz. Peygamber'in sırf "soyundan/sülbünden" geliyor olmalarının Kuran'ın anlamaya çalıştığımız mantığı açısından herhangi bir önemi yoktur.

Tam tersi ahzap suresinde evlâtlık kurumundan başlayıp eşleri ile devam eden söz konusu ayetlerin, Hz. Peygamber'in (s.a.v) yakın aile çevresi etrafında bir tür patriarchy yani ataerkil, pederşahî, babadan gelen, soydan devirli, ırsi saltanat oluşturma girişimlerinin önüne geçmeyi amaçladığını söylememiz mümkün görünmektedir.
Çünkü bir taraftan evlâtlık kurumunun tabiî mecrasına sokulmasına yönelik reformlar, diğer taraftan Hz. Peygamber'in (s.a.v) eşlerine yönelik ikazlar; yani onların "müminlerin annesi" olarak görülmesi gerektiği, peygamberin artık onları boşayamayacağı, değiştiremeyeceği, ölümünden sonra da diğer müminlerin onlarla evlenemeyeceği ve de bizzat Hz. Peygamber (s.a.v) için "O sizin adamlarınızdan birisinin "babası" değildir." ifadeleri, vefatından sonra muhtemel bir "peygamber hanedanlığı" oluşturma girişiminin önüne geçmeyi amaçlıyor görünmektedir.

Açıkçası Hz. Peygamber (s.a.v) ve ailesi bu hususta tabiri caizse "kendini feda ederek" ümmet ve insanlık adına büyük bir hizmet yapmışlardır. Meselâ Hz. Aişe peygamberden sonra ölünceye kadar - 40 yılı aşkın bir süre- hiç kimseyle evlenmemiştir.


Peki neden? Neden onlara evlenme yasağı konmuştur? Bunun üzerinde iyi düşünmeliyiz…

Şu halde bunlar ortadayken ehl-i beyt kavramını tam tersi bir okumaya tabi tutarak bundan bir "peygamber hanedanlığı" çıkarmak Sasani ve Roma hanedan ve saltanat anlayışlarının etkisine girmek değilse nedir? Bu konuda İslâm tarihinde ortaya çıkan iki büyük dini/siyasî anlayış yani "Şiî imamet mitolojisi" ve onu tersinden tekrarı olan "Sünnî saltanat ideolojisi" aşılmadıkça İslâm dünyasının önünde yeni ufukların açılması mümkün görünmemektedir.

Çünkü siyasal Şiîliliğin Sasani devlet ve imparatorluk geleneğinin, siyasal Sünnîliğin de Bizans devlet ve imparatorluk geleneğinin etkisinde kaldığı apaçık ortadadır. Oysa "kutsal aile-hanedan" ve "kutsal Tanrı-kral" anlayışını esas alan bu imparatorluklar, eski dünyanın bir devamı olup Kuran'ın devrimci hamlesiyle aşılmıştı.
Demek ki Hz. Peygamber'in (s.a.v) şahsına ve ailesine yönelik bütün ayetleri bu devrimci hamlenin yansıması olarak okumak gerekmektedir…
***
Şu halde bu doğrultuda "Ehl-i Beyt" kavramını yeniden ele almak ve yorumlamak durumundayız.
Sözlükte "ehl-i beyt" tabiri "ev halkı, ailesi" demektir. Ayetlerde konu Hz. Peygamber'in eşleri olduğu için ehl-i beyt ile doğrudan doğruya "Hz. Peygamber'in eşleri" kastediliyor. Ortada henüz ne Hasan ne Hüseyin, ne de oniki imam vs. yoktur.
Demek ki aslında ehl-i beyt Hz. Peygamber'in (s.a.v) eşleridir.

İkinci dereceden ise onlardan doğan çocuklar, o çocuklarla evlenenler ve bu evliliklerden doğan çocuklar da bir örf olarak "beyt"den sayılırlar. Fakat bu "sayılmanın" doğuracağı dinî, hukukî ve özellikle de siyasî sonuçları bakımdan bir anlamı bulunmamaktadır.


Herkesin eşi, çocukları, damatları, torunları olabileceği gibi Hz. Peygamber'in de olmuştur. Çünkü İslâm'da üstünlük peygamberin kızı, damadı, torunu da olsa Allah bilinci ile yaşama (takva) iledir, akrabalık bağı ile değil.
Nitekim bir hadiste "Ebu Fulan ailesi benim dostlarım değildir. Benim dostum ancak Allah ve müminlerin salihleridir. Ancak Ebu Fulan ailesine benim akrabalığım vardır ki bu akrabalık nedeniyle ben onlarla ilişkiyi sürdürüyorum." (Buhari; Edep, 13) buyurulur.
Şu halde "beyt halkı" yani Hz. Peygamberin eşleri toprak olalı on dört asır olduğuna göre, bugün için ehl-i beyti nasıl anlamamız gerekir? Aksi halde ehl-i beyt ile ilgili ayetler boşlukta kalmış olur.

Fakat nasıl anlayacağız?


Kuran'ın evrensel mantığı ve ruhu doğrultusunda baba, aile, akraba, evlâtlık vb. sosyal ilişkilerine getirdiği ahlâk, takva ve erdemlere dayalı değer yargıları reformunu devam ettirerek mi, yoksa şu ana kadar yapıldığı gibi Arap baba kültüne, Fars kutsal hanedan anlayışına geri dönerek mi?

Bu çerçevede yorumlarsak, öyle görünüyor ki bugün için "ehl-i beyt" iki anlama gelmektedir.


1- Her bir Müslümanın ev halkı, ailesi… Bu durumda "Ey ehl-i beyt, Allah sizi kirlerinden arındırmak ve tertemiz yapmak istiyor" demek, "Allah ahlâk, takva ve erdemlere dayalı tertemiz bir Müslüman aile ve ev halkı görmek istiyor" demek olur. Ayeti böylece üzerimize alınmada hiçbir sakınca olamaz. Aksi halde Kuran'ı indiği coğrafyaya gömmüş oluruz.
2- Beyt (Kabe) halkı, ehl-i kıble… Yani yeryüzünde beyt-i atike (Ademin evine, insanlığın merkezine), evvelu'l beyte (ilk eve, insanlığın ilk çıkış/toplanış yerine) ve aynı zamanda Allah'ın kendi evi olarak üzerine aldığı Kabe'ye yönelen, onu kıble bilen tüm insanlar… Bu durumda da ayet "Allah yeryüzünde böylesi kirlerinden arınmış, ahlâka, adalete ve erdemlere dayalı tertemiz bir ehl-i kıble/ümmet/millet/halk görmek istiyor." demek olur.

Olayı böyle yorumlamayıp, Sasani "kutsal hanedan" anlayışını İslâm iklimine taşıyarak, Hz. Ali, Fatıma, Hasan, Hüseyin ve Selman'ın "aba altına alınmasına" bakarak ve ehl-i beyti bunlara hasrederek onların sülblerinden/soylarından dini ve siyasî bir mesaj çıkarmak manasız ve temelsizdir.


Aba altına alma olayından, Hz. Peygambere yönelik sadece babacan bir tavır, şefkat ve merhametle muamele, ailesini, kızını, damadını, torunlarını görüp gözeten bir "aile babası" örnekliği çıkar. Vesayet, velâyet veya veraset çıkmaz. Çünkü bir hadiste geçtiği gibi peygamberler maddî miras bırakmazlar, ancak evrensel hidayet ve hayata dair rehberlik bırakırlar.

Kaldı ki Hz. Peygamber'in âdeta bütün benliğini saran sevgi ve merhamete dayalı babacan tavırları diğer sahabeler için de geçerlidir. Çünkü etrafındaki sahabelerden birçoğunu övmüş, onların güzel hasletlerine ve ahlâkî meziyetlerine zaman zaman dikkat çekmiştir. Bunlara bakıp ta, her bir sözü ile övdüğünden Hz. Ali'ye, Hz. Ebubekr'e, Hz. Ömer'e vs. veya bunların kıyamete kadar tüm sülblerine/soylarına yönelik "Benden sonraki dini ve siyasî varisim bunlardır" mesajı çıkarmak, Kuran'ın "O sizin içinizden birisinin babası değildir" mesajını anlamamaktan başka bir şey değildir.

Demek ki Hz. Peygamber bizim "babamız" değildir. Kimse soyunu/sülbünü ona dayayarak bir yere varamaz. Bu manasız bir eskidünya alışkanlığıdır. Fakat Hz. Peygamber, söz yerine iyi geldi, tabiri caizse "babacan" tavırlarıyla her daim bizim örneğimiz, rehberimizdir; öyle olmaya da devam edecektir. Demek ki biz de onun gibi ailemizi, çocuklarımızı, yakınlarımızı "abamız" altına almalıyız. Evine barkına düşkün insanlar olmalıyız.

İyice düşünürsek, zaten bu ayetlerle yapılmaya çalışılan sosyal reformlar, söz konusu babaya dayalı sülb "kutsamasını" ortadan kaldırmak içindi. Toplumdaki üstünlük ve değer yargısı, "beşikten gelen" bu tür baba kültüne göre değil, "yaşayan hayatın içinde kazanılan" ehliyet ve liyakat kriterlerine göre inşa edilmek istenmekteydi.


***
Sonuç olarak İsa'nın çığlığının bir kelebek gibi Roma duvarlarına çarpıp düşmesi gibi, onu düştüğü yerden kaldıran "öksüzün" çığlığının da Sasani ve Bizans duvarlarına (soy, sop, aile, baba, hanedan kutsamasına) çarpıp düşmesine göz yumulamaz. Bunlar çoktan aşılmıştı, artık geriye dönülmemeli ve Kuran'ın başlattığı o büyük reform çağı sürdürülmelidir. Aksi halde böcekler gibi sürünmeye geri döneriz. Oysa Kuran öndört asır öncesinden yerlerde sürünen insanı tutup ayağa kaldırmış, özgürleştirmiş, kabile, aşiret ve hanedan duvarlarını yıkarak, o tek kişilik varlığı ile "insanoğlunu" yalnızca "Allah ile yürüyüşe" (seyr ilallah) çağırmıştı…
Bismillahirrahmanirrahim


Yüklə 122,15 Kb.

Dostları ilə paylaş:
  1   2   3




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin