Emine Özkan şenliKOĞLU



Yüklə 0,8 Mb.
tarix05.01.2022
ölçüsü0,8 Mb.
#72582

Emine ÖZKAN ŞENLİKOĞLU

BURASI. CEZAEVİ

MEKTUP YAYINLARI

Asıl Suçluların Bulunmadığı Yer

İŞTE BURASI CEZAEVİ

Emine Şenlikoğlu ÖZKAN

Küçüklük Hikayemden

Ben küçükken, birgün peşime köpekler düşmüştü, köpek- !

lerden kaçarken ayağım kaydı, düştüm.

Bana dediler ki: 'Merak etme büyüyünce unutursun."

Büyüdüm ama yine unutamadım. Çünkü, köpekler hâlâ pe-

şimdeîer.

Mektup Yayınları

Fevzipaşa Cad. Meymenet Sk. No: 10/A

Tel: 521 83.10 Fatih/İSTANBUL

Dizgi: Mektup Compugraphic® Foto Dizgi Baskı: Gündoğdu Matbaacılık

Bir Zamanlar

Bismillahirrahmanirrahim Rahman Rahim Allah'ın adıyla...

Dokuz yaşımda İstanbul'a geldiğimde hayretten şaşakal-mıştım. Hiç kimsenin ayağında lâstik ayakkabı yoktu. Çocuklar bile kalın kumaştanpıanto giyiyorlardı. Kadınların başı,; açık, tırnakları da upuzundu.. Taksiler vardı sürü ile... Ya renkli şekerler.. Aman sanki rüyü alemi... Adapazarı Kay-narca'da bu renkli şekerleri sadece.panayır günlerinde görürdüm. Acaba İstanbul'da hergün mü panayır vardı?

Oturduğumuz Çağlayan semtinde hiç kimse annem gibi upuzun giymiyordu. Neden acaba? Komşularımızdan hiç kimse namaz kılmıyorlar, acaba İstanbul'da namaz şart değilmi? Köylülere mi mahsus kapanmak, oruç.tutmak? Evet evet, onlara mahsus. Çünkü köylüleri hiç kimse adam yerine koymuyor. Göbekli fötr şapkalı adamın önünde eğiliyorlar. Her tarafta acaib alemler var. Ve ben köyden gelmenin şaşkınlığı içinde kendimi bir modaevinde çırak olarak buldum. Artık gazetelerde filimlerde gördüğüm uzun tırnaklı kadınları yakından görüyor, hayretle onlara bakıyordum. Tamamen gösteriş için yaşıyorlar. HiçAtyûh'ın adını anmıyorlardı. Hiç kimse dedeme benzemiyordu. Ya komşumuz hacı teyzeyi andıran bir tane kadın bile yoktu. Evet evet... İstanbul'da böyle olunması lazım galiba. Emine on yaşma girerken bu kararı vermeye başlıyor. Annesinin örtüsü de küçülüyor. Demek İstan-

zan bir öğrenci, bazan da bir öğretmen oluyordu.

Onlar istedikleri gibi soruyorlardı. Bense istediğim, inandığım şekilde cevap veremiyordum. Benim cevabımda suç unsuru vardı. On yıl devam etti bu sıkıntılar. Artık on yıl sonra karar vermiştim. Soranlar hiç kimseden korkmadan soruyorlar. Ben de hiç kimseden korkmadan cevap vereceğim... Ve elimden geldiğince, Türkçe hatası bulunan, ama Akaid yönünden bir hatası olmayan "Gençliğin İmanını Sorularla Çaldılar" adlı kitabımı yazdım. Bazı sorulara cevap verdim. "İslâm çağdışı değilmi" diye soranlara, kimseler birşeyler demezken, İslâm çağdışı değildir cevabını veren ben cezaevine yollandım... İşte bu kitabı sizlere cezaevinde yazdım. Buyrun Burası Cezaevi. Biraz içerde dolaşın.

DİKKAT

Muhterem okuyucu Kardeşlerimiz; Allahın (cc) yardımı ile 1985'de buyana "MEKTUP" adındaki dergiyi çıkarmaktayız. Allah'a hamd olsunla dergimizi İslâmi dergiler içinde hem çok satan, hemde çok okunanlar arasındadır. Daha önceki yıllarda derginin geliri kendini rahatlıkla kurtarıyordu. Fakat bir iki senedir derginin geliri kendini kurtarmamaktadır. Yayınlamış olduğumuz kitapların geliri ile dergiyi devam ettiriyorduk. Fakat kendilerini defalarca ikaz etmemize rağmen. Allaman korkmayıp, kuldan utanmayan, Beyazıtdaki Beyazsaray çarşısmdaki "AYDIN" YAYINEVİNİN SAHİBİ ABDULLAH AYDIN HOCA VE OĞLU FEYZULLAH AYDIN. VE YİNE OĞULLARINDAN "MÜJDE" YAYIN EVİNİN SAHİBİ FARUK AYDIN, "SEMA" YAYIN EVİNİN SAHİBİ NURİ AYDIN, MEHDİ AYDIN VE DİĞER OĞULLARI. ENİŞTELERİ İMRAN ÇİLEYE ZEYNEL DEMİRTAŞ, İLHAN FARUK DOYURANLA beraber işbirliği yaparak kitaplarımızı bozuk bir şekilde bizden habeşn basıp satmaktadırlar. Sadece bizim kitapları değrj, en çok satan bütün yayın evlerinin kitaplarımda basıp satmaktadırlar, malesef iyi kimselerdir dediğimiz bazı kimselerde bu durumu bildikleri halde hâla bunlarla alış veriş yapmaktadırlar. İstanbuldaki ve Anadoludaki bütün kitapçı Kardeşlerimize diyoruzki; ne biz, nede toptan kitap verdiğimiz dağıtımcılar bu adamlara bizim kitaplarımızı verme|taektodirler. Bu adamlardan kitaplarımızı almanıza asla razı değiliz. Çünkü adamlar asla haram ve helâl tanımamaktadırlar. Allahtan korkup kuldan utanmamaktadırlar. Dergiyi mali sıkıntıya sokup rejimden önce bunlar kapanmasına sebep olacaklardır. İçinde zerre miktar insanlık duygusu ve imanı olan kardeşlerimize durumu bildirir, bunlara karşı Allah için tavır almalarım istirham efem.



YaRabbi

Benim yurdumda beni, yurduma tecavüz edenler esir aldılar.

Esaretten kurtulmanın karşılığında kalbimi, beynimi istiyorlar.

Hayır...Hayır.., Ömrümün sonuna kadar esir olsam da kendi ruhumla, kendi inancımla esir kalacağım.

Dinine ihanet eden şerefsiz "Özgür" Müslüman (!) olmaktansa dinine ihanet etmeyen, şerefli bir esir olmayı yeğlerim Yarabbi.

Zayıfım...Acizim...Beni dinimde kuvvetli eyle. Kafamı onların eline versen bile, ruhumu onlara verme... Ruhum onların esiri olmasın.

Amin. ..Amin... Amin. ..«"i/nîo. E.Ö.Ş.

12.5.1986

Birkaç Söz

Rahman Rahim Allah'ın adı ile.

Muhterem okuyucu kardeşlerim hemen şunu belirteyim ki:

Elinizde bulunan esercik, cezaevinde kaldığım günlerin tümünü içine almıyor. Cezaevinde kaldığım otuz ay'ın sadece üç ayı'nı kapsar, geriye kalan yirmi yedi aydan hiç bir şeyler yok bu kitabımda.

Bu eser, yazdıktan sonra ilk defa okuduğum eserdir. Bazı kardeşlerime kitabı baskıya vermeden önce, okudum kardeşlerimin ortak görüşleri:

"Bu kitap Gençliğin İmanını Sorularla Çaldılar"dan daha kaliteli".

"Türkçe üslub daha olgun" dediler. Bu görüşler de kitabı size sunmamda bana cesaret aracı oldu...

Benim yabancı dilim Türkçedir. (Ana dilim gürcücedir). Türkçeyi'de İstanbul'a geldikten sonra öğrendim. Çocukluğumda annemin babamın Türkçe konuştuklarına hiç şahid olmadım. Konuşsalar da kelimenin bir yarısı Türkçe olurdu. Hâlâ daha Türkçem muntazam değildir. Eskiden üzülürdüm, şimdi hiç üzülmüyorum!.. Ben derdimi yarım Türkçem ile de anlatabilirim.

Kitapta bana gelen binlerce mektup, kart ve telgraftan kura ile çektiklerimden bazılarına yer verdim. Belki istemezler düşüncesi ile tanınmış kardeşlerimizin mektuplarından kitaba almamayı daha uygun buldum •

Cezaevinden çıktıktan sonra tuttuğum notları tekrar okuduğumda gördüm ki, oranın atmosferinde veryansın yapmı-

şım. İster istemez onları düzeltmek zorunda kaldım. Bazı kopukluklar o yüzden meydana geldi, hoşgörünüzü bekliyorum.

Bana, "Cezaevinden önceki fikirlerinle şimdiki fikirlerin arasında fark var mı?" diye soruyorlar.

İslâm'a bakış açımdan, davaya olan sözümde en ufak (olumsuz) bir değişme yok. Fakat Demokrasiye karşı şimdi tamamen fikrim değişti. Ama yine de Demokrasiyi kalkan eden kardeşlerimi eskisi gibi seviyorum.

Dava yolundaki inancım, kefen giydiğim güne dek devam edecek inşaallah...

Bu kitaptada hiç bir iddiam yok. Gayem sadece sorumlu olduğum kulluk .vazifemi yapmaktır. Herkes kapasitesinden becerebildiği, zemin bulduğu kadarından sorumludur!.. Sonuç ise sadece sırat köprüsünde anlaşılır! Hiçbir eleştirmenin eleştiri bulamıyacağı nice kitaplar, nice vaazlar vardır ki o kitabı yazanada, o vaazı verenede hiçbir fayda vermeyebilir!.. O yüzden müslüman bir tebliğcinin bu dünyada iddialı oluşu çok çirkin, çok talihsiz bir harekettir.

Allahu Azimüşşan bize ahiret idrakinden ayrılmayan fi-raset nasib etsin. Amin, amin...

Kardeşlerim,

Elinizdeki 6- baskısını yapan bu kitabı beğenirseniz baş-kalarınada tavsiye ediniz. Bizim reklamcımız siz muhterem kardeşlerimizsiniz. Biz televizyonlada basınlada reklamımızı yapamıyoruz. Bugün "BİZE NASIL KIYDINIZ?" adlı ki-tab sizin vesilenizle 12. baskısını bitiriyor. Allah celle hepinizden, hepimizden razı olsun. Zaten bütün meselede onun razı olması değil mi?

Allah'ın selamı üzerinize olsun muhterem kardeşlerimiz. Emine Şenlikoğlu ÖZKAN 10 Kasım 1988

ABLAMIZ,


Siz o yanındasınız parmaklıkların Biz bu yanında. Günlerden BAYRAM Mübarek olsun...

İbrahim FERŞAD Ferşad Yayınevi Beyazıt/İSTANBUL

Bazı mihraklar beni cezaevine attıkları için sevinedur-sunlar. Bakın telgraf ne diyor:

...BACIMIZ,

Sen ve senin gibiler, kadınlarımıza bir gerçeği öğretiyorsunuz.. Kadının görevi sadece mutfak değildir.

Kur'an'dan O'da sorumludur ve müslümanlar zulüm altındadırlar.

Ankara'lı müslüman kadınlar adına sizi tebrik eder, hürmetlerimizi sunarız.. BÜŞRA APAYDIN

10

Giriş



Şu anda caddeleri olan cezaevindeyim. Ceza... Evet, ceza... Neyin ve kimin cezası? Acaba kaderin cezası mı?.. Hayır. Ya? İslâm güzelliğini terkediş cezası. Faturalar kesiliyor bir bir. Kimin üzerine mi? Seninle benim üzerime tabi.

Bir ayı hikayesi vardır bilirmisiniz? Sakın ayı dediğim için kızmayınız. Ayı demek ayıp olmamalıdır. Ayıya ayı denme-se, kelebeğede kelebek denemez. O zaman da doğa kanunlarını tanıtamayız bile... ayılar anlatılmadan ormanı tanıtmak nasıl mümkün olur?!

Ayının biri sahibini çok severmiş. Sahibi ile yolda giderken yorulmuşlar. Bir ağacın altında dinleniyorlarmış. Ayının sahibi uyumuş. Bu arada bir sinek gelip adamın alnına konmuş. Ayı da bakmış ki sahibinin alnında sinek var. Sineği birkaç kere kovalamış, ama sinek tekrar gelip sahibinin alnına konuyormuş. Bu duruma çok sinirlenen ayı bir kaya alarak sahibinin alnındaki sineğe kayayı indirmiş. Sahibine iyilik etmek için.

İşte ayı sevgisi, işte ayı dostluğu.

Zamanımızda bir çok kişiler İslâm dinini ayı gibi sevdiklerinden, farkına varmadan gidip bir taş alıp güya İslâm'a konan tehlikeyi öldürüyorlar. Neticede tutuyor, Emineler niçin böyle kitap yazıyor bunlar İslâm'a zarar verecek diye ayı tedbiri alıyorlar. Öyle olmasa Emine'ye değil, böyle soruları sorduracak kadar dinden imandan habersiz nesil yetiştirenlere isyan eder, onları müslümanlara ihbar ederlerdi... Ama tersini yapıyor.

Eee ne yapalım, bazıları ayı gibi sever ve ayı gibi korurlar! Çünkü din gitmiş iman gîtmiş onları hiç ilgilendirmez.

Böylesi ayıların yüzünden anlaşılıyor ki çok işimiz var. Bizi ayılardan koru Allah'ım... Bizim dinimiz İslâm'ı, ayıların şerrinden emin eyle.

11

AÇIKLAMA



Sizlere cezaevinde yaşadıklarımın ve gördüklerimin bazılarını yazdım. Bunu cezaevini tanımanız için yapıyorum.

Bugün cezaevinden çıkalı birbuçuk ay oluyor. Bir kaç gün önce oturdum yazmaya başladım. Masamda duran notlan sırası geldikçe kitaba alacağım inşaallah.

Bu kitabla cezaevini anlayacak, cezaevi ile geniş caddelerde i koşuşan büyük başlıları tanıyacaksınız. Pardon, yanlış anlamayın tabiiki biliyorsunuz, sizin bilmemeniz mümkün değil... Düşünün ki bu kitabı binlerce kişi okuyor. Herkes siz olamaz, siz de Herkes olamazsınız. Ama biz yazarken sizi, hem de herkesi düşünmek zorundayız...

Neyi hangi atmosferde yazdım, açıklamam mümkün olmaz. Çünkü bazen cezaevinde öyle durumlar oluyordu ki, tavşan korkusu idi belki ama, korkudan her şeyi yazamıyordum. Ya arama olursa!.. Yazdıklarımı binbaşı veya savcı duyarsa!.. Bu endişe ile o gün yazdıklarımın sebebini açıklayamadım. Şimdi cezaevinde değilim.. Daha doğrusu cezaevi gibi kapımda nöbetçi asker yok. Beni silâhı, tüfeği ile beklemiyor. Artık istediğim gibi yazamazsam bile neden istediğim gibi yazamadığımı size bildirebilirim. Çünki sürgüne giderim korkusu çekmiyorum. Sadece bir tehlike var. Bu kitabın akibeti... O da önemli değil artık. Takdir onundur!

Sözü fazla uzatmadan cezaevine girdikten birkaç gün sonra kaleme aldığım girişi beraber okuyalım... Okuduğunuz girişi dışarda, şimdi okuyacağınız girişi içerde yazdım.

YILAN İLE KUZU

— Nedense yılanlı hikayeler çok yazılır, çok okunur. "Masal ya bu" deriz fakat yine de zevkle dinleriz. Bu maslalar alemine bir hikaye de benden hediye olsun diye yazdım.

Birgün kuzunun biri yemyeşil çimenler üzerinde otluyor-muş. Annesi ise biraz ötelerde imiş.

12

Sevimli kuzu otlarken, karşıdan bir yılanın sürünerek kendine doğru geldiğini görmüş, o yumuşak kuzu kalbi titreyerek bakmış yılana. "Vah vah.. Nasılda upuzun yerlere uzanarak sürünüyor. Hiç bacakları da yok. Benim ise dört tane bacağım var. Ah ne olurdu iki bacağımı ona verebilseydim" demiş.



Sevimli yumuşak kalbli kuzu bunları düşünürken, yılan kuzunun yanında bitivermiş. Kuzu yılana bakmış, yılan kuzuya. Masal ya bu, yılan sormuş "Bana öyle niçin bakıyorsun?" Kuzu, kuzu kuzu cevap vermiş: "Sana çok acıdım, ayakların yok, onun için bakıyorum". Yılan soğuk gülüşü ile gülerek cevap vermiş: "Benim ayaklarımı düşündün de senden daha hızlı senin yanına geldiğimi niye düşünmedin?"

Kuzu: "Sana acımaktan başka birşey düşünemedim." demiş. Yılan da bu arada hızla kuzunun boynuna sarılmış. Kuzu hâlâ karşısında duranın düşman olduğunu anlayamamış. "Ne yapıyorsun kardeş?" demiş. Yılan da "Seni boğacağım hâlâ anlamadın mı? Sen bu kafa ile gedersen dört ayaklı hayvanlığın devam eder, benim de yılanlığım" demiş.

Kuzu düşünmüş taşınmış... Sonra demiş ki:

"Haklısın yılan kardeş, çok haklısın. Sana acıdım az kaldı iki ayağımı sana verip, düşmanını tanımayan iki ayaklı hayvan olacaktım! Bende bu kafa varken ne ot yemekten vazgeçerim, ne de sana yem olmaktan."

Yılan tam kuzuyu boğacağı anda tepesine bir serçe kuşunun gagasını yemiş, serçe yılanın gözünü oymuş. Tek gözü ile kaçmaya çalışırken, söyleniyormuş yılan: "Boyundan poşundan utan. Bak küçücük serçe benim düşman olduğumu anladı, sen koca kafan ile beni anlayamadın" demiş.

Bu olaydan sonra kuzu: "Keşke on kilo büyüklüğünde olacağıma, serçe gibi küçük olsaydım da, düşmanımı tanısay-dım. Demek hüner büyük olmakta değil, küçük olduğu halde büyük olmakta imiş." diyerek kendini suçlamış.

Hikayeden gaye hisse almaktır. Bu hikâyeyi isteyen istediği gibi okur. Ben de istediğim gibi yazdım.

Bugün bazı müslümanları bu kuzuya benzetmek müm-

13

kün. Gövdesi var, temiz, saf kalbi var. Fakat düşmanını tanıyacak fikri, şuuru yok. Onun için kuzu kuzu yem oluyorlar yılana.



Bazen ne kadar bilgimizin az olduğunu düşünüyorum, itiraz edenlerede soruyorum:

Sen, ben, biz, madem bilinçli idik de bu bilmeyenler nereden türedi?

Burada iki önemli nokta var. Ya bilmiyoruzda bildiğimizi zannediyoruz, ya da biliyoruz fakat bildiğimizi sadece kendimize saklıyoruz. Eğer başka bir cevap olsaydı, bilmeyenlere rastlamazdık yılanlarda sahayı boş bulamazlardı.

Bugün Türkiye'nin hatta dünyanın ne olduğunu bilenler, zaten İslâm'ın ne olduğunu çabuk anlarlardı.

Talebe neyi talep ettiğini bilmiyor. Ona okuma hedefinin sınıf geçmek olduğu ima edilmiş, veya tamamen dininden kopuk olduğu halde okuyor, o yüzden de dünyamız sorularla kaplandı. Nitekim on yıldır gördüğüm İslâmî tahsil hayatımda şunu öğrendim:

. Gerçek talebe kendisini nefsine köle etmez, ilmi kibir vasıtası olarak kullanmazsa, o talebe okudukça düşmanlarını tanır. Okumadıkça hep bilgili olduğunu zanneder. Cezaevinde gördüklerim beni şok etti. Meğer tahsil başka, kültür başka imiş. O yüzden lise mezunu tele-kızlara (telefonla zina yerine giden kızlar) rastladım. Biz alim ile avam arasındaki farkı, bilemiyoruz.

Avam çok konuşur. Az bilgisini çok zannederek, hepsini ortaya dökmek ister. Yerli yersiz hep o konuşmak ister. Az konuşan alimin de bilgisinin az olduğuna karar verir. Hiç İs-lâmı bilmedikleri halde hep bildiğini zannedip hoca çocuğu olan cumhurbaşkanınada dua ediyorlardı.

Ve hep aynı kelime... "Bende İslâmı biliyorum. Benim annem babam hacıdh-çok dindardır" diyorlar.

Hey İslâm... Neredesin gel.. Gel artık gel.

Muhterem kardeşim, ben konuştuğum gibi yazmayı yazdığım gibi konuşmayı seviyorum. Fakat inandığım gibi yinede konuşamıyorum... Konuşturmuyorlarkiü! \

14

Bir adam arkadaşına uzunca bir mektup yazmış. Arkadaşı mektubu okuyunca hemen cevap vermiş.



—Arkadaşım, mektubunu niçin o kadar uzun uzun yazdın? diye sormuş.

—Anlatmak istediklerimi kısa yazacak kadar bilgim yok. Bu cevaba göre siz de benim yazacaklarımı değerlendirin.

Bu sohbetten sonra şimdi aylar önceye geri gidelim.

15

Mahkemede Son Gün



3.5.1985/İstanbuI

Evden iki saat sonra mahkemeye gitmek için çıkacağız. Son derece hastayım. Kafamı sağdan sola çeviremiyorum. Mahkemede başımın yana eğik görünmesini istemiyorum ama elden birşey gelmiyor. Oturdum dergiye yazımı yazdım.

Mahkeme saati ikide olduğundan, birbuçukta eşim Recep Özkan'la bir taksi tutup Gülhane parkının karşısındaki Devlet Güvenlik Mahkemesinin yolunu tuttuk.

Ve mahkeme huzurundayız.

Mahkemede başımı zoraki dik tutmaya çalışıyorum. Gazeteciler basın yasasına göre engellenemez, resim çekmek istiyorlarsa çekerlermiş. Resmim çıkacaksa boynum eğri çık -masın istiyorum... Yalvardığını imajı doğmasın diye. Burada kimbilir yarın ima yolu ile neler yazacaklar diye de düşünüyorum tabii.

Savcı iddianameyi okuyor. Gür sesi kulaklarımda uğultu halinde titreşim yapıyor, başımın ağrısından kelimelerin yansım duymuyorum. Duyduğum kelimeler ise beni güzel bir iddia ile yargılıyor. "SUÇLUYOR! !"du. Sağ görüşlü olup Ramazan aylarında sağcı gazetelerde dini yazılar yazan Ord.Prof.Suîhi Dönmezer'in bilirkişi raporu okunuyor. Bana 8 yıl 3 ay verdiren raporu. (İkisi gözetim.) Buyrun aynı raporu beraber okuyalım:

"İstanbul Devlet Güvenlik Mahkemesi Başkanlığına Üzerinde Emine Şenlikoğlu tarafından kaleme alındığı işaret edilmiş bulunan (Gençliğin İmanını Sorularla Çaldılar, İstanbul 1984) başlıklı kitabın incelenerek bunda TCK 163. maddeyi ihlâl edici nitelik bulunup bulunmadığı hususunda bilirkişi sıfatıyla mütalâamızın tespiti istenilmekle gerekli incelemeler yapılmış veya neticesi aşağıda arzedilmiştir.

415 sahifeden ibaret bulunan kitap, başlangıcında da açık-16

landığı üzere, İslâm dini hakkında bazı sorulara cevap vermek amacı ile kaleme alınmış bulunmaktadır. Yazara göre bu sorular İslâm dinini tezyif ve özellikle gençlerin dinî tutumlar elde etmelerini önlemek maksadıyla tevcih olunmaktadır. Bu soruların cevaplan uygun bir şekilde verilmediği ve devlet okullarında yapılan din eğitimi bu bakımdan etkisiz olduğu için özellikle yüksek öğretim gençliği soruların cevabını bulamamakta ve böylece sorularla onların imanlarının yok edilmesine çalışılmaktadır. Kitabın yazarına göre İslâm'a hücum edilerek genç nesillerin İslâmî imandan yoksun olarak yetişmelerini isteyenler, onlara İslâm'ı küçük düşürücü, İslâm'ın esaslarından şüpheye düşürmelerine sebebiyet verici sorular tevcih etmekte ve emellerine böylece ulaşmaya gayret etmektedirler. İşte yazar bizzat kendisi vaşzettiği sorulara cevaplar vermek suretiyle, hayalî bir takım İslâm düşmanlarına karşı, İslâm'ın müdafaasını yapmakta bulunduğunu açıklamaktadır. Gerçekten de kitap baştan sonuna kadar belirtilen biçimde vaaz'edilmiş sorulara cevaplan ihtiva eylemektedir.

Ancak yazar bununla yetinmemekte, kitabın birçok bölümlerinde bugünkü Türk toplum düzenini tezyif ve tezlil edici ifadeler sevketmektedir.

Bunun çok tipik bir misali kitabın 357-359. sahifelerin-de görülüyor, bu kısımda yazar Meral adındaki bir kişiye cevaplar verirken bugün medenî denilen kızlarımızın çıplak gezdirildiğini, randevu evlerine satıldıklarını, en cok vergi verdi diyerek zina yaptıran randevu evi sahiplerine imansız, vicdan^

sızların madalvg

miliptin evlâtlarına zina yaptı-

rılıp namuslarını satanlara madalya verildiğini, bu törenle-^in^â gft<îtprıl'1i£ini- bunun ne çeşit bir al-

çaklık olduğunu belirtmekte ve sorurnhıl?ra "ey alçaklar" diye hitabjtmekte, adım başı bir kerhanenin mev-T^^^^ diyFtuTîi^reyatakİık âîF

jhğını, 19 Mayıslarda

p

Türkiye'deki



^

manın


sevme^jirBelgttlmeEES"}^. _______ ______ ^jr_d^n^ıjstiy5nır|^emekte_y__

bazı sorumlulara "Ey 20. asrın deyyusları, ey zalimleri, ar-


IzarinHârT kurtan^de^mekledTr. Ayrıca yazar daha fazlasını söylemek istediğTni ve fakat "kodesi boylamamak" için ileri gitmediğini belirtmekte ve muhatabına ' 'AUahlınJçanunun-dan başka bir kanunu beğenme" demektedir.

Buna benzer bugünkü Türkiye'nin sosyal hayatını tezyif edici nitelikte kitabın muhtelif kısımlarında rastlanmaktadır.

Yukarda belirttiğimiz niteliğine göre kitabın TCK 163. maddeyi ihlâl edici nitelikte bulunup bulunmadığını tespit bakımından, İslâmî devlet, laiklik gibi kavramlarda ifade etmiş bulunduğu hususları gözden geçirmek uygun sayılmıştır. Kitabın 8. sahifesinde dün devletin Allah'ın ahkâmıyla yönetildiği sırada batının bize muhtaç olduğu, bugün ise devletin insanların kanunlarıyla yönetildiği ve devletin batıya muhtaç hale geldiği, Kur'anın emirleri uygulandığı zaman ülkede maddî ve manevî bir huzurun olduğu, zenginliğin ileri derecede bulunduğu, ilimde en ileri gidenlerin Müslümanlar olduğu beyan edilmektedir. Böylece devletin, gelişebilmek için ilâhî hükümlere dayandığı fikri açıklanmış olmakta ve 163. madde ihlâl edilmiş bulunmaktadır. Kitabın 20. sahifesinde Türkiye'nin İslâm devleti olmadığı, çünkü Anayasanın Kur'-an olmadığı, halbuki Türkiye'de kanunları insanların yaptı-ğ1 bugün artık Türkiye'nin uyguladığı bir İslâmî emrin mevcut bulunmadığı cuma namazını işçilerin ve memurların kılamadıkları belirtilmekte, 22. sahifede Kur'an'm din işleriyle devlet işlerini ayırmadığı, kjmjyjnrsaJjrtârn'dajı çıkmış oLa-caguKur'an'ın bir .hayat, nizamı nldııpu, bunun b4y4e-eldtı-

İHTanlatılırsainsanın mahkemeye çıkıp hapse atılacağı. 23. sarufede^rslamîyeti tatbik etmediği müddetçe Türkiye'nin huzura kavuşamayacağı belirtilmekte ve böylece kanaatımızca 163. madde ihlâl olunmaktadır.

31. sahifede İslâm bir bütün olarak anlatılırsa insan kanunların bütün çarpıklığının meydana çıkacağının muhakkak olması sebebiyle Türkiye'de buna fırsat vermemek için uyutmalı din derslerinin okutulduğu, 33. sahifede İslâm'ın dünya işlerine karışan bir nizam olduğu, 70. sahifede Allah'ın

18

insanların dünyada tatbik ettikleri müddetçe huzura kavuşacakları Kur'an-ı Kerimi ve Peygamberin sünnetlerini bir anayasa olarak göndermiş bulunduğu, 222. sahifede bugünkü Türkiye'deki devletin kanunlarını insanların hazırlamış bulunduklarını oysa değişmez İslâm devletinin kanunlarını Allah'ın hazırladığı Türkiye'deki lâik devletin kanunlarını insanların hazırladığı için zinayı serbest bıraktıkları, oysa İslâm devletinde zinanın kesinlikle yasak olduğu, böylece Türkiye'de vatandaşın, namusunun satıldığı ve onun buna karışa-madığı belirtilmekte, 243. sahifede İslâm devletinin askerinin j nöbet tutarak bile ibadet sevabı kazandığıaçıklanmakta. 2487" sahifede Müslümanlığın İslâmî hükümlere uymak demek olduğu açıklanmakta, 256. sahifede Allah'ın emirlerini inkâr edenlerin çok olduğu meselâ bunların Allah'ın kanunları dururken insanların kanunlarıyla yargılanmak istendikleri, "hu ^zamanda kapalılık olur mu diyejıleıinJâfJLOİdukları, 281-, sahifede bu düzenin yetiştirdiği toplumun yansından fazlasının ruh hastası olduğu, 283. sahifede Kur'an-ı KerimirTbTr anayasa olduğu, 351. sahifede batı tipi evlenen ve aynı stilde evliliğini sürdürenlerde mutluluk olmadığı, 353. sahifede kadın ve erkeğin ancak Allah'ın kanununu yaşamakla birbirlerini tanıyacakları, İslâm'a göre olmayan evliliklerde huzurun mümkün bulunmadığı, 364 ve 365.

hir iilkp nlrgagıng ffiğmpnjlin î?~

işlerini ayırdığı, hukuk_miras gibi

_ J

ilgilenemediği_bdh-tilmgkte veAlmanYaJle_olan ve rın iddia_e_ttigi bir ^î



Yukardan beri açıklandığı üzere yazar Türkiye'de İslâmî bir devlet istemekte ve lâik düzeni tağutdüzeni olarak nitelendirmektedir. Böylece devletin dînî esaslara uydurulması gerektiği propagandası yapmaktadır. Netice olarak kitabın TCK 163. maddeyi ihlâl eder mahiyette bulunduğu kanaatı-na varılmıştır. 26.3.1985

KeyfiyeTsaygtyla^arzolunur. Bilirkişi

ürd.Prof.Dr.Sulhi Dönmezer

19

Bu iddianameye göre ben, aman ne büyük suçlar (!) yapıyordum. Doğrusu iddia makamının bana suçlu demesi beni üzmüyor bazen de ben neymişim dedirtiyordu.



Yargı makamı ısrarla "Bu kitabın içindeki fikirleri kabul ediyormusun?" diye soruyor, belki benim hayır dememi bekliyordu. Benim "Kabul ediyorum" diyerek cevab vermem onlara göre cahillik oluyordu. Halbuki "Etmiyorum" desey-dim ne kadar kârda olacaktım. Onlara göre ben hiç kârını bilmez aptal biriydim belkide. Kitapta Allah'ın emirleri yazılı idi. "Kabul etmiyorum" dediğim an İslâm'dan çıkmış olacaktım. Bu yüzden ahiret mahkemesiyle dünya mahkemesi arasında tercih yapmam lâzımdı. Tabii tereddütsüz tercihimi yaptım: "KABUL EDİYORUM" dedim.

Davamı davası kabul eden avukat Mehmet Ali Şahinsa-vunma yaptı. Savunma değil sanki Emr-i bil ma'ruf idi. Zaten ben de onu istiyordum. İçimden "helal olsun" dedim. Ceza alacağım ama hiç önemli değil. Kulaklarım, gözlerim, bu sahneye şahid oldu ya, bir deyimle ölsem bile gözlerim arkada kalmazdı. "Müvekkilim, gençliğe bir hizmet vermiştir. Gayesi uçuruma giden, kahve, kumarhane gibi kirli yerlerde kirlenen gençliği uyarmaktı." şeklinde savunmaları gerçekten mükemmeldi. Mahkeme ara kararı verdi. Dışarı çıktık. Dışarıda bekleyen yakınlarım ve din kardeşlerim vardı. Babam ağlıyordu. Heyecan son safhadaydı. Babama birazdan alacağım ceza için telkinler yapıyordum. Fakat biliyordum ki babamın ve beni sevenlerin üzüntüsü geçmeyecekti. Ve yine biliyorum ki benim ceza almam beni sevenleri kıyama daha çabuk götürecekti.

Tekrar içeriye çağrıldık. Hakim: "Karar veriyoruz, bir diyeceğin var mı?" dedi. "Hayır" dedim. Tekrar oturdum. Gür bir ses: "Sanık ayağa kalk" dedi ve kalktım. Reis son karan okuyordu. "Türk Ceza Kanununun 163. maddesini ihlâl ettiğinden 9 yıl 6 aya ceza öngörülmüştür. Bu cezanın mahkemede iyi halden bir buçuk yıl civarı indirilmesine, iki yılının Antalyada gözetim altında tutulmasına, böylece toplam (iki yıl gözetim hariç) altı yıl üç ay hapis cezasına karar verilmiştir." O anda avukatıma baktım "Ne yapalım" der gibi elleriyle işaret verdi. Sonra salondan çıktık.

20

Salondan çıkar çıkmaz Devlet Güvenlik Mahkemesinin karşısındaki karakola aldılar. İçeri girdim. Komiser yoktu. İki polis vardı. Birkaçı da içeriye girip çıkıyorlardı. Polisin birisi "Ne suç yaptın bacı?" dedi. Belli ki bu polis insanlık duygusu olan biriydi. Hemen yanındaki cevap verdi. "Baksana çarşaflı, hırsızlıktan başka ne olabilir?" dedi. Böylece ikinci mahkemem başlıyordu!..



—Size şimdiye kadar gelen hırsızlar çarşaflımıydı? dedim.

Aynı polis:

—Başka ne suçun olmuş olabilir ki? dedi.

—Cevap vermiyorum. Bilhassa size. İnsan önce sorar sonra fikrini söyler. Sizin ön yargılı suçlamanızdan sonra size cevap vermem hata olur dedim.

İnsanlık duygusu olan polis memuru:

—Sen k»sura bakma bacı. O ne konuştuğunu bilmiyor. Siz bana söyleyin. Suçunuz ne?

—Dinî bir kitap yazdım "SUÇ" kabul edildi. Polis üzüntü ile:

—Geçmiş olsun bacı... derken öteki sordu:

—Hoppalaaa... Dinî kitab yazmış. Öyle olsaydı ceza ve-rirlermiydi? Kimbilir ne kitabı idi... Koruduğu devleti tanımayan bir polisti bu.

Biraz durduktan sonra. —Hangi dine ait kitabınız?

—Siz hangi dini biliyorsunuz ki? diyerek, ikinci bir kelime söylemedim. Çünkü anlamıştım ki, bu adam ne dinden anlıyordu ne dinsizlikten. Konuşmaya ne gerek vardı.

Efendi olan polis, üzüntüsünü belirtirken:

—Ne yazdın be bacı? Yazık ettin kendine dedi. Temiz duygulu bir polisti.

Bu arada eşimle babamı yanıma çağırdılar. Babam ağlıyordu. Gözlerinden akan yaşlar sadece benden ayrılmasına değil, bana yapılan muameleye idi. Onlarla son dakikalarımızı yaşıyoruz. Ben bir damla göz yaşı Kararlıyım dökmeye ceğim. -21

Ama onların haline üzülmüyor da değilim

Derken komiser de geldi. "Suratının rabbi yessiri silinmiş" derler ya. İşte ilk bakış öyle bir suratla babamla eşime "Çıkın dışarı" dedi. Sert ve küçümser bir tavırla. Tabii ikisi de çıktılar. Onların öyle azarlanması sanki kalbimde bir delik açmıştı. Öyle içerledim ki neredeyse "Sen de kimsin" diye isyan edecektim. Hiçbir faydası olmayacağını bilhassa bana zarar vereceğini bildiğim için kendi kendimi zoraki yatıştırdım. Öyle ya, elin oğlunun kâhyasımısm, kalkar bir tokat patlatır, kim bir şey diyebilir ki? "Burada kanun benim" der adam. Der ya... Kim karışabilir? Ona oradaki polisler kelepçe takamazlar ya. Başbakan da kanunlar da adamı göremeyeceğine göre!..

Babamlar dışarıya çıkınca sordum:

—Daha yumuşak söyleyemez miydiniz Komiser bey? Ne olurdu sanki iki dakika onlarla konuşsaydık?

Sert, Frankeştayn'ı andıran suratı yine asık*olduğu halde sordu:

—Senin suçun ne?

—163. maddeyi ihlâl.

—Ne demek o?.. Haaa. lâikliğe aykırılık. Din işi ile devlet işini bir tutuyorsunuz. Halbuki lâiklikte Din işi, devlet işi ayndır. Sen bunu bilmiyormusun? Kaçıncı asırdayız? bu asırda din geçmez kızım, geçmez.

—Dinsizlik geçiyormu komiser bey?

—Dinsizlikte iyi bir şey demiyorum. Herhalde biz de müs-lümanız.

—Tam emin değilsiniz yani...

—Ne demek, emin olmaz olurmuyum?

—Dini beğenmiyorsunuz, sonra da "Ben de müslümanım" diyorsunuz. Arkasından bir de kocaman "Her-halde"yi ekliyorsunuz. İnsan müslümansa bunu kesin olarak bilmesi ve itiraf etmesi gerekir.

—Senin tahsilin ne?

—Tahsilden kasdınız nediV komiser bey?

—Tahsil işte. 22

—Neyin tahsili?**» —Tahsilin neyi mi olur?

—Elbette olur. Şimdi siz kalkıp "Tıp tahsili gördüm" diyebilir misiniz?

—Anlamadım, tahsil deyince neyi kastedersin sen?

—Gerçek ve faydalı bilgiler tahsildir. Tahsil ya bu dünya, ya da ötekine ait bilgiler vermeli. Tahsil emeklisi (bilgi) diye yutturulmamalı. "Bir filozof şöyle dedi" öteki "Böyle dedi" yıllar sonra bir başka filozof çıkıp o "şöyle"yi de "böyle" yi de iptal edip, aynı konu hakkında bir başka teori oko-mamalıdır. Gerçek hakiki ilimleri tahsil etmeli. İşte ö zaman tahsil yapmış olur. Neyse ben sorunuza cevap vereyim. İlkokul mezunuyum. İslam'a göre değil tahsil yapmış olmam, talebe bile olamadım.

—Vay vay bu kadar zor mu İslâm bilgileri?

—İslâm bilgisi deyince siz ne anlıyorsunuz?

—O kadar bilgimiz var canım. Günah, sevap işleri tabii...

—Nedense daima günah ve sevab olarak İslâm'ı tanıtırsınız veya öyle biliyorsunuz. Biliyormusunuz, ikiyüz küsur büyük günah var. Binlerce büyük sevab. İslâm günah ve sevab-dan ibaret olsaydı, bir iki yılda herkes alim olur çıkardı. Siz biliyormusunuz, İslâmiyette, müslümanlardan hiçbir fert doktor olmazsa o beldedeki müslümanların hepsi günahkâr olur. Sonra.İslâmiyet gök yüzünden, deniz altından dağlardan, kayalardan, insanın beyin yapısından, ruhundan evliliğinden, ceza kanunundan, alış-verişten, mirasından dünya ve ahiret saadetinden, yani insanların dünyada nasıl hareket edeceğinden, bahsettiği gibi, ahiret hayatından da bahseden bir dindir. Onu günah ve sevabla sınırlandırmak Allah'a hakaret olur. Tabiî sizin anladığınız manada sınır.

—Bak seeen... Biraz anlat bakalım.

—Kitabta anlatmıştım, suç oldu. Onun için bir saat önce 8 yıl ceza aldım. Onun için hepsini anlatmam mümkün değildir. Siz gerçekten öğrenmek istiyorsanız, önce öğrenme azmiyle yola çıkın, gerisi gelir." Soruyu siz sorarsınız suçlu olmazsınız, ama biz cevap veririz suçlu oluruz...

23

Komiser güzel güzel dinlerken, damdan düşer gibi ortaya bir soru attı:



—Ne yani, şimdi bir kadın geliyor bize teklifte bulunuyor. Onu red mi edelim?

Bu soruya hem utanmış, hem sinirlenmiş hem de üzülmüştüm. Tepeden inme bir soru. Bu kadar erkeğin içinde nasıl cevap versem acaba? Caiz midir, değil midir diye düşündüm. Bu arada eşim hem de hocam Recep Özkan'ın sözü aklıma geldi. "Sana ne şekilde lâf atılıp soru sorulursa lâyıkıyla cevap ver'' demişti.

Aslında söyleyecek çok şey vardı. Ama nereden başla-saydım! Ben böyle düşünürken tabii cevap gecikti. Komiser sordu:

—Ne o, cevap vermedin? Hak verdin bana değil mi?

—Hayır, hak filan verdiğim yok. Sadece bu soruyu bana sormanız biraz ters geldi. Bunca sorular içinde niçin bunu sordunuz diye düşündüm. Kısaca cevaplandırayım:

Siz, sözde devletin namusunu (!) şerefini korumaya yemin eden kişilersiniz. Aynı devletin evlâdının namusunu nasıl kirletirsiniz? Bu durumda kediye ciğer teslim edilmiş olmuyor mu? Bu bir... İkincisi; Komiser bey, insanlık, dürüstlük odur ki, sizi teşvik ettiği halde, siz kirli şeylerden uzak duracaksınız. Size bir kadın böyle bir teklifte bulunuyorsa, o yoldan çıkmış bir zavallı demektir. Onu doğru yola sürüklemeniz gerekir. Kimbilir onu o durumlara düşürenler kimlerdir. O duruma ağlamanız gerekir. Siz üstelik hem müslü-man hem de devletin ''namusunu, şerefini!, korumaya!" yemin etmiş memurlarsınız. Memurluk bu söylediğinizi kabul edebilir! Ama müslümanlığınıza hem de verdiğiniz söze riayet etmiyorsunuz. Bu durumda İslâm'a göre bir müslüman ahlâkı ve namusu ile ilgili görevleri heryerde aynıdır. O müslüman asla bir kadını eğlence metaı yapıp onun kanma girmez. Ya onunla evlenir veya ona maddi yardımlar yapar. Fakat siz, ne İslâmî vazifenizi ne de memurluk vazifenizi yapıyorsunuz, farzedelim sizin kızınızı kötü yola düşürdüler...

24

—Benim kızım düşmez! Kendine gel!



—Kötü yola düşen kızların babaları da aynı şeyi söyle-

mişler,dirj Farzedelim diyorum. Sizin kızınızı bir komiser kurtarıyor. Ne kadar sevinirdiniz değil mi? İŞte sizin doğru yola iteceğiniz kızların aileleri de öyle sevinirler. Fakat siz, düşmüşse bir tekme daha atıyorsunuz. Biz bu gerçekleri söyleyince hemen bir maddeyi ihlâl etmiş oluyoruz. Fakat siz ne söylerseniz söyleyin hiç bir maddeyi ihlal etmiş olmuyorsunuz. Ben komiserler duymuşumdur, namuslu ve şerefli..^Yabancı kızı da kendi kızı gibi koruyan... Bu adam memur olduktan sonra insanlığını yitirmemiş bazı değerlerini yitirse bile. Ama siz, fırsat düşkünüsünüz. Sizin yaptığınızın İslâm'da yeri yok. Ama siz illâ da aynı yaşantınıza devam edecekseniz edin. Elbette birgün siz de kefen giyecek gerçeği göreceksiniz. O zaman omuzunuzdaki rütbenin hiçbir faydasını göremeyeceksiniz. İşte o gün bizi anlarsınız. Komiser bey söyleyecek çok söz var ama, hepsi yarım kalacağı için uzatmak istemiyorum. Şuna inanıyorum ki günümüzde her iki polisi beklemek için bir polis lâzım. Şu durum gösteriyor ki polisin çoğu sizin durumunuzda... İslâmı tanımıyor. Bir bünyeye Allah'ın emirleri yer etmemişse o kişi ne büyük tanır ne küçük. Ne din tanır ne vatan. İşte size bir misal: Biraz önce eşimle babamı kovdunuz. Babam sizden büyük olmasına rağmen "Dışarı çık" derken bile herşey göz önüne seriliyordu. Siz "Dışarı çıkarmışınız" diyebilirdiniz. Fakat siz vatandaşı, bilhassa vatandaşın müslüman olanını küçük görüyorsunuz. Komiser bozulmaya başladı tekrar:

—Şimdi senden ders mi alıyoruz?

—Hayır, siz sordunuz ben cevap verdim. Tıpkı yazdığım kitap gibi, SORU SORUYORLAR CEVAP VERİYORUM... SORAN SUÇSUZ CEVAP VEREN "SUÇLU" OLUYOR. Madem cevaplarım sizi rahatsız edecekti niçin sordunuz?

—Sen bu çarşafınla bu kelimeleri neyle üretiyorsun?

—Komiser bey karıştırıyorsunuz herhalde. Dil, kıyafete göre konuşmaz. Akıl ve bilgiye göre konuşur. Çarşafımın beni dilsiz yapacağına inanmıyorsunuz ya?

—Şimdi anlıyorum. Seni hapse atmakla çok iyi yapmışlar. Sen tehlikelisin.

—Mesela yanlış ne konuştum?

25

—Önemli değil...



—Doğru söylediniz. Zaten mühim olan yanlış konuşmam değil doğruyu konuşmamdır, değil mi? Yanlış konuşsam beni tehlikeli göremezdiniz...

Komiser tekrar sordu:

—Yani şimdi ayağımıza gelen kısmeti tepecekmiyiz? Adam'a erkek demezler be...

Tekrar çok sinirlenmiştim: (Şunları yazarken bile sizden haya ediyorum ama bunları böylesine medeniyetsizleri yazmakta fayda var zannederim... Tanımamız yönünden.)

—Kusura bakmayıa ama ben bu konulara girmek istemiyorum. Sadece şu kadarını söyleyeyim, günümüzde erkek denince kadınlarla ilişki akla geliyor galiba. Asıl erkeklik, dinine, eşine ve namusunu korumakla mükellef olduğu kişilere ihanet etmemekle olur. Afedersiniz hayvanlar önüne gelen dişi ile ilişki kurarlar. Fakat unvanları yine hayvandır. İlişkileri onlara "Erkek" unvanı vermemiştir. Bu konuda daha fazla konuşmak istemiyorum, demiştim. Sormak istediğiniz daha başka bir soru varsa onu sorun...

—Ne yani şimdi biz hayvan mı olduk?

—Size hayvansınız demedim. Sadece hayvanların bir vasfını anlattım.

Bu arada çıkma saatimiz geldi. Sağmacılar cezaevine gidiyoruz.

Kayıt işlemleri tamamlandı. Sıra kelepçeye geldi. Komiser: —Kelepçe takalım mı? dedi.

—Dışarıda bekleyen babam ve eşim var. Bilhassa babam beni kelepçeli görsün istemem. Ama siz bilirsiniz.

Komiser imah bir şekilde:

—Kaçarmısın?

—Asla. Şimdilik lüzum görmüy0rum.

—Size inanıyorum. O yüzden kelepçe takmayacağım.

—Biz!i! niçin anlamıyorsunuz?

26

Siz... Siz dürüst insanlarsınız. Ben insanları bir görüşte tanırım.



—Ne kadar ilginç değilmi? Hem herkesten fazla bizim dürüst olduğumuza inanırsınız, yine de herkesten fazla bize ceza verirsiniz. Şu bir gerçek ki İslâm ile tanışmamışsınız... onun içinde...

—Ne münasebet efendim, ben İslamcılığı bilirim.

—Evet biliyorsunuz, fakat siyonizmin müsaade ettiği ölçüde öğrendiğinizi biliyorsunuz...

Komiser bir müddet suskunluktan sonra:

—Aslında sizler iyi insanlarsınız, ama bir suçunuz var çok zekisiniz ve zekanızı İslâm devleti kurma yolunda kullanıyorsunuz, dedi.

—Biz Allah (cc)'ın dediği olsun, insanlar İslâm'ı tanısınlar istiyoruz. Ne koltukta ne de sarayda, hiçbirinde gözümüz yok. Biz sadece Allah'ın emirlerini uyguluyoruz. Veya çalışıyoruz. Bütün mesele bu...

Komiser İslam'ı bilmiyor ama buna rağmen bildiğini zannediyordu. Hatta "Karımı birine teslim etmem gerekse sizler gibi müslümana teslim ederim" gibi sözler etti. Bende "Kadın, Silah ve Din kimseye bırakılmaz, onu bizzat kendin koruyacaksın" dedim.

—Ne yani, müslüman, dindar erkeğe karımı bırakamam-mı, onlara güven olmaz mı? dedi.

—Diğerlerine göre dindarlar çok daha fazla güvenilir hakiki ise. Fakat yine de kadın kimseye emanet edilmez. Çün-ki/insamn nefsi kötülüğü emreder. Erkek de bir kadına emanet edilemez... dedim.

Neticede iki polisle salona çıktık. Babamı, eşimi ve yakınlarımı bekler vaziyette buldum. Kimin yüzüne baksam^ğ-lıyordu. Sadece bir ben vardım ağlamayan bir de eşim...

Yanımda, babam, eşim ve polis olduğu halde taksiye bindik. Annemle vedalaşmâya-gittik. Annem mahkemeye gelmemişti. Beni görünce:

—Mahkeme bitti mi? dedi.

27

—Evet.


—Otursana, niye ayaktasın?

Annem dışarda beni bekleyen polisten habersizdi. Anneme nasıl anlatacağımı bilemedim. Acele etmem de gerekiyordu. En sonunda anacağım İslâm'ı savunmamdan dolayı bizi ayırıyorlar, beni hapsettiler anam, dedim. Annemi hiç o kadar şaşkın görmemiştim. Sanki şok olmuştu. Her zamanki gibi söylenmeye başladı:

—Ben sana demedimmi evladım. Bu işlerden vazgeç diye... Dünyayı sen mi müslüman yapacaksın? Bu millet yola gelmez. Kendini yaktın evlâdım, bizi de yaktın. Ne olacak şimdi ha?

—Ben millet için değil, vazifeli olduğum için çalıştım. Dileyen iman eder dileyen etmez anacığım, üzülme.

Annem kendine görehaklıydı. Kızının ahirette ayrı kalması ona göre çook uzak bir konuydu. Ama şimdiki ayrılık hemen yanındaydı. Sadece annem değil ki "Bu millet yola gelmez boş verin" diyen anaların çoğu öyle diyordu. Analar öyle demeseler, evlâtlar böyle olurmuydu? Annem çocuğunu düşünüyordu ama yalnız benim annem değildi bu anneler hep öyleydi...

Anamın elini öptüm: "Hakkını helal et, bu dünya ayrılığı bir şey değil, ahiret mühim... Anacağım, ölmeye gitmiyorum. İnşaallah bir gün dönerim, bu kadar üzülme. Velevki ölüme bile gitsem" diyerek annemden ayrıldım. Doğrusu insan hiç üzülmüyor desem yalan olur. ayrılık sahneleri insanı bayağı üzüyor. Ama ebedi üzülmemek için, geçici üzülmeleri söze almak zorundayız. Ve annemin, şaşkın ve üzüntüden do-nukla^mış bakışları arasından sıyrılıp dışarı çıktım. Gözlerimden yaşlar süzülmek üzere. Mırıldanıyorum. Allah'a ısmarladık anne... Çok üzüldün biliyorum ama ne yapayım... Beni ben yargılamadım ki. Ben de isterdim sıcak evimde kalmak. Bende isterdim sıcak çorbamı evimde içmek. Fakat ne yapalım anacağım. Zalimler bizi ayırıyorlar. Asıl suçlular kendileri iken, bizi suçlu gösteriyorlar. Sen dua et anacağım. Anaların dualarını Allah (cc) kabul eder...

28

Saçmacılar Cezaevine geldik



Beni en çok düşündüren yer, Sağmacılar cezaevinin önü oldu. Polis eşimle babama:

—Tamam. Sizin müsaadeniz buraya kadar dedi.

Koca demir kapı babamlarla bir anda arama giriverdi. Durun beni sevdiklerimden ayırmayın... Yooo! Ayırın ayırın... Biraz çile çekeyim, beni biraz hırpalayın ki bulunduğum dünyayı daha iyi tanıyayım. Ben polisle beraber 40-50 metre kadar ilerde olan cezaevinin binasına girecektim. Kapının arasından babama sarıldım. Hep ağlıyordu.

—Bu acı günün bir de tatlı günü olur kızım. Olur ama o zamana kadar biz de biteriz. Ne yapalım? Allah (cc) yardımcın olsun evlâdım... Unutma bir gün bu kapıdan gülerek çıkacaksın.

Sonra muhteremle vedalaştım. (Eşime Recep Yerine Muhterem diye hitab ediyorum)

Böylece cezaevinin ilk birinci kapısı sayılan dış kapıdan girdim.

Bir an mahşer gününü düşündüm. O gün birbirimizden ayrılırsak ondan büyük acı olur mu?.. Düşünceler... Düşünceler...

Babamdan ve eşimden ayrılıp cezaevi binasına yaklaşırken yine düşündüm, orda demekki ben hayırlı evlât olmadığım ve de kendi derdime düşeceğim için o gün babamı eşimi düşünmiyeceğim, onlar da beni! Ancak nasib olur da cennete gidersek ebediyyen görüşmemiz devam edecek. Madem ki en acı gerçek ordadır. O halde şu anki ayrılık bir hiçten başka bir şey değildir. Buna rağmen insan ne kadar gafildir. Yine üzülür, yine hiç olmayacak şeylere sinirlenir, kahr olur.

Dönüp arkama baktım babam ve eşim hâlâ kımıldama-mışlardı. Bu düşünceler içerisinde son defa veda edercesine baktım... Baktım! Çok garip düşünceler içinde ikinci kapıya geldik. Kapıda bir Jandarma vardı. Yanımdaki polisten tu-

29

tuklu olduğuna dair belge istedi. Polis belgeyi verdi, sonra elimde bulunan fermuarlı çantayı açtı... İçinde Kur'an-ı Kerim vardı. Kur'an'ı eline alıp cildini de yırtarak, her tarafını kontrol edip geri verdi. Çantamda bulunan iğne ve ipliği aldı. Sadece Kur'an-ı yırtılmış olarak bana verdi. Sonradan öğrendiğime göre, kitap ciltleri arasında hapishaneye eroin, esrar vs. maddeleri sokuluyormuş. Neyse, jandarma, koca kilitli kapıyı açtı, oradan içeri girdik. Çöp dolu bir bahçe daha, sonra üçüncü kapıya geldik. Kapıların yüz manzarası soğuk. Kapıyı geçince, hemen sağda "Karantina" göze çarpıyor. İçerde ayakta duran bir sürü genç delikanlı. Kimi dayaktan şişen ayakları üzerinde sızlanarak duruyor, kiminin gözleri şişmiş, ilk bakışta hapishanenin tek tip elbiseleri ve sıfır numara saçları genel bir manzara arzetmesine rağmen, hepsinin halet-i ruhiyesi ve yüzlerinin taşıdığı ifadeler başka başkaydı. Onların tam karşısındaki küçük hücre gibi bir yere girdik. Dördüncü kapı... Fakat kimse yok, polis bana sandalye getirdi.



—Otur... dedi. Oturduk. Sonra ben bakmaya devam ediyorum. Bu defa gözlerim karantinada. Bir sürü genç... Bir kısmı 13-f5 yaşlarında... evet çocuk denecek yaştalar.

.Hele o korku ve çaresizlik dölü halleri. Ah, çocuklar. jÇoeuklara önce gözüm takıldı. Ardından kafam ve düşüncelerim. Burada düşünmek te suçtur belkide. Ama nasılsa sessiz düşünecektim. Kime ne? Devam düşünmeye. Beynime düşünceler soru yağmuru şeklinde geliyor, "Bu çocukların suçu ne olabilir? Suça nasıl itilmişler acaba? "Suçlu" çocuklar burada olduğu halde onları suça itenler neredeler? o asıl suçlular... Asıl caniler. Dalkavuklar. Her zaman su üstüne çıkmayı beceren yağ tabakaları. Parayı ve Allah'dan gayrisini "İLAH" edinenler. Evet, nerede onlar? Kimbilir hangi köşeyi dönmekle meşguller. Hangi büyük hesaplarla meşguller. İnsanlar onların umurunda mı sanki!

Nasıl olsa kimse duymuyor söylediklerimi. Aklıma gelen bir yılana ve onun yavrularına istediğim gibi atıp tutuyorum. Köpek!.. Ah köpek!.. Bunların sorumlusu sensin... Evet sen... İşte sana köpek dedim ne olacak? Beni duysana bakalım, söylüyorum işte... Zorla değil ya, sendende, sülalenden

30

de, hocandan, talebenden de nefret ediyorum. Hepsinde sen kokuyorsun.



Evet ben kendi kendime mırıldanıyorum. Çünki içimde-kilerini sadece kendi kendime söylersem özgürüm.

Suçlu namussuzlar... Hırsızlar dışarda. Gençler onların umurundamı sanki. Peki ya ana babaları, onlar nerede acaba? Çocuklarının şu durumunu biliyorlar mı? Acaba daha iyi bir istikbal için bir şeyler düşünmeye başlamışlarmı? Yoksa olaylara teslim olmuş akıntıya kapılmış gidiyorlar mı? Birde anasız, babasızlar. Yuvalarda büyüyenler ve bütün bunların karşısında hiç bir mes'uliyet hissi duymayan mes'ul kişiler var. Aman ya Rabbi... Ruhumda bir burukluk hissettim. Binlerce kez bu gençliği bu hale düşürenlere lanet ederek. Evet bütün bunlar acı verici olaylardı. Gözle görülen, bir de herkesin farkedemeyeceği büyük bir acı vardı. Gençlerin beyin ve düşünce yapılarının durumu. Düşünemiyorlar ve bilmiyorlardı. Neyimi? Tabii ki kendilerinin bu durumlara düşmelerine sebeb olanları. Ahh... Gençlik bunu bir idrak edebilse. Neler değişmezdi bu dünyada, neler yapmazdı bu gençler... Ben bu kâbusun içine dalmışken memurun gelişiyle toparlandım. Ve bakışlarımı çevirdim. Polis evrakları gelen memura verip ayrıldı. Şimdi, mahkum teslim memuruyla, aramızda bir masa vardı. Memur bir taraftan bana bakıyor, bir taraftan da sigarasını içiyordu.

—Hııımmm, diyerek dosyayı açtı ve sormaya başladı:

—Adın, sodayadın?

Söyledim.

—Suçun?


—İslâm'ı savunmak.

Şaşkın bir surat ifadesiyle;

—Ne demek o?

—İslâm'ı anlatmak, daha doğrusu İslâm'ı sansürsüz anlatmak.1 Haydaaa... Al başına bir hasta..

O anda taksim meydanında bazı vatandaşların satışlarını hatırladım. "Lavanta var hanııımmm" diyorlardı.

Bir de bohçacı kadınların bağırması: "Masa örtüleri, el

31

işlemeleri var hanııımmm".



Memur beni hasta ilân etmişti.

—Suçun ne hanım?

—Suçum dinimi kötüleyenlere karşı onu müdafaa etmem.

—Bırak şimdi bu safsataları, suçun ne?

—Dedim ya müslüman olmak.

—Ne yani biz gâvurmuyuz? Bizi niye hapsetmiyorlar? Suç işlersiniz, işlersiniz burada melek kesilirsiniz. Hadeee, suçunu söyle, yalan da söyleme dosyan elimde.

—Suçum, 163. maddeyi ihlâlmiş.

—Ne demek o?

Hayret bilmiyor, açıklıyorum.

—Laikliğe aykırılık.

—Bak bir de suçum yok dedin. Bundan büyük suç olur mu? Demek ki din işi ile devlet işini birleştirmek istemişsin. Bu zamanda din olurmu?

—O zaman siz dinsiz misiniz?

—Ne münasebet?

—Bu zamanda din olurmu dediniz, din olmazsa dindarda olmaz, öyle değilmi? Sizin sözünüzü söylüyorum. Hiç olmazsa "bu zamanda din olurmu" demeyin. Diyorsanız ki özgürsünüz, size biz hidayet veremeyiz. O zaman "Ben müslümanım" demeyin. Sizin açınızdan daha gerçekçilik olur bu!

—Benimle böyle konuşamazsın bayan...

—Siz konuşabilir misiniz? Beni yeniden mahkeme ediyorsunuz. Suçum ne olursa olsun, beni azarlamaya hakkınız yok. Ben mahkûmsam bu mahkûmiyetim, dört duvar arasında yaşamaktır. Tekrar hesap vermek değil.

—Sen de suçunu doğru dürüst anlatsaydın.

—Haklısın. Aslında nasıl suçlu olduğumu anlatmam lâzım. Evet ama bana neden suçlu-dediklerini anlatmam da suç olur. O suçumu anlatırken ikinci suçu işleyeceğim mecburen.

—Bırak edebiyat yapmayı. Demek suçun lâikliğe aykın-

' / 32


'ık. Rahat dursaydın bu cezayı almazdın.

Söylene söylene nihayet işlemleri bitirdi. Bir başka memur çağırdı.

—Al şunu götür.

İkinci memur bana bakarak:

—Suçun hırsızlık mı?

—Alnımda öyle bir yazımı var?

—Peki ne için geldin buraya seni camiden mi aldılar?

Bir taraftan yürüyoruz. Dördüncü kapı açıldı. Yine sordum: .

—Hırsızlıktan gelenlerin hepsi çarşaflı mı? —Hayır...

—Peki niçin hırsızlık damgası vurdunuz bana?! —Ne bileyim. Çarşaflılar için öyle derler de...

—O zaman niçin bütün çarşaflılar tutuklanmıyor hiç düşünmedin mi?

—Ne bileyim dedim ya. Öyle derler.

—Hep "derler" zaten. Ama ortada "derlerden" hiçbir şey yoktur. Bak kardeşim, ben dini bir kitab yazdığım için buradayım. Daha fazla hakaret etmeyin. Adam birden durakladı. "Özür dilerim bacı, geçmiş olsun, biz dindar insanlara karşı saygılıyız, benim ailemin hepsi beş vakit namaz kılarlar" dedi. Ve samimi idi de.

Derken, beşinci kapıya geldik, büyük anahtarlarla kapı açıldı. İçeri girdik. Bir yoklama. Ad, soyad ve suçum işlendi....

—Tamam, dedi memur. Bir sürü merdivenlerden sonra "ARAMA MAHALLİ" denilen yere geldik. Altıncı kapı... Aynı büyüklükte. Koca koca kilitler. Alışana kadar ürpertici. Açıldı girdik. Bu sefer yanıma başka bir memur verdiler. O memur da:

—Geçmiş olsun bacı. Seni gazetede okuyunca "Buraya gelir" demiştim dedi.

Onbeş metre yürüdükten sonra yedinci kapıya geldik. Kapıda dörtgen şeklinde, (Adını sonradan öğrendim) mazgal ka-

33

pisi var. Memur kapıya vurdu, mazgal kapısı açıldı. İçerden bir kadın sesi, hem soruyor hem kapıyı açıyor: —Kim o? '



Yanımdaki memur: —Mahkûm var.

Mazgal kapanıp büyük ve yedinci kapı açıldı. İçeri girdim. Birkaç kadın oturuyor. Bir kadın üstümü aradı. Derken bir mahkûm kadın beni aldı ve sekizinci kapıdan geçtik. Betondan bir bahçeye girdik. Beton bir meydan. Her tarafı beton. Önü arkası, sağı solu, altı ve üstü, sanki hava deliği bırakılmış gibi gökyüzüne bakan garip bir açıklık. Ama o açıklık bile beton hissi veriyor insana... Dokuzuncu kapıda kilit yok ve açık içeri girdik. İçerde ve bahçede kadınlar var. Mahkûm kadınlar...

—İşte burası... dediler.

Merdivenlerden yukarı çıktık, karşıma kocasını öldüren Dilber çıktı.

—Bizim yanımıza gel, dedi.

Beni merdivenin başından aldı. Koğuşa doğru götürdü, nihayet koğuşun sonuna gittik. Bir de kızını küçük yaşta nikâhsız evlendiren Ayşe Baysal adında bir hoca hanım vardı. Beni yanlarına aldılar. Bir ranza verdiler. Bu ranzayı Ayşe Bay-sal'la paylaştık. Ve ranza ya oturdum.

Şöyle etrafıma baktım, bir sürü turist kızlar var. Meğer turist zannettiğim kızların içinde dört turist kız varmış, gerisi bizim turistlermiş. (!)

Ranzamın üstünde alman eroinci Vera var. Onun tam karşı sırasında torbacı (esrarcı) var. Sağımdaki yatakta, namusunu kirleten adamı öldüren Nigâr Parlak var. Onun üst ranzasında iki çocuğu öldüren (kurt kadın) denilen Gülizar El-bir var. Karşı sırada esrar suçundan tutuklu bulunan İsrailli Raşel... Öteki ranzalarda dinime küfreden küfür ehli kefereler... Hırsızlar... Fuhuş ehli vs.

Sonra şöyle bir etrafa baktıktan sonra, abdest alabileceğim yer olup olmadığını sordum. Öğle namazı geçmek üzere idi.

34
Dilber "Var" dedi. Bana yer gösterdi. Namazımı kıldıktan sonra, Ayşe Baysal karnımın aç olacağını düşünerek sofra hazırladı.

Yatağın üzerinde yemek yeniyormuş. Gazete kâğıdını yatağa serdi.

Bir de baktım ki Ayşe hocanın elinde konserve kutusunun kapağı var. Onunla soğan doğruyor. Hayret ettim ve sordum.

—Niçin bıçakla doğramıyorsunuz? Ayşe gülerek cevap veriyor: —Burası cezaevi. Buranın bıçağı bu. —Niçin bıçak vermiyorlar?

—Yasakmış. Ben de ilk defa geldiğimde çok şaşırmıştım. Sonra alıştım. Sen de alışırsın. Duur merak etme daha nelere alışacaksın...

Tabii alışacaktım. Alıştım bile...

Biz yemek yerken birkaç mahkûm suçumu sordu. Söyledim. Ben de onların suçunu merak ediyordum. Yanımdakile-re sormaya başladım.

Eski mahkûmlardan torbacı diye anılan bir kadın suratını asarak çıkıştı: "Sana ne bizim suçumuzdan?" Bir mana verememiştim bu azarlamaya. Dur bakalım Emine bu azarın sonundan ne çıkacak.

O gece Dilber Hanım 'in derdini dinledim. Çok düşünceli, dertli bir anne idi. Kocasını öldürmüştü. Fakat İslâm'a göre katil olurmu bilmiyorum. İslâm devletinde ölümü ha-kedenleri devlet öldürür. Şimdi Dilber istemeyerek öldürmek zorunda kalmıştı.

Anlattı o korkunç hayat hikayesini. Bin sene ömrüm olsa bunları duyamazdım, duysam da inanamazdım. Yazmamı istersiniz değilmi? Mümkün değil. Asla anlatılabilecek cinsten dertler değil bunlar.

Biliyorsunuz hayatın kendisi aslında korkunçtur. Onu güzel yapan bazı müeyyideler vardır. Bir kişi veya toplum o müeyyidelerden haberdar değilse orada güzellikler barınamaz oiurü

35

Dilber Hanım yuvasında da barınamamış. Önceleri (dindar iken) efendi bir öğretmen olan Dilber'-in eşi gün gelmiş dinsizleşmiş. Başlamış din bir vahiy değildir, İslâm çağ dışıdır, sen neden ekmek kırıntılarım tuvalete dökmüyorsun? gibi hakaretler yapıyormuş. İşte size sadece bu kadarını anlatabilirim. Gerisini siz düşünün demiyorum. Düşünmeyin çünkü bulamaz anlayamazsınız. Biliyorsunuz bazı dinsizlerin iç yüzleri dışları gibi değildir. Tabii birçok dindarlarında!..



Ayşe Baysal da yaralı. Hep çocuklarım düşünüyor. Kızı Mine'yi Ahh Mine... Yaktın anneni de kendini de. Bunları görünce kendi kendime hemen yazmaya başlayayım dedim. Fakat nerde ve nasıl yazacaktım. Gürültü, patırtı, en iyisi biraz daha bekleyeyim.

Yazacağım, mutlaka yazmam lâzım. Şu gerçeğe inanıyorum ki, ben cezaevinden çıkınca cezaevini anlatmamı isteyenler çok olacak. Bu konuda ben çok meraklıydım. Dünya yolculuğuna çıkan insan, gezip görmeden dünyayı anlamadığı gibi, dışardan olan insanlar da cezaevini görmeden anlayamıyorlar.

Ne demiştim, hapishaneye giren insanı dışardaki çok me-rakediyor hiç unutmam Sadık Albayrak cezaevine girmişti, günlerce ağladım. Her gün Milli Gazetede onun hakkında yazı görmek isterdim.

Bir hafta kadar yazdılar. Aylar sonra iki kelime, bir daha Sadık Albayrak'ın "s"si bile yazılmadı. Halbuki batıl davaları uğruna çalışanlar, hemfikirlerinden birisi hapse girdimi, onun hapse girişini yıllarca konu yapıyorlor... Şundan, bundan dolayı hapsedildi, diyerek hem kendi fikirlerini, hemde hapsedenleri tanıtıyorlar. Ama biz, bu konuyu henüz anlayamamıştık galiba... Devamlı gazetede Sadık Albayrak'la yapılacak röportajı bekledim.Aylar geçmişti, hâlâ bir haber yoktu. Hep bekledim, fakat çıkmadı. Nihayet cezasını çekmiş, hapishaneden çıkmıştı. Heyecanla gazetede çıkacak olan yazısını bekledim. Bir hafta, on gün yazmadı. Tam hatırlamıyorum ama kısa müddet sonunda, baktım bir makalenin im zası "Sadık Albayrak" diyor. Çok sevinmiştim. Makalenin başlığını okuyunca hayal kırıklığına uğradım. Makalenin baş-

36
lığı "Emperyalizm" ile ilgili bir şeydi. Halbuki ben "Yıllar sonra sizinle" gibi başlıkla zindanda geçen günlerinden, bahsedecek zannetmiştim. Halbuki tam tersini yazmıştı. Sanki hiç okuyucusundan ayrı kalmamış gibi. Bayağı üzülmüş hemen mektup yazmıştım. "Niçin zindan hayatından söz etmiyorsunuz? Halbuki biz heyecanla bekliyorduk" diyerek duyduğum üzüntüyü dile getirmiştim.

Hakeza Şule Yüksel Şenler'den de aynı merakla "Orada neler gördün abla anlatırmısın?" diyerek dokuz aylıkzin-dan hayatını dinlemek istedim. Şule abla biraz anlatmıştı. Şikâyeti çoktu Şule ablanın. Ençok şikayeti de idarenin durumu ve mahkûmların içinde çok terbiyesizlerin oluşuydu.

Zeynep Gazali ablamız da bir kitap yazdı. Onu da büyük bir m'erakla okudum.

Bende bunca merak niye vardı? Meğer kaderde buraya gelmek varmış. Rabbim daha beterinden korusun.

Neticede buralardan bahsetmemi gerektiren, ikinci konu siz muhterem okuyucularımın merakını gidermek içindir. Kendime göre pay çıkardım. Buradaki durumları yeri geldikçe anlatacağım... ve bazı mahkumları.

Kimler mahkûm değil ki? Şöyle bir düşününce insan şu gerçeği görüyor. Günümüz Türkiyesinde herkes bir şeylere mahkûm. Hatta dünyamız, kadınımız, erkeğimiz... Allah'ın emri tatbik olmadığından hayvanlar bile mahkûm. Şöyle fıtratı gereği gidip yeşil otlardan gönlünün istediği gibi yiyemiyor. Sünni yemler, sunni sağılmalar, sunni ışıklar. Kaldıramayacağı kadar çok yükleniyor. Günde bir yumurta yapma özelliğine sahip tavuğu, ışık yolu ile aldatarak iki yumurta yaptırıyorlar. Zavallı hayvanı yormak şartı ile sömürerek ona rahat yaşama hakkı vermeyenler, o tavuğumahkum etmiş sayılmazlar mı? Mahkum oluşuna sebep istediği gibi fıtratı gereği yaşayamaması değil midir?

Arı daldan dala, çiçekten çiçeğe konmak ister. O öyle yaşarsa mes'ud olur. Fakat sömürgeci beyinler, onu da çiçeğinden ayırıp şekere mahkûm ediyorlar.

Herkes istediğini yapması lâzım anlamında değil, sözümüz. Allah (cc) fıtratları ve onun nasıl yaşayacağını tanzim

37

etmiş. O tanzime uyutmuyorsa, fıtratın tartmayacağı dengesizliği ve o dengesizliğin verdiği korkunç hatayı göreceğiz. Bazen de o batakta batacağız. Fakat Rabbül Aleminin lütfü ki tam olarak kaybolmadık. Allah'ın koyduğu kanun bozulursa her şey ona göre bozulur. Sünni beslenme ile beslenen arının balı ne kadar faydalıdır ki?!



İslama göre hürlük ve mahkumluk çok farklıdır. İslama göre mahkumlar bazen de çok (hür!) olanlardır. Bazı Avrupa ülkeleri bu durumdadır. Bu ülkelerde ne fıtrat, Ne Allah (cc)'ın kanunu... Hiç birini düşünmek yok.. En ufak yasak görmeyenler, yaptıkları yasaklardan da bıkınca, başka yasak, derken iyice sapıtmaya, çıldırmaya ve intihara koşmaya başlamışlardır. Demekki hiç bir sınır tanımayacak kadar özgür olmak da mahkûmiyettir. Çünkü insan ruhunun ihtiyacı dışında kalan yaşantı, ruhları parçalayacak, fıtratın kapasitesinden ağır yük altında ezilecektir. İşte dünya gençliği, ezilmiyor mu? Çıldırmıyor mu? Uzağa gitmeyelim. İşte Türkiye... Gayri resmi olarak her istediğini elde eden gençlik bunalımda değilmi? Mademki bunalım var, o halde orada mahkûmiyet var! (Allah'ın emrinden sıkılan da nefsinin mahkûmudur.)

Mahkûmlar bitmez. Mahkûmu kolay tanıyoruz. Çünki çok mahkûm görüyoruz. Fakat Allah'ın dediği özgürlüğe sahip olan görmedik gibi bir şey. Bir tek yıldızlarla ay vardı. Onu da yavaş yavaş göstermelik duygular yüzünden bölünmeye mahkûm ediyorlar!!!

38

Neye Üzülürsün



O gün yazdıklarımı beraber okuduk. Daha ilk giriş olmasına rağmen, kısmen görüyorsunuz manzarayı. Her suçtan insanlarla beraber olacağım belli oluyor... Suçlar bir yerde önemli değil de, ya delilerle beraber aynı yerde oluşumuza ne dersiniz?.. O kadar sorumsuz bir adaletsizlik olurmuydu Allahım... Bizim orada zaten moralimiz bozuk, bir de delileri koğuşumuzda tutuyorlar. Halâ unutamam bir deliden yediğim tokatı. Yüzümün ortasına aniden bir vuruşu vardı ki sormayın. Akıllının bile akimin olduğundan şüphe edilen yer-, de, deliler koğuşta kol!gezdiriliyordu .Şahsen gece uykumdan korku ile uyandığım çok oldu. Birgün baktım, iki deliden uzur boylu olanı gelmiş yorganımı açıyor. Gözümü açtım, birden bire korktum tabii... Daha : enide girmişim cezaevine... Kfm kimdir tanıyamıyorum. Zira iki deli var 135 akıllı... Fakat delilerin yaptığı küfürün, bağırmaların aynısını akıllıların bazılarından da duyuyorum. Tabii benim şaşkınlığım hiç geçmiyor. Zira sin-kâf ile küfreden kadın ilk defa görüyorum.

Daha sonra birçok konulara alıştım. Delilere bile alıştım. Çünki baktım ki oradaki deliler dışarıdaki "akıllılar" kadar zararlı değillermiş!.. Bir günlüğümden kısa bir kesit alıyorum buraya.

Şu anda ranzamda oturmaktayım. Biraz önce koğuşu gezdim. Kadınların suçlarını merak ediyorum. Beton bahçeye çıktım, sağı, solu, güneyi, kuzeyi, zemini beton. Oradan gökyüzüne bakınca insan gökyüzünü bir maden gibi bakır zannediyor.

Biraz dolaştım bahçede. Benim tam tesettür halim mahkûmlara yabancı geldi. Bazı iyi ve hanım mahkûmlar yok değil tabii.. Bana gıcıklarda çok. Biraz önce bana yapılan hakaretlerden ben bunu çıkardım. Bana hakaret ediyor ve akla gelmedik kelimeler söylüyorlardı. Daha iki gün oldu geldiğim. Hemen mahkumların nefretini kazanmak istemiyorum. Sa-

39

bir Allahım sabır... Ancak bu hakaretlere tahammül edilir gibi değil. Öyle çirkin hakaretler, aman yarabbi... Müslüman kendini neden hiç tanıtmamış. Dinsizlerin bile nasıl yaşadığını bilenler, müslümanı bilemiyor, tanıyamıyorlar. Suçlu kim?



Suçlu bulunmazsa suçun sonu gelemez!!! Duvar bahçede ne mi oldu? Daha ilk günler olduğu için, mahkûmlar merakla soruyorlar. Hırsızlıktan gelen bir kadın yanıma yaklaştı:

—Sen mevlüt okurmusun? Daha ben cevap vermeden kendisi cevap verdi: —Ne para kırmışsınızdır Allah bilir. Bir mevlüdü kaça okursun?

Ben yine cevap vermemiştim ki kadın acaib bir lâf etti: Sizi siziiii... Sizi peçe altında yapmadık kötülük bırakmayanlar sizi... Ben biliyorunr... Kimbilir kaç kişiyi efsunla-dında buraya geldin. Allah razı olsun devletimizden, size nefes aldırmıyor. Hele Kenan Evren yok mu, vallahi sizden öyle nefret ediyor ki anlatamam. Ama adam haklı. Neme lâzım... O da öyle olmasa siz boş durmazsınız.

Sabırla dinledim ve kitaba yazamayacağım suç olabilecek cevaplar verdim. O kadına cevap verirken başka bir kadın yanıma yaklaştı. Ağzında sakız patlata patlata sordu: —Sen falcımısın hanım? Güldüm.

—Falcıya benziyormuyum? Falcıların çoğu örtüyü istismar ettiklerinden! benzetiyor.

—Tabii benziyorsun. Allah aşkına benim falıma ba-karmısın?

—Neyle bakayım?

—Sen ne ile istersen. İstersen el falıma bak. 1 —Ben falcı değilim ki. Ben müslümanım.

Onlara kızmıyorum. Müslümanlar olarak ektiklerimizi biçiyorduk. Kızmaya ne hakkım vardı ki. Elin oğlu çalışmış,

40

istediği gibi göstermiş müslümanı. Müslüman da çalışıp kendi kendini tanıtmasını bilseydi ya...



Sağdan, soldan bir sürü lâf atıyorlar. Kimi:

—Hücumusun hanım? Hû çekerken yakalanmışsın. An-latsana nasıl hû çekiyorsunuz?

Bir başka kadın:

—Sen büyü yapmasını bilirmisin? Hadi be, bana bir büyü yapta sevgilim bana aşık olsun. Sana istediğin kadar para vereceğim., diyor.

Gülermisin ağlar mısın!

Ben büyü yapan sahtekârları tutsam bir avuç suda boğmak istiyecek kadar onlara sinirleniyorum. Aynı şey bana söyleniyor. Kadına büyü yapmanın çok büyük günah olduğunu söyledim. Büyü yapan da yaptıran da müslüman değildir, ta-ki tevbe edene kadar. Dedim. Fakat şaşkın şaşkın soruyor:

—O halde sen niçin cezaevine geldin? Büyücü değilim diyorsun. Fala bakmıyorsun. Eee suçun ne?

Kitab yazdığımı söylüyorum. Kadın yine şaşkın:

—Hadi canım sen de... Senden yazar mı olur? Kime yutturuyorsun. Yazarlar böyle giyinmezler. Yazarlar senin gibi konuşmazlar. Sen de benim gibi hayal kuruyorsun galiba. Ben de Türkân Şoray'ım diyorum ama kimse bana inanmıyor.

Yazar dediğin Nazlı Ilıcak gibi olur. O burada yattı. Hem de ona özel oda verildi. Kapısı bile ayrıydı. Ne kadar şık giyinirdi. Makyajı, takma kirpiği, herşeyi tam yerinde idi. Sen öylemisin ya. Yukarda herkesle aynı yerdesin. Yazarsın da senin niçin özel odan yok? Niçin böyle giyiniyorsun?

Soru üstüne soru. Kadın kararını vermişti... Sonunda: —Bana bak kız, senin suçunu öğreneceğim... Yine güldüm.

Altı aydır devamlı düşük olan tansiyonum ve migren ağrılarım hiç üzerimden gitmediği için fazla konuşmuyor, sadece dinliyordum şimdilik.

41

Tekrar yukarı çıktım.



Kapıdan çağırdılar. Tekrar aşağıya indim. Beş adet telgraf verdiler elime.

Biri babamdan biri esimdendi. Baba değilmi. Bir sürü iltifatlar etmiş, daha sonra da: "Gazan mübarek olsun yavrum. Sakın üzülme. Allah sabır versin." Baban Mehmet Şenlikoğlu, diyerek bitirmişti satırlarını...

Diğerleri din kardeşlerimdendi. Onlar da aşağı yukarı aynı şeyleri söylüyorlardı. Tekrar yukarı çıktım. Yemek yiyemiyor-dum. Yesem de alışana kadar midem bulanıyor, bana çok büyük emeği geçen Ayşe Baysal, Feride Salman ve Dilber Hanım

yalriış anlarlar "bizim pişirdiğimizi beğenmiyor" derler diye belli etmeden bir kaç lokma yiyordum.

Tansiyonum iyice düştü. Ayakta pek gezemedim. Daha cezaevinin ne olduğunu anlayamadan mektuplar yağıyordu.

Postada devamlı Emine Şenlikoğlu okundukça, bazı mahkûmlar adeta beni dövecek gibi sinirleniyorlardı.

Bir mahkûm beni gördüğü halde söylendi yüzüme baka

baka.


—Bu Şenlik belası da nerden çıktı? Posta ona çalışıyor

ayol.


Bu kadar mektup bir kişiye nasıl gelir hayret. Kıskanmalar... Fıttırmalar... Bana gelen mektupların bile hesabını vemek durumundayım.

Şimdilik durum karışık. Pek huzurlu olamayacağım galiba. Zira bazı mahkûmlar da halkın, cahil tabakanın anla-yamıyacağı şekilde dine saldırı yapıyorlar. Meselâ geldiğim günden beri küfür edenler hariç (ki küfür edenler, kibarca saldıranlar kadar beyin bulandırmıyorlar). Şu sözleri çok kullanıyor Jbirisi:

A-Yemin etme. Ben yemine inanmam. Söz ver yeter. (Kasıtlı söylüyot kefere)

—^e duası istiyorsun? Duaya ihtiyacın olack kadar aciz-

42

inisin? diyor.



—Kızım kaderi suçla. Seni buraya düşürdü., diyor.

Daha neler neler. Dün gece bu sözler yüzünden için için ağladım. Doğrusu ağlamak bazen insana şifa oluyor.

Evet ağladım.

Beni hapsedenlere göre ben, burada akıllanacak bir daha "suç" işlemeyeceğim.

Bilmiyorlarki ben bir daha "suç" işlemiyeceksem hayatımın en büyük suç'unu yapmış olacağım!..

Hayır, hayır. Ben suç işlemiyeceğim! "Suç" işleyeceğim. Çünkü ben bir şeriatçıyım. Şeriatçılar da daima "Suç"lu olurlar. Devran böyle devam ettiği süre ben hep "suçlu" olacağım. Olsun yeterki Rabbimizin izinde suçlu olmayalım. Yeter ki, davaya ihanet etmeyelim.

43

Ara Sohbeti



Evet ilk günlerde yazdığım, günlükten birini daha okuduk. Şu anda o günleri yeniden yaşar gibi oldum. Ne de olsa insan etkileniyor. Bir sürü hakaret, ve bu hakaretlere dayanmak zorundasın. Kolayını? Hayır... Onun için bir gün cezaevine girerseniz, Allah göstermesin ama gösterirse, bacınızın bazı tavsiyeleri olacak size. Zaten bu kitabı yazmamın gayeleri arasında bu mesele de var. Bana diyorlar ki "Bacı bize cezaevini anlat. Filimlerdeki gibi mi?"

Gerçi her olayı kaleme almadım. Daha doğrusu alamadım. Bazan yazacak yer bulamadım bazan sıhhatim müsait olmadı. Fakat bunlara rağmen, ben elimden geleni yapacak, Türkiye'nin perde arkasını, kısmende olsa anlatacağım!..

Biliyorsunuz bazı konularda yasaklar var. Siz bakmayın Türkiye'de fikir özgürlüğü var diyenlere. Türkiye'de sadece "Fikir özgürlüğü var" demek özgürlüğünden başka bir özgürlük yok. O kadar yok ki bakınız bir cezaevinin içine ait düşüncelerimi dahi rahat yazamıyorum. Siz bu şartları göz önüne alırsanız daha güzel neticeye ulaşmış olursunuz.

Savcı bir gün gardiyana beni çağırtıp dedi ki: Emine hanım size saygım var, onun için bir tavsiyede bulunacağım. Ka-fandaki fikirleri değiştir buralara bir daha düşme." Ben de ona dedim ki: "Hep tavsiyeleriniz kafandaki fikirleri değiştir şeklinde oluyor. Neden bu fikirleri engelleyici maddeleri değiştirilip, sizin gibi iyi insanlar buralara düşmesin demiyorsunuz?" dedim. Bana ummadığım cevabı verdi. "Valla benimde aklım ermedi. Türkiye'de önüne gelen bir kanun yapıyor ve geçici madde koyuyor. Türkiye bu... Ne olacağı hiç bilinmez." Evet bilinmez savcı bey. Şu sözleri ben söylesey-dim İslâm devleti istediğim gerekçesi ile mahkemeye verilirdim. Ama siz yine masumsunuz... Siz suçlu olmazsınız. Çünkü siz, Türkiye Cumhuriyetini bekliyorsunuz!

Savcı sadece güldü. Biliyordu ki bizden korkuyorlar. Düşünüyoruz çünki. Herkesin isteğine göre ısmarlama da düşü-

44

nemiyeceğimizi biliyorlar.



Evet, cezaevini ve şartlarını bir müslümanın çok iyi bilmesi lâzım. Çünkü harcanma ihtimali çok büyük. Kurnazlıktan uyanıklığa kadar hepsinin geçtiği yerde bir tek saflık geçmiyor. Bir deyimle bozuk para gibi harcanıyor insan. Hele de Çanakkale gibi tamamı denecek kadar komünist, dinsizlerin olduğu yere düşerseniz, tamamen yalnız kalacaksınız. Yemek arkadaşı hariç sohbet edecek bir Allah'ın kulu bula-mıyacaksınız, demektir. Neden mi? Sen dine can verirsin onlar dine inanmıyor. Sen Allah'dan bahsedersin, daha doğrusu etmek istersin, imkansız olur kim dinleyecek... Kendi fikrinde bir kişi yok. Günlerce konuşmaya hasret kaldığınız günler olur. Sadece bazı tartışmalar yapabilirsin, o da binde bir, birinin canı isterse olur. Konuşabilmenin ve bir kafa ve fikir yapında birinin olmaması seni sıkar, sıkar, öyle bunalıma iter ki, cezaevinde iç içe cezaevlerine girersin. O zaman bazı beğenmediğin müslümanın kıymetini anlarsın. Ya beynini nasıl idare edeceğini bilmiyorsan, işte yandın demektir. Belki de şuurun kısmen bozulup çıkarsın oradan. Öyle ya bir cezaevinin içinde senden hiç kimse yok. Bütün mahkûmlar senin fikrine karşı çıktığı, senin zihniyetine düşman olduğu gibi devlette sana düşman. Düşman ki sana kızmış, seni hapsetmiş...

Neticede şunu söylemek için bu konulan açtım. Hani biraz önce bacınızın bir kaç tavsiyesi olacak demiştim ya. Önce cezaevi şartlarını ve mahkûm psikolojisini anlatmam lâzım ki tavsiyelerim yerinde olsun. Size onun için temiz insanların nasıl psikopat olduğunu anlatacağım becerebildiğim kadarı ile.

Önce şu gerçek biline ki cezaevinde adaletin (A) sı bile yok, ve olamaz da. Çünkü kuvvetli görünenlerin tekelindedir cezaevleri. Erkekler koğuşu da para babalarının elinde imiş. Zaten kadınlar koğuşunda yapılan konuşmalar, bir kadın gardiyanın erkekler koğuşundaki bir erkekten mektup alıp erkeğin istediği kadına getirilmesi, parası olanların bu parayı insanları satın almak için nasıl kullandıklarını gösteriyor. Birde bu insanlan kendi koğuşunda düşünmek hiç te hoş olmaz. Belki bu satırları okuyan gardiyan hanımlar ve cezaevi savcıları bana kızacaklar; "Biz ona iyi davrandık o cezaevimizi

45

batırıyor" diyecekler. Fakat ne yapalım: "Gelenin keyfi için gidene kalkıp sövemem" şiarı biz müslümanları ta ezelden beri öyle kaplamışki, hiç birimiz "Bana iyi davrandı o halde bu öküzün boynuzlu olduğunu söylemeyeyim" dedirtemez. Öyle olsa benim iyiliğini gördüğüm komünistler bile olmuştur. Dışarıda dinime küfreden bir zihniyeti, içeride bana yardım etti diye okşayamam. O zaman dinime saldırıdan daha çok kendime saldıraya önem vermiş olurum. Eğer küçük iyilik yüzünden gebe kalacak olursak ömür boyu insanlara gebe kalmaktan geri duramaz ve o iyiliklerin boyunduruğu altına gireriz. Çünkü yakın tarihimizde öyle dindarım diyen dinsiz, kitapsızlardan iyilik gördük ki, yaptığı iyilikler neticesi, kötülüklerini, utanarak görememezlikten geldik! "Nankör olmayalım" duygusu ile, inancımıza yapılan saldırı ve kötülüklere ses çıkaramadık. Neden? Hepsi yapılan iyilikler yüzünden. Bir taraftan iyi niyetimizin ezikliğini çektik, öbür taraftan yaptığı iyiliklerin unutulmasını istemeyen sık sık, "İyi ki size iyilik.yaptım ben olmasam ne_yapardınız" edası ile müslümanın tepesine binenlerin vicdana verdiği baskı ile ezildik. "Aman... çok iyiliği yar ses çıkarmayalım" diye diye bu hale geldik. Unutuverdik yılanların bile bir iyi tarafı vardır. Bazan panzehir olabilir. Ama yılan yılandır yine de!



Söz buradan açılınca aklıma gelen bir fıkrayı anlatmak istiyorum.

Şemsiye Hikayesi

İyilik yaptığı için kendisine minnet duyulmasını isteyen bir adama, bir gün bir misafir gelmiş. Oturmuşlar sohbet etmişler misafir kalkmış giderken yağmur yağıyormuş. Ev sahibi misafire bir şemsiye vermiş. Misafir teşekkür ederek şemsiyeyi almış. Ertesi gün karşılaştıklarında ev sahibi ilk sorusunu sormuş. "Yahu" demiş "Sana dün şemsiye vermeseydim ne yapardın?" Misafir: "Ya... Sağol iyi ki verdin. Teşekkür ederim." demiş. Tekrar bir gün yine sokakta karşılaşmışlar, adam yine: "O gün sana şemsiye vermeseydim ne yapardın?" demiş. Adam yine teşekkür etmiş. Aradan altı ay geçmiş yine karşılaşmışlar. Adam daha merhaba derdemez yine

46

sormuş: "O gün ben sana şemsiye vermeseydim ne yapacaktın?"



Bu sefer çok sinirlenen adam, kış ortası orada bulunan havuza atmış kendisini "Sen şemsiyeni vermeseydin işte ben böyle ıslanacaktım." demiş.

Eğer biz geçmişimizde küçük bir iyiliği olanlara boyun eğmeseydik onlara ölmek şartı ile de olsa şöyle ferman ederdik: "İşte böyle şehid olurduk" derdik. Demedik diyemedik... Fakat artık biz geçmişin oyununu sergilemiyeceğiz inşaallah.

47

Babamın İlk Mektubu



Sevgili Kızım Emine,

Selam eder, gözlerinden öperim. Nasılsın evlâdım? O gün Devlet Güvenlik Mahkemesi'nde ceza aldıktan sonra birlikte Sağmacılar cezaevine gitmiştik. Sen cezaevi kapısından içeri girdikten sonra, cezaevi bahçesinden bana doğru gülerek bakıyordun. Bana üzülme anneme de selam söyle, sakın beni düşünmeyin. Ben bir katil, hırsız veya cani değilim. Allah yolunda bir kitap yazdığım için hapse konuluyorum. Ben de size; bugünler gelir geçer, seni buraya koyan dinsizlerle mahşer günü hesaplaşırız inşaallah demiştim. Sizden ayrıldıktan sonra eve geldim. Biraz düşündüm, biraz da ağladım. Neye ağladım ki senin cezaevine kapanmandan ziyade, İslâm'a yapılan hakaret ve saygısızlığa ağlamıştım. Yazmış olduğun kitabı iki gün okudum ve bitirdikten sonra, bu kitaptan dolayı ceza almana şaşırdım doğrusu. Yine düşündüm ki, bundan evvel birçok müslümanlar da İslâm davası uğruna hapislere atılmışlardı. O zaman hapse giren benim oğlum veya kızım değildi. Ağlamak şöyle dursun o din kardeşlerimin halini hatırını sormaya bir kere olsun yanlarına gidemedim. Ben benden utandım. Müslümanlara karşı bu kadar zayıf oluşum beni kahretti. İnşaallah bundan sonra seninle birlikte hapishaneye suçsuz girenlerin halini hatırını soracağım. Ben de hapse girmiştim biliyorsun. Milletvekillerine hakaretten. Bak işte ölmedim. Hapisten çıktım.

Kızım Emine, haftaya ziyaretine geleceğim inşaallah. Ben geleceğim ama annen bir türlü gelmek istemiyor. Ben onu demir parmaklıklar arasında göremem, diyor. Kızım sen annene cezaevinde iyi olduğunu yaz. Az da olsa üzüntüsü hafifler. Kızım başka ne diyeyim. Yakinen seninle ilgileneceğim. Hiç merak etme. İslâm davası uğruna peygamberler, erenler, nice veliler hapishanelere zindanlara atılmıştır. Zindanlarda yatanların ruhları cennette, öbür zalimler ise cehennemde yaptıklarının karşılıklarım görecektir inşaallah. Bunları sen ben-

48

den çok daha iyi biliyorsun. İnşaallah birgün gelecek o zalimler utanacaklar. Kızım, aslında senin ceza almanda bizimde payımız var. Bizim gençlik yıllarımızda İslâmî şuur verilseydi bize, biz İslâm için çalışır, sende bu gün cezaevine girmezdin. Bunu biliyorum ama elimden ne gelir.



Mektubuma burada son veriyorum. Cezaevinde bulunan kardeşlerime selam söyle. Nice mektuplar yazmak dileği ile Allah'ın selamı üzerine olsun yavrum.

Baban; Mehmet Şenlikoğlu

27.2.1986 Perşembe. Bugün biraz rahatsız olduğum için, Cerrahpaşa Tıp Fakültesine gönderdiler Bugün ilk defa (cezaevine gireli) caddeye çıktım. Bildiğiniz Aksaray, Fatih caddelerinden geçtim. Caddelerden... Ellerimde kelepçe... Neyin içindeyim biliyorsunuz? Dört tekerlekli bir hücrenin içinde... Evet bir yürüyen hücrede gidiyorum. Korna sesleri duyuyorum. Fakat nerde olduğumu bilmiyorum. Çünkü beni götüren dört tekerlekli hücrede dışarıyı görebilecek en ufak bir pencere yok. Hatta o kadar ki kalem girecek kadar, küçük delik olsa tek gözle caddeyi görmeye razıyım. Ne kadar kahredici bir durum ya Rabbi!.. Kendi yurdumda caddeyi göremiyorum. Kendi caddem benden saklanıyor. İnsanın taaa ciğerden yanmaması için, ciğersiz olması lâzım. Ayaklarım donmuş, dişlerim birbirine vuruyordu. Çünki dışarıda bu yıl ilk defa kar yağıyor ve de çok soğuk. Evet üşüyordum. Üzerime iki kapı kilitlenmiş, kapıların altından, nerden geldiği bilinmeyen, rüzgâr esiyordu. Derdimi kime anlatacaktım ki? Ben bir mahkûmdum, mademki mahkûmum o halde cezamı (!) çekecektim. "Suç" işlemeseydim ceza çekmez, bana gül gibi bakarlardı (!). Fakat şu anda bu cezaya müstehak idim!!

Evet kardeşim, ben bir "suçlu" mahkûm, sen de bir başka türlü mahkûm. İkimiz de bu gün çile içindeyiz, çünki dün çileyi bilmiyorduk. Bugün çile içindeyiz, çünki yarın çile çekmeyeceğiz.

Evet, Fatih'in fethettiği İstanbul'u göremiyorum. Gösterilmiyor, hücrede bir müddet düşündüm, o kadar çok şey düşündüm ki anlatamam. Tarih'i, dün ;ihad edenle etmeyen-

49

leri, midesinin uşağı olanları, mezarı, ahireti, dünyaya gelişi, Afgan'ı, İran'ı, dünyanın her yanım ve Türkiye'yi... ve seni ve seninle beraber beni. Geleceği ve çok çalışmak gerektiğini. Elimde kelepçe var. Yakama taktığım kalemi iki elimi yakama götürerek aldım. Elimdeki selpaka ö karanlıkta, hücrenin tavanından sızan iplik gibi ışığın sayesinde şiir yazmaya başladım. Öyle duygulardıki hepsi birden boğazıma düğümleniyor. Yazmak istedim. Hani sürahi gibi ağzı dar, karnı geniş eşyalara para doldururuz da çıkarmak isteyince, onu baş aşağı yaparız, para veya hçrhangi bir şey hepsi birden, şişenin ağzına gelirde yığılır ya, hepsini birden çıkarmak isterken, hiç biri çıkmaz. İşte ben de öyle olmuştum. Her şey dilime kadar geldiğinden birşey yazamıyorum.



Nihayeti becerebiîdiğim kadar, kahır gözyaşı ile yazmaya başladım. Yazdım... Yazdım...Kâh sitemli, kâh dua... Yazdım ama..

Her günüm böyle çileli değil tabi. İşte buna benzer olaylar

insanı kahrediyor.

Sonra birkaç yere uğradı hücreli araba, saatler sonra has-tahaneye geldik. Lapa lapa kar yağıyordu. Yere indik... İlk defa aylardır toprağa basıyordum.

50

Aylar Sonra



Burası Sağmacılar cezaevi, kadınlar koğuşu. Aylar oldu buradayım. Gürültü de öylesine çok ki, aman yarabbi, nereye gitsemki? Hiçbir yere gidemem. Bu gürültüye tahammül etmeye mecburum.

Bugün cumartesi. Ziyaretçi umudumuz yok. Burada en önemli sevinç vasıtası ziyaretçiler. Bazıları için para mektup umudu halâ daha var. Mahkûmlar ikidebir söyleniyorlar. "Gözün kör olsun posta nerde kaldın". Bir ötekisi: "Amaan be kızım bana ne sizin postanızdan, sanki bir Allah'ın kulu varmı bana iki kelime yazacak?" Arkasından derin bir ah çekiyor: "KÖR OL ...ZAL KÖR OL, bir af çıkarmadın gittin." Hemen psikopatın biri cevap veriyor: "Sen çok biliyorsun. Gelirsem saçını gözünü yolarım kahbe... Bak hocalar bile hapse atılıyor ...ZAL suçlu değilde kim suçlu?"

' "Hadi kızım hadi, kimb'lir ne suç işlemiştir. Bu hocalar varya kadınların göbeğine muska yazıyorlar o zaman tutuklanıp gelmiştir." "Yok ya... Yazar diyorlar.. Başbakana mı, cumhurbaşkanına mı ne karşı çıkmış." "Hadi be ordan.. O salak mı yazar.. Ayol o bana bile karşı gelemez, geçen gün ani ona ne kadar hakaret etti, o ses bile çıkarmadı "Sen haklısın haksız olanlar utansın" dedi. Böyle bir kadının devlete karşı gelebileceğini, rüyamda görsem inanmam."

Devam ediyor konuşmalar. Tutarsız bazan acınacak haller. Bazan gülünecek haller. Âsu ters ters bana bakıyor. "Acaba yazacak mı?" diye arkadaşına soruyor. Üst ranzamda Alman Vera var. Eroinden yatıyor. Bazan söyleniyor da "...ZAL VAR ÇOK KÖTÜ." Benim var arkadaşlar. Hepsi Türkiye geliyo, içiyo esrar, eroin, bişe yok. Ben içiyo hapis. Bu Özal ben an-lamıyo. ..ZAL yok başka başbakan geliyo o da benziyo ...ZAL."

Bu arada bir ses:

-Kızlar hadi oynayalım.

51

—Oynayalım. —Kahrol karaduman. —Muhalefet ne diyorsun? —Ekonomimi?



—Ben olmuşum ekonomi. Bana ne ekonomiden. Biz kendimizden geçmişiz.

—Kızlar yavaş olun ne olur. Artık dayanamıyorum, gürültüden beynim uğulduyor...

—Dayanamıyorsan alıp başını gidersin. —Hasta var hasta. —Karavana geldi.

—Aman nasıl olsa bana çöpleri kalır. Ye kürküm ye. Zengin zaten zengin. O kantinden de alır. Bari karavana fakire kalsın. Hayır illa hakkımızı yiyecekler, zıkkım yesinler.

Bir curcuna var koğuşta. Kiminin canı yanar. Kimi bunalımdadır. Kimi de mesleğini (!) icraya devam eder.

Bugün de ediyorlar işte. Mahkûm ne yapsın? Zalimin zulmüne uğrayan insanlar. Cehaletin kurbanı olmuş, çeşitli suçlar işlemişler. Şimdi de akşama kadar, enerji tüketimlerini sadece bağırıp çağırmakla yapıyorlar. Devlet bunları sömürmeden iş verse diyorum. Sömürmeden kasdım kitablardan okuyorum, bazı ülkelerde mahkûmu on saat köle gibi çalıştırırlar, sonra da ona az para verirlermiş. Adaletsiz devletler. Ki -tapsız devletler. Bir insanın suç işlemesinden kendileri için fayda sağlıyor, onları inek gibi sağıyor, fare olup kemiriyor-lar. Bu devletlerin baş da gelenleri biri Amerika, biri SSCB ve bunların uşakları. Bazen mahkûmları sömürecek kadar alçalan devletlere isyan ederek bağırmak istiyor ve kendi kendime de olsa bağırıyorum. "Köpekler... Sizin isyan ettirebildikleriniz, sizin suçunuzu İslâm'a malediyorlar. Alçaklaaar... Bir gün hesabınızı düreceğiz inşaallah".

"Evet, bağırıyorum... Bağırıyoruz... Onlar da duyuyorlar ama duymamazlıktan geliyorlar.

İşte vakit öğleden sonra oldu. Bir sürü mektub geldi. Ama mektupları aksam yatınca okuyacağım. Çünkü şu gürültüde

52

okursam hiç bir şey anlayamam okuduğumdan.



Ne yapsam acaba? Tamam işte aklıma geldi, mahkûm kadınlarla konuşup, sizin için yazacağım, burada ilginç tipler var. Konuşabilirsem onlarla konuşacağım. Meselâ Dürdane Dirican var, kocasını öldürmek suçundan yatıyor, idamı isteniyor. Gülizar Elbir var. Basında adı kurt kadın olarak kaydediliyor. Dilber Hanım var kocasını öldürmekten yatıyor. Ayşe Baysal var, kızını iman (İslâm) nikâhı ile evlendirdiği için, yedi yıl cezası isteniyor. (Kızının yaşı küçük olduğu için) İsrailli Raşel var, eroinden yatıyor. Çocuğunu öldüren F. var. Öz babasını öldüren Zehra var. Bunlardan başka kötü yolun kurbanları, katiller, neler var bilseniz neler... Hayatlarını dinleyeceğim. Müsaade ederlerse size ileride yazacağım.

53

Daha Yaşı Küçük Suçlular (!)



Sabah kalktım namaz kıldıktan sonra kahvaltı yaptım. Ayşe Baysal'a biraz arabça ders verdim. İyi ki biraz arabça çalışmışım. Burada işe yaradı. Ayşe Baysal da benden Kur'-an ezberi dinledi. Hücreye geçtik. Hücrede Ayşe Baysal'ın derdini dinledim. Bu Ayşemizin kocası ölmüş, üç çocuğu ile kalmış. Çocuklarını kendi ailesi istememiş. Çocukların dinden uzaklaşmalarına sebeb olmuşlar. Hem anlattı hem ağladı. "Piçlerini istemeyiz dedi ailemden birkaç kişi. Ben onları nereye götüreyim? Vicdan sahibi olan bir kimse evlâdından ayrıl teklifi nasıl yapar bilemiyorum. Ben evlatlarımı bırakayım da kötü yola mı düşsünler" dedi.

Ayşe Baysal'ı dinledikten sonra yanıma Çisem adında bir genç kız geldi. Şaşırdım onu görünce. Daha yaşı küçüktü çünkü... Ben ona o da bana baktı... "Otursana" dedim. Geldi oturdu. Esmer bir kızdı. Doğulu tipini andırıyordu. Konuşması mükemmeldi. Sigarasını yaktı. Bana tekrar şöyle bir eda ile baktıktan sonra sordu:

—Sen hangi suçtan geldin?

—163. maddeyi ihlâl etmişim. Sen hangi suçtan geldin?

—Ben babamın suçundan dolayı yatıyorum.

—Onun suçunu mu üstlendin?

Birden sohbet havası değişiyor.

—Aman, sana ne bundan canım. Sen kendine bak.

Şaşırdım tabii. Birdenbire beni azarlaması bana tuhaf geldi.

—Afedersiniz, sizi üzdüm herhalde.

—Yooo... Bir şey sormak istiyorum. Koğuşta MİLLİ GAZETE gördüm, o kimin gazetesi biliyor musunuz?

—Evet biliyorum. Neden sordunuz?

—Ben de çağrışım yaptı da onun için.

54

—Nasıl bir çağrışımdır acaba bu? —Benim abim vardı da...



Bu arada genç kızın ağladığını hissettim. Neden ağladığını sordum. Güzel bir kelime ile cevap verdi. "Gülmek ancak deliler için mümkün bu asırda" dedi.

"Biz doğuluyuz. Bizim örfümüzün, ananemizin, korkunç boyutlara ulaşmış alışkanlıkları, kor taassubları vardır. Bilir-misiniz bilmem, bizde bir gelin beş yaşındaki, kaynına saygı göstermek zorundadır. Birçok kara cahile kaç çocuğun var diye sorduğumda, bir kızı iki oğlu varsa sadece erkeklerin sayısını söyler. Kızı kız olduğu için evlat yerine koymazlar. Hala daha kız evlâdını evlat kabul etmeyen iğrenç varlıklar doğuda kol geziyorlar. Adeta unutulmuş belde. Hangi dinden oldukları belli değil. Abime göre doğunun isyanı, doğunun bu yöndeki kör cahilliği kaldırılmadan oraya hiçbir dinin konvoyu yerleşemez. İşte ağbim onca gayretlerine rağmen, babamı bile yola getiremedi. "Erkek erkektir" der beni çileden çıkarırdı. Ne oldu sonunda? Cahil halkın bu açığından yararlananlar "İslâm dini sizi bu hale getirdi, fakat bizim inancımız sizi düzeltecektir. İnsan olduğunuzu arılayacaksınız" dediler. Genç kızların gözünü iyice açtılar. Bu sefer kızlar dine karşı saldırıya geçtiler. O aralarda benim de sevdiğim bir genç vardı.Onunla evlendim.Benim de sekiz yaşında bir kayınım vardı. Daha gittiğim günden onun elini öpmemi istediler. Bunlar Hacı, Hocaydılar güya. Ağbimin dediği gibi: "Ahir zaman Hacıları!" İnsan antipatiden başka hiçbirşey duymuyor. Tabii ben de isyan ettim. Kocam'a söylediler. Kocam aydın biriydi. Fakat anne ve babasına boyun eğmek zorunda kaldı. Kaynatamın ısrarı ile beni boşadı. Boşama gerekçesi "İtaatsizlik". Halbuki onbeş günlük gelin idim. Bu dava benim gururuma dokundu. Ben de kaynatamın kafasına bir odun vurdum. Beyin kanaması geçirdi. Allah'dan ölmedi. Ama ben yine de adam öldürmeye teşebbüsten yargılanıyorum. Yani "İdam" diyorlardı. İşte benim hikayem bu. Baştan da söyle-"ğim gibi, ben cahilliğin kurbanı oldum. Sahi İslâm dinin-- gelin kaynına hizmet etmek zorunda mıdır? Ne olur bana anlat.

-Asla... Mecbur kaldığı zaman, gelin isterse yardım edebilir. Fakat hiç kimse tarafından mecbur bırakılamaz.

55

Fakat bunu kabul edebilecek kaç müslüman var ki?



Ben daha derin konulara girecektim ki, bir başka mahkûm geldi yanımıza.

—Ooo... Emine abla bu kıza hûculuk mu öğretiyorsun?

—Dert dinlemek, İslâmı anlatmak ne zamandan beri "Hûculuk" oldu ayıp ediyorsun, sana yakıştıramıyorum doğrusu. İnsan müslüman ablasına ne olduğunu bilmediği bir isim takarmı?

Bu sohbet birkaç saat sürdü. Birazdan girip üç arkadaş var onu dinleyeceğim. Bir de kafamı meşgul eden olay var burada. Mescid yok. Halbuki hergün namaz kılanların sayısı artıyor. Kâh dışardan namaz kılanlar geliyor, kâh burada namaz kılanlardan gördükleri için başlıyorlar kılmaya.

Binbaşıya dilekçe verdim. Bir dilekçe de savcıya. Gardiyanların suratı asık. Çünkü işlerine gelmiyor mescid olması. Çünkü Mescide izin verilirse, iki kadın gardiyan odasından birisi iptal edilecek. Güya beni seven gardiyanlar bir haftadır bana selâm vermiyorlar. Hatta arkamdan konuşuyorlarmış. "O kim oluyor da elimizden odamızı alacakmış" diyorlar-mış. Durum biraz çekişmeli bakalım neler olacak. Size ileride bahsedeceğim.

Ne acı değil mi? Bir müslüman keyfi bozulacak diye namaz yeri istemiyor. Heyy Allahım, ne kadar sabırlısın.

Geçenlerde binbaşı çağırdı. Gardiyan kadınla gittik. Binbaşının odasından azıcık dışarıyı gördüm. İnanın çok değişik oluyor mahkûm iken birden toprak görmek. Neyse Binbaşı bana Seyyid Kutub'un Fizilâl-il Kur'an adlı eserinin ikinci cildini gösterdi.

-Emine hanım, bu kitabı tanıyormusunuz? dedi.

/—Tabii... Seyyid Kutub'un eseridir.

—Bu kitabdan almak istiyorum, tavsiye edermisiniz, okumak istiyorum da...

Hey gidi binbaşı hey... Beni ayakta uyuttuğunu sanıyor. Onu ne maksatla sorduğunu anlamadığımı zannediyor. Ta-

56

bii ben hemen ortaya atıhpta "Onu ne maksatla sorduğunuzu anladım hilenizi yutmam" diyecek halim yokya. Gereken cevabı verdim. Binbaşının nasıl bir düşüncede olduğunu bilemiyorum. Bu adam mescid açtıracakmı? Biraz endişeliyim. Göze batmak istemiyorum, ama ranzada oturarak namaz kılmak da gücüme gidiyor. Müdürler benden endişe ediyorlarmış. Mahkûmlara Atatürk'ün aleyhinde komışuyormuşum. onun için gardiyanların beni kontrol etmeleri gerekiyormuş. Bu dedikoduları da bana getiriyorlar. Aynı yerde Allah'a en az on kez küfrediliyor, o küfürler için gardiyanlara hiç bir şey söylenmiyor. Kitapsız dünyada kitaplı cezaevi olur mu? diyorum ister istemez.



Gerçi müdürlerin tavrından hiçbir şey anlayamıyorum ama insanlar belli olmaz ki. Ne de olsa bu adamlar Türkiye Cumhuriyetindeki bir cezaevini yönetiyorlar. Müdür Güngör beyden sık sık bahsediyorlar. Galiba bir dilekçe de ona vere-cekmişim. Böylece bir mescid için cezaevinde ne kadar merci varsa, hepsini dilekçeleştirmiş olacağım.

Mahkûmların bazısı da kızgın kızgın, "Senin özelliğin nedir bakalım, gardiyan odası sana verilecekmiş" diye soruyorlar. "Hayır bana değil, devlet o yeri namaz kılan müslü-manlara verecek" diyorum. "Hoppalaaa.. Kızım devlet namaz mamaz tanımaz ki. Ona ne. Senin namazından bu devlete..." "Sus" diyorum mahkûm arkadaşa, fazla ileri gitme. Bazı mahkûmlar ise bana kızan mahkumlara meydan okuyorlar: "...Ulan.....karılar, biz namaz kılmıyorsak kılanlara

niçin engel oluyoruz. Bırakın be... Memlekette özgürlük var. Nasıl bana kimse karışmıyorsa, ben de sen de kimseye karı-şamayız. (Bu meydanı bir Psikopat okuyor ama tatlı bir psikopat)"

"Bizim memleketimiz dünyanın en büyük müslüman ülkesidir. Bu ülkede, herkes dilediği gibi konuşma ve yaşama hakkına sahiptir. Yaşasın cumhuriyet. En büyük dindar Atatürk, ikincisi İnönü gelir. Sonra da ben..." Gülüşmeler... Arkasından Yahudi Raşel bağıroyor: "Ne hürriyeti var? Sizin ülke saçma insanlarla dolu... Sen niye düşünmüyo, Emine se-viyo İslâm ama benim yahudi koğuşta yatiyo şimdi. Sen bil-miyo!.. Kimse bilmiyo.." Konuş be yahudi konuş... Ben ken-

57

di ülkemde konuşamıyorum, bari sen benim ülkemde benim adıma kazara bile olsa konuşta yüreğimize biraz su serpilsin. Müslüman tarafından küçük görülenler bir Yahudi tarafından yuhlansınlar ki, kısmen intikam alayım.



Bir de Bernuş hanım var ikinci arada, söylenip duruyor: "Ah, ölsem dünyada başımı kapatamam. Olurmu ayol bu sıcakta kapanmak? (Beni gösteriyor) Bunlar zavallılar. Ben dönüp bakıyorum dost gözlerle. Dostum çünkü düşmanlığım ona değil, ona bu sözleri söyleten zihniyete. Benim kendisine baktığımı görünce mahcub bir tavır alıyor: "Valla Emine hanımcığım ben size değil, bilinçsizce kapananlara kızıyorum. Sen medeni bir insansın. Fakat medeni insan Atatürk ilkelerine saygılı olmaz mı Emine hanımcığım?.." diyor. Aslında kibar bir kadın bernuş hanım. Ama İslamın kapanma emrini Sevmeyenlerin içinde kibarlarda var! Bana kibarca "Sen medeniyetsizsin" demek istiyor. Anlamamazlıktan geliyorum. Biraz aptalca görünmek bazan insanı dinlendirir. Anladığımı belli edipte ne yapacağım. Ben fertlerle değil, islamın karşısında olan medeniyetler! Sistemler ve fikirlerle uğraşmalıyım.

Onun için konuş bernuş hanım konuş. Elbet seni böyle konuşmanı sağlayanlarla birgün hesaplaşırız. Seninle bir işim yok benim. Yinede ben seni seviyorum dinen ne kadar sevmem mümkünse o kadar seviyorum.

58

Üç Mahkûm Arkadaş



Koğuşun içi çok gürültülü olduğundan hücre kapısının önüne gelerek oturdum, karşımda üç mahkûm arkadaş var, içlerinden birisi sordu:

—Afedersiniz siz dinci imişsiniz, doğrumu?

—Evet ama senin anladığın manada değil... Müslüma-nım.. İslâm dinine bağlıyım. Dinime kurbanım.

—Abla dincilik nasıl bir şey, bir araya toplanıp ne yapıyorsunuz?

—Vah zavallı kardeşim, seni nasıl zehirlediler böyle. Dincilerin kötülenmesi onu öyle inandırmış ki, dinciliğin ne olduğunu dahi bilmiyor. Köpeklerin havlayış şekli, tutmuş bu genç kızda. Nasıl cevap versem ki onu kırmadan? Yirmi yıldır inandığı batılları ben bu zor şartlar altında bir anda nasıl temizleyeyim?..

Koca bir millet aldatılmış, evlâtları elinden alınmış. Kulları Rabbisinden koparmışlar. "Yapmayın bu halkı aldatmayın" diyenlerin bazılarını da cezaevine atmışlar. Bu millet kan kusmuş. Bir millet gaflet uykusunda bırakılmış. Böyle bir milletin evladı nerden ve nasıl bilsin. Dinci kim, dinsiz kim? Gerici kim, medeni kim? Evet nereden bilsin. Bu genç kız tabiiki şimdi ablasına soracaktır: "Dincilik ne demektir?" diye. Kimi suçlayabiliriz? Kimdir bu işin sorumlusu? ey müs-lüman eline fener al ve sorumluları bul. Eğer o sorumluları bulamazsan, yerinden kımıldamazsan, ne olur biliyormusun? Allah göstermesin ama zahiren görüş o. Yarın torunun evlâdına şöyle anlatır masalları: "Bir varmış, bir yokmuş, evvel zaman içinde kalbur saman içinde, din diye bir şey varmış..."

Evet perşembenin gelişi çarşambadan belli olur. Yarın bu günden bellidir böyle giderse. Ama böyle gelmedi İnşaallah böyle de gitmeyecek. Sen ben bu zulmün önüne geçeceğiz. Biz Allah'ın dinine yardım edeceğiz, Allah da bize yardım edecek. Allah'ın bu hususta Kur'an'ında vaadi vardır.

59

Bu yürek acısı ile soruyorum Şenay'a: —Senin ailende hiç müslüman yok mu? —Var tabi ama dinci müslüman yok.



Ey Allahım yetiş imdadımıza. Genç kızın sözünü Nurdan bölüyor.

—Kızım sende manyakmısın be? Dinci ile müslüman aynı şeyler değiller mi?

—O halde neden benim ailem dincilerden bahsediyor. Müslümansa dinciler, annem de müslüman.

—Haklısın Şenay haklısın. Bir dengesizlik içinde yüzüyor müslüman. Daha kendisinin dahi ne olduğunu bilmiyor.

Genç kızlarla böyle yaptık girişi. Sonra konu içi konular çıktı. "Sizi bu hale kader değil, zalimin zulmü getirdi. Gelin birlik olup onlardan intikam alalım. Gençliği onların elinde bırakmayalım. İslam dininin kimseye zararı olmamasına rağmen böyle tanıtılmasının altında gizli olan gerçek şu. İslâm unutulacak. Böylece sana İslâm düşmanları, kitapsızlara kalacak. Ve sonunda olan bize olacak. Ebedi bir aleme yolcuyuz. Bu yol öyle sıra dağlar yolu değil, ahiret yolu... Buranın zevki de çilesi de bitmeye mahkûm... İşte sen bu acılarını elli yıl sonra tamamen unutacaksın. Ama ahirette, bilhassa cennette ebediyyen güzellikler olacak. Ve güzeli hatırlayacak müslüman. Hazreti Adem'den günümüze dek gelen bütün Allah'ı dinleyenler müslümanlardır" diyerek ona asrı berbathanemizin nemrut ve firavunlarını anlattım. Anlattım çünkü, o firavunlar anlatılmadan İslâm'a yapılan saldırılar açıklanamıyor. Daha sonra sıra Şenayın konuşmasına geldi; ve başladı hayat hikayesini anlatmaya:

—Biliyormusun benim asıl adım Fatmadır. Bir zamanlar Nakşibendi olduğunu söyleyen bir şeyhden ders aldım. İs-lami bilgim yoktu fakat güzel bir sevgi ile başlamıştım derslerime. Ben sadece teşbih çekiyordum. Şeyh de Arabca bile bilmezmiş. Ama temiz niyetli saf bir insandı. Kendisine bağlı olan bir kadınla evlendi. Onun kendine bağlı biri ile evlenmesi beni kahretti. Ondan sonra bütün tarikatçılardan kaçtım. Bunalıma girdim ve olan oldu. Bir evli erkekle dini ni-

60

kâh yapıp evlendim. On yıldır İzmir'de oturuyorum. Evlene-li onbeş yıl oldu. İslâm'ı öğrenecek vakit bulamadım, daha doğrusu araştırma yapma isteğim yoktu. Ben kendi bilinçsizliğimin kurbanı oldum. O şeyhi ben babam gibi gördüğümden ona bağlı olan bütün kadınlar onun kızıdır zannediyordum. Kader işte hayatta bunları görmekte varmış. Onbeş yıl sonra kocamın ilk karısı beni zina suçundan hapse attırdı. Halbuki benim suçum yok, neden evli erkekle evlenen kadınlar suçlanıyor da erkekler suçlanmıyor. Halbuki ben gencecik bir kızdım. Ne yapıp yapıp kalbimi çaldı. Aman ne diller dökmüştü görmeyin. Benden başka hiç kimseyi gözü görmezmiş. Bana aşıkmışta, hem onunla evlenmezsem intihar ederrniş-de, karısı şöyle kötü imiş böyle kötü imiş te...



Bu arada genelev kadını Nilay sinirlenerek sözünü kesiyor fatmanın.

—Zaten o alçak herifler yokmu onlardan nefret ediyorum. Şimdiye kadar bana gelen müşterilerimin! hepsi de karılarını bana şikâyet ediyorlar, namussuz adamlar. Kadınları namuslu. Çocuklarının annesini, tutuyor bir fahişeye şikâyet ediyor.

Fatma bu haklı ve yerinde olan sözden alınıyor.

—Ne yani şeymiyiz şimdi?

—Yooo yanlış anlama ben sana demiyorum. O alçaklara diyorum.

Bu sefer devreye giriyorum:

—Nilây hanım, sen güzel idrak ediyor, güzel konuşuyorsun ama çirkin işler yapıyorsun. Sen Allah'ın istediği gibi bir kul olsan veya olmaya çalışsan o alçak dediğîn adamların uçkuruna hizmet etmezsin. Sakın ekonomi ile karşıma çıkma. Nice kadınlar var fakir.. Beş çocuğu ile sokakta kalıyor, bu kadın ayağına lastik ayakkabı giyiyor ve çocuklarına dürüst ana oluyor. Yalnız o ekonomik koşullardan dolayı düşmedin alçak adamların kucağına. Kültür eğitiminin kitapsızlığı ve senin iradesizliğin yüzünden düşmüşsün. Suçun çoğu senin. Hiz-*metçilik yapan şerefli bacımız kadın değil mi? O bilmezmî kürk giymesini, o bilmez mi mersedese binmesini?.. Eğer kötü yolu seçmek fakirlik yüzünden olsa, bütün fakirler kötü

61

yola düşer, bütün zenginlerde namusluca yaşarlardı. Nilay'ı daha fazla üzmek istemiyorum.



Tekrar Fatma'ya dönelim "Eee Fatma bacı sonra ne oldu?"

—Ne. olsun bilgisizlik yüzünden çabucak aldanıverdim. Ben o şeyhin evlenmesine üzülmeseydim başıma bunlar ge-lirmiydi?

—Orasını Allah bilir. Yalnız sen veya sana sebeb olanlar İslâm'ın kim, kiminle evlenebilir, kim kiminle evlenemez hükmünü araştırmamakla büyük hata etmişsiniz. İslâm'a göre Şeyhlere ayrı bir fıkhî hüküm uygulanmaz. Ahmet Mehmet için şeriat neyse Şeyhler için de hüküm aynıdır.

İslâm'ın yanından geçmemiş ama tarikat mensubu olabilmiş. Fatma birden atılıyor:

—Aaa sen şeriatçımısın Emine abla? Nasıl şaşırmam.

—Evet Allah'a şükürler olsun ki ben şeriatçıyım. Şeriat'a dost olan herkese dostum. Şeriat'a düşman olan herkese düşmanım. Dostlarım hangi mezheb ve tarikattan olursa olsun farketmez.

Onlarda aradığım tek şart ehli kıble oluşları, Kur'an ve Sünnetten taviz vermemeleridir!!

—Ama şeriat çok kötüdür. Ben şeriattan çok korkuyorum. Çünkü şeriatta el kesmek varmış.

—Şeriatın el kesmesinden hırsızlar korkar. Sen hırsızmısın ki; Şeriatın el kesmesinden korkuyorsun. Hem ayrıca İslâm bir kimseyi madden ve manen doyurur. Madden ihtiyacı olmadığı halde hırsızlık yaparsa eli kesilir. Ayrıca açlıktan ölecek olan bir kimsenin, ölmeyecek kadar hırsızlık yapması caizdir izin verilmiştir.

Bu sohbetten sonra Nilay'a sordum.

—Nilay hanım, biraz da siz konuşun biz dinleyelim.

—Ben mi? Aman benim gibi müptezeli dinleyip ne yapacaksınız. Ben manyağın biriyim. Üstelik çok ta adiyim. Sen gitte hanımefendileri dinle. İçerde birkaç tane sosyeteden ha-

62

nımlar var ya.



Fatma sözü bölüyor:

—Ne hanımefendisi imiş? Sosyeteler hanımefendimi oluyormuş? Hanımefendi biziz biz. Ah o sosyetede neler var. Birbirlerinin karısını kocasını ayarlıyorlar. Kadın kocasına, kocası karısına göz yumuyor, benim kocamın ailesi sosyetenin içindeler. Kaynatam anlatıyordu. Birgün bir kulübe gitmişler. Demişler ki herkes anahtarını bir kutunun içine atsın. Sonra herkes kura ile kime düşerse bu gece o, onunla kalsın.

Kurayı çekmişler, kaynatama eski milletvekillerinden birinin karısı çıkmış. Kaynanama da fabrikatör F.A'nın damadı çıkmış. Kaynatam bakmış karısına çıkan genç, kendisine çıkan yaşlı, o işten vazgeçmiş. Onlar öyle adiler ki genelev kadınlarından daha adiler. Fakat ellerinde çanta, boğazında milyonluk kravatı ile beyefendiye benziyorlar. Karıları da kuaförden çıkan başını milyonluk kürkünü şöyle bir çalım ile gösterdimi herkes onu hanımefendi sanıyor. En kodaman pe-zevenkler sosyetede. İğrenç insanlar.:. Hayvanlardan daha kötü şartlarda yaşıyorlar.

—Desene senin kocan da sana kura çektirdi.

—Benim kocam onlardan iğreniyordu. Zaten beni o yüzden almış... İkide bir söylenirdi "İlişkinin de bir sınırı olmalı, bizim çevre sınır tanımadığı için, arzular her geçen gün daha başka alanlara itiliyor. Fazla doyumdan doyumsuzluk oluyor. Bir kadın veya erkek ne kadar çok kişi görüyorsa o kadar çok bunalıma düşüyor. Fakat bizim çevre bunu farkedemiyor. Aslında sosyete kimlik aunalımındadır."

—Neyse bu konuları kapatalım. Birazdan demir kapı kapanacak Nilây hanım anlatsın. O neden vazgeçmiş namusundan, dininden* kitabından?

Nilây'm rengi bozuluyor.

—Ne münasebet... Ben dinimden vazgeçmedim ki... Ben sadece şeriat'a karşıyım, Namusumu da bırakmadım. Ben sadece ekmek parası için vücudumu satıyorum. Ne demiş İslâm dini: "Ne olursanız olun önce ekmek parası için çalışın" demiş. (Yalan, böyle bir hüküm yok)

63

Eyy müslüman! Eyy müslümanlar.. Yukarıdaki konuşmaları okudunuz değilmi? Şehidler kanı ile sulanmış şu toprak parçasındaki insanların hallerini bir düşünelim. Bu kadın ise bakınız neye nasıl inanıyor. Bu kadınların sayısı bir değil, Türkiye'nin dörtte ikisi böyle düşünüyor. Kimi zina parasını helâl görüyor, kimi içki satma parasını...



Neden bu insanlar iyi niyetli oldukları halde Allah'ın emirlerini bilmiyorlar. Çünkü biz emaneti yerine ulaştırmamışız. Neydi bu emanet? İslâmdı... İslâm'ı bilmeyenlere götürecektik. Ama bu vazifeyi çoğumuz yapmadık, yapamadık. İslâm dinini Allah'ın emanetini tanıtmakta, bazı fedakârlıkları göze alamadık.. Yalan mı? Yanlış mı? Neden mi yazdım bunu?

İşte Nilay'ı dinlediniz. Daha doğrusu Nilâyları. Bu gibi düşünen daha neler var. Dünde Nalanla konuştum. O da ben müslümamm diyor. Ama sonuna şunu da ekliyor: "Bizim günahımız yok bize öğretmeydiler utansın." Gerçi onun bizim günahımız yok demesi ile günahsız olmuyor. Ama şunu bilki sen de günahsız değilsin. Maddi çıkarın için yurt dışlarına gidiyorsun da, manevi çıkarın olan İslâm'ı öğrenmek için neden diğer müslümanlar gibi çalışmıyorsun. Sen ve ben lüzumsuz, boş işlerle vakit öldürürsek, Nilâylara kim öğretecek İslâm'ı? Bir müslüman ona İslâm'ın temel prensiplerini anlat-saydı, Nilây bu kadar dininden uzak olabilirmiydi? Belki yine fahişe olurdu ama, yaptığı işi böyle benimsemez, onu helâl görmezdi. Kısacası Nilay'ın imanı kaybolmaz, hatta Nilây böyle yollara hiç düşmezdi.

Nilayiar bu durumlara düşerken, nerede o çorbanın tuzu yok, kahvenin şekeri az diyerek, kıyameti koparan sorumsuz mesuliyetsiz hissiz erkekler? Neden görmüyorlar asrı rezaleti? Kan ağlamazmı o müslümanın yüreği? Sızlamazmı kemikleri? Rahatsız olmaz mı imanları?

Ne o ayıp mı ediyorum bunları söylemekle? Hayır, hayır ayıp etmiyorum. Asıl en büyük ayıbı İslâm'a sahip çıkmayanlar yapıyor. Sözümde onlaradır size değil kardeşim.

Nilay'ın konuşmaları beni çok etkilediği için, veryansın etmeden geçemedim. Sizi fazla üzmeyeyim. Her ne kadar bu

64

sözlerimde muhatabım İslâm'a sahib çıkmayanlarsa da. Vazifesini tam yapmayanlara da bir ucu dokunur sözlerimin.



onun için Nilay'a kulak verelim. Bakınız neler anlatıyor. Hem dinleyelim, hem de düşünüp gençlere öyle hakaret etmeyelim. Edenleri ikaz edelim, tatlı dil güler yüzle... Eğer ağlamaktan gülecek halimiz kalmıyorsa, o zaman tebessüm edelim. Onca yükün altında olan dünyayı ve ahireti en ince noktalarına kadar bilen ve idrak eden Efendimiz (s.a.s.) gülümsemeyi hiç ihmal etmemişti, bizmi beceremiyeceğiz gülümsemeyi?

Evet, Nilây'a dönelim:

—Nilây hanım ben cezaevine ait bir kitab yazıyorum. Bazı gençlere ibret olması bakımından iyi olacak. Bir de keyfine düşkün olanlar vicdan azabı çekebilir... Belki düzelirler diye düşündüm.

Nilây bir "ah" çekerek yanıma sokuldu.

—Bak yazacaklarını dikkatlice yaz. Mahkemeden çıkınca

(........) gazetesi benimle röportaj yaptı. Ama söylediklerimin

hepsini yazmadı. Sen yaz ben senden o kitabı alır onlara postalarım.

Nasıl başlamam gerektiğini bilemiyorum. Ben Bursa'h-yım. Bursanın Yeşil semtinde büyüdüm. Babam ne olduğu bilinmeyen bir müslümandı. Sözde müslüman* merhametsizdi. Annemi çok döver bizi çok severdi. Fakat annemize zulüm yapıyor diye ondan nefret ederdik. Ben dokuz yaşıma geldiğimde, yaz tatillerinde beni hocaya gönderdiler. Hocaya gittiğimde, hayaller kurardım. Hoca bize masallar anlatacak, dersimi yaptığım zaman aferin diyecek. Annem gelince ona "senin kızın çok çalışkan" diyecek. Rüyalarımda bile hocam vardı. Ama o bir kere bile başımı sıvazlayıp bana "aferin" demedi. Gerçi şimdi anlıyorum. Biz yüz elli talebe idik, hangimize yetişecekti. Ama çocuk bunu düşünemiyor çocuk sevgi ve iltifat bekliyor ve ben okumaktan soğudum. Aradan geçen yıllar beni din sahasından tam olarak uzaklaştırdı. Artık annemden babamdan gizli acaib romanlar okuyordum. Bu arada ben ondört yaşıma geldim. Beni annemler ablamın yanına gönderdiler. Gitmek istemiyorum, ablamı da çok sever-

65

dim. Ben başladım Ablamda ev işi yapmaya. Eniştemde "Aferin ki7, ablandan güzel işler yapıyorsun" dedikçe ben daha çok çalıştım. Bir gün eniştem bana dedi ki: "bilseydim seni alırdım" o anda çocukluk değil mi kalbimde bir şeyler hissettim. Derken aşık oldum. Daha doğrusu genç kızlık heyecanım aşıklık zannettim. Artık ablamdan eve gelmiyordum. Ablam durumu farketti kıskamyorduda. Eniştemle ben gizlice buluşmaya başladık. Namussuz eniştem. Benim kanıma girdi. Tabiiki o yaştaki bir kızı aldatmak kolaydır. Şerefsiz adam. Hem ablamla evli hem beni kandırdı. Dallas filmi de o günlerde oynuyordu. Dallasta baldızı ile gizli hayata giren diziyi seyrettik. O gece mutfağa yanıma geldi. "Bak kız gördün-mü. Ben o enişte kadar olamadım mı?" dedi. Ablam doğum için hastahaneye yatınca bana tecavüz etti. Hamile kalmışım. Annem babam anladılar. "Kimden bu çocuk söyle" dediler. Daha önce konuştuğum İrfan adında bir genç vardı "ondan" dedim. Babam mahkemeye verdi. Bizi konuşurken görenleri-de şahid gösterdi. Mahkememiz devam ederken çocuğum düştü. Kimseye söylemedim.



İki yıl sonra ırza tecavüzden çocuk yedi yıl civarında ceza aldı. Ah mahkemede nasıl ağladı nasıl bağırdı bilemezsiniz. Bana avazının çıktığı kadar bağırdı: "Sürüüün sürün kah pe. Beni nasıl rezil edip bana iftira ettin dilerim sen de rezil olur iftiraya uğrarsın" dedi. Nasıl utandım bilemezsiniz. Fakat doğruyuda söyleyemiyordum.

Aylar böyle geçti ama benim içimde vicdan azabım her-gün büyüdü büyüdü dağlara sığmaz oldu. İrfan'in dosyası temize gidince, anneme durumu anlattım. "Anne dayanamıyorum doğruyu söylemek istiyorum bana ne önerirsiniz" dedim. Annem kişisel çıkarlarını öne alarak "Aman yavrum ailemizin şerefi mahvolur ablanın yuvası yıkılır" dedi. Bir genç delikanlının hayatını önemsemiyordu. Kızının yuvasını düşünüyordu. Bunu anneme söyledim. O zaman da "İrfan seni niye almadı?" diyerek vicdanın! savunan delil getirdi aklınca. Halbuki, İrfan beni niçin alsmki, ben ona iftira etmişim. "Cezaevinde çürümek, bu kızla evlenmekten daha iyidir. Ben bu fahişe kızı alırsam cinayet işlerim hakim bey" dedi.

66

Eniştem ırz düşmanı namussuz da hâlâ bana sevgiden dem vuruyordu. Vicdan azabı çekmiyordu. Vicdan yokmuş ki ne çekecek.



İki yıl sonra İrfan cezaevinde ölmüş. Haberi duyunca şok oldum adeta.

Günlerce durmadan ağladım... Kanıma girdiği için eniş-temdende nefret ettim. Bir zamanlar onu düşünmekten gözüme uyku girmezken şimdi nefret ediyorum.

Çok geçmeden eniştemle beni ablam yakaladı. Evden kaçtım. Ablamdan çok utandım. Hemen aklıma Ali ağbiler geldi onlara gittim. Kediye ciğer teslim edilir mi? Ettik işte... Beni korusunlar diye gittiğim evin reisi bana saldırdı. Karısı bizi görünce adam: "Hanım bu adi kendisi bana musallat oldu" dedi. Ve benim adım çevreme evli erkeği baştan çıkarmış diye yayıldı. Halbuki işte en ufak hatam yoktu. Ama iftirayı yemiştim. Baktım olacak gibi değil İzmir'e bir arkadaşıma gittim. Aylar sonra bir Gazinoda iş aldım. Eeee oralara ilk adımın sonu nereye gider.Tabii ki kötü yola... Ve, kötü yola düştüm. Fakat hiç bir zaman İrfan'a yaptığım iftirayı unutamadım. Onun bedduası tuttu. İftiraya bende uğradım. Şimdi buraya bile yapmadığım suçtan geldim. Ama üzülmüyorum. Kendimden intikam alıyorum. İyi oldu çek diyorum. Zaten benden gavur bile olmaz. Baştan söyledim ya ben çok adiyim. Ailem de öyle... Beni enişteme göndermeselerdi uzun süre yatmak için bunlar olmayacaktı. Annemden bir kez bana "kızım gençler çabuk aşık olurlar. Her hissi aşk zannederler sakın aldanma" demedi. Bende kendimi frenlemeyi bilemiyorum ama vicdan azabım hiç bitmiyor. Şuramda derin bir sancı her an beni rahatsız ediyor. Ne yapayım bilemiyorum. Vicdan azabına bir ilaç bir çare yok mu? .

Bana lütfen biliyorsanız bir şeyler anlatın.

Evet kardeşlerimiz İslâmın yaşanmadığı yerde herşey olabilir. İslam'da baldızla eniştenin dahi yalnız kalamadığı hükmünü insan öğrenince insanın İslâm'a hayranlığı daha da artmaktadır. Ama insanlar İslâm'a inat "olur mu öyle şey" diyorlar. Ey asır, sen şahid ol ki, İslâm'sız sen düzelemiyeceksin.

67

Resim çekilecek Başını Aç...



Bugün cezaevine gireli ikinci defa ağlıyorum. Ağlamak kadınlara mahsustur demeyiniz. Aslında erkeklerde ağlarlar. Ama erkekler "Sen erkeksin ağlamazsın" telkinleri ile büyümüşlerdir. Onun için utanırlar ağlamaya. Aslında ne büyük nimettir, ağlama ihtiyacı olunan yerde ağlamak.

Neden ağladığımı anlatayım:

Allah'ın dünyasında, Allah'ın emirlerini çiğnendiği bu vahşi dünyada! Vahşetlerin birisinden bir tokat daha indi suratıma...

Sabahleyin gardiyan hanım çağırdı "Resim çekilecek bölme kapısına git." dedi.

Hazırlandım, birkaç kadınla beraber gideceğim. Ben hazırlanırken Mevlüthan Ayşe Baysal yanıma geldi.

—Nereye Emine bacı?

—Kimlik kartı için resmimi çekecekler.

—Ayy... Başını nasıl açacaksın?

Beynimin adeta sallandığını, tırnaklarımın ucundan cey-rana tutulduğumu zannettim. Kalbim yerinden çıkacak gibi sordum:

—Sen ne diyorsun bacı bu nasıl söz?

—Ah Emine bacı ah.. Sanki bizmi istiyoruz ki?..

—Ben ölürümde başımı açmam.

—Açarlaaar... Açarlar bacı.

—Kardeşim, beni çıldırtmak mı istiyorsunuz?

—Ne yapalım, bak bizim başımızı da açtılar.

—Tabii açarlar. Kuzu kuzu başını verirseniz açarlar. Önce mücadele edeceksiniz. Zorla başınızı kimse açamaz. İşte böyle yerlerde T.C kanunlarını bilmek gerekiyor.

—Kanunlar sökmüyorki.Burada'kanun binbaşı. O ne derse o olur. Ben ne kadar yalvardımsa "başımı açmayın" diye

68

dinlemediler.



Bu konuşmalardan sonra bölme kapısına gittim. Baktım üç dört gardiyan. Dört beş asker.. Galiba iki üç kişi de resim çekmekle memur zatlar... Ben sıradayım. Sıra bana geldi. Memur:

—Bayan sıraya...

Sıram geldi, işaret edilen yere oturdum.

—Adın, soyadın...

—Emine Özkan

—Olur mu Şenlikoğlu olması lâzım.

—Şenlikoğlu soyadı ile girdim cezaevine.

—Neden kızıyorsunuz anlayamadım. Hangi soyadı ile yazmam gerektiğini size sormam mı gerekiyordu?

Ellerindeki kara tahtaya adımı soyadımı yazdıktan sonra, resim çekecek olan zat bana baktı. Gayet normal bir kelime konuşur gibi seslendi:

—Şenlikoğlu, halâ ne duruyorsun başını açsana.

Aman Allah'ım bu ne biçim teklif. Şuracıkta mümkün değil mi acaba hemen ölmem. Yooo mümkün değil. Kendimi kaybedercesine bağırarak:

—Ne baş açması kardeşim. Burası Rusyamı? Ben inancım için başımı kapatmışım. Allah için kapattığım andan itibaren ancak kendim dinimden çıkarsam başımı açarım, dinden çıkmadığım müddet Allah göstermesin asla başımı açmam.

—Ne o be? Hâlâ itiraz mı ediyorsun?

—Evet itiraz ediyorum. Çünkü açmayacağım. İslâm kanunlarına göre benim başımı açmaya hakkınız yok.

—Burası Türkiye hanım. Burası İslâm'ın kanunları değil, Türkiye'nin kanunları geçer. Bizim yasamız Kur'an değil.

—Türkiye'nin kanunlarına göre de benim başımı açamazsınız. Ben devletin emrinde olan bir memur değilim. Ben bir mahkûmum. Mahkûm da bir isyanı olursa mahkemeye veri-

69

lir. Mahkeme kararı ile ya infazı yanar üç yıl daha yatar, 6 yıllık mahkûm ya da hücre cezası alır. Tabiî kitabli bir hâ-kim'e rastlarsa beraati de mümkün. Ben başımı açmıyorum. Gidin savcımı gelecek, Binbaşıyamı şikayet edecekseniz edin. Başımı açmayacağım, hatta ucunda ölüm olsa bile...



Memur hiç istifini bozmadan:

—Bize verilen emir böyle, şimdiye kadar buraya girenlerin hepsinin başını açtık. Bir tek müslüman senmisin içerde? Bak içerdeki mevlüt han hoca bile başını açtı.

—Beni hacı hoca hiç ilgilendirmez. Onlar bana örnek olsun diye değil, Allah'a kul olsunlar diye gönderilmişler, isteyen kul olsun isteyen olmasın. Ben inancıma, dinime bakarım. Bütün hocalar başını açsa bile ben bildiğim ve inandığım gibi yaşarım.

—Senin bilgin, inancın burada sökmez dedik ya.

Nasıl oldum anlatamam adeta dünyam karardı. Herşeyi göze aldım.

Be vicdansız adam... Senin baban Ebu Cehil dahi olsa bu kadar zalim olamazsın. Sen müslüman, senin dinin İslâm değil mi? Benim başımı açmaya kalksa Bulgaristan, Yunanistan gelip başımı açsa güya sen mi kurtarmaya çalışır, biz müs-lümamz, bacımızın başını açtırmayız diye kahramanlık taslarsın, ama buradaki bacının başını kendin açmaya kalkarsın. Böyle müslümanlık olur mu? Sen hiç mi Allah'tan korkmazsın? Senin anan bacın hiç mi örtülü değiller?

—Amaan sende uzattın ha... Aç şu başını...

Memur bana doğru gelmeye başladı. Bütün hücrelerim adeta beraber anlaşmışlardı. Memur ellerini çarşafıma değdiği an gözünün üzerine bir yumruk indirecek, sonra da sandalyeyi kafasına geçirecektim. O an için elimden başka bir-şey gelmezdi. Memura son ikazımı yapıyorum:

—Bana bak Rus uşağı. Beni öldürmeden başımı açamı-yacaksın. Kanunsuz iş yapıyorsun. Kanunlara hizmet ettiğinizi söylüyor, ama kanunlarınızı önce siz çiğniyorsunuz. Bak bir adım daha yaklaşırsan sandalyeyi kafanda bulursun.

Salonda bulunan herkes bize bakıyor. Hey gidi gafil müs-70

lüman heyy.. Sahip çıktığın adamlar dine "nasıl karşılar, şu demir kapıların ardında olsan, şöyle bir baksan da anlasan kimleri sevdiğini!

Memur baktı ki ben çok kararlıyım askeri çağırdı.

—Asker, şu mahkûmu görmüyormusun?

Asker, şöyle bir boy gösterir gibi emri vaki bir tavırla:

—"Açman şart, aç başını..." dedi.

—Açmayacağımı söyledim...

—Sıkıyönetim olduğunu biliyorsun. Savcıya güvenme başım aç. Koca cezaevinde bir müslüman sen misin?

—Ben başkasını bilmem. Ben kendimi biliyorum. Ben de müslümanım.

memur:

—Biz gâvurmuyuz?



—Senin gâvur olmadığına yemin edemem ama kendi müslümanlığıma yemin ederim.

Asker:


—Hadi kardeşim aç şu başını....

—Hadi kardeşim diyorsun. Sonra da eziyet ediyorsun. Beni kardeşin kabul etseydin eziyet edermiydin?..

—Ammada yaptın ha... Bak iyilikle söylüyoruz, iyi bir ablaya benziyorsun. Yokuşa sürme, komutan gelirse söker alır örtünü...

—Neden? Senin komutanın ayımı? Söküp almak ayılara mahsus bir iştir... Asker, lütfen git komutanımı çağıracaksın, binbaşıyımı, çağır gelsin. Beni mahkemeye sevketsinler. Üç yıl yatmaya razıyım, başımı açmaya asla razı değilim.

—Senin bu yaptığının adı protestodur. Resmen eylem yapıyorsun.

—Böylesine zalim insanların yaşadığı asırda müslüman eylemsiz, protestosuz olur mu?..

—Sen Humeynicimisin?

—Başımızı örtme emrini Humeyni mi verdi?

71

Memur:


—Hâlâ açmıyormusun başını?

—Hayır. Bana bu soruyu sormayın. Sizin sorunuzdan bile utanıyor ve sinirleniyorum;

Nihayet gidip komutana haber verdiler. Komutan ve birkaç asker geldiler. Sanki kuşatma var gibi bir sürü hazırlık...

Komutan (assubay): —Aç başını.

—Kusura bakmayın, ben Allah'ın emrini üç yıl hapis cezası için çiğneyemem.

—Ya zorla açarsak?

—Ben elimden geleni yaptıktan sonra günah benden gider. Şu anda henüz elimden geleni yapmadım. Gerçi sizi ilk işim mahkemeye vermek olacak. Şimdi lütfen binbaşıyı istiyorum, buraya çağırın. Yoksa bir olay çıkacak, sorumluluğu yüklenmek zorunda kalırsınız. Niyetim subayın belinden silahı almak ve...

Komutan emir vererek binbaşıya bir asker gönderdi.

Herkes sessiz bekliyor... Ben o anda bütün dünyaya sanki meydan okuyordum. Eyy savaşlar neden çıktınız sanki? Eyy atalarım neden Yunanı denize döktünüz. Neden o kadar uğraştınız ki, Yunanın fikirlerini taşıyanlar bizim içimizde. Sîzin torunlarınız; Yunan oldu. pnlar Yunan yetiştirildi...

Derken binbaşı geldi.

—Ne o Emine hanım!

—Ne olsun? Benim başımı, açmak istiyorlar.

Ben daha sözümü bitirmeden memur:

—Çok inatçı binbaşım, bir türlü yola gelmiyor.

—Gelir, gelir. Emine hanım yumşak bir insandır. Emine hanım, ayıp ediyorsun değil mi?

—Hayır ben ayıp etmiyorum. Onlar ayıp ediyorlar. Benim örtümün kimseye zararı olmaz. Bulgaristamn Müslümanlara yaptığı baskıyı kınıyoruz. Şu yapılan yasaklarla Yunan-

72

hyı bile geride bırakmış olmuyorlarmı? Bakın binbaşı... Bir asker fısıltı halinde: —Şiiişt... Binbaşım desene!



—Ben asker değilim. Ancak istersem, istediğime söylerim onu. Binbaşı bu adamlar cahiller, hiç lâf dinlemiyorlar. Gerçi Allah'ı dinlemeyecek kadar cahil olanlar, beni mi dinleyecekler? Mahkemeye verin diyorum. Tutturmuşlar sen inat ediyorsun. înatla ne ilgisi var. Ben müslümanım, müslüman-ca yaşamak istiyorum. Beni öldürmeden bu kanunlarınızla asla başımı açamazsınız. Onun için mahkemeye vermenizi rica ediyorum.

o anda ölmek veya öldürmek, gözümde bir hiç olmuştu.)

Binbaşı başını sallayarak bir içeri giriyor, bir dışarı çıkıyordu. Sonunda:

—Çektir resmini başın kapalı olarak, dedi.

—Teşekkür ederim binbaşı., dedim.

Binbaşı ve askerleri gittiler.

Memur ve benimle uğraşan asker bozuldu tabii.

Asker:


—Felekten torpillisin^galiba.

—Asker, benimle tek kelime konuşursan seni pişman ederim. Onun İçin çek git bakalım.

Bu arada doğulu bir asker, Ebucehil torunu askere çıkıştı:

—Sus ulan! İleri gittin ha... İki saattir zaten kendimi zor tutuyorum. Bana bak namaz kılamiyorsam da müslümam savunuyorum tamammı.

Askerler biraz uzaklaştılar.

Memur, suratını frenk suratı gibi yaparak; sert sesle emir verdi:

—Emine hanım, otur.

—Otur değil, oturumlusunuz, olacaktı. Siz varya siz, sizin gibi insanları gördükçe, Allah'ıma teşekkür ediyorum Cehen-nem'i yarattığı için...

73

—Tamaaam, geç bakalım...



Elhamdülillah çalışmamın sonunda örtülü olarak fotoğrafı çektirmeye muvaffak olmuştum.

Bir garip ağlama hissine kapıldım. Bu ağlama ne içindi bilemiyorum. İki saatlik bir mücadele sonucu galip olmamın sevincimiydi? Kendi yurdumda kendi inancımı yaşayamadığım için atıldığım zindanda, bana yapılan bu teklife üzülmek-tenmiydi? Yoksa... Yoksa yurdumda müslümanı kan ağlatan zihniyete, sinirimden mi ağlıyordum. Yoksa üç nedenin üçü de birleşmişmiydi? Evet galiba doğrusu son şıktı.

Gözlerim şişmiş vaziyette koğuşa döndüm.

Ayşe Baysal-Dilber hanım beni kapıda karşıladılar. Dilber:

—Ne oldu Emine hatun? .Ayşe Baysal:

—Ne olacak başını açmışlar. Baksana nasıl ağlamış. Ranzama oturarak devam ettim ağlamaya...

—Ben başımı açtıkları için değil, bana bunu teklif ettikleri için, nefret ettiğim için, Allah'ın yardımı için daha doğrusu çok şey için ağlıyorum...

Ayşe:


—Yani sen şimdi başını açmadın mı? —Hayır... Beni öldürmeden başımı açamazsınız dedim. —Sahimi söylüyorsun? —Evet..

Ayşe Baysal'in hali birden değişti. Ellerini açarak sesli sesli ağlamaya başladı:

—Ey Allahım beni affet. Ben ne kadar gafil kulum. Başını aç dediler diye hemen başımı açtım. Sen beni affet. Ba-na hidayet ver Allah'ım. Çok pişmanım beni affet, Allah'ım affet.

Ayşe Baysal ağladı, ağladı... Gözlerinden yaşların ardı arkası kesilmeden ağlıyordu. Aradan biraz zaman geçmişti ki, gardiyan seslendi:

74

^-Ayşe Baysal... Çektirdiğin fotoğraf yanmış tekrar çektireceksin. Bölme kapısına.



Bu sefer üçümüz ağlıyorduk. Ayşe Baysal:

—Bu sefer ölsemde başımı açamıyacaklar. Bu fotoğrafın yanması Allah'ın bana bir lütfudur.

—Şüphen mi var bacı? Hadi yolun açık olsun, git ve bize hayırlı haber getir.

Yarım saat sonra gülerek geldi Ayşe hoca:

—Ne söyledüerse başımı açtirâmadılar. "Şenlikoğlu açtı başını" dediler. İçimden külahıma anlatın dedim. Onlara bir meydan okudum görme...

Eli ile işaret ederek...

—Heyy, varmi bize yan bakan... Evel Allah Sağmacılar cezaevinde başını açtırmayan sadece biziz. Azmin elinden meğer birşey kurtulmazmış... "Başını aç" dediler. Ben de "ölürüm de açmam" dedim. "Başımızı belaya sokma bacı" dediler. "Allah elli kişinin içinde sadece benim resmimi yaktırdı ben artık açık çektirmem" dedim.

Evet, Ayşe Baysal haklıydı. O göz yaşlarına karşılık, Allah onun başını açmasını af etmişti belki.

Evet, bugün bu olaya ağladım. Aslında olayı olduğu gibi aktaramadım.

Yarın Allah izin verirse müdür beyi çağırtacağım. Burada enteresan olan bir durum var. Mahkûm müdürlerin değil, müdürler mahkûmların yanma geliyor. Sebebi de mahkûmun üzerine, müdürün makamına gidene kadar, dokuz adet kapı var. Nasıl gitsin mahkûm oraya? Ama müdür kestirme kapılardan, hemen gelebiliyor.

75

Mescid Açılsın



Müdür Güngör bey beni çağırdı. Beton bahçeye, mahkûmların adımlarını sayma alanına...

—Emine hanım, sen durmadan dilekçe veriyorsun, bu dilekçelerin mahiyeti nedir?

—Mahiyeti, Mescid rica ediyorum. Namazı oturduğumuz yerde kılıyoruz. Zannediyorum Çin'deki mahkûm bizden daha güzel eda eder namazını.

—Orayı Mescid diye açtırıp orada okus pokus yapma-yasın?

Birden beynimin tası atıyor. Ne yapayım, fıtraten daha sakin olamıyorum.

—Müdür bey, ben sizinle saygılı konuşuyorum. Siz de benimle saygılı konuşmak zorundasınız. Bana hakaret etme yetkisini kim verdi size?

Son derece efendi olan müdür şaşırdı tabii..

—Ne oldu Emine hanım? Neden sinirleniyorsunuz?

—Ne olacak. Ben dinimin yanlış anlaşılmaması için bir savaş verdim onun için buradayım. Beni nasıl olurda din düşmanı iğrenç büyücülerin işleri ile suçlarsınız? Buna izin veremem...

Müdür gayet saf saf:

—Ya Emine hanım sen hoca değil misin?

—Senin anlayışınla evet hocayım.

—Hocalar büyü yapmaz mı?

—Müslüman hoca yapmaz.

—Müslüman olmayan hocada mı var?

—Her hoca müslüman olsaydı, siz islâm'ı öğrenmiş olur bana bu soruyu sormazdınız. Dünyada da bu kadar cehalet olmaz.

—Sahi senin suçun ne? 76

—Yüzaltmışüçüncü maddeyi ihlâl...

—Hıı...lâikliğe aykırılık... Demek sen Atatürk'ü ve ilkelerini sevmiyorsun.

—Mutlaka seveceksin diye bir kanun var mı? Kanunlar "Atatürk'ün aleyhinde konuşmazsın" diyor. "Onu mutlaka seveceksin" demiyor. Çünkü sevgi bir gönül işidir. Gönül işi kişilerin veya maddelerin elinde değildir.

—Vayy... Sen mescid açıp mahkûmların beynini yıkayacaksın. Olmaz sana mescid verilmez.

—Ben mescide Atatürk'ü sokacak kadar akılsızmıyım. Benim Atatürk'le bir işim yok. O öldü gitti. Ben dinime, dini vazifelerime bakarım. Ayrıca şuna inanınız ki, ben Atatürk'ün (A)sından bile söz etmiyorum. Dedim ya benim konuşacak başka konularım var. Ben bana gelip "îslâmı öğrenmek istiyorum" diyenlere İslam'ın ne olduğunu bilen çok az. Bakın müdür bey ben müslümanım.

—Biz gâvurmuyuz?

—Ben sizi bilemem, ben kendimden bahsediyorum. Siz de isterseniz kendinizden bahsedin. Ben müslümanım ve mes-eid'i sadece namaz kılmak için istiyorum. Sizin de ölüleriniz vardır. Müslüman olduğunuza göre siz de namaz kılıyoıv sunuzdur.

—Ben mi? Şey... Ben kılamıyorum, ama kılanlara saygım var. Meselâ ben şimdi size saygı duydum. İnancınıza bağlısınız. Ve bir namaz için mücadele veriyorsunuz. Aslında benim ailem de dindardır. Bakmayın biz vakit bulamıyoruz.

—Aman müdür bey. Her şeye vakit buluyorsunuz da,, sıra namaza gelince mi bitiyor vakit? Siz bana inanın ki imanınız eskidiği için kılamıyorsunuz namazı. İsterseniz imanınızı tazeleyebilirsiniz. Şimdi sizden rica ediyorum, bana yardımcı olun. Namazda iken ayakta durmak farz. Yerde kılsam, yerler çamur içinde, üstelik kıbleye doğru kılacak yer de yok.

—Valla şimdiye kadar mahkûmlardan böyle bir talep, gelmedi. Bu isteğinizi savcıya bildireceğim. Cevabını bugün getirebilirim belki...

—Çok teşekkür ederim. Ayrıca savcı beye hatırlatın. Er-

77

kek mahkûmların mescidi var, kadın erkek eşit tutuyoruz diyorlar. Bir zahmet o teoriyi burada pratiğe döksünler.



Müdür Güngör bey gayet yapıcı tavrı ile savcıyı göreceğini söyleyerek bizim bölümden ayrıldı.

Mahkûıyıların yanına döndüğümde Ayşe Baysal, Feride Salman, Dilber (üçü de namazlarım kılıyorlar) merakla sordular:

—Ne oldu?

—Galiba verilecek... Müdür bey önceleri, benden korktu ama, sonra o da anladı yanlış hareket etmiyeceğimi. Feride Salman:

—Vermezler Emine hanım, vermezler. Demin mahkûmlardan birkaçı konuşuyorlardı. "Burası Şenlikoğlu'nun özel yeri değil, katiyyen açamaz" diyorlardı. Bu işten vazgeç Emine hanım. Boşuboşuna düşman edineceksin. Kıskanıyorlar. Başka bir sebebi yok. Alevi teyze bile onları ayıpladı... "Siz ibadet edene neden engel oluyorsunuz?" dedi. Güya bizim mezheb-den olanlarda bize karşı çıkıyorlar. Nerde bunlarda iman? Biraz konuşsam hemen "Kocanı öldürdün, onun için kılıyorsun" diyecekler gene... Onun için de susuyorum.

—Yerli yersiz konuşmak nasıl hata ise, yeri geldiğinde susmak da öyle hatadır. Bizim mescid hakkımızdır. Ben şahsım için istemiyorum ki... Cezaevine gelen müslümanlar için de istiyorum. Bak bazı mahkûmlar en ufak haklarını bile direnip alıyorlar. Karar verdim, gerekirse adalet bakanlığına müracaat edeceğim. Gerçi adaleti orada aramam yanlış. Kel ilâç bulsa başına sürer. Fakat yine de "vatandaş" olarak kütükte yazılı olan hakkımı kullanacağım.

Derken saat ondört oleju. Ve gardiyanın sesi:

—Emine Şenlikoğlu, kapıya gel. Savcıya çıkacaksın.

Hazırlandım, gardiyan kadınla beraber savcıya doğru gidiyoruz. Cezaevine gireli ilk defa bu kadar uzun mesafeli yürüyorum. Bu yürümek bile güzel. Devletten bir yürüyüş koparmak da kârdır. Salonda yürüyoruz. Bu arada gardiyan; Zeyneb'e soruyorum: ı

—Savcı müslüman biri mi acaba?

78

—Aaa, gâvur savcıda mı varmış? Bunlar Türk. Gâvur olurlar mı?



—Türklerden gâvur yok mu? Dün "Din tanımıyorum" diyen kızı görmedin mi?

—O gâvur değil ki.. Türk Türk.. Sen de Türk'le gâvuru ayırd edemiyorsun... Seni nasıl yazar yapmışlar bilmiyorum.

Bu zavallı kadın bir sürü mahkûm kadının başına getirilmiş.

ve, savcının huzurundayız. Savcı demokrat bir tip, ilk bakışta,

—Emine hanım, anlat bakalım. Kimsin? Hangi fikirdesin?

—Adım Emine kimliğim Müslüman.

—Müslümanlar da farklı farklı değil mi? Siz hangi mez-hebdensiniz?

—Hanefi mezhebinöenim.

—Ama Hanefî mezhebinde Çarşaf yok ki?

—Nereden biliyorsunuz savcı bey? Hanefi mezhebini baştan sona kadar okudunuz mu?

—Ama çarşaf çok çirkin duruyor. Öcü gibi. Şöyle güzel güzel kapansanız, halk UlânYa daha çok ısınır-

—Öyle kapanan din kardeşlerimiz de var. Eğer kıyafete bakarak İslâm'a ısınacak fertler varsa, şık giyimlilere baka-raktan ısınırlar. Ama buna imkan yok. Hiç kimse dış görünüşle İslâm'ı sevmez.

—İyi ama size yazık değil mi?

—Evet bize ya/ık ama zalimlerden çile gördüğümüz için yazık. Bir çarşaflık jarse kumaş kişileri acınacak haie sokmaz.

Savcı konuyu değiştiriyor:

—Senin bende dilekçen var. Mescid İstiyormuşsun. Ama bizde mescid verecek yer yok ki. Söyle bakalım, neresini verelim? Zaten bir yatakta bazan üç kişi yatıyorlar. Yerimiz dar...

—Mescid için müsait yer var. Gardiyan odası.

—Ama gardiyanlar bu işe taraftar değiller. (Belli ki şi-

79

kayet benden Önce gitmiş)



—Neden? O odayı daha önce tamamen Nazlı Jheak'ın emrine vermişsiniz. (Sağcı Tercüman Gazetesinin baş yazarı) Namaz kılan mahkûmların namazı sizce Nazlı Ilıcak kadar değer taşımıyormu?

Savcı bey biraz düşünüyor:

—Valla, Emine hanım, aslında bu işe Binbaşı karışır. Şahsen ben de isterim, namaz kılacak yeriniz olsun...

Savcı bu işi Binbaşıya havale ettikten sonra tekrar geri döndük. Bir de baktım Binbaşı gelmiş koğuşa.

Hemen kendisi ile müsait bir zeminde görüşmek istediğimi söyledim. Yeni gelen Adapazarılı Binbaşı Kâmil Ertir-yaki beni güzelce dinledi. "Sana ben neticeyi bildiririm" diyerek ayrıldı. Bir de baktım gardiyanların ikisi benimle konuşmuyorlar. Yüzlerinden kin akıyor. Gardiyanlar "Onu hemen şevke göndertelim" demişler. İçlerinden bir gardiyan da "Aman kadından ne istiyorsunuz?" diyerek onlara karşı çıkmış.

Cezaevi, dedikodu gazetesinden duyuyorum bunları... "Kadınların olduğu yerde dedi kodu olmaz mı?" diyenlerle hemfikir değilim. Çünkü erkeklerin olduğu yerde de aynı gazete çok okunuyormuş.

—Şimdi benim için dört ayrı kanalla mücadeleler var. Savcı, Binbaşı, içerden mahkûmlar ve Gardiyanlar... Mahkûmlardan bazıları ile konuştum... Ben şahsım için istemiyorum. Bütün namaz kılanlar için istiyorum. Bakın siz namaz kılmazsanız bile namaza saygılı olmanız lâzım. Çünkü siz müs-lümansınız. Bu arada Yahudi Raşel ranzasından bağırıyor:

—Eğer onlar müslüman, var bende ımislünun...diyor.

Mahkûmların bir kısmı beni destekledi. Hatta genelev kadını Figen bile çileden çıktı. "Ne demek ulan bu? Bizim hayatımız zaten kaymış. Türklüğümüzü de unutalım mı? Kimse kimsenin ibadetine karışamaz." diye isyan ediyor.

—Allah sana tevbe nasib etsin. Dilerim Rabbimizden içindeki kıvılcım imanım alevlendirir.

80

Mahkûmların bazıları söyleniyorlar "Sema olsaydı bu gardiyanlar böyle ötemezlerdi. Çünkü hepsi de Semaya karşı kamburlar."



Hele eroinman Hülya tamamen benden yana. Bazı ideolojilerin militanları hiç karıştırmıyorlar. Zannediyorum her cezaevine bir mescid olmalı hükmünü bildiklerinden susuyorlar. Yoksa bir çöp bile fazlalıktan bana verilse itiraz edilirdi. Bir günlük durum bu noktada devamını yarın yazarım. Şimdilik Allah'a emanet olunuz muhterem kardeşlerim.

81

"Burası Kabe mi"



Dün gece burada mescid istemeyen gardiyanlardan birisi nöbetçi idi. Üstelik sevdiğim gardiyan.

Yine cezaevi dedikodu gazetesine göre bu gardiyan "Burası Mekke mi?" demiş. Baya üzüldüm. Yüreğimde yara hissettim. Bu öyle bir yara ki bu yarayı ancak dava erleri bilir ve anlar. Abdullah Gülcemal "Gönül söyler, dil susar" kitabında "Gönül ehli olmayan bizi herden bilsin" diyor. Evet ne bilsinler.

Ey nazlı bülbül sen ağla halimize senden çıksın nağmeler zira biz bize yaremizi açamıyoruz. Biz kendi ülkemizde kendi din kardeşimiz tarafından düşman ilan ediliyoruz. Biz kendi kendimize savaş açmışız, bize dışardan gelecek düşmana ihtiyaç yok. Bizim bu birbirimize olan düşmanlığımız Yunan kafirinden daha keskin. Öyle olmasaydı bu gardiyanın da vicdanı vardı, tslâm onun da diniydi. Ama bu gün eline geçen bir fırsatı İslâmın aleyhine kullanıyordu.

Ey Allahım! Şu mescid'i açmayı nasibet... Amin.

Gardiyan hanımla karşı karşıyayız. Ona ilk sorumu soruyorum:

—Bak........hanım, sen ve ben ikimizde aynı dine mensubuz. Ama aramıza cehalet girdi. Ve biz din kardeşler birbirimizden koptuk. Ben burasını mescid olarak istiyorum. Sen karşı çıkıyormuşsun. Söylermisin sen dinine hiç bir zaman yardım etmeyecekmisin? Eline geçen bu güzel fırsatı kaçırı-yorsun. bak fahişe kadar da olamadın mı? İşte bir odanız var. Sadece bir kişiye bir oda düşsün diyerek keyfinizden taviz vermiyorsunuz. Sıra cennete girmeye geldimi, kalbini göstererek ilk sırada aday olursun. Bu nasıl müslümaniık böyle? Sen bana burada sahip çıkman gerekirken sen de zalimlerden yana oluyorsun. Sen bir gün ölmeyecekmisin? Cenaze namazını namaz kılanlardan başka kim kılar zannediyorsun? Yapma........

hanım. Elini vicdanına koy. Bu din ikimizin de dini. Sen dini önemsemezsen, dinde seni önemsemez. Huzuru ilâhide din

82

sana sorar... Derki sen dünyada iken bana sahip çıkmadın, şimdi de ben sana sahip çıkmıyorum. Üç kuruşluk keyfimiz için dinimize tekme atmayalım. (Üzüntümden gardiyana konuşma hakkı vermiyorum) senin şu yaptığın İslâm'a tekmedir, unutma. Bu hareketinle sadece sen kaybedersin.



Seninle huzuru ilâhide elbette görüşeceğiz. Şimdi vicdanınla başbaşa kal. Zaten seninle artık bu konu ile ilgili hiçbir şey konuşmayacağım. Dilerim kendi halinden kendin utanırsın.

Odadan gözlerim dolu olduğu halde çıkarken arkamdan seslendi:

—Gel kız! Bana okus pokus mu yaptın ne? Birden yu-muşayıverdim. Sana burayı veriyorum. Engel olacaktım ama vazgeçtim.

—Allah seni sevdiklerinden yapsın. Beni çok mutlu ettin. Allah da seni mutlu etsin. Teşekkür ediyorum.

Evet dün akşam gardiyan da izin verdi, mahkûmlar da. Sorun değil artık, bir tek Binbaşının emrine bakıyor. Bir de Binbaşı olmaz derse ne olacak. Kanun burada Binbaşı!..

Nihayet heyecanlı dakika geliyor, Güngör bey, Binbaşı ve yanında gardiyanlar olduğu halde koğuşa geldiler.

—Emine hanım, burası mescid olarak açılıyor. Dilekçen kabul edildi.

Gözlerimden yaşlar süzülmeye başladı. Binbaşı Kamil Er-tiryaki inancı doğrultusunda, nasihatim ve ikazını yapmadan da edemedi.

—Emine hanım, burası size ait. Sadece namaz için, sakın Hûculuk yapmayın ha... O zaman derhal kapatırım.

—Benim buralarda hû çekmeme lüzum yok ki. Maksadım Allah demekse ben onu her zaman benim olduğum her-yerde söyleyebilirim.

—Bak sen medeni insansın diye sana inanarak buranın açılmasına karar verdik.

—Çok teşekkür ediyorum. Yalnız bir konu var. Bazı kişiler buranın mescid olmasını istemiyorlar da.

83

O

—Hiç kimse verdiğim kararı değiştiremez. Ben tek başıma da vermedim bu karan. Her yere dilekçe vermişsin.



Güngör bey:

—Sen merak etme Emine hanım, biz etkide kalmayız. Sen rahat rahat kıl namazını bize de dua et. Bakma sen biz de müslümanız ama senin gibi aşırı müslüman değiliz o kadar.

—Ben de aşın değilim. En normal müslüman benim gibime geliyor sizinle kıyas yaparsak

—Ama Emine hanım, sen de muammalı konuşuyorsun...

Ve böylece mescidde ilk namazımızı bu gün kıldık. Yapılan mücadelenin sadece yüzde onunu belki anlatabildim.

İstermisiniz bu gün Necip Fazıl'ın bir şiiri ile kapatalım. Şiir deyip te geçmeyiniz, şiir de ağlar bazan.

EN YAKIN

Bütün insanlığı dövsem havanda Zerre zerre yine herkes yalnızız Boşlukta yol alan uçsuz kervanda Herşey tek başına, dağ, taş ve yıldız Herkes bir vücutsuz hayal peşinde Eşini kaybetmiş herkes işinde İçinizden yiv yiv derinlesiniz de

ARTIK ÇIK KARŞIMIZA EY YAKIN! UZAKLAR BÎZE DÜŞMAN BİZ UZAKLARA...

84

Zor Gelen Yönler



Tiana burada en çok zor gelen olay nedir biliyor musunuz? Belki güleceksiniz ama. Yine de söylemek istiyorum. Bizim gurubda biz dört kişiyiz. (Yemek arkadaşı) Bir eşya dolabımız var, bir de yemek dolabımız. Ayrıca namaz kıldığımız yerin de anahtan var. Yemek dolabından bardak almaya gidiyorum bakıyorum kilitli... Gidiyorum arkadaştan anahtar istiyorum, kapıyı açıyorum, tekrar kilitliyorum. Namaz vakti geliyor. Namaz kılmaya gidiyorum. Kapısında koca kilit. Geri dönüyorum ranzaların altında anahtar arıyorum, buluyor, kapıyı açıyor, kılınca tekrar kilitliyorum. Elbise dolabına gidiyorum, o da kilitli... Kilitlenmese hırsızlar kol geziyorlar. Hiç de bana göre bir iş değil anahtar saklama işi. Çünki çok dalgın bir insanım. Günde on anahtar verseler, onunuda kaybederim. Git bir dolaba kilitli, gel öteki dolaba kilitli. Bu anahtarlardan bıktım. Zira dış kapı kilitli bu gün söylenmeye başladım. Anahtarsız bir dünya istiyorum, evet t^na en zor gelen sadece anahtarlı bir dünya oluşu... İkincisi de görüş günleri, sevdiklerimle görüşürken, arada iki ayrı bölmelerle cam oluşu. Yani sevdiklerimle aramda, demir parmaklıklarla beraber bir de kalın camların bulunması. Doğrusu alışana kadar insanın ciğeri yanıyor.

Her akşam sayım yapılır... Bir çay yapar demlersiniz, tam çayları içeceksiniz, gardiyanın düdük sesi:

—Haydiii... Sayım var sayım... Hepiniz sıraya... (Tabii kural bu) İster istemez sıraya giriyorsunuz. Sizi çift sıra halinde sayıyorlar. Sonra yüksek bir sesle:

—Allah kurtarsın... diyorlar.

Hurra... Yüzelli kişi içeri giriyor. Bu arada mahkûmların bedduası... "TAŞ OL ...ZAL TAŞ OL!.. Bir af çıkarmadın gitti"

Cezaevindeki "Allah kurtarsın" sözü, (dua demiyeceğim, onların niyeti başka)

Bazı mahkûmlara isyan ettiriyor. Mahkûmlar bilmiyorlar ki, halk devletini kendi kurarsa, o devletin verdiği cezadan Allah o kulu kurtarmaz. Kul Allah'a dönerse kurtulur.

8-5


Asıl Suçluların Bulunmadığı Yer, Burası Cezaevi

Cezaevine geleli aylar oldu. Bu da ne? Asıl suçlulardan hiç birini burada göremiyorum. Nasıl olur? O suçlular nasıl olurda burada olmazlar? O çocuklarımızın körpe beynini zehirleyen güler yüzlü canavar öğretmen nerede? O "çocuklarımıza "Allah'a inanmayın" demişti. Kur'an "çöl bedevisinin eseridir" diyerek çocuğumuzun eline duygusal sömürü yapan yahudi kitaplarını vermişti. O neden burada yok? Ama onun yetiştirdiği genç burada!

Genç kızlarımızı genel evlerinde satan manukyanlar niçin burda yok? Onun bu yaptığı vahşet bu milleti hiç mi ilgilendirmiyor? Hiç mi yaralamıyor? Çilekeş ananın, zavallı kadının çocuğunu alarak, anasını sokaklara atan baba! O nerede?

İşçinin sırtından milyarlar çalan hırsız adam o niye buraya gelmemiş? Ya eroin, esrar şebekesinin babaları, onlar neden burada değil? İlk el neden yokta, üçüncü beşinci eller var burada?

İslama küfür edenler, îslamın aleyhinde kanunlar çıkaran "kanun adamı" neden buralarda değil?

Gazetecilik yapmak, ilginç haberler bulmuş olmajc için zavallı insanların namuslarına bile leke sürmekte olan gazeteciler var, dışarıda mesleğini icra ediyor. Peki içeride neden yok? Koca bir cezaevinde yalan haberden dolayı ceza alan neden yok? Bunca gazeteler bunca yazarlar, gazeteciler hep doğruyu mu yazıyorlar? Fatma Kalyoncunun haberi tamamen namusa yapılan saldırı var ama ne gazeteden bir yetkili ne de muhabir hiç biri burada değiller.

Ya suçsuz insanlara ceza veren hakimler? Onlardan neden bir kişi burada değil?

Ya rüşvet alarak ameliyat yapan Doktor oiüar veya biri neden yok bu cezaevinde?

86

Hayret, rüşvet alan komiserler polisler de o kadar az ki?



Velhasıl burada suçlular var. Fakat asıl suçlular buralarda değiller, asıl suçluların suça ittiği kişiler buradalar.

Evet burası cezaevi. Asıl suçluların bulunmadığı yer... Katil burada ama bir adamı katil yapan sistem burada değil. Belli ki suçlu sistem yargılanmıyor. Yargıîanamaz da. Çünkü suçlu sistemleri biz, biz müslümanlar yargılayacağız!

87

Cezaevinde En Çok Kullanılan Kelimeler



1) Allah'ından bul ..ÖZAL Bir af çıkarmadın gitti.

2) Allah cezanı versin.

3) Gardiyan sürünesin olur, mu?

4) Posta neden gelmiyor?

5) Karavana geldi mi?

6) Senin ziyaretçin gelecek mi?

7) Paracı neden gelmedi? Acaba bana para gelecek mi?

8) Ne zaman af çıkar sence?

9) Fai'a baktıracağım. İçim bu gün çok kabarık da...

10) Mektup yazacağım.

11) Çay neden halâ gelmedi?

12) Sular akmıyor.

13) Dalaaan dalan sen de şımarıyorsun.

14) ..zal boynun devrile ...ZAL... Sen denizde saltanat sür, biz burda pisipisine yatalım.

15) Ah...ah kader beni buraya attın.

16) Kaderi suçlama kızım kendini suçla. ¦

17) Gelirsem saçını başını yolarım ha!..

18) Suçumuz neydi bizim?

19) Kahpe hakim, arabaların altında kalırsın inşaallah. Bana haksız yere ceza verdin...

20) Hakimlerin vicdanı olsaydı cezaevleri boş olurdu.

21) Gazeteler yine hakkımda yalan yazmışlar.

22) Bu gazeteciler...

23) Bu cezalar da geçer. Geçer geçer ama yıkarda geçer.

24) Karnımız yine doymadı. Bu yemekleri köpeklere niı veriyorlar...

25) Ahh benim şubede nasıl işkence gördüğümü bir bilseniz.

26) Ben evlâdımı çok'özledim. Şimdi ne yapıyor acaba?

27) Kırıklarım...

28) Hapishaneye güneş doğmuyor.

'29) Beni buraya atanlar, sürünün inşaallah.

30) Yürü kızım yürü...

31) Ceza aldın mı?

32) Mahkemeye giderken hangi elbise giysem acaba.

88

Mahvolan Genç Kız



—Aaa... Bakın bakın Nalân yine gelmiş.

—Geliyor ya. Onun gibilerinin ikinci adresi değilmi burası?

Bu arada gayet rahat haliyle genç kız mahkûmlara yaklaştı.

—Selâm,


—Ne oldu Nalân? Yine niye geldin ki?

—Niye olabilir ki Herifçi oğlundan altmış bin lira aşırdım. Kodesi boyladım.

—Parayı geri verseydin ya?

—Niçin vereyim? Adam söyledi de havam alırsın dedim. Şurada bir kaç gün yatar çıkarım... Benim için daha iyi, ekmek elden su gölden.

Nalan'ı takip ettikten sonra sordum: —Kaç yaşındasın kardeş? —21 yaşındayım.

—Bu yolda oluşunuza üzülmüyor musun? Bak iki günlük dünyada, sıcak bir yuvaya hasret, itin kopuğun ellerinde gezeceksin. Biraz yaşlanınca sokaklarda kalacaksın. Her şeyin gittiği gibi bir de dinin elinden gidecek. Belki de gitmiştir? Niçin darda kalınca kötü yola düşmek aklınıza geliyor? Başka çareler niçin aramıyorsunuz?

Nalân başını mahcup tavırla eğerek: —Ne yapalım kader utansın? —Kader ne demek? —Bilmem. Bizim âlemde öyle derler de.

—Sizin âlemin işine geliyor da onun için. Suçu kadere atarak kendilerini temize çıkaracaklarını zannediyorlar.

—Peki ne yapsaydım? Babam peze..... Annem de beni sekiz yaşında bırakarak kaçmış. Beni akrabalar büyüttü.

89

Eeee ne yapsaydım? Sonunda bu yola düştüm.



Kötü yolu bulduğun gibi iyisini de bulurdun . Evet seni bu duruma sokan eğitim sistemi de, anan da, baban da utanmalı. Ama sen de suçsuz değilsin. En azından bir fabrikada çalışabilirdin. Tanıdıklarına gözyaşları ile yalvarsaydın mutlaka birinden biri seni himayesine alırdı.

—Oranın parası kime yeter ki?

—Lüks yaşama niyetinden, nefsinden kurtulan her kadına yetebilir. Sen istediğin çizmeyi giymemeyi, kuaföre gitmemeyi göze alsaydın bu yola düşmeyebilirdin. Kendini aldatma kardeş... Senin gibi anasız, babasız büyüyen, nice darbeler yiyen kadın vardır ki; namazlarından, niyazlarından asla ayrılmamışlardır. Onlar niçin düşmemişler? Gerçi bugünkü eğitimsizlik kadınların, erkeklerin kötü yola düşmeleri için bir tuzaktır. Ama çok namuslu kadın kurtulabilir. Hizmetçilik . yapsaydın ya.

—Doğrusu hizmetçi olamam.

—Niçin hizmetçilik ayıp mı?

—Ne bileyim, çok onurluyum.

—Çok onurlu insan öyle mi olur? Ellerinle hizmetçiliği gururla yapmıyorsun, sanki şimdi hizmetçi değil misin? Bu sefer ellerinle hizmetçilik yapmayan sen, bütün bedeninle ayyaşlara, berduşlara hizmetçilik yapıyorsun değil mi? Hem de hizmetlerin en kötüsü.

—Aslında doğru söylüyorsunuz. Bu yola düşen kadınların hepsi de konfor için düşüyor. Ama ne yapalım çevre?

—Tabi doğru. Belki binde bir sevginin kurbanları oluyor amma ruhunda namusluluk yatanlar hemen oradan ayrılıyorlar. Sen ayrılmıyorsun da iyi mi oluyor kardeşim? Bak bu kadar mahkûmların içinde damgalı oluyorsun?

—Olsun biz alıştık artık... Yalnız ben mi varım? Koğuşta kadın satanlar bile var. Ben yine onu yapmıyorum.

—Sen kötüye bakma kardeş. Senden daha günahkâra bakarsan kendini günahsız görürsün. Zaten binlerce insan başkalarına bakarak kendini günahsız görüyor. Mesela, sırtına kadar açık bir elbise giyen kadını gören başka bir kadın, eğer

90

onun kadar açık değilse, kendini kapalı zannediyor. Sen de onun gibi kadınlar satanları görünce, kendini satman sana hafif gelmesin. Çok büyük bir yanılgıdasın. Bak sana bir şiir okuyayım.



Ellere bakarak, Allah'ı terketme Bu halinle kendine kıymış olacaksın. İslâmı bâtıla, yanılarak benzetme, Burda ne yaptınsa, mahşerde bulacaksın. Aldanma zâlime, pişman dönersin yarın, Sen sana düşman olursan, yanarsın yarın...

Hem ne geçecek eline? Diyelim on milyon kazandın? Sanki o parayı Allah sana rahat rahat yedirecek mi? Kaldı ki, bak hapiste kaç tane hayatı zehir olan kadınlar var. Zinacı kadınlar bunlar... Çoğu meteliksiz değil mi?

—Söyledikleriniz doğru ama ne yapalım? Bizimki de amme görevi oluyormuş.

—Kim söyledi?

—Herkes bizim âlemde öyle söylüyor. Hatta dış âlemde olanlar bile öyle söylüyor.

—Onların kızları senin yaptığın işi yapınca da acaba aynı şeyi söylerler mi? Başkasının evlâdı yanarken bol keseden atanlar acaba kendi kızları senin yerinde olsa ne söylerler?

—Bilmem ki?

—Anlat bakalım Nalân alemde?

Neler dönüyor sizin

—Hangisini anlatayım. Bilmem ki!.. Şey. Neyse o yönü boş verelim. Bizim alemde güzel hiç bir şey yokki.

—Tabi yok... Ondan şüphemiz yok da. Oraya düşen kızların nasıl ve ne şekilde düştüğünden bahset.

—Nedenleri gayet basit. Lüks hayat özlemi! Ne aradığını bilmemenin verdiği bunalımlar.

—Sözünü kestim. Nalân "lüks hayranlığı" dedin. Kötü yola düşenlerin içinde. Zengin kızlar... Lüksün içinden gelenlei yok mu?

—;Çoook... Ama yine gözleri hayat kadınlığında oluyor.

91

—Sözünü yine kestim, ne için o yoldaki kadınlara hayat kadınları diyorlar? Onlar hayat mı veriyorlarki?



—Doğrusu bunu hiç düşünmedim. Zannediyorum. Toplumda yaptıkları kötü isim hayat kadını olarak değiştirildi.

—Yani psikolojik olarak o kadınlara siz o......., değilsiniz, hayat kadını veya tele kızsınız diyerek onlara bir yerde gönül rahatlığı veriyorlar öyle mi?

—Olabilir. Pek fazla bu konularda bildiğim yok. Tek bildiğim şey varsa onlar kader kurbanlarıdır.

—Şimdi ayıp ettin Nalân. Toplum kurbanı, şehvet kurbanı, giyim kurbanı, kısacası dinsizlik kurbanı demiyorsun, kader kurbanı diyorsun. Burada kaç tane kadın tanıdımsa hiç kendisini suçlamıyor. Sadece kaderi suçluyorlar. Giyim uğruna bu yola düşenlerin haddi hesabı yok. Bak Nalân biz diyoruz ki. Bugünkü gençliğe Allah (cc) sevdirilse İslâm öğre-tilse... giyimle üstünlüğün olmayacağı bildirilse., gazeteler ve dergideki moda gösterilerine aldanmasalar.. ve de erkeklere çekici görünebilmek için rüyalarında dahi giyimle uğraşma-salar.. bunlar olmaz. Sana soruyorum bu durumda kaç genç kız kötü yola düşer?

—Çok çok haklısın. Bunları gazeteler ve filmler yolu ile gençlere etki yapanlar düşünsünler çok iyi olurdu.

—İşte bütün mesele bu ya. Düşünmüyorlar. Onlar kazanacağı paraya bakıyorlai. Gençliği mahfeden onlar. Sonra onu sermaye eden onlar. Sonuçtanda kendilerini hiç sorumlu tutmadıkları gibi kötü yola düşen kızların çoğunun talihsizlik yada ailelerinin müteassıp olduğundan dolayı bu yola düştüğünü söylüyorlar.

—Evet., ne söyleyeceğimi büemiyorum. Ben de daha çok artist olmak istediğim için ailemi terk ettim. Gerçi benim ailem beni benden önce terk etti, ama eğer benim lükse karşı sempatim olmasaydı bir başka akrabama gider bu yola düşmem imkansız olurdu.

—Şimdi doğruyu söyledin. Sahi aklıma gelmişken bir soru daha sorayım. Kötü yola düşenlerden lise mezunu olanlar yok mu?

—(Nalan ellerini sallayarak) Ohooooh.. Hem de ne ka-

dar çok var. Üniversite mezunlarından bile hayat kadını var. Mesela Nermin Abla, Leyla, Nalân. Bir sürü hatta öğretmenliğinden istifa edip hayat kadını pardon (........) olanlar bile var.

—Demek ki kötü yola düşüş sebebi sadece ekonomik bunalım değil. Eğitimsizliğin verdiği bunalım oluyor. Gözler milyon paralarda tabi. Kanaat yok. Allah'tan da korkmuyor.

—Doğru doğruda... Bazı kişilerin düşüşü ekonomik bunalım oluyor gerçekten de. Çoğu kez erkeklere aldanıyorlar. Zorla randevu evine (zina evine) tuzaklarla satılanlarda var.

—Peki niçin hemen polise haber vermiyorlar?

—Polis mi güldürme beni abla... Hangi polise... Bende düştüğümde polise şikayete gittim. Dürüst genel evi kadınına iftira etmekten beni hapse attılar. Her polis görevini yap-mıyorki... Benim anladığım bir şey varsa para...para...para... Ancak paranın konuşmadığı. Polisler müstesna. Bilirmisin bir zamanlar bir TAN TAN vardı. Ah işte onun gibi on baba yiğit olacak inanki İstanbul'da binlerce genç kızlar kötü yola düşmekten kurtulur.

—Evet hatırlıyorum. Bir zamanlar bir gazetede sık sık konu edildi. Fakat onunda ordan gidişine... Neyse Naîân... Biz konuyu değiştirelim. Başka zaman seninle yine konuşuruz. Genç kızlara bir şey söylemek istediğin var mı? Nalân ağlamaya başlayarak, var dedi var... ve devam etti:

—Genç kızlar! Size sesleniyorum. Ne olur sakın İstanbul'un renkli ışıkları, lüks görünüşleri sizi aldatmasın. Buralara sizi düşürmek İçin binlerce genç erkek görevlidir. Sizlere sevgi rolleri yaparak tuzağa düşürürler. Buraların sonu intihar veya delirmektir. Yamalı elbise giyin evinizden kaçmayın. Beş paralık adamların paspası olursunuz. Artistliğede özenmeyin... Onların hayatı sizin gördüğünüz gibi parlak değil .Her gün intihara teşebbüs!.. Her gün gözyaşı... Biz kaydık bir kerre siz kaymayın. Sonra pişman olmanız asla bir şey değiştirmiyor. Ne olur kıymayın gençliğinize. Buralar ölüm... Buralar cehennemdir... Ve bizler çok kere arkadaş kurbanı oluyoruz. Arkadaş seçimine çok dikkat edin çok...çok...

Evet, fuhuş hayatının darbesini yemiş olan Nalan'da yüz-

93

lerce gençf!) kızlarımızdan biri!.. Belirli bir eğitim verilseydi o da sıcak yuvasında oturan çocuklarını büyüten bir anne olacaktı! Fakat bu gün ithal olarak yurdumuza gelen kara akım, kadınlara, anne olarak yuvasında oturmasını, çocuklarını koynunda büyütmesini "bağnazlık erkeğe tutsaklıktır." şeklinde kamufle ediyorlar. Neden erkeğe tutsaklık olsun ki. O çocuk sadece erkeğin değil. Ana kendi çocuğuna bakmakla ayıp-lanamaz! Ayıplanırsa bu hareket çocuğa hakaret olur. Zulüm olur!!



94

Eroin Kurbanı Hülya İle Röportaj

"Bu da neyin nesi?... Bizim eroinci kız ile ne ilgimiz var ki? Bacı böyle bir işe niye kalkışmış?" demeyiniz. Eroinci, esrarcı, zinacı, kumarcı genelde hepsi bizim evlatlarımız, bizim kardeşlerimiz veya bizim torunlarımız değil midir?

Çok zeki, ama dinî eğitimden uzak hayat yaşamış olan Hülya'yı hapiste tanıdım. 25 yaşında olan Hülya kendini kendisi ile savaşan, eğitimsizliğin, aile sorumsuzluğunun vurduğu darbeyi, pahalıya ödeyen bir genç kızdır. Fakat azimli, "zararın neresinden dönülürse kârdır. Artık eroin içmeyeceğim, irademi kullanacağım" diyen ve bir yerde toplum kurbanı olarak gördüğümüz Hülya ile karanlık hücrede dertleştik.

Her insan kendi muhitini daha iyi tanır. Her ne kadar biz uyuşturuculuğa itilen gençlerin durumunu biliyor isek de, Hülya kadar bilmemiz mümkün değil. Çünkü o yaşamış ve görmüş. Sözü uzatmadan Hülya'ya dönelim.

Hülya kardeşim, önce ilk defa eroine nasıl başladığını ve alıştığını anlatır mısın?

Zaten uyuşturucu zemininin içindeydim. Eroinin kötü bir şey olduğunun da bilincindeydim. Alışmam annemin ölüm olayından sonra oldu. Beni teseili etmek amacı ile bu olayın şokuna girmeyeyim diye, en samimi arkadaşım getirmişti. Annem öleli İkİ gün olmuştu. İçtim ve hemen herşeyin etkisi benden geçti. Ölüm olayı bende eskisi gibi değildi artık. O an içtim, bir gün sonra etkisi geçtiğinde daha çok üzüldüm, o zaman dinî hiçbir bilgim yoktu. Dinî açıdan bir yaklaşımbir teselli olsa idi böyle bir şey söz konusu olmazdı eminim. Zaten annemin ölümünden kendimi sorumlu tutuyordum. Zira annem benim daha önce esrar, hap gibi şeyleri içtiğimi biliyordu. Ve kadın bana üzülmekten kalp hastası oldu. Sonunda enfaktüsten öldü. Ben kendimi uyuşturucunun etkisi geçtiği zaman; daha büyük acılara sürükleneceğimi sonradan idrak ettiğim âleme, öylesine kaptırmıştım ki, hiçbir şey beni ırgalamıyor ve etkilemiyordu.

95

Huzur bulacağın ümidiyle mi o aleme devam ettin?



Hayır. Başlangıçta uyuşturucuya karşıtıiçbir özentim yoktu. Ben güzel giyinmek özgür yaşamak, diskotek gibi şeylere özeniyordum. (Fakat oraların sonu beni uyuşturucuya ister istemez itti. Düzen başta bozulmaya görsün) Fakat bütün bun-lan yapabilmem için evden ayrılmam gerekiyordu. Bana ^a-hip çıkan tek ağabeyimdi. Ailem hiçbir zaman iyiyi, kötüyü bütün izah tarzıyla bana açıklamadı. Tabii bundan dini bilgininde büyük fonksiyonu var. Ailemde dini bilgisi olup beni eğitecek kimse yoktu. Gerçi babam dindar bir adamdı ama o da hiçbir zaman beni karşısına alıp, beni eğitmeyi bırak, şefkatle bir gün okşadığını bile bilmem. Yalnız ağabeyimden korkardım. Beni gördüğü her yerde döve döve eve götürürdü. Böyle baskı hiçbir zaman çözüm yolu değil. Daha sonra ağabeyim askere gitti ve ben evden kaçtım. Tabi evden kaçınca orası senin, burası benim. Böylece geziniyordum, şuursuzca. Daha sonra gece hayatından arkadaşlarım oldu. Ve kendimi esrar âleminin içinde buldum. Tabi bu tiplere özentideydim. Bitirim alemi, güzel dans etmek, giyinmek... Hepsi mevcuttu. Tamamen onlar gibi olabilmem için, onlar gibi uyuşturucu da içmem gerekiyordu. Bir tek para sorunum vardı o zamanlar. Bana güzel de olduğum söyleniyordu ve bütün erkekler peşimdeydi. Ama ben kötü yola düşmek istemiyordum. Bir ara para için fotoroman çevirdim kelebekte. Adı Günah Çi-çeği'ydi. Şimdi çoğu çevre bana daha çok ilgi gösteriyordu. Bu arada Samsun'dan, fuardan teklif aldım. Dans ediyordum orada, bir süre çalıştım. Tabii bu âlemdeki kızlara iyi gözüyle bakılmadığından olacak sanırım, patronum bana askıntı olmaya başladı. Ben işi bırakıp tekrar İstanbul'a döndüm. Manken bir arkadaşın evinde kalıyordum. O arada LSS'nin tanıtımı için bir temsil geldi. Bütün basında yer almıştı bu olay ve ben hiç manken olmadığım halde "Başmanken Paris'e gidiyor" diye bir başlıkla gazetelerde yer alınca çok sansasyona! birisi olmuştum. Aslında Paris falan diye bir mevzu yok ya, hepsi aldatmaca. Bende parayla oynayan bir kukla misali, ipler nereye giderse oraya gidiyordum. Sonra Nü-ket Duru ile bir süre çalıştım. Ama çalışmam yani bu yolda çalışma, çok dejenere olmuş insanlar içinde olmak beni sık-

96

tığı için ayrıldım. Sonra (uyuşturucu hariç) bütün her şeyi bıraktım. Neye el uzattımsa, ondan zevk alamadım. Ve beni farkında olmadan yaşadığım âlem yavaş yavaş, bir başka deyimle sindire sindire bitiriyordu. Acaba ruhum ne istiyordu? Onu o zamanlar idrak edemiyordum. Yalnız bir boşlukta olduğumun farkında idim. Binlerce genç gibi. Farkındasın, fakat bir yön tayin edemiyorsun. Dedim ya, gazete yalanları ve bazı arkadaşlarımın intihan... Bulunduğum âlemin çürüklüğünü bana ispatlıyordu. Fakat ne yapabilirdim? Orada bulunan gençlik ne yapsın? Tek çıkar yolun içmek ve, eğlencede olduğunu zannettiği için, kendine bir çözüm yolu bulamıyorki. Daha doğrusu o hayata düşmeye görsün, sonra hiçbir şey düşünemez oluyoruz.



Daha sonra kendimi zorlayarak eve döndüm. Evdekiler yine aynı idi. İlgisiz ve sadece beni suçlayan tavırlarda idiler. Halbuki madem ben eve dönmüştüm, daha yaşım da küçüktü, bilinçli bir aile olaf&k elimden tutmaları gerekirdi. Fakat tam tersi, beni ittiler... İttiler... Ve ben koskoca bir ailenin içinde yapayalnızdım. Onlardan bir ilgi göremediğim için, yine eski arkadaşlarımla diyalog kurdum. Çünkü bir dosta, bir arkadaşa ihtiyacım vardı. Onlardan başka da bir çevrem yoktu. Ailemdeki, gerek ablalarım, gerekse abilerim bana insanın bir amacı olduğunu anlatmamışlardı. İnsan bir amaç gütmüyorsa ne yapar, söyleyin?!

Bu Hayata Girişimin Odak Noktası

Anrjemin ölümünden onbeş gün sonra ablamlar güya teselli amacı ile Kıbrıs'a gittiler. O zaman çok yalvardım, ne olur ya gitmeyin, ya da beni koca evde yalnız bırakmayın dedim. Kendime malik değildim. Fakat aklım eriyordu ki ben yalnız kalırsam durumum çok kötü olur, kendimi frenleye-mem. Ama beni dinleyen yoktu. Üstelik azarladılar. "Kes zırıltıyı, fazla zırlama da bizim sinirimizi bozma" dediler. Lise mezunu olmama rağmen, oradaki eğitim de kendimi düzene sokacak güçte değildi. Düşünün canavar topluluğun içinde bir çocuk!..

İşte onlar Kıbrıs'a bende tam olarak eroin alemine gitmiştim, artık hiçbir şey düşünemedim. Tiryaki olmuş, eroin

97

bulamadığım zaman sizin bilemeyeceğiniz bir acı veren şoka giriyordum. O şok öyle bir şeydir ki, kişi kendini asla bilemez. Böylece günün birinde Türkiye sinema güzeli Melek Ay-berk ile bir operasyon sonucu yakalandım. Cezaevine kondum... Yıl 1980 idi... Bir yıl sonra cezaevinden çıktığımda yine tek özlemim eroin içmekti. Çünkü ceza görmekle o illetten kurtulmamız mümkün değildi. Hem ruhumuza, hem de bedenimize tedavi lazımdı. Tabi çıkınca aynı âlem devam etti. Bu arada çocuğumun babası ile beraber kalmaya başladım. Benim tek kurtarıcım, tek dayanağım o oldu. Beni bir kaç kere tedavi görmem için hastaneye yatırdı. Ama bu zehirden kurtulmak kolay değildi. Herşeydea önce psikolojik tedavi gerekliydi. Fakat bizi tedavi edecek kadar yeterli doktor potansiyeli yoktu. Bir doktor bir hastaya azami beş, on dakikasını zor veriyor. Bu durum elbetteki tedavi olmama yetmezdi. Adeta çırpmıyordum.



Hülya kardeş, şu anki durumunu kardeşlerimize söylermisin?

Şuanda burda oluşum eski suçumdandır. Kendim teslim oldum. Niyetim şu: Eski alemle en ufak bir bağlantı kurmayacak ve dürüst bir anne, bilinçli bir eş, ve de elimden geldiği kadar bilinçli bir müslüman olma yoluna gideceğim. Çocuğuma da ailemin bana yaptığı eğitimsiz baskıyı yapmayacak, onu şefkat ve ikna yolu ile cemiyete faydalı, daha doğrusu kendini perişan edecek her türlü unsurlardan uzak tutacağım.

Hülya, bu satırları okuyan genç kardeşlerimize son olarak ne söylemek istersin?

Her şeyden önce batıya özenti olmasınlar. Fazla lükste huzur bulacaklarını zannetmesinler. Çünkü insan o âleme daldığı zaman çıkması çok zor. Hatta çokları için imkânsız gibi bir şeydir. İnsan kendini o zehir hayata adapte ettiği zaman kendinden neler gittiğini anladıktan sonra vakit çoook geçmiş oluyor. Dönmek isteseniz bile sizi o halinizle kabul edecek olan çok az. Dünyanız da, ahiretiniz de elden gidiyor. Anlatılacak çok acı olaylar olmasına rağmen ben bunlarla yetiniyorum.

98

Sana Kıyanlar



Aman yarabbi! Bugünkü günüm ne kadar acı geçiyor. Kendi yavrularımızı böyle görmek ne acı bir işkence. Ey kitapsız zulm. Seni biz, biz müslümanlar sileceğiz haritadan.

Feryat edesim geliyor... Ama feryatlar ne işe yarar eğer bil fiil çalışmıyorsak! Feryat et edebildiğin kadar. İslam nasıl yayılmış ise ilk doğduğunda, yine aynı metod ve gayretle yayılacak demektir. O halde feryattan çok iş önemli. Okumak ihlaslı ibadet etmek. İslam ile insanlar arasında ilgi kurarak ve Amerikayı Rusyayı tepesi üstüne getirilir mi demeyelim. Biliyorsunuz her ikiside unutamıyacakları dersi aldılar.

Koğuşta çok gürültülü. Bu gürültüde yazı yazmak bir hayli zor. Bunalımlı mahkum arkadaşlar yine kavgaya başladılar. İncir kabuğunu doldurmayacak işler.

Evet bugün gördüğüm çocuğu anlatacağım.

Hastaneye gitmek için aşağıya indim. Merdivenlerde oturmuş karakara düşünen bir çocuk gördüm. Zavallı çocuk. Nasıl da garib garib oturmuş bakıyor.

Ah zalim rejimler ah... Bu çocuk sizin kurbanınız, diye söylenerek yaklaştım çocuğa. Gardiyan hanım arkamda. Ona ricada bulundum.

—Şu çocukla görüşebilirmiyim. —Görüş ama çok acele et.

Gardiyan merdivende bir başka gardiyan ile konuşurken ben çocuğun yanına yaklaştım.

—Merhaba delikanlı... Nasılsın.

Oturduğu yerden kafasını ellerinin arasından çıkartarak dalgın dalgın sordu.

—Merhaba ne istiyorsunuz? —Seninle konuşmak. (Biraz düşündükten sonra tedirgin) —Ne konuşacaksınız?

99

—Suçun ne?



—Bilmem...

—Nasıl olur?

—Oldu... suçumu bilmiyorum.

—Seninle dertleşebilirmiyiz?

—Benim derdime çare olmaz. (Ağlamaya başladı)

—Ben feleğin tokatını yemiş bir garibanım.

—Cezaevi ağzı ile konuşuyorsun. Kaderin değil zalim rejimlerin tokatını yedin. Ama bu tokatı anlat ki bileyim. Belki sana yardım ederim.

—Edemezsin... Sen falcımısın teyze?

—Estağfirullah... Ben müslümanım, müslüman fala bakmaz ve inanmaz.

—Ama dertli olduğumu nerden anladın?

—Halinden anladım. Benide ağlatıyorsun ama derdini söylemiyorsun.

Yüzüme garib garib baktıktan sonra:

—Teyze!

—Efendim


—Ben ölmek istiyorum.

—Neden?


—İşte...

—Söyle be yavrum. Daha fazla bekletme beni... Bak gardiyan beni bekliyor.

—Teyze (yine ağlamaya başladı) dün akşam ağbilerden birisi bana tecavüz etti. Utanıyorum bunu söylemeye. Ama şimdi ne yapacağımı bilmiyorum. Kendimi öldürsem diyorum.

—Yapma sakın yavrum. Kendini öldürme yerine gel is-lami safta o çirkinlikleri öldürme savaşını verelim. Yaşın şimdi küçük çocuğum beni bu gün anlayamazsın yarın anladığın zaman, ne olursan ol İslama gel zulmü öldürmek için, mücadele edelim. Savcıya şikayet etsene.

—Seni öldürürüm diyor. Nasıl edeyim? Ah bir çıksam

100


buradan. Bir avukatım olsa.

—Barolardan iste parasız avukat gelsin.

—Olurmu onlar para almadıkları için dava ile güzel il-gilenmezlermiş. Para almıyorlar ya.

—Yooo!.. Belki insaflı birine rastlarsın.

—Beni öldürtmek mi istiyorsun teyze? Ne olur yapma. Zaten yalnız ben değil benim gibi sessiz olanlara bu kötü işi yapıyorlarmış. Hükümette biliyormuş cezaevlerinde bunların yapıldığını ama tedbir alamıyormuş. Bizim savcı amca söyledi.

—Senin suçun neydi?

—Benim suçum yok... İftira ettiler. Şimdi başıma bu iş geldi.

Hem kendi ağladı, hemde beni ağlattı. Bu gece nasıl uyuyacağımı bilemiyorum. Çocuğun hali hâlâ daha gözümün önünde. Cezaevinde ceza çek (neyin cezası ise) bir de bu tür suçların acısını çek.

Gelin ey müslümanlar! Zalimlerin çocuklarımızın gerek fikrine gerek namusuna tecavüz etmelerine izin vermeyelim. Kapitalizmin ne olduğunu hep anlatalım. Ama çeneden ibaret olmasın hayatımız! Bilhassa islamı daha iyi yaşayalım. Zira Allah "islamı yaşarsanız kazanırsınız" buyurmaktadır.

Şu koğuşta bir arkadaşım olsaydı onunla paylaşsaydım derdimi. Şimdilik yok. Ama inanıyorum ki bir daha cezaevine getirildiğimde yalnız olmayacağım.

101

BURASI CEZAEVİ



Bazen suçlular ceza çekmeden çıkar

Bazan masumlar ceza çeker!

Kimi, kimsesizdir posta bekler

Ona zulüm eder yine köpekler

Garibansa yoktur yeri hep itilir

Haberde alamaz yıkılsa evi

İşte burası cezaevi

Kaliteli insan yokmuş gibi bakılır

Fason malı gibi "aynı cins" diye satılır (!)

Zalim kol gezer çıkar hava atar,

Suçu yoktur kardeşimin

Ama o hücrede yatar

Burada işkence maddi manevi

Çünkü burası cezaevi

Çocukları satan doktor yine mesleğinde

Adalet yokki diz çökseydi önünde

Para varsa kollardan kopu verir kelepçe

Hatta çok yakına geliverir halepçe

Milyarderler sıkılır hiç gelemez buraya

İşte bütün mesele burada işte bu yara

Adaleti andırıyor masumlar yiyen devi

İşte burası cezaevi...

E.Ş.
Doktora Gidiyorum

102


Çok hastayım, cezaevi doktoruna çıkıyorum. Zoraki has-tahaneye yazıyorlar.

Hazırlanıp çıkıyorum. Bir sürü asker ve komutanları cezaevinin girişinde mahkûm hazırlıyorlar. Kelepçe filan takacaklar. Kadın mahkûmlar aşağı yukarı altı, yedi kişi, erkekler onbeş filan. İlk defa uzun uzun adımlarla basacağım toprağa. Bir kenarda oturduk bekliyoruz. Bir erkek mahkûm:

—Sizin suçunuz ne? —163'e muhalefet.

—Tamam sizi tanıdım. Zaten ben de sizi merak ediyordum. Siz neden doğru dürüst bir kitab değil de zina eden öldürülsün diye yazdınız? "Gençliğin İmanını Sorularla Çaldılar" ne demek, kim çalmış sorularla?

—Birinci sorunuza cevab: Ben öyle bir şey söylemedim. Soru gelmişti, İslâmın hükmünü söylemiştim. Gazeteler yalan haber verdiler. Ben mahkemede o konuya hiç temas etmedim. Gençliğin imanını sorularla çaldılar'a gelince evet öyle yaptılar, önce sordular sonra karşıdaki kişiyi bunalıma ittiler. İslâm'ı bilmeyen gençlik soruların altında ezildi.

—Aaa kimmiş İslâm'ı bilmeyen? Gençlik İslamlığı biliyor ama onu beğenmiyor kanımca. Başka idealler daha çok çekici geliyor gençlere...

—Evet bazı Allah'ı sevmeyen, sevmek de işine gelmeyen gençlerde öyle. Fakat müslüman gençliğin de hızla artış gösterdiğini inkâr edemezsiniz... Demek mesele tanıdıkça sevme meselesidir.

—Siz halkı ürkütüyorsunuz. En azından halka ters geliyorsunuz. Hele şu çarşaf, Halka hitabetmeniz gerekir.

—Bizim halkımız böyle değildi ki!.. Onların şu anki kıyafetleri, kendi örf ve ananesi değil, ithal malı.. Bizim halkımız dört metre kumaş için din kardeşini atmaz ya da ondan kaçmazdı eskiden. Fakat halkımız kendi dinini bilemez hale

103


getirildi!

—Size birşey söyliyeyim mi, sizin fikirleriniz artık geçmez. Bu konular, 1400 yıl önce geçerli idi. Artık o çağ kapandı.

—Yanılıyorsunuz. 1400 yıl evvel altın olan bu gün yine altındır. Güneşten daha tazedir İslâm... Bakınız şu güneş milyarlarca yıl geçmesine rağmen üzerinden halâ daha ışığı pırıl pırıl. İslâm ondan daha yeni bir güneştir. Ve ışığı dünya batın caya kadar yeni kalacaktır.

—Olurmu öyle şey. Kabul etmek lâzım ki İslâmlık çıktığı tarihten bu yana 1400 yıl geçmiştir. Öyle ise 1400 yıl geridir

—Eğer bir inancı çıktığı yıla göre değerlendiriyorsanız sizin fikriniz de yarım asır geri sayılması gerekiyor. Sizinki insan fikridir, geri olabilir. Ama bizim dinimizin sahibi Al-lah'dır. Allah 1400 milyar öteyi de bildiğinden ona göre bir din göndermiştir.

—Sizce Vahy nedir?

—Vahy'e inanmak kişilere göre değişir. Allah'a inanmayan kişiye Vahy'den söz etmek yersiz olur. Önce Allah'ın varlığına inanmak gerekiyor. Şahsen ben prensib olarak Allah'a iman etmemiş kişilerle din ve Vahy konusunu tartışmıyorum.

—Ben Allah'ın varlığına inanıyorum.

—O halde söylermisiniz Allah bizi neden yaratmış?

—Nerden bileyim? Öyle istemiş ve yaratmış.

—Siz bilmiyorsunuz ama ben biliyorum.

—Size haber mi gönderdi?

—Evet,

—Kiminle ve nasıl?



—Hz. Muhammed (s.a.s) ile... Vahy yolu ile... Size bunlardan bahsetmek yersiz olur. Siz önce Allah'a tam inanın öyle yarım inanmak inanış değildir. Allah'a tam inanınca anlaşılır Vahy ve ötesi.

Bu arada komutan geliyor. —Ne konuşuyorsunuz? Ben cevap veriyorum:

104

—Dinî konu.



—Dinî propaganda yeri değil burası.

—Dinsizlik propagandasının yeri mi? Bunca mahkûmun içinde o sorsun ben cevap vermiyeyim öylemi?

—Hadi hadi... Kelepçeler bağlansın..!

(Askerler ellerinde kelepçelerle geldiler. Sıra bana geldi.) Asker:

—uzat kolunu.

(Uzattım... Koluma kelepçe bağlayan asker ne kadar yavaş hareket ediyor. Üstelik kelepçeyi çok ta sıktı...)

—Asker, dikkat et. Çok sıkıyorsun.

Askerde ses yok.

—Kardeşim biraz aç şu kelepçeyi çok sıktın.

Asker yine öylece duruyor. Komutan ortalıkta yok. Diğer askerler de öteki mahkûmların kollarını bağlamakla meşguller. Benim kollarımı bağlayan askere sinirlenmeye başladım.

—Kardeşim ne duruyorsun? Yanan senin canın olmadığı için mi aldırış etmiyorsun?

Bu arada hırsla askerin yüzüne baktım. Birde baktım ki asker ağlıyor.

—Emine abla nasıl çabuk olayım. Şu kaderin işine bak ki senin koluna kelepçeyi ben takıyorum. Şu an yer yarılsa da ben buralardan kaybolsam ne olur... Affet beni abla... Ben burada Allah'a kulluk yapamadığım için orduya kulum, onun emri olduğu için senin kolunu bağlıyorum. Hayatım boyu bunu unutamam abla.

Gözlerinden yaşlar sıra sıra iniyordu. Ben de çok duygulandım.

—Olsun kardeşim. Bu gün kardeşi kardeşe böyle bağlatıyorlar. Senin suçun değil, üzülme kardeşim, üzülme... Bizim ağlayacak o kadar çok şeylerimiz var ki... Bunlar yanında bir hiç kalır.

—Benim için daha acısı varmı?

—Tabii var. Ablana işkence eden bir asker de olabilirdin.

105


—Allah korusun. O zaman kendime kurşun sıkardım. Komutanın sesi:

—Ne o Emine hanım her gelişimde sen konuşuyorsun.

—Ne yapalım komutan her gelişinizde benim derdim var. Bırakında burada rahat konuşalım. Dışarda rahat konuşamıyoruz.

—Evet konuşmadığın belli, onun için buradasın.

Hazırlandık, cezaevinin caddeye bakan bölümüne geldik ki aman Allah'ım, gözlerime inanamadım. Sıra sıra dizilmiş mahkemeye giden mahkûmlar, ayaklarında zincir, ellerinde kelepçe var. Tıpkı pranga mahkûmları gibi. Ancak bu sahneleri filmlerde görürdük. Şimdi karşımda duruyor. Tüylerim ürperdi. Burası sibiryamı, Hitlerin ülkesimi şaşırdım kal dım. Olamaz dedim.

Herhalde film çeviriyorlar. Etrafa baktım ki ne kamera var ne rejisör. Bu film Türk hükümetinin filmiydi, belliki... Kamera da kendisi... Kendisi çekiyor kimse görmesin diye, ama yerinde kulağı vardı, şimdi gözü de var, duyuluyor ve görülüyor da...

Biz ellerimizde kelepçe olduğu halde onların yanından geçtik. Şöyle bir baktım mahkûmlara, hepsi aynı tip elbiseler içinde ama suçları ayrı. Kızının namusuna tecavüz eden adamı öldüren Halil Ağabey de bu mahkûmların arasında, o da katillerin, hırsızların giydiği elbiseleri giymek zorunda... Onların arasında üç dört çocukta dikkatimi çekti. Yanlarından geçerken onlara fısıldadım.

—Korkmayın, sizi buraya kadar getirenlerden bir gün hesap soracağız. Belki yüzlerceniz kaybolup buralarda çürüyeceksiniz ama buraya gelmek üzere olan binlercenizi kurtaracağız. Yalnız siz suçlu değilsiniz.O fötörşapkalı, göbekli adamlar var ya milyarları birden çalan, onlar ve yaptıkları kanunlardır, sizin buralara düşmenize sebeb.

Çocuklar sadece baktılar. Söylediklerimden hiçbir şey anlayamadılar. Olsun... Bir gün anlarlar ne demek istediğimi. Derler ki "Bizim elimiz ayağımız bağlı iken yanımızdan kara çarşaflı ama beyaz fikirli bir abla geçmişti. Bizden başka daha büyük suçluların var olduğunu söylemişti. O suçlular, kimlerdir acaba?.."

106


Hastahaneye geldik, beni muayene ettiler. Hastahanede yatmam gerektiğini söylediler.

Doktor dosyayı aldı eline yazmaya başladı. Soyadın... Suçun?..

—Suçum laikliğe aykırılık.

—Vay.. Demek bunu utanmadan rahatlıkla söyleyebili-yorsun. Ne yaptın, ne söyledin?

—Kitap yazmıştım.

—Sana ne kitaptan? Laikliğe hakaret demek Atatürk'e hakaret demektir...

—Neden? Lâiklik Atatürk'e has bir ürün değil ki... Lâiklik Fransadan yurdumuza gelen ithal bir yönetim şeklidir.

—Çok bilmişsin sen... Sizin gibi yobazların yüzünden geri kaldık.

—Ne münasebet, ülke bizim gibilerin yönetiminde değil ki, sizin gibi aydınların yönetiminde yıllardır. İlerleseydiniz ya... Fırsat sizindi...

—Ben seni yatıramam. Ne bu be? Öcü gibi çarşaf... Bunlar Atatürk devrimlerine aykırılıktır.

—Doktor hanım, benim suçum ve kıyafetim seni hiç ilgilendirmez. Ben mahkemede ifade verdim ve altı yıl üç ay ceza aldım. Tekrarda kimseye hesap vermek zorunda değilim. Siz istediğinizi giyerken Allah'a aykır? olup olmadığını düşünmüyorsunuz, ben istediğimi giyerken bir sürü aykırılık buluyorsunuz.

—O zaman siz Arabistan'a gidin çarşaf giymek için...

—Nedenmiş o? Siz mini etek giymek için İngiltereye mi gittiniz?

—Sizi hastahaneye yatırmam.

—Zaten yatırsanızda yatmam. Sizin verdiğiniz reçete bana şifa değil zehir olur. Diyerek yırttım reçeteyi.

Aradan günler geçti. Hastalığım mahkemede olduğu gibi bana aman vermiyor, tansiyonum düşük ve boynumu sağdan sola çeviremiyorum. Eşim geldiğinde; görebildiği kadar:

107

"Rengin çok soluk yoksa hastamısın. Hastaysan söyle bir çaresine bakalım" diyor. Babam ziyaretime geldiğinde aynı şeyler söylüyor. Ama ben hırsımdan hastalığımı dinlememeye çalışıyorum. Kardeşlerimden gelen mektublar da cevab istiyor. Ellerim titriyor yazarken fakat yine de cevap vermeye çalışıyorum.



Tabii bazı kardeşlerime yetişemiyorum, o zaman da sitem ediyorlar. Kimi "abla bizi kırıyorsun iki satırda yazamadın mı?" diyorlar. Benim için talihsiz bir sitem.

(Doktorla tartıştıktan bir kaç ay sonra Revire yattım. Aynı doktor nöbetçi olmuştu bir gece. Beni tanımadı. Ona saatlerce İslamı tebliğ ettim. Sonrada işte islam bu... Ama İslâmı anlayamayanlar sizlere yanlış anlatıyorlar. Tabi art niyetleri yanlışlıklarını daha da hızlandırıyorlar, dedim. Kadın "Sizinle ne zaman görüşmüştük?" dedi. Bende olayı boş bulunarak anlattım. Çok mahcup olan doktor hanım bana şunları söyledi:

—Meğer ben tanımadan yargılıyormuşum sizleri. Meğer siz gerçekten medeni insanlarmışsınız. Doğrusu sizleri bağnaz fikirli örümcek kafalı olarak tanımlıyordum (öyle yapılmıştı reklamımız. Halbuki antipatik tanıtımlar gün olur sempatiğe dönüşür, bunun idrakinde değil bazı kefere düşmanlarımız!..)

Sizden özür diliyorum. Lütfen beni hoş görünüz... İnanın kendimi af edemiyeceğim..." dedi.

Hastahaneden dönerken bir de baktım (.......) kadını Allah'a küfrediyor. Heyy Allah'ım! Ben bunlara dayanamıya-cağım. Şimdi ne yapayım?

Kadının hırsı geçtikten sonra o mahkûmun yanına gittim. Anlattım anlattım... Beni başını eğerek dinledi, sonunda:

—"Ver elini öpeyim beni afet abla. Ben Allah'a kurban olayım. Bilerek küfür etmedim. Sinirimden... Böyle günah olduğunu bilmiyordum" dedi.

Zavallı Allah'a yaptığı küfür için benden özür diliyordu. Bilemediği için ona:

108

—"Sen benden ne özürü diliyorsun? Sen suçu bana karşı işlemedin ki. Seni yaratan Rabbimize karşı işledin" ve bir mırıltı halinde "haklısın zaten ben hep ona karşı suç işledim." dedi. Bu günü böyle bitirdik.



"Yarın görelim mevla neyler Neylerse güzel eyler.

BAZILARI


İnsandan darbe yerler Bu da Allah'tan derler.

109


Mahkûmlar Neye Mahkûm?..

Mahkûmların acınacak halleri var, tabi her mahkûm değil, bazı mahkûmların... Hele deli Fatma... Ah ... O bir yürekler acısı. Durmadan bir türkü var ağızında onu söylüyor:

"Kara defterli yarim Yüreği kirli yarim Ateş yememi iste Senin için yiyeyim"

Faunanın hikayesini öğrenmek istedim. Neden ceza almış? Aklını neden kaçırmış? Anlattılar hikâyesini: Bir zamanlar Evliymiş kumarcı ve cani ruhlu bir adamla.

Bir doktoru sevmiş. Doktor "Seni mutlaka alacağım kocandan boşan" demiş. Fakat doktor Fatmayı değil, bir başkasını almış. Fatma da doktoru öldürüp cezaevine düşmüş. Cezaevinde "Beni nasıl aldattı" diye düşünürken aklını kaçırmış.

Körü körüne aldanıp aşık olmuş. Neleer neler.

Fatma suçlu bile olsa ondan daha büyük suçlular dışar-da kol geziyorlar. Onun için Fatma'dan nefret etmiyorum. İnsanoğlu hata yapabilir ben ona hesap soramam ki! Fatma için şiir yazdım. Dilerseniz burdan ötesini şiirden dinleyelim.

MAHKUMUN DELİYE ZULMÜ

Fatma adında biri geldi hapishaneye Yanına yaklaşmıştım derdini dinlemeye Sertçe baktı, sen kimsin, necisin böyle dedi Düşman değilim dedim, bana inanmıyordu İnsanlardan ürkmüştü dosta güvenmiyordu Türkü söylüyordu Fatma ciğerinden yanarak Gülüyorlardı, mahkûmlar alaya alarak Delirmiş güzel Fatma, adli tıpa gelmişti.

110


Suçu, belliki, birine gönül vermişti, fatmayla oynuyorlar alay ederek Alay etmemek için düşünce gerek Dertli insan halini nerden bilsinler. Onlar için bir kukla gülsünler eğlensinler Biri saçını çeker, biri dişini kırar Akıl etmiyorlar, Fatma'nın Rabbi sorar Deli olmuş Fatma ona uymayın dedim Size de verir Allah ah almayın dedim Allah'ı dinlemeyen beni tabi dinlemez Onda merhamet yoksa bir sözle yola gelmez Fatma'da ağlayarak, ağıtlar yakıyordu Kurtarın der gibi, etrafa bakıyordu Beni böyle yapanlar, sürünsünler diyordu Size de sorar Allah, onlarsa gülüyordu Fatmaya acımaktan günlerce neşem kaçtı Kalbime, dertli Fatma derin yaralar açtı Bu gece de alt katta ağlama sesi geldi Adeta bir feryattı, gökyüzüne yükseldi Hemen alt kata indim baktım ki yine Fatma Ciğerden ağlıyordu, dedim ne olur yapma. "Beni yine dövdüler, ben kime ne yaptım ki, Beni ağlatıyorlar ben hiç .ağlatmadım ki" Etrafına toplanmış gülüyorlardı Kendi sonlarını bilmiyorlardı Şöyle derin derin düşündüm ve inceledim İçlerinde insan kim o anda bilemedim. Sordum kendi kendime. Nasıl insanlıktır bu Bunca mahkum içinde bir insan yok mu? Bunlar müşrik mi? Sıratı bilmez mi bunlar. Merhamette daha üstün bence vahşi hayvanlar. Niçin acımıyorlar, niçin düşünmüyorlar Delinin sahibi var, nasıl inanmıyorlar. Gözyaşlarını içime kan yaşı ile aktı. İçlerinden bir mahkûm şöyle yüzüme baktı. İçimden fatmam dedim, biraz açık daha dayan Tedavi olacaktır bir gün gelecek yaran İnsanlar zalimleşti, yetiştirenler zalim

111


Eğitim verenlerin sahte adları alim. Hiç merak etme Fatmam, güneş bir gün doğacak Sana zulmeden zulüm, kökünden yok olacak Sana gülenler de bir gün yaşlanacak Belki öz evladından, kovulup taşlanacak Hatırlayacaklar seni, biz deli demiştik Nasıl olsa o bilmez, dövsek, itsek demiştik. Anlayacaklar birgün, Rabbisi unutmazmış Topril yaparak asla, suçluyu saklamazmış. Bunları söyledim ona, fakat anlamadı. Onunla anlaşmamız, mahşer gününe kaldı. Nerden bilsin onun için, hücrede ağladım. Nerden bilsin bin kere, ben onun için yandım. İşte böyle kardeşim, insanlık iflas etmiş. Türkiye'yi insanlık, yıllar önce terk etmiş. Seninle gelecektir, zindanlara insanlık, Seninle ışıklanacak, bilmiş ol bu karanlık Deliller sana muhtaç, akıllarda sana Göster insan kimdir, bilmiyorlar baksana...(*)

112


Suriyeli Bacı

Bilhassa Zeynep Gazali ablamızın çektikleri yanında bu olaylar çok çok küçük siz muhterem okuyucu kardeşlerim gelecekte müslümana yapılacak baskıları düşünecek, ona göre adım atacaksınız. Zira perşembenin gelişi çarşambadan belli olur. Gerçek müslümanlar artık başka ideolojilerden eskisi gibi korkmuyorlar. Müslümandan nerede ise ötleri patlayacak, emperyalist zalimlerin cezaevinde bazı ideoloji militanları işkenceyi anlatıyorlar. Kimi tecavüze bile uğramış, polisler tarafından. Kimi öldürülmüş... Zaten cezaevinde bulunan polis koğuşları suçlu polislerin varlığını gösteriyor, her suçlu yakalanmıyorsa da.

Aklıma gelmişken bir polisin sözünü söylemek istiyorum. Polise dedim ki; "Siz varya siz, sizin gibi eğitilmiş işkencecileri ahirette çok merak ediyorum. Bir zamanlar sol iktidarda iken önünüze geleni, sağcı diye dövdünüz. Hiç insanlığa ya-kışırmıydı o haksızlıklar?" Polis bana rie cevap verse beğenirsiniz?

"Ne yapalım" dedi. Biz devletin paralı memurlarıyız. Başa kim geçerse ondan yana oluruz. Siz geçin sizden yana olalım."

Bayağı düşündürücü cevap...

Evet... Vicdanını aldığı maaşa satan polislerde çok, vicdanını güç bela kurtarabilenlerse çok az. Müslüman bunları bilmelidir. Kendisinden korkanların, korku içinde daha büyük zulümler yapacağını da bilirse her şey çok değişir. Adımlar yerinde ve sertçe atılır. Bir adımını pekiştirmeden öteki adımını atmaz.

Suriyeli bir kadınla tanıştım, ceza evinde üç gün kaldı. Birkaç yıldır Türkiye'de kalıyormuş. Suriye de başından geçen ilginç bir olayı şöyle anlattı:

"Halkın çoğunluğu müslüman olan bir ülkedir. Fakat İs-lâmı hiç bilmezlerdi. İslam davası diye bir dava yoktu halkı-

113

mızda. Daha sonra bir bilinçlenme başladı. O zamanda gu-rupçuluk türedi. Herkes bir baş oluyor, kendine çekiyordu. Daha sonra bu konudada bilinçlenme arttı arttı birlik ve beraberlik sağlandı. Vahdetin doğrultusunda. Bende o zamanlar liseye gidiyordum. Bayağı imana geldim. Artık, Hafız Esad ve yardıkçılanna tahammülüm kalmamıştı. İslamı yaşamak isteyenlere yobaz, İslam ile batı medeniyeti arasında kararsız kalanlara da medeni diyorlardı. Bana ilk tepki babamdan geldi. Babam hafızdı ama namaz kılmaz, küfreder ve Hafız Esat'ın koruyuculuğunu yapardı. Bir müslüman nasıl böyle gaflette olabilirdi, aklım eriniyordu. Beni gericilik aşırı dincilik gibi uydurma adlarla suçladı. Ama ben hiç yılmadım ve de inancımdan taviz vermedim. Üç yıl böyle devam etti. Bu arada evlendim. Eşimle ben aynı fikirde idik. Bir gece Esat'ın köpekleri bizi gelip aldılar. Önce günlerce işkence yaptılar. Sonra kocamın gözü önünde bana tecavüz ettiler. Kocam namusuna çok düşkündü. Ama namusun nasıl ve ne şartlar altında elden gittiğini çok iyi biliyordu. Asker bana tecavüz ederken, kocam avazının çıktığı kadar bağırdı.



—Zeyneeeep, hiç üzülme ve sakın sır verme. Bu köpeklerin sana tecavüzü sadece bir pisliğin bulaşması gibidir. Yı-kandınmı tertemiz olursun. Allah indinde temiz olan, benim indimde hiç kirli olmaz" dedi.

Ağlıyordu kocam... Aradan bir saat geçti köpekler yine geldiler. Kocama "söyle, yoksa karın buradan hamile çıkar ulan sen ne pezo adammışsın karma tecavüz ettik sineye çektin. Halâ aldırmıyorsun" dediler. Kocam onların yüzüne tü-kürerek "siz" dedi. "Siz alçaklar, siz yıllardır benim dinime tecavüz eden alçaklarsınız. Karıma tecevüz etmeniz, sizi tarihe dünya tarihinin görmediği alçaklar olarak getirecektir.

Kocam eli ayağı bağlı olduğu halde, yattığı yerden bağırıyor ve bunları söylüyordu. Arkasından, arka arkaya geliyordu tekmeler. Onlar vuruyor kocam bağırıyordu. Sonunda kocam bayıldı. Bende şuurumu kaybettim. Nasıl oldu bilemiyorum. Sekiz ay, sonra kendime geldim. Birde baktım ki ben insanlıktan çıkmışım. Yetmiş sekiz kiloydum kırküç kiloya düşmüşüm. En acısı karnım burnumdaydı. Ah bacı ah aylarca yıllarca ağladım. Serbest bırakıldık on ay sonra. Ben

114
sanki bir suç işlemişim gibi kocamın yüzüne bakamadım. Babamın evine^döndüm. Tabii babam bana yapmadığını bırakmadı. Bense artık mücadele edemiyordum. Hastalandım. Has-tahaneye yattım. Allah razı olsun kocam peşimi bırakmadı. Zindan köpeklerinden olan çocuğumu büyüttüm. O altı yaşına geldiğinde kocamı şehid ettiler. Babamda görevi icabı Türkiye'ye geldi benide getirdi. Oturduğumuz evde iki kadın kavga ettiler, araya girdim. Polis beni hapse getirdi. Güya onlara hakaret etmişim."

(Not: Bacımızın bu konuşmasından üç saat sonra bacımız tahliye oldu)

İşte böyle köpekler var şu dünyada. Ve öylede şuurlu kocalar. Ne mutlu... Allah için canından, malından ve sevdiklerinden geçmek... Çoook zor ama çokta kolay mesele... Her-. şey imana, bilince, idrake dayanıyor.

Şimdi düşünelim. Hafız Esat ile Amerikan güdümlü yönetimleri koruyanların arasında rie fark var? Bu tip devlet liderleri Amerika'nın direktifinde hareket ettiklerine göre!.. Bugün ona istediklerini yarın başkası için niçin istemesin ki?..

115


Terörist

Bugün Cerrahpaşa Hastahanesine gidiyorduk. Yürüyen bir hücrede... Dört tekerlekli, tepede, birbuçuk santim eninde, dokuz santim uzunluğunda deliği olan bir hücrede gidiyoruz. O hücrede nasıl insan yaşar? Nasıl bu insanlar bunca zulme itilir? Bu ülkede adaletle (!) bakan bir adelet bakanı, insan sağlığına bakan, sağlık bakanı yokmu diye feryad edersiniz. Size gelen cevap her halde şu olur: Fayda yok.

Biz dörttekerlekli hücredeyiz. Askerin birisi geliyor. Bizi sayıyor şöyle bir bakıp tekrar gidiyor. Sonunda dayanamayıp sordu:

—Yahu aranızda bir terörist varmış, kimdir bu? (Sağdaki mahkûmlara bakarak)

—Sizi tanıyorum siz adi suçlusunuz. (Beni göstererek) bu ablada dindar zavallı sessiz biri. Eeee... delireceğim billah kimdir bu terörist?

Dayanamıyarak sordum.

—Ne olmuş, ne yapmış o terörist?

—Ne yapmış bilmem. Bizi burda uğraştırıyorlar. Komutana "yok" diyeceğim. Başım ağrıdı.

—Git ismini sor gel dediler.

Asker gitti on dakika geçmeden tekrar geldi.

—Teröristin ismini aldım. Emine Şenlikoğlu adında bi-

116


ri. Şaşırmıştım. Beni dosyaya terörist olarak geçirmişlerdi. Akşam çeşitli işkencelerden sonra (yolda yorulma aç kalma hava alamama işkencesi) hastaların kaldığı revire geldim. Teva-fuken binbaşıya rastladım.

—Binbaşı bu gün çok şaşırdım. Dosyama beni terörist olarak yazmışlar bu nasıl olur? Ben silahlı eylem yapmadım ki henüz?

—Kanunlar... Bir şeyin vardır elbet bizim yüce devletimiz hata yapmaz.

—Haşa hatadan münezzeh mi?

Birkaç gün sonra Avukatın birine aynı konuyu sordum.

—"Sen bilmiyorsun? Devlete karşı gelen herkese terörist derler" dedi.

Doğrusu bayağı üzülmüştüm o günlerde. Halbuki üzülmeme hiç gerek yokmuş. Zira "sana dostun kötüsün derse üzül, düşmanın kötüsün diyorsa sevin" düsturu vardır, unutmuşum.

117


borulardan Bir Kaçı

Ömer Aldinç-Muş, Osman İsmail, Necla Deniz, Emine Yıldırım, Hacer Muşlu-Sinop, Fehmi Durali-Almanya, Zeki Tezel-İngiltere, Musa Birinci-İstanbul, Fehime Adak-İstanbul, Cengiz Özkan-Ankara.. Ve 19 kardeşimiz soruyor:

"...Bacımız, sizi teselli etmek gibi bir niyetimiz yok. Ancak şunları öğrenmek istiyoruz:

Orada size en zor gelen olaylar ve bir gününüzün tarifi. Ayrıca orada nelerin dikkatinizi çektiğini.

Bir de isimlerini duyduğumuz yazarlar, çizerler kadrosundan ve bizim tanıdığımız, tanımadığımız, mücahidler sizleri arayıp soruyorlar mı? Bizi bu konularda aydınlatın, diyorlar.

Merakınıza binaen bazı konuları yazayım.

Hapishanede çok şeyler öğrendim. Birincisi ve en önemlisi; îflas etmiş ideolojilerin çok kısa ömürlü olduğunu anladım... "Bunu bilmiyormuydunuz?" derseniz, cevaben derim ki: Ben biliyordum. Fakat onların nesillerininde bu durumu farkettiklerini, onların ideolojilerine bu derece lanet ettiklerini bilmiyordum.

Burada onların zavallılığını yakinen gördüm. Çirkin maskeli yüzlerinin altında, ne kadar korkmuş çehre taşıdıklarını gördüm... Burada olan insanları kendileri suça etmişler... Kendileri "Suç işledin" diye yüz çevirmişler. Kendileri, burada gördüklerimide zehirlemişler. Öldürmüşler... Zindan'a göndermişler.. Ama maalesef kendilerine saraylarda yer ayırtmışlar. Kelepçe takılması gereken kollarına altın saat, altın künye takmışlar... Sonra da kendilerini temiz, günahsız sınıfına ayırmışlar bu KİTAPSIZLAR.

118

Fazla ileri gitmeden tekrar edeyim: Burada çok şey öğrendim.



İnsanlar gözleriyle gördükleri olayları, yaşamadıkça çoğu kez anlayamıyorlar. Hızlı dönen pervanenin desenlerinin görülemediği gibi... Hızlı yaşayan, koşarcasına savrulan insanların, rengini, çilesini, kederini, saltanatını göremiyorlar. Tıpkı okyanusun ne olduğunu yıllarca okuyan, fakat okyanusu görünce sanki duymamışçasına, ona hayretle bakan insan gibi. Evet biliyordu ama görmemîşti. Görünce dehşete düştü...

Ben de dünyamızı, hele de Türkiyenin gençliğini bilmeme, onlara oynanan oyunları idrak etmeme rağmen, sanki hiç bu gençliği, bu insanlığı bilmiyormuşum gibi burada hayrete düştüm. Meğer ne kadar kör bakmışım olaylara... Meğer duyduğum bir çok olayları hayal zannetmişim.. Ve ben meğerse kahpe dolablardan hiç birşey bilmiyormuşum.

Önce kitab yazacak olanlara, psikolog olmak isteyen adaylara bir tavsiyem var... (Suç işlemeden) Hapishane, has-tahane, tımarhane, yetimhaneler gibi toplumun vitrinliğini yapan yerleri görmeden, yapacakları işe başlamasınlar. (Cezaevine suçsuzlarda girdiği için zorluk çekmezler, illa bir suç işlemeleri gerekmiyor.

Ezenler burda yoksa da ezilenler, kurban kızlar, mahkûm çocuklar... Burada ne ararsanız hepsi mevcud... Bir şeriatçısı eksikti benimle oda tamamlandı.

Para kurbanları da burada... Parasızlık kurbanları da...

Bunları yazarken, negatif karşısına pozitif gibi hep karşıtlarla bahsediyoruz. Fakat "Gülenlerde burada ağlayanlar da" diyemiyoruz.

Çünkü bir kaç mahkum hariç gülen yok. Suçlu veya suçsuz... Hep ağlayanlar burada.

Gülen, oynayan her ne kadar var ise de, gülüşleri sunî. Gülüşler bunalımın birer imzaları... Sonra da kocaman bir laf: "Gözün kör olsun kader, niçin beni buraya getirdin?"

Soruyorsunuz: "Sen hangi suçtan geldin?" Cevaplar: Cinayet...Esrar...Zina...Hırsızlık., vs.

119


Sonra dayanamayıp tekrar soruyorsunuz: "Niçin benim gözüm kör olsun veya sizi bu suça itenlere demiyorsun da, kaderi suçluyorsun?"

Cevab alamıyorsunuz... Çünkü cevab verecek olan da gerçek suçluyu bulamamakta, kimi suçlayacağını idrak edememektedir.

Acaba yalnız suçlu o mu?.. Niçin sadece o hapishanede... Onu suça itenler yok mu? Cevapsız sorular sürüyle...

Sor...sor...sor.. Fakat cevabını kendin vereceksen sor. Karşıdan bekleme. Çünki o bilmiyor ki cevap versin.. Bilseydi zaten burada olamazdı. Olmazdı.

Muhterem kardeşlerim, sizlere şu kitabı, Sağmacılar cezaevi, kadınlar koğuşunun merdiveninin başında yazıyorum. İçeride çok ses olduğu için orada yazmak mümkün değil.

Tabii haklı olarak ses olacaktır. Burada sessizlik bekleyen kişi yanılır...

Şu an saat 13.25 (öğle). Birazdan bazılarımız namaza kalkacağız, yemek yiyeceğiz. Sonra birçok mahkûmlar dışarıda yaşadığı yaşantının gölgesini burada sergilemek için dağılacaklar. Her gün olduğu gibi. Kimisi nasıl eroine başladığım kimi nasıl şarkıcılık yaptığını, kimi on yıl önce kendine çok yakışan kıyafetin modelini, kimi de çektiği çilelerin neler olduğunu, kocasını bir zamanlar nasıl sevdiğini. Bir kadınla görüp nasıl şok geçirip onu öldürdüğünü. Ve daha neleri neleri...

Artık arkası bitmeyen dramlar, kimi kez ranzaların tepesinde, kimi kez hücrede teker teker canlanıp anlatılacak... Bense her zaman olduğu gibi, bu durumları beynime bir teyp gibi yerleştirip, daha sonra kitap sayfalarına dökeceğim. Atalarımızın söylediği: "bir musibet, bin nasihatten evladır" sözünü de tekrar tasdikleyeceğim. Sordunuz mademki söy-liyeyim.

Burada şunları müşahede ettim:

1-İslâm'ın insanlarla kıyaslanmasını

2-İnsanların İslâmsızlıktan ne hallere düştüğünü.

3-Ne kadar çalışmak gerektiğini.

4-İslâm'ı yaşamayanların asla örnek olmadığını.

120
5-Ana ve babaların buraya gönderdiklerini. 6-Suçlu ana ve babalar.

7-Bir müslüman nereye giderse gitsin, davasının onunla beraber gittiğini..

8-Eğitim kurbanlarını.

9-İslâm'ın her emrinin mutlak olduğunu, aksi olursa nelerin meydana geldiğini.

10-Erkeklere aldanan körpe beyinlerin dramını... 11-İnsan nefsini.

12-Bazı manasını çözemediğim ayet ve hadislerin (burada canlısı ile karşılaştığım) manasını...

Kısaca bu kitab sadece hapishane için değil,zira: Hapishane derken, üzerinde Mercedes'inden at arabasına kadar hepsi bulunan, geniş caddeli, ağaçlı, hapishaneyi de içine alarak söyledim.

Hapishane ile dışarının arasında bir gerçeği farkettim: Dışarıda fikirler istediğini yapamıyor. Burada ise nefis istediğini yapamıyor.

Mesela: Canımız elma istedi... Sizin canınız elma istediği zaman elma yiyemezsiniz. Ancak idarenin istediği zaman yiyebilirsiniz.

İnanan insan için bu durum pek önemli olmuyor. Fakat inancı olmayan, daha açıkçası inancını yaşamayan, dışarıda vur patlasın çal oynasın havasında yaşayanlar için oldukça önemli bir olay...

Bazen duyuyorum: "Oh be... Şimdi boğazda olsaydım."

Kiminde de: "Şimdi canım şööyleee bir kızartılmış tavuk istedi..."

Bazılarından: "Gözünü sevdiğim beyaz. Nerdesin?"

Belli ki hapis yatmak onu Eroinden koparmıyor. Kopa-bilmesi için sıhhatli bir eğitime ihtiyacı var.

Bütün bunların yanında: "Ahh...Ahh.. Şimdi çocuklarımın, ailemin yanında olsaydım, onlara doya doya sarılsay-dım.. diyenler de bir hayli çok.

121

ı ¦


Yine de ağırlığı eğlence alışkanlığı olanların eğlenceye duyduğu özlem alıyor. Öyle ki onun için diskotek yaşamın şartlarından biri. Başka alternatif düşünemiyor. Çünki ona hayatın sadece eğlenceden ibaret olduğu fikri yerleştirilmiş... Bunlar neyse de en acısı küçük yavrularından ayrılmış olanların "Ahh" çekmesi oluyor. O ana çocuğuna kavuşmaktan başka hiç bir şey düşünemiyor... Yavrum acaba nerede?" derken gözlerinden iki damla yaş iniveriyor. O ne tavuk., ne elma., ne dondurma., ne de kır çiçekleri... O hiç birini hatırlamıyor bile. Fakat ne yazık ki bunlar 150 kadının içinde on onbeş ana,. Yirmiyi bulmuyor.. Halbuki kadınların yarıdan fazlası ana... Anne ama, çocuklarını düşünme yerine, sevgilisini, dışarıda kazanacağı parayı ve de güzel kalmanın yollarını düşünüyor. Çünki tuzak öyle kurulmuş. Velhasıl, insanlığın talosu herşeyi ile burada sergileniyor. İşte dikkatimi çeken yönlerden birisi de bunlar oldu-

Ve Benim Beynim Sorularla Doluyor

Binlerce genci ruh hastası ve cinsi sapık yapanlar, niçin hapse atılmamıştı? İslâm'ın özünü anlatmak suçmuydu? yoksa İslâm'ı gizlemekmi gerekliydi?

"İslâm, şöyledir, böyledir" diyenlere karşı İslâm'ı müdafaa etmemek mi lazımdı? Allah (cc)'a verilen sözde durmamak, yaşarken ölmek mi gerekliydi?.." diyor insan ister istemez.

Bu soruların cevabını almadan, alamadan kelepçeler kollarıma geçiverdi.

Şimdi karşımda duran iki çocuk katili ile aynı yerdeyim. İkimizede "suçlu" damgası vuruyorlar.

Neyse sonunda kadınlar koğuşuna geldim. İlk günler benimle birçok kadının alay ettiklerine şahid oldum. Bir kaç gün görmemezlikten, duymamazlıktan geldim. İlk defa hapishaneye bir çarşaflı gelmişti. Hepsinin şaşkınlıkları ayrı ayrı olmuştu. Hatta bazı kişilerin (mahkûmlar) şu sorularıyla karşılaştım.

"Fala bakarken mi tutuklandın!" "Hû çekerken mi tutuklandın?"

"Ne o kız Çarşaf altında hırsızlık yaparken mi yakalandın?"

"Bana bak hanım. Senin gibi dindar kadının ne işi var burada?"

Tabii hanım kadınların hanımca soruları olmadı değil.

122


123

Çok hayret edenler, hatta az da olsa ağlayanlar da çıktı. Îİk zamanlar çok horlandım... Zamanla çoğu ile anlaşmaya başladık, ama kolay olmadı bu iş. Eğer ben kaprisli bir mizaca sahip olsaydım, asla huzurlu olamazdım. Günde birkaç posta dayak yerdim veya yiyen olurdu... Neden mi? Kısaca izah edeyim, insanlarda ilginç bir yön var (tabii bazılarının). Bu insanlar karşısındaki hakkında kendi kendine yorumlar yapıyor. Karşısındaki insanın hiç bir şeyden haberi yokken, kendi kendine ona düşman kesiliyor.

Hani tavşan dağa küsmüş dağın hiç haberi olmamış. İşte onun gibi birşey...

Bakın size bu konuyla ilgili bir olay anlatayım. Ben buraya geldiğimde karşı ranzada bir kadın dikkatimi çekti. Bu kadın bana hiç bakmıyor ve de surat asıyordu. Hatta zaman zaman çirkin addedebileceğimiz şekilde taşlar atıyordu. Kadını anlamakta güçlük çekmemiştim. Fakat tamamen de niçin böyle davrandığını çözemiyordum... Bir gün yan ranzam-daki mahkûmla sohbet ediyorduk... Konu geldi kadın ticareti yapan kişi ve devletlerin yaptığı işin ne kadar çirkin olduğuna... Ve de bu kişilerin çağdışı olduklarından hiç şüphe edilmemesi gerektiğini söyledik. Onlarda beni tasdik ediyorlardı. Mevzubahis kadın biz bunları konuşurken akla hayale gelmeyen küfürler ediyordu. Tabii bir mana verilemiyordu.

Niçin küfür ediyorsun kardeş? demeye kalmadı. Beni olanca kin ve nefretiyle azarladı. Her zaman olduğu gibi yine "Gerici, yobaz" ithamlarını aldım. Eee ne yapsın devletin başında olandan duydu! Kadına sinirlenmiyordum. Sadece merak ediyordum. Bu kadına ne oluyor? Gülümseyerek __cevap verdim. "Namus anlayışını öldürüp namus satanlara ilerici dendiği şu sırada kabullenmesem bile (gerici) denmesi daha iyidir. Sen gerici diyorsun kardeş... Biliyormusun asıl gericiler, çağlar öncesinde kalanlardır. Bundan ondört asır evvel kadın satmak halk tarafından normal karşılanıyordu. Aynı sahne bu gün de tekrarlanıyor. Kadın erkeğin ticaret veya eğlence metaı olarak kullanılıyor.

Demek ki, çağdışı olan kişiler bu sahnede rol alanlardır, dediğimde... Vayy meğer kadının bam teline basmışım. Bana sinirinden ne söylediğini bilmiyordu, (sin-kaflı) küfür-

124 ,

ler... Ben sabrediyorum... Aradan günler geçmişti. Ben onunla konuşuyordum. Ben konuşuyorum diye lâf olsun kabilinden cevab veriyordu.



Ben dini bir kelime konuştuğumda hemen ortaya atılıp "Ne varsa dindarlarda var" diyordu. Yine sabrederek: "Kim dindar bir kişinin Meyhanesi, Kahvesi olduğunu görmüş, kimden aldınız bu aşıyı? Dindarlarda neler var derken dindar olmayanlar temizmi? Şu hapishaneye bir göz atalım, hiç dindar bir hırsız, dindar bir zinacı, dindar bir eroinci, dindar bir kaçakçı var mı?" (Hepside cumhuriyet dindarları)

—Var tabiii... Aşağıda cinayet işleyen birisi var. Dindar. İki kadın da yukarıda var. Onlar da dindar, üstelik kocalarını öldürmüşler.

—Kocalarını metreslerinin uğrunamı öldürmüşler?..

—Hayır ama ne farkeder. Öldürmüşler ya... . —Onların yaptığı nefs-i müdafaa olmuş. Kocaları onları öldürecekken onlar kocalarını öldürmüşler. Ne yapsalardı? O bir hata sayılmaz ki! Kişi kendini müdafaa etmiş. İstersen sor. Feride ile Dilber hanım yalan söylemezler. Neler çekmişler dinleyin.

Hiç birşey kâr etmiyordu. Yine gıcık, yine gıcıktı... Vardı bir zoru ama neydi çıkaramadım. Anladığım tek şey kendi kendine kompleks yapıyordu. Fakat niçin??

Bu sorunun cevabı bir ay sonra verilmişti. Meğerse bu kadın önceleri genel evinde çalışıyormuş. Kendisi açıkladı ve şöyle devam etti:

—"İşte Emine hanım ben hayat kadını olduğum için, senden nefret ediyordum. Zannediyordum ki sen de benden nefret ediyorsun. Beni küçük görüyorsun. Fakat şimdi seni çok iyi tanıdım. Sen bize acıdığın için konuşuyorsun. O yüzden senin geldiğin günden beri sana nefretle baktım. Özür dilerim."

Bu anlattığım gibi bir sürü olay var. Benim buraya gelişim ve burada gördüğüm olaylar, dinime karşı saygımı daha da çok artırdı. Sakın yanlış anlamayın, daha önce saygım azdı manasına söylemiyorum.

125

Burada insanların suç işleme sebeblerini öğrenince İslâm'ın o suçları engelleyici emirlerini daha yakinen idrak ettim.



"Size tanınmış yazarlardan mektup geldi mi?" sorusuna gelince...

Sağolsun yazanda yazmayan da...

Şimdilik sorduklarınıza böylece cevap vermiş olayım kardeşlerim.

126


Cezaevinde Hiçbir Zaman Kullanılmayan Kelimeler

Biliyorsunuz, cezaevinde yatan kişilerin keleme hazinesi daralır daralır gün gelir kekelemeye başlarlar.

Eğer, cezaevinde kitap, gazete vs. okuyorsa, kelime hazinesini kaybetmeyebilir. Zira cezaevinde kullanılmayan kelimeleri, kitapta bulacak ve dil egzersiz yapma imkanına kavuşacaksınız.

Cezaevinde kullanılmayan kelimelerden bir kaçını misal olarak nakledeyim.

1) "Pazara gidiyorum" pazar yokki gitsin. 2), "Komşuya gittim" komşu yokki gitsin.

3) "Çocuğumu okula göndereceğim" mümkün değilki götürsün.

4) "Bakkala gideceğim, canım bir şeyler istedide"

5) "Çocuklarımla gezeceğiz pazar günü" Gezi yokki söylesin bu kelimeyi.

6) "Bugün bir taksi tuttum" Taksi göremez ki tutsun.

7) "Bugün halıları temizleyeceğim" Halı yokki temizlesin.

8) "Düğüne gideceğiz" Düğün olmaz ki, gitsin.

9) "Mezarlığa ziyarete gideceğiz" Diriyi ziyaret edemez ki, ölüyü etsin.

10) "Anneme gideceğim" Bırakmazlar ki gitsin.

Örnekleri binlere çıkarmak mümkün. Düşünebiliyormu-sunuz bir mahkûm cezaevinden çıkanadek "Ben anneme babama gideceğim" gibi cümleler kullanamıyacak...

127

Yirmi yıl otuz yıl hapsediliyor insanlar. Neymiş bu insan akıUanacakmışta bir daha aynı suçu işlemiyecekmiş. Oto-matikman saçma.



Bu şartlar altında onbeş yıl geçiren bir mahkûm (eğer kitaplarla kendini geliştirmemişse) zaten işe yaramazki bir daha. Çünkü mahkûmun lehinde olan hiçbir şey yok cezaevinde. Kendi imzası dahi.

NEDEN BU KADAR İLERİ GİDİYORSUN? diyen bir mektup aldım. İmzaya bakınca gördüm ki bu mektubu anam yazmış... El-alemler aleyhimde atar tutarda "neden bu kadar ileri gittin" diye canı yanan anam söylemez mi? Üstelik çağın yobazları, kuş beyinli tağut askerleri bana bunu sorarken hayıflanıyorlar, anam ise ağlıyor. Aynı kelime ama iki ayrı niyet, iki ayrı insan... Biri "oh" olsun öteki ise "neden olsun?" diyor.

Ben ana demesini çok seviyorum nedense. Çocukluğumda ana derdim. Köyde eskiden herkes ana diyordu. İstanbul'a gelince artık şehirli olduk ana demekten utandık... Şehirli olalım diye herşeyimizi değiştirdiğimiz gibi anayı da değiştirdik. Bir (n) daha ekleyerek Anne yaptık.

Ama anadaki tat annede yok bence... Anada köy kokuyor. Anada anaya yakınlık kokuyor. Anada sadelik kokuyor.

Velhasıl, köyleri çok sevdiğimden mi bilmem ana bana bambaşka ifadeler verir.

Benim iki köyüm var hatırladığım. Adapazar Sinanoğlu ve Adapazar Karaçalı köyü.. Bir de Anbaralan köyü var. Anne baba köyüm.

Köylerimi biraraya birleştirip onları öyle seyrediyorum hayilimde ne kadar güzel. Ben çocuğum hala. Seksek oynuyorum. Annemin beni çağıran sesi hala daha kulağımda.

—Emineeee! Akmodi Aka... (Buraya gel buraya)

Oyunumu bozma ne olur ana...Büyüyünce artık oynayamam düşmanımla çarpışacağım ana...

Ve işte çarpışıyorum. Çarpışma esnasında bazen şehid düşülür, ben cezaevine düştüm... Belki ileride şehid de olu-

128

rum... İçimden ağlamak geliyor bunları yazarken. Geçmişi hatırlamak ve ne zaman geçtiğini anlamamak insana garib bir hal veriyor. Ne olurdu şimdi bir aylığına çocuk olabilsem. Çocukluk dünyamda kalabilsem.



Çocukların dünyasında kalleşlik yok... Fesatlık yok... Kafirlik yok... İslama saldırı yok... Hiç kötülük yok. Kavga edilse bile iki dakika sonra barış var.

Neydi o günler.. Bir daha geri gelmesi mümkün olmayan günler.

Ama yinede bir umut var. Cennette tekrar isterse kişi çocuk olabilir... Eğer bu iradem verilirde cennette çocukluğumu hatırlarsam rabbimden beni çocuk yapmasını isteyeceğim. Çünkü ben sadece çocukluğunda gülen bir insanım... Özlüyorum çok özlüyorum o günlerimi...

Bir ineğimiz vardı. Bir milyon fötor şapkalı batılı aydjn verseler o ineğimizi değişmem. Ondaki hal neydi acaba. Bir saflık bir temizlik vardı. Onca çocuk içinde gelir beni bulur ben geldim der gibi bağırırdı.

Ne güzel anlaşıyorduk onunla... Nedense devrim yobazları ile şu cezaevinde o inek kadar bile anlaşamadık... Çünkü onlar inek kadar asla olamazlar.

Çocukluk deyince yine daldım gittim.

Ne diyorduk annemin "Neden bu kadar ileri gidiyorsun?" sözü üzerinde durduk. Yazdığım bir şiirle cevap verdim anneme: ZİNDANDAN ANAMA

"Dur" deme bana 'yürü" de ana. Bilmeyerek olma onlardan yana Sende çalış anacağım gerçeği bil Sokaklarda hür gezmek "hürriyet" değil Azimli olursan anlarsın "hür" ne demektir Muhkumiyet ne, hürriyet ne demektir. Bak anacığım renksiz bakışla bak Mahkûm olmuşuz zulmü alkışlayarak Evlat vermeden can vermeden İslâm gelirmi anacığım birden?

129

Mektup Dergisine Yazdığım İlk Mektubum



Esselâmü Aleyküm

Allah'ın selâmı üzerinize olsun, rabbül âlemin bizleri sevdiği kullarından olmayı, onun yolunda şehitliği nasip etsin (Amin). Söze nerden ve nasıl başlayacağımı bilemiyorum. Bazen kelimeler de iflas eder ve duygular onun mahkûmiyeti altında kelepçelenir. Hiç bir şey yazamıyorum derken o "hiçbir şey'den anlayanlar çok şeyler çıkarabilirler...

Kardeşim; biliyorum, şu anda sadece kendimden bahsetmemi istiyorsunuz. Bunu ne kadar uzakta olursam olayım hissediyorum. Hani iki âmâ dolma yiyorlarmış. Birisi ötekine bağırmış "Ne o.. Niçin dolmaları ikişer ikişer yiyorsun?" Ötekide sormuş "ikişer ikişer yediğimi nerden biliyorsun?" "Kendimden" demiş. "Bende ikişer ikişer yiyorum da".

İşte ben de öyle. Hapse giren bütün müslümanların arkasından çok ağlar ve de haber gelene kadar büyük bir heyecanla beklerdim. Kendimden pay katarak sizleri anlıyorum. Fakat inanın, kendimden bahsedecek çok şey var. Daha açıkçası, imkanım yok. İnancımın zindanda olduğu bir dünyada, Kur'anıma siyah kılıf geçirilmiş bir âlemde kendimi dert etmeyi, henüz erken görüyorum. Buna rağmen merakınızı birkaç kelime ile gidermeye çalışayım. Önce şunu söyleyeyim, hiç üzgün ya da pişman değilim. Allah öyle bir günü nasip etmesin. İşte o zaman gerçekten öldüğüm gündür. Bununla beraber hapse girmeyi de bir hüner olarak görmüyorum. Çün-

130

kü İslâm yolunda bahis mevzuu edilmiyecek kadar basit bir şey hapse girmek. En büyük hüner nefsi yenmek, cihadı son nefese kadar yürütmektir.



Bazı kardeşlerim, mektuplarında yaptıklarımı kahramanlık olarak kabul ediyorlar, çok yanlış... Benim yaptıklarım baş parmağımın bile karşılığı değil Asıl kahramanlar layık olduk lan yere, ebediyete intikal ettiler. Şimdi günümüzün kahraman lan gerçek mücahid ve mücahideler ise yollarına devam edi

yorlar!


Sıhhatime gelince, Allah'a hamd olsun iyiyim. Burada

sadece sevdiklerimden ayrı olmak beni çok üzüyor. Şikayetçi olduğum mevzu ise, aynı çatı altında toplanmış insanların sudan sebeplerle kavga etmeleri, küfür etmeleri. Tabii o kadar olacak, çünkü insanlar burada sinirlerine hakim olamıyor. He-leki imandan, ibadetten yana eser yoksa Başka ne anlatayım bilemiyorum, herhalde olayların nasıl geliştiğini biliyorsunuz. İzaha kalkamam, anlayacağınız gibi saha dar, kalem kör!.. Burada vaktim pek boş ta geçmiyor, dolu da... İkisinin arası... isterseniz, kısaca izah etmeye çalışacağım. Burada sadece bir tane kadınlar koğuşu var. 150 kadın mahkum hepsi bir arada ve her türlüsü burada "yok" diye bir şey yok. Ahlâk fakiri de burada, ahlaklısı da. Suçlular da var, suçsuzlar da. Hikâyesi uzun, kitaplık bir konu. Bu yüzden dergide anlatmak mümkün değil, inşaallah bir gün!.. Sabah kalkıyoruz, kimi küfürle, kimi sinirle kalkıyor. Burası sabırlı insanların yeri, zira sinirli insanların hemen kafayı oynatmaları mümkün. Ziyaret günlerinin haricinde tek umut mektup; bir bakıyoruz gardiyan veya bir mahkûm bağırıyor, postaaü! Herkes koşarak postaya gidiyor. Postayı dağıtmakla mükellef bayanın etrafına toplanıyorlar, mektubu gelenin yüzü gülüyor, gelmeyenin ki ise mahzun!.. Akşam yedi sıraları sayım oluyor, kapanıyoruz. Fazla uzatmak istemiyorum, normal bir hapishane, kimi zaman çok temiz kimi zaman pis hane!..

Ben ve benim gibi bir kaç kişinin zamanı farklı geçiyor. Ben kitap yazıyorum, okuyorum, şiire benzer şiirler yazıyorum... Şiire benzer diyorum, çünkü yazdığım şiirlere düşüncelerimin, duygularımın penceresi olarak bakıyorum. Bundan başka gazete okuyorum. Burada gazete okuyanlar çok. Meğer ki bir çok gazeteler Sağmacılar cezaevi sayesinde ya-

131


şıyorlarmış. O kadar yalanlar yazılıyormuş ki öğrenince dondum kaldım. Bunlardan bir örnek vereyim: Bir kadın burada olduğu halde, gazetede bir resmi çıkmış ve haber şu mahiyetteydi: "Hapisten çıkan Monika, parasız kaldığından ucuz otel köşelerinde! türk erkekleri tarafından otel masrafları ödeniyor." Koca koğuşta bir kahkaha ki sormayın. Haberi çıkan Monika hepimizden şaşkın. "Daha önce çekilen resmim diyor" ve ardından da ekliyor. "Nasıl ben burada olduğum halde beni otelde diye yazıyorlar?" Velhasıl kardeşim, ömür böyle geçiyor. Bir de bakacağız ki kaşım gözüm derken misafir kapıyı çalmış ve emaneti almış... Eeee ne yapabiliriz, mal onun, mülk onun, istediği zaman verir, istediği zaman alır. Ne verirken kimseye sorar, ne alırken! Kime soracak ki; soru bir üstte sorulur!.. Üst yoksa hükümdar tektir...

Muhterem kardeşlerim, ben kendimden oldukça fazla bahsettim. Sizler nasılsınız? İslamla aranız nasıl? dilerim rab-bimden iyidir. Şuna içten inandım ki İslamın safında olan gençliğimiz İslam dışı hayatın iğrenç maskesini gördü!.. VE BENİM KARDEŞİM İSLAMA SALDIRAN HER ŞEYDEN NEFRET EDİYOR...

Aldığım mektuplara gelince; çoğunuzdan mektup aldım. Cevap veremeyince çok üzüntü çekiyorum. Ne olur, ya bana mektup yazmayın ya da yazınca mektup beklemeyin. Yetiştirmem mümkün değil inanın. Bazı kardeşlerime kısa kısa bir kaç satır yazdım. Bu sefer değişik mektuplar aldım. "Aşkolsun Emine bacı, bu da bana yapılır mıydı? Ben size iki mektup yazdım, cevap vermediniz, Arkâdaşlarınkini cevaplandırmışsınız" inanın sabaha kadar kahroldum 'Seni abla yerine koydum, üvey abla çıktın" gibi sitemler de var. halbuki ben on-onbeş kişi hariç kimselere mektup yazdığımı bilmiyorum. Ne olur cevap gönderemediğim kardeşlerim, beni af edin! İnanın imkânım yok, olsa ben kardeşlerimi memnun etmek istemez miyim? Değil bir mektup, canım feda dava kardeşlerimin yoluna, fakat yüz elim de olsa yine de yetiştiremem.

Bu arada bazı kardeşlerim çok heyecanlı yazıyorlar. Üzüntülerinden sağa sola çatıyorlar. Adresleri de yazılı buraya gelen mektuplar ince elenip sık dokunuyor. Bunu da hatırlatayım!.. Tedbiri elden bırakmamak İslamın şiarıdır. (Tedbiri ba-

132

zıları yangelip yatmak manasında anlıyor). Öyle değil tabi. Başımıza dert açabibilir. Mektup yazan kardeşlerimin dikkatine: İsim kullanmadan suya sabuna dokunmadan yazsınlar. Yalnız yine unutmadan söyleyeyim, mektuplarını aldığım, kardeşlerime dört beş ay sonra kart gönderme yoluna gideceğim. Bu konu beni çok üzüyor. Bazı kardeşlerim de. "Tenezzül etmedin mi bacı? Bir iki satır yazmadın ne oldu? diyor. Kimi de "burnun büyümüş" diyor. Nasıl üzülüyorum bu sözlere, anlatamam. Bir satıra bir kağıt-bir zarf... Her şeyden önce, burada bu kadar zarfı, kağıdı bulmak bazen çok zor. Zoru bırakın mümkün değil. Ne kadar zor durumda olduğumu hissedenler anlayış gösterecektir umarım. Allah razı olsun. Birçok tanıdığım dava kardeşlerimden -sağ olsunlar- üst üste mektup aldım.



Gelelim Mektup dergisine.. Allah, emeği geçen bütün kardeşlerimden razı olsun. Gerçekten mektubun sahipliğini bir çok müslümanlar üstlendiler. Birçok bayiler parasını hemen gönderiyorlarmış. Birçok kardeşlerimiz abone yarışı yapıyorlar. Hepinize hepsine teşekkür ederim. Gün ve gün hatalarımız inşaallah eksilecek hiç şüpheniz olmasın, eğer Allah nasip ederse dergimiz ileride daha güzel olacak (Sam rüzgarları esmezse). Bir üzüntümüz var, dergiye gelmek isteyen gerek erkek, gerek kadın kardeşlerimizi ağırlayacak yerimiz yok. Bu iş için ayrı yer ve kadromuz olması lâzım. Sadece dergi almak isteyen erkeklerin gelebileceği ufak bir yerimiz var, Rabbim her yönden gelişmeyi nasip etsin (Amin). Anlayış göstereceğinize inanıyoruz. Bu konuda genç kızlardan çok mektup alıyorum. İnşaallah bir kaç yıl sonra hanım kardeşlerimizi ağırlayacak yer ve kadroyu ayarlarız. Aldığım mektuplardan anladığıma göre dergimiz diğer dergiler gibi çok beğenilmekte. İnşaallah rabbimizin indinde de beğenilir. İşte gerçek bahtiyarlık odur. İnsanlar çok beğenmiş, rabbim beğenmemiş öyle delgiyi ne yapalım? Öyle canı, öyle malı ne yapalım? bir can ki Allah'ın huzuruna paçavra gibi çıkar, bir can ki, Allah'tan gayrisinden korkar, o canın köpek canıyla arasında ne fark vardır? Kalemim bodur olduğu için değerli okuyucularım, değerli kardeşlerim yavaş yavaş veda edelim. Söylediğim gibi, beni merak etmeyin. Ben beni hiç merak etmiyorum, çünkü benden daha önemli olan var! Müslüma-

133


nın daha tanımadığı, insanlığın saadeti Kur'anımı düşünmekten, ona karşı vazifemi yapamamanın ezikliğini duymaktan kendimi düşünmeğe inanın bazan zamanım yok dua edin.

Sadece benim için değil; Yılanların pençesine sıkışmış gençlik için, kahvelerde vaktini öldürüp beş vakit namazını kılamayanlar, için... Onların gerçekleri görmeleri için. Bir ayakkabı alamadığı için, kendini küçük gören kızlarımız için, İslama göre kapanan ve bu yüzden alay konusu olduğu halde, çevresine aldırmayan mücahidem için, sokaklar şehvet pazarı olduğu halde namuslu, hayatını bozmayan erkek kardeşlerim için, mücahitler için... Görünen görünmeyen düşmanların müslüman tarafından bilinmesi için!.. Davalarda anne hasreti çeken, geleceği, sevgiden, bir yuvadan mahrum olan yavrular için, bir başka kadın için sokağa atılan zavallı kadınlar için... velhasıl dünyanın düzelmesi için... kendimizin düzelmesi, gerçek ölçüyü bulmamız için dua istiyorum.

Allah'ın selamı üzerinize olsun. '

Bacınız Emine Şenlikoğlu

134

Hastahanedeyim



Tansiyonum sekize düşünce beni hastahaneye yatırdılar... Şimdi hastahanede yatıyorum. Daha doğrusu revir... Küçücük pencereleri var. Ama cezaevinden biraz farklı. Bu cezaevinde karşımızdaki köprü görülüyor. Bir de sık sık doktor ziyaret ederek hastaların durumunu soruyor. Gerçi mahkûmların hastalığı her ne kadar sorulsa da mahkûm olduğu devletin doktorlarının bazıları tarafından hiç unutulmuyor! Ayrıca cezaevine gireli bu sekizinci ayım oldu. Bir taraftan size bu notları alırken bir taraftan da iki kitab bitirdim. Bunların birisi "Siz Sordunuz Biz Söyledik" ikincisi "İstanbulu Mesken mi Tuttun" idi. İsmini beğenmeyip "Ne olur ihanet etme" olarak değiştirdim. Onlar bitti. Hastalığım olmasaydı bayağı işler yapacaktım. Fakat manevi baskıdan insan pek bir şey yapamıyor.

Şu günlerde biraz üzgünüm ama üzülmeyeceğim. Üzü-lürsem moralman yıpranırım. Buna rağmen yine de insanız. Bazı insanlar beni oldukça çok yıprattılar. Nerede ise insan denen mahlûktan psikolojik olarak bayağı nefret ettim. Aman ya Rabbi bazı insanlar ne kadar korkunç oluyorlar. Sebeble-rini yazmayacağım ama çok bunaldığım bir günde yazdığım iki şiirimi buraya alıyorum. Bu şiirler "Mahkum Duygular'a' ' da konmuş üçüncü baskıda, Zira o kadar üzülmüşüm ki. Sanki dünyada hiç insan kalmamış gibi yazmışım. Biliyorsunuz benim bir özelliğim, bulunduğum ruh haline göre yazarım.

İşte hiç hoş olmayan ama bazı noktalarda haklı olduğum şiirciğim:

135


TANIDIĞIM İNSAN

Şu dünyada en çok sevdiğim, saydığım insanlar, En çok ürktüğüm, kaçtığım anlayamadığım da onlar. Dağlarda yaşayan, yılanları, çıyanları tanıdım anladım. Fakat şu insanları ne anlayabildim, ne de tanıdım. Bir bakıyorum melek, yumuşak ve incemi ince Sonra devran değişiyor, belirli an gelince i

İnsanlar'a hizmet için öleyim...Şerefle... İftiharla Yalnız onlardan uzak olayım, yaşayayım çıyanla Öylesine şaşkınım, öylesine bedbahtım ki şu insanlardan Nasıl böyle oldum, nasıl kaçtım nasıl yandım onlardan . Beni böyle ah-u zâr ettiren sebepleri bilseniz "Haklısın" hem de çook çok.haklı dersiniz. Deniz dibindeki kum tanesini, denizdeki dalgayı Saman yolundaki yıldızı, gezegendeki Ay'ı Kır çiçeğini, bal yapan arıyı, eşek ansını hepsini birbir. Tanıdım çözdüm. Fakaaat, insanlar öyle değildir. Kum gözüme girecekse, yıldız tepeme düşecekse gördüm Yün eğirdim, pamuk topladım, ip aldım, diken ördüm Ahh... Şu insanlar... Öyle büyük bulmaca ki çözmeden öleceğim

Bir insan görürsem, insanların içinden, alnından öpeceğim Öyle ezdiler ki beni, değirmen taşında, adeta toz oldum "Kimdir beni ezen?" diye baktım, karşımda dostumu buldum. Rabbim buyurmaz mı? "İnsan nankördür" diye İyiler de var, bu darbeciler niçin böyle? Niçin ve niye? Ahh, şu yalan dünyadan bir sadık kul tanımadan gitmek , Onlar için eriyip yine onların derdiyle bitmek Eyy... Bilinmez insan! Ne olur göründüğün gibi ol Ben seni tanımadım, kardeşlerime tanınan kişi ol...

Siz nasıl buldunuz bu şiirciği? Aradan yıllar geçti şimdi, okudum yine aklıma geldi o günler.

- Stres.. Ağlasan suç ağlamasan suç... Tüm gözler senin üzerinde, arkandan düşmanlık yüzünden dostluk yapan insanlar.

136

HASTAHANE



Burası devlet hastahanesi, Bayrampaşa Sağmacılar, Hem hastahane, hem cezaevi, ikileşti acılar, Dörtgen pencereleri, dörtgen demirleri var, Bazen bakıyorum pencereden sabaha kadar Biraz öncede baktım, saat gecenin bir onbeşi Hava sisli, araba sesleri seyrek, İstanbul fuhuş leşi. Baktım, düşündüm, aşağıda nöbetçi asker bana Mırıldandı "Hey sen kimsin, camdan bakmasana" Camdan bakmaya bile hakkım yokmuş kendi yurdumda. Sormuyor asker bana "Heyy... Ne işin var senin burda?" "Suçun ne? Kim kapattı seni hapishaneye böyle?" Sormuyor biliyor ki buraya gelen suçludur... Öyle... Hiç bir şey söylemedim askere hem de hiç bir şey Susarken ağladım, ağlarken çok şey söyledim çok şey. Eyy! Karanlık gece, sen şahidimsin değil mi? Söyleyin geceler, Türkiyem benim değil mi? Ben neden buradayım? Niçin kilitli pencereler? Ağlayarak akmıyor mu Türkiyemde dereler? Onlar bile anlıyor, benim suçum, suçsuzluk Suçsuzlukta "suç" oldu, bu nasıl şuursuzluk? Elli adım ötede cadde. Oraya çıkamıyorum neden? Annem, babam, yanıma gelemiyor ve de ben Bir canamı kıydım? Hayır. Hırsızlık mı yalan mı? Yalan mı söyledim, canimiyim şahid var mı? Yaz eyy, Kiramen kâtibin yaz.. Bu gecemi yaz. Bir gün olur feryad edeceğim avaz avaz Çok değil, çok az zaman var, maskeniz düşecek O gün sizin değil, bizim borumuz ötecek...ötecek...

14.2.1986

137

Kardeşime Hasret Kaldım



Yer yer sizlere hissettirdiğimi zannettiğim bir konuda şudur:

Ben cezaevinde en fazla vaaz dinlemeye hasret kaldım. Bir talebenin "ben şunu öğrendim" diyerek o öğrendiğini anlatmasından tutun da bir ehli takvanın iki kelimesine dahi hasretim.

Kitap okumak., isterse yüzlerce kitap okuyun,karşıdaki kişiden duyulduğu gibi olmuyor.

Bazen Recep efendiye "muhterem bana biraz vaaz ver" diyorum. Konuşacak konular çok olduğu için zaman bulunmuyor. Kabinden kabine görüştüğümüz zaman zaten on beş dakika konuşuyoruz. Oda "nasılsın iyimisin?"le geçiyor.

Dolayısıyla eşim ve çok saygı duyduğum hocam Recep efendiden de vaaz dinleyemiyorum.

Dün güzel bir sürpriz oldu.

Sonradan dönüş yapmış tam bir mücahid olan narkozcu Bahiddin Çolak kardeşimiz İskenderpaşa Camisine Esat Coşan efendiyi dinlemeye gitmiş. Orda bazı notlar almış bana iletti. Bazıları bildiğim konular olduğu halde sanki ilk defa duymuşum gibi beni etkiledi. Bir anda kendimi kalabalık cemaatin içinde hissettim. Ne kadar güzel bir duygu. Hayal bile olsa insanın kardeşleri ile aynı yerde bulunması.

Allah mü'minlerin hiç birini vaazdan ayırmasın. Çok zor çook. Bence insanın mapusta en büyük sıkıntısı bu. Ne don-

138

durmayı özledim, ne de çok sevdiğim lahana sarmasını. Her şey bir yana. Sadece manevi alanda en çok özlediğim vaazlar oldu. Şu an vaaz dinliyeyimde en avam birinden ama doğrulan dinliyeyim razıyım.



İşte bahsettiğim vaazdan alıntılar.

Ebu Hureyre'defTCr.a) rivayet olunmuştur "Kıyamet gü^ nü bana en yakın olanınız, ahlaken en güzel olanınızdır. En uzak olanlarda en çok konuşanlar kibirli olanlardır." (çok konuşup çok hata yapanlar ağzına gelen her şeyi söyleyenlerdir)

•Yetimlerini büyütüp en güzel şekilde terbiye eden, süslenmeyi unutan dul kadın, cennette bana yakın olandır.

(Not: Evlenmek günah olduğundan değil, şayet evlenmiyorsa ve de evlenmeyi düşünmediği halde süslenmiyorsa. Bu kadın Allah'a yakın demektir. Evlenmek isteyen dul kadına evlenme yasağı yoktur. Bazı durumlarda evlenmesi daha iyidir. E.Ş.)

•Yetimi kollayan koruyanlarla dâ çok yakınız. Resulul-lah orta ve baş parmağını işaret ederek onunla şu iki parmak gibiyiz buyurmuştur.

•Kur'an'ı okuyup onunla amel eden kişinin, anne ve babasına (müslümansa) öyle bir tac giydirilir ki o tacın ışığı güneşin ışığından daha fazla aydınlatır. H.Ş.

•Allah'ı anmanın dışında çok söz söylemek kalbe zarardır.

•Doğruluğunu kesin bilmediğin bir şeyi söyleme.

•Kul kendisini sevdirmişse Rabbine, bir hata yaptığında bin tane şefaatçi getirir Rabbi ona.

•Emrolunduğun gibi dosdoğru ol. Ayet.

•İmandan sonra en önemli ibadet namazdır, (namazda hesapta yüzü ak çıkarsa, diğerlerinde de kolaylıktır) Bir insan namaz kıldığı halde, kötülüklerden uzak durmuyorsa, o namaz onu Allah'tan uzaklaştırır.

•İnat ve kibir şeytani bir vasıftır.

•Şeytan: Ben insanları helak etmek için çalışırım, onlarda

139


beni tevbe istiğfarla helak ederler. Fakat (bazılarını) sonunda kibirle helak ederim.

•Efendimiz abdestsiz kalır su bulamazsa, suyun bulunduğu yere kadar teyemmümle gider "Ölürsem Allah'ın huzuruna abdestsiz çıkmayayım" buyurmuştur.

•Uzun ömürlü işlerde de "Allah izin verirse" demelidir.

Çok isterdik bir notta Mahmut efendi hazretlerinden yazıp getiren olsaydı.

140

Savcıların Ziyareti



Nasıl oldu bilmiyorum, bir de baktım büyük demir kapı açıldı. İki yabancı ile cezaevi savcısı geldiler.

Misafir savcılar mahkûmları şöyle bir süzdükten sonra tek tek hepsine sordular. Sıra bana geldi.

—Senin suçun ne?

—163. maddeyi ihlâl.

—Yaaa... Sen şeriatçımısın?

—Evet.


—Şeriatçılara bu ülkede yer yok.

—Neden, ülke sizin tekelinizemi verildi?

—Siz İran'a veya Suud'a gidin.

—Neden İran'a gideyim? Benim ülkem burası... Sonra Hristiyan olanlar Almanya'ya, Yahudi olanlar İsrail'e Dinsizler Rusyaya gidiyormu ki, ben İran'a gideyim. Ben neden inandım diye İran'a, Suudi Arabistan'a gideceğim. Biza tahammülünüz yoksa siz gidin savcı bey. Böylesi akla, mantığa ve tarihe daha yakın...

—Siz fen hakkında nasıl düşünürsünüz?

—Doğru ve insanca düşünürüz. İlme, tekniğe karşı de-

141

ğiliz fakat bilime de tapmıyoruz. Sadece Allah'a tapıyoruz. Allah'tan başka ilâh tanımıyoruz, hiç kimse de tanıtamaz. —Sizin inancınızda flörtte yok değil mi?



—Evet yok. Bizde kişi kendisi için lâyık görmediğini başkasına da lâyık görmemeli (bu konularda).

—Olurmu öyle şey? Mesela senin beyin hiçbir kadın ile gezip gönül eğlendirmesin mi? Olmaz böyle şey. Mutlaka gez-meli eğlenmeli bir hanım ile. Adam bekar mı kalsın sen cezaevinden çıkana kadar?

—Savcı bey ya benim beyim sizin kızınıza rastlarsa onunla gönül eğlendirirse durum ne olacak?

Ve bozulan bir surat... İğne kendine batınca değişti durum. Böylelerine haddini bildirmeyen, sinirden kendisini yer. Ben sinir olup, sinir beni yiyeceğine söyleyeyimde onu yesin dedim. Haksızmıyım?

142

Köprüaltı Çocuğu



"Köprüaltı çocuğu" ne demektir? diye bir kaç kez düşünmüştüm. Neden dam altı, ağaç altı değil de "köprü altı"

Şu anda cezaevi revirindeyim. Demir parmaklıklar arasından karşımdaki köprüyü görüyorum. O köprünün üstünden geçenler altında olanlar tam karşımda. İki yüzünüde görüyorum köprünün. İki boyutlu dünya misali.

Önce üstünden geçenlerin birazını anlatayım.

Bazen kapalı uzun cilbaph-çarşaflı hanımlar, kızlar geçiyorlar. İki yıldır hasret kaldığım bacılarım geçiyor köprünün üzerinden. Bazende sakallı genç kardeşlerim amcalarım. Tabi sakalsız kardeşlerimde geçiyorlar. Fakat uzaktan baktığım için olacak, kıyafetinde de bir değişiklik yoksa onları tanıyamıyorum. Dün genç bir kardeşim daha geçti. Lacivert takım giyinmiş, pardesü ile cübbe arası bir kıyafeti-sünneti se-niyeye uygun sakalı, başında kıyafetine yakışan fesi, kendin-, den emin yürüyüşü vardı.

Öyle baktım kardeşim kimbilir bu hallere gelene kadar neler çekti, kimbilir daha neler çekecek!.. Ne mutlu bu şerefli insan, kimbilir şeytanın cirit attığı şu dünyada ne mücadeleler vermiştir. Gıyabından "sağol kardeşim sağol. En önemlisi Allah razı olsun" dedim. Dönüp şöyle bir baksa sanki "nasılsın Emine bacı" diyecekmiş gibi geliyor bana. Ama bakmıyor kardeşim. Nerden bilsin. Ben kendi kendime o kardeşimin bu tarafa doğru bakmasını istiyorum işte. Halbuki ara-

143


mızdaki mesafe uzak sayılır baksa bile o beni göremez ki.

Geçenlerde de 3 çarşaflı genç kız geçti. Öyle baktım onlara. Sanki onlar benim gönül bahçemden bir çiçekmiş gibi onları ruhuma sokmak istercesine baktım. "Git mücahidem git. Yollar sana helal olsun yollan kirletenlerede haram" dedim. Köprünün üzerinde biraz oyalandılar. Benim burda olduğumu biliyorlar bana bakıyorlar zannettim. Meğer teva-fuken bakmışlar. "Aslanlarım, canım yolunuza feda" diye söylendim. Sonrada manen o bacılarıma sarıldım. Birde baktım ki, gözlerime yaş birikmiş.Aktı akacak, ne yaşı acaba bu? Bir bacının bir bacıya duyduğu hasretin yaşımı yoksa manevi bağların nisan yağmuru mu?

Nasıl tarif etsem? Edebiyatım da yok. İsterdim edebiyatı kuvvetli biri olayım şu köprünün üstünü ve altını, hislerimi çok güzel dile getireyim. Yok işte yok. Ismarlama ile olmuyor ki o mübarek. Onun içinde o duygumu sizlere tam an-latamıyacağım. O öyle bir duygu ki, iman bağı ile birbirine bağlananlar onu çok iyi anlarlar. Kalpten kalbe yol vardır buyurmuş ya o!..

Evet, bacılarımı bana bakıyorlar zannederek onlara el salladım, beni görmediler, olsun. Ben içimdeki duygumu manen onlara bildirdim ya o bana yeter.

Onları her görüşümde cama koşuyorum. Mahkûmlardan bir arkadaş sordu: "Emine abla onları tanıyor musun?" dedi. Bende: "Onlar benim canlarım, tanımıyorum ama ruhlarımız gönüllerimiz bir" dedim. Dürdane hissettiklerimi anlar gibi baktı yüzüme. En azından sanki şunu söylüyordu gözleri: "Köprünün üzerinden geçenleri kendine bu kadar yakın hissediyorsunda, tam karşındaki ranzada yatan beni bizi niçin uzak hissediyorsun?"

"Ne bileyim Dürdane sende bana uzak değilsin. Ama o bacılarımla herşeyimiz aynı. Kıblemiz, kitabımız, derdimiz., ruhlarımız, gönüllerimiz aynı. Belki sende yarın o bacılardan biri olacaksın. Belki seninle ikimiz şu köprüye bakınca aynı şeyleri hissedeceğiz. Ama şimdilik aynı şeyleri hissedemiyoruz. Sen üç kişi için yanıyor ağlıyorsun, bizler ise milyarlarca kişi için ağlıyoruz. Aramızda tek fark düşünce sebeplerimiz çok ayrı.

144

Evet şu an dokuz kurban karşımdaki köprünün altında. Hem suçlu, hem de bazı yönden masum. Peki kim bunlar?



Cevap geldi:

"KÖPRÜALTI ÇOCUKLARI". Ama bunlar çocuk değil ki. O halde köprüaltı adamları, bozuk eğitim aldı adamları ve çocukları...

Haaaa... İşte öğrendim köprü altı çocukları ne demekmiş.

Onlar esrar tiryakisi olmuş işe gidemiyorlar. Onlarda ruh ölmüş, düşünce çürümüş. Karda kışta dahi bulduğu esrarından geçemiyor Allah yoluna uğramıyorlar. Sanki, fenin, tekniğin ilerlediği şu asırda, sanki köprüler onlar için yapılmış, sanki modern köprünün altında "köprüaltı çocuklan"nın oluşu, köprünün üstünden geçen aydınlara bir şeyler anlatmıyor-muş gibi, sanki o çocuklar, o yürüyen ruhu öldürülmüş köprü altı adamları uygar çağ atlayan Türkiye'nin madalyası gibi geldi bana.

Evet köprü altında her zaman buluşan dokuz adam. Esrar içiyorlarmış, adları da "gogocular" imiş. Onları aynı dikkatle camiye gittiklerini hayal ettim. Allah için secdede aman Allah'ım ne kadar güzel olurdu. Ne güzel hayal. Ya bir gün gerçek olursa... Hiç belli olmaz. Allah her şeye kadirdir.

Meğer argo deyimle "ipsiz sapsızlar" denilen kişilere söylenirmiş o söz. Sanki kimde ip var ki kaç kişi biliyor ki "Allah'ın ipine (dinine) sımsıkı bağlanın" ayetini?

Neyse.

İşte geldiler yine esrarlarını içip gittiler. Köprünün altında olan bu. Başka bir şey yok çünki trafik kapalı (kardan).



Ben köprüye karşıdan her baktığımda değişik şeyler düşünürüm. En önemlilerinden biri: Köprü yapmak üstünden geçilir hale getirmek önemli değil, (bir yerde) onun altını düzene sokmak lazım altını. Benim dedem "Köprüaltı çocukları" ne demek duymamış bile.'"* O böyle köprüde gör-

meden rahmetli oldu!

Bıraksınlar köprüler süsleme işini...

Köprülerin altından ve üstünden geçenlerin dünyalarına huzur köprüsü koymayı planlasalarda daha çok isabetli iş yapmış olurlar.

145

Sizin Sisteminiz Adaletsiz



Birgün, savcı Mustafa Bey revire, bizi ziyarete geldi. "Emine hanım" dedi, bir filozof ismi söyleyerek "...demiş ki Allah adaletle rızık vermiyor." Gerçekten insanın aklına takılıyor. Bir tarafta zenginler, öte tarafta fakirler... Mesela Afrika... Neden böyle oluyor?"

Savcı bey, gayet efendi bir demokrat olduğunu söyleyen şeriatçı düşmanı kendi deyimi ile müslüman birisi idi. Ona dedim ki;

"Allah adaletsizlik yapmıyor, sizin kapitalist sisteminiz adaletsizlik yapıyor. Bakın savcı bey, dinimizin temel prensibidir insanları aç bırakmamak. Allah altı milyar insana yetecek kadar (yiyecek giyecek) gönderiyor. Fakat, zalim kapitalistler, hep bana dedikleri için midelerini şişirip, fakirin hakkını yiyorlar. İslam bize diyor ki: Fakirin hakkını alın haksızdan haklıya verin. Bende onun için mücadele veriyordum. Haklının hakkını savunmak için. Fakat tutup beni cezaevine attınız. Şimdi ben mahkûmum, siz özgürsünüz (!) o halde buy-run mücadeleyi siz yürütün sizde müslümansınız ya... İslam sizin de dininiz.

Savcı Mustafa Bey, gülerek "Valla Emine hanım çok güzel anlattınız. Ben de sorunun yıllardır cevabını bulamıyordum. Gerçekten zeki bir hanımsınız. Bir de şeriatçı olmasanız, çok iyi olacak. Bakın işte böyle güzel güzel anlatırsınız İslâmı..." dedi.

Savcı bey bana hak verdi. Yalnız ona "siz çalışın dediğim" için "Olur mu, ben savcıyım?" şeklinde konuştu. Ben de dedim ki;

"Ne fark eder? Savcılarda insan. Onlarıda Allah yarattı, onlarda kul olarak hesap verecekler".

Savcıların içinde gördüğüm ikinci iyi savcı Mustafa beydi. İş işten geçmeden İslâmı öğrenmiş olsaydı, inanıyorum ki İslâm askeri olarak can verenlerden olurdu. Ama şimdi!..

146


Bir Müslüman Savcı

Birgün "ziyaretçin var" dediler. Ziyaret mahalline çıktım. Birde baktım tanımadığım bir adam. Kim olduğunu sordum. Bana dedi ki:

"Bacım beni tanımazsın. Ben de senin bir din kardeşin oluyorum. Evvela Gazan mümarek olsun. Ben savcıyım. Ankara'dan geliyorum. Senin davanla ilgilenmek istiyorum. Gel bacı inat etme, temizde ifadeni değiştir. Biliyorsun ruhsat vardır. Bana güven bacı. Hepimiz Allah'a bağlıyız. Ben Süleyman Hilmi Tunahan hazretlerine bağlıyım. Yollarımız da bir. Her şeyden önce müslümanız. Gel bacı sana yardımcı olalım. Temiz bozarsa "pişmanım de" Hakim kanaat getirerek seni beraat ettirebilir" dedi. Samimi ve ihlaslı olduğu belli olan savcı kardeşime dedim ki: 'Siz bana kurşun sıkmaya mı geldiniz? Bu nasıl teklif böyle? İlk başta hiç olmaz. Bu konuda ruhsatı değil azimetle amel etmeyi göze almışım. Sağ olun ağ-bim. Allah razı olsun. Tabii siz benim iyiliğim için uğraşıyorsunuz. Süleyman efendiye mensup kardeşlerimden bana mesaj getirmiş oldunuz. Sizin bu iyiliğinizi unutmayacağım. Rab-bimiz razı olsun.

Müslüman savcı verdiğim cevaba çok sevinerek şöyle dedi:

"Allah razı olsun bacı. Her ne kadar sana bu teklifi ge-tirdimsede, verdiğin cevap beni ziyadesi ile sevindirdi. Allah yardımcın olsun. Bir isteğin olursa bana yaz. Unutma, fitne aramızı açmak istese bile biz kardeşiz.

Evet, tabiki akaidde bir olduğumuz sürece kardeşiz. Kardeş olmasaydık beni neden ve nasıl gelip bulacaktı.

Binde birde olsa, bizden bir savcının bana yardım teklifi hoşuma gitti. Savcı oluşundan daha çok "Süleymancı" kardeşlerimden oluşu benim için çok güzeldi. Her ne kadar Süleyman efendiden dersli değilsem de ondan şefaat isteyen biriyim.

Yalnız aklıma bir soru takıldı. Süleyman efendiye bağlı olupta bu savcı (tekavüt imiş) gibi düşünen acaba kaç müslüman vardır?

147

Şu Ölçülere Dikkat



Peygamberimizi ne kadar seversek sevelim yeridir, onu kalbimizdeki,

Allah'a ait yere koyarak sevmedikçe!

Sahabeyi ne kadar seversek sevelim yeridir

Onları peygamber yerine koymadıkça!

Tabiîni ne kadar seversek sevelim, yeridir

Sahabeyle aynı ölçüde kıyaslamadıkça!

Evliyayı ne kadar çok seversek caizdir,

Onların derecesinde görmedikçe

Cihad eden müttakilerden değildir,

Dini uğruna baş koymadıkça...

İslâmda kadın boşamak haramdır,

Hırsızlığı, izinsiz gezmesi, zinası olmadıkça.

Herkesle tartışma seni duymaz,

Tâki kıble ile birleşmedikçe!

Salihlerden olmaz bir müslüman

Ehl-i kıble ile birleşmedikçe!

Cahil başkadır, avam başka,

Alim olmazsın bu farkı çözmedikçe... bir veli şöyle buyurdu: Bir kul bütünü ile Allah'a (cc) bağlanırsa, onun elde ettiği ilk nimet şu olur: Artık İnsanlara ihtiyaç duymaz, onlardan bir şey beklemez. (İltifat manasında)

Günlüğü okurken böyle bir ölçüyü okumak sizi yormaz diye yazdım bunları.

Gece olmayan yerde yıldızlar doğmaz...

MÜSLÜMANA GERÇEK BU

Kişi zindandan çıksa ne olur? Beraber yaşıyorsa Parmakhkhğı olmayan nefis zindanından çık kolaysa Bu gün namusu eşya ile bir görenler var, ne feci! Seyirci kalamazsın eğer namusun varsa...

148

BİR AÇIKLAMA VE İKAZ



İslam dininin hiç kimseye ihtiyacı yoktur. Hiç kimse çok çalıştığını İslâm'a faydalı olduğunu iddia edemez.

Sitem etmeye de hakkı yoktur. Çünki: "HER KİM NE İŞLERSE ANCAK KENDİSİ İÇİN İŞLER" Sitem ederse sadece nefsi için işlemiş olur ki: "Nefsi uğruna çalıştıkları halde, kim Allah (cc) için çalıştığını söylerse, kıyamet günü vay onun haline. O ne perişandır." (H.Şerif)

149

KARDEŞİME



Kâfirin Padişahı kurban olsun Müslüman'a Müslüman'mtırnlağını değişmem o'na...

KELEPÇE


Bağlar mı beynimi? Kalleş kelepçeler, Kelepçeler bir gün, ve o eller!..

ANLA KARDEŞ

Durma kardeşim gel, beraber çalışalım

Kaderimi dinle, ikimiz paylaşalım.

Ne yürek ne de taş, ikisi de dayanmaz çatlar

Viyanaya kadar gitmişti, bizim yiğit taşıyan atlar,

Ah! Şimdi nerde o yiğitler, aynı atlarla geçip gitmişler,

Gidenlerin torunları oradan neler neler getirmişler

Bir bak... O koca vatandan kalan şu küçük hatıralara

Şu tabloya bir bak! Bütün varlığı vahşet bütünü kara...

Omuzların üzerinde birer kafa taşıyor insanlar fakat,

Öyle garip hallerdir ki, kendine indirir kendisi tokat.

Satar öz evladını, namusunu dinini, sonra sırıtarak der:

"Bu çağ atom çağıdır, bu çağda medeniyet böyle gider..."

Düşünsene nasıl sarmış garplıların murdar pisliği bizi,

Akın akın geliyor, gelen zulümler! İşte dizi diz.

Efkâr ne demek. Bu zulüm karşısında... Gökler bile inler.

Nasıl farkedemez? Vatansız gezen müslüman'ı mü'minler?

Bu keder beni öyle esir etti ki, bunu anlatamam kardeş

Bazan düşünüyorum benden üstünmüdür acaba- şu leş,

O leş ki hiç olmazsa kokusu ürpertir kimilerini de

Uzaklaştırır, kaçırır, etrafında ne varsa hepsini de:

"Aman kaçalım" derler ve kaçıp inlere girerler.

Ben leş değilim de ne olmuşum? Beynimden yürür

giderler.

Eyy! Kardeş "Saçmalıyormu?" dedin bana, bilmiyorum,

fakat;

Beni anlarsın hissettiklerimi hissedersen ancak!..



10.2.1986

150


DÜŞÜN!

İbadet etmeyen insan, damla damla erir,

Ruhu mahkûm olurken, nefsi filizler verir.

BUGÜN


Bugün yine ölümü iyice düşündüm. Sanki girdim mezara kar altında üşüdüm.

ÂLİM'İ TENKİD HA?

Asrımızda moda oldu alimi beğenmemek, Bu kara cehaleti düşünmek gerek. Biz daha alimin (A)sına giremezken, Şu halimize bakın ne cesaretli (!) yürek!..

MASALLAR


Kur'an'ı terkedip gideceksen, güneşe örtü çek

Güneş ışık verse de Kur'an'sız görünmez gerçek.

Renkli vaadler kandırmasın beni dinle

Bir oyuncak gibi oynuyorlar inan ki seninle.

Hani derler ya "Doğru söyleyen yedi köyden kovulur"

Bin köyden kovulsada o gerçek duyulur

Arif odur ki vakit geçmeden gerçeği anlar

Onu uyutamaz, laklakçı kalleş masallar

Sağmacılar 1987

BENDEN


Bazen feryadımı hoş görün ne olur İçimin tablosunu veriyorum ben Her satırımda arayan ruhumu bulur. Bulunduğum an'ı dile getirdim ben. Ben diyorum zira beni ben tanıtırım. İnşaallah öteki "Ben"i karıştırmam. Kalemim elimde benden yatırım Mürekkebi kan'a asla batırmam.

1987


151

BUGÜNDEN ÖZETLER

Sanılanına gülerek başlıyorum.

Şu dünyada ne zekalar var, şaşkınlığım her gün biraz daha artıyor.

Bazen bakıyorum, bir adamın, bir kafatası, milyonlarca kafa tasım uyutmuş, bazen bakıyorum bir kafa tası milyonlarca kafa tasım güldürmüş.

"Buna mı güldün?" derseniz cevap vereyim.

Hayır.

Elimde İNSAN dergisi var. Okurken gözüme bir yazı ilişti. "İlginç bir şiir" diyor devam ederek "çalışma fiilinin şimdiki zamanı" diyor.



Tabi güldüğüm yer buralar değil. Gülmek derken düşünerek, gururlanarak gülmekten bahsediyorum.

İşte çalışma fiilinin şiiri:

Ben çalışıyorum

Sen çalışıyorsun

O çalışıyor

Biz çalışıyoruz

Siz çalışıyorsunuz

Onlar yiyorlar.

Nasıl sizde güldünüz mü? Aynı üslûpta taklid ve ilham alarak bende bir mazi fiili çekmek istiyorum.

Ben uyudum

Sen uyudun

O uyudu


Biz uyuduk

Siz uyudunuz

Onlar uyandırdılar.

152


Sizden Gelenler

HATA


Hepimizin nice hataları vardır. Atalarımızın: "Kişi kendini bilmek gibi arif olmaz" dediği gibi gün gün hatalarımızı düzeltmeye çalışalım. Ben yaptığım hataları tekrar yapmamaya gayret edeceğim.

BERABER GAYRET EDELİM Mİ? E.Ş.Ö.

.........BACIM

Senle beraber biz de mahkûmuz Bize de kelepçe taktılar Aramızda bir fark var Siz ağlamadınız Biz ağladık Utandık ve ağladık Hep ağlayacağız Güldüğümüz güne dek...

Kardeşin

A.Yusuf HAL/SAKARYA

ALDATAN

Nice insanlar vardır, sevdiğine can verir, O sevgili, o canı, geri çevirir. Sevgiyi kötüye kullanan nice insanlar Sevgili eliyle canını verir. Aldırma eyy, seven! Aldatan aldanır! Allah intikamını kulun eliyle alır.

1986 Cezaevi E.Ş.Ö.

153


BAYRAM KARTI

Sizin oraya girmenize sebeb olana,

Jurnal eden muhbire

Lanet ediyorum bin kere,

Kutlu olsun cihadın, olduğun yerde...

Ayşe FİDAN İstanbul

Cezaevine girdiğim günden on gün sonra bu kartları aldım.

KART


".......saygı değer.........kardeşim,

Tutuklanma haberini bu gün aldık.

Şaşkına dönen başımı, nasıl bedenimde fazlalık gördüğümü anlatmam mümkün değil.

Sizi psikolojik açıdan yıkılmış, bedbaht düşünemiyorum. , Bu yüzdendir ki sizi teselli etmeye çalışmayacağım.

Bir yerde durumunuza üzülürken bir yerde sevindik.

Bir uyanık müslünianın hapse girmesi, bin uyuyan müs-lümanı uyandırıyor.

Gazan mübarek olsun bacı... Manen yanınızdayız bilin.

Allah (cc)'ın selamı ile...

Kemal YILDIZ Ankara

Celal Erdem'den bir kart

.........Bacım,

Neden yaptın bunu? Bizim üzüntümüz bize yetmiyor mu? Allah yardımcınız olsun. Bizim gibi gafillere dua et. Esselamü aleyküm...

İSTANBUL'DAN BİR KART ^

Sevgili ablacığım,

Size yazacak kelime bulamadığım için, hiçbir şey yazmıyorum. Geçmiş olsun...

Emine Cevmuş

154

Bu kartı okuyunca güldüm. Bu gülüş sevinç gülüşü.



Emine bacı "Hiçbir şey yazmıyorum" derken çok şeyler söylemişsin.

Sağol kardeşim sağol... Bir kelime bile çok şeyler söyler... Bazan hiçbir şey söylememek bile çok şeyler söylemektir. Allah'ın selamı üzerinize olsun değerli kardeşim.

BURSA'DAN BİR KART

............Kardeşim,

Zindana girdiğini bu gün öğrendim. Ve göz yaşlarım tutamadım. Şu ana kadar, cehennemin varlığı beni üzüyordu, fakat şimdi çok seviniyorum. Anladım ki Cehennem de lâzım.

Bizim Allah (cc) bin kez cezamızı versin. Seni tebrik eder duanı bekleriz.

Ağabeyin,

Hasan Z.Bolu BURSA

Muhterem ağabeyim, sizi anlıyorum fakat üzülmenizi istemem bizim o kadar çok üzülecek işlerimiz var ki... Benim hapse girmem onların yanında hiç kalır. Birgün gelecek mezara gideceğiz. Bize yaptıklarımız sorulacak. İyice düşünürsek, bundan daha büyük dert yoktur bizim için. Efendimiz (s.a.s) şöyle buyuruyor: "Geride iki vaiz bıraktı. Biri sesli, biri sessiz. Sesli olan Kur'an sessiz olan da ölümdür."

Ben şahsen hapse girmeyi, vaaz vermeyi, kullara meydan okumayı, çok iyi bir fazilet kabul etmiyorum. Sahabe-! nin çektiğini düşününce insan "Ben şunu çektim" demeye haya ediyor. Kısacası bana ağlayacak kadar üzülmeyin. Dua edin. Zira hüner son nefestedir. Ölümlü dünyanın her yanı aynı. Önemli olan son nefese kadar aynı ayarda yürüyebilmektir. Bunları sizler de bilirsiniz. Yine de tekrarda faide vardır. Allah'ın selamı üzerinize olsun...

155

Çanakkaleye Giderken



Bu konu diğerleri gibi elbette ki zalim'in zulmünü sergileyen bir konudur. O gün çok hastaydım. Tansiyonum, ortalama sekiz... Bir de baktım, gardiyanın sesi; mahkûmların ismini saydı, arada ben de varım, tabii ki. Dedim: "Nasıl olur, beni şevke nasıl gönderirsiniz? Ben çok hastayım."

Gardiyan:

—Hanim, hanım, burası keyf yeri değil. Hastaysan ne yapalım? Şevkin çıktı gideceksin.

Cezaevinde bazı odun gardiyanlar olduğu gibi, bazı efendi, insan evlâdı, aile terbiyesi görmüş, ama işsizlikten çaresizlikten çoluk çocuğuna rızık yetiştirmek endişesinden, iş bulamayınca gardiyanlığı tercih etmiş vatandaşlar var. Dediğim gibi insan evlatları da var ama cibilliyetsiz Ebu Cehil torunları da var sokakta olduğu gibi. Bu gardiyan onlardan birisi dedi ki:

—Hanımefendi, rahat etmek istiyorduysan, rahat dur-saydın. Madem cezaevine geldin, öyleyse cezanı çekeceksin.

İçimden dedim: "Ahh kitapsız, kozlar elinde konuşursun değil mi? bu kozlar birgün olur ki bizim de elimize geçecektir."

Neyse... Sevk arabasında yine jandarmalar kelepçeyi vurdular. Bu sefer bir "hayat kadını"nın sol koluyla benim sağ kolumu aynı kelepçeye bağladılar. Yan yana gidiyoruz. Yanım-dakini küçük görmek değil, yaptığı işi küçük görüyorum ta-

156


bii.. Yanımdakine kurtarmam gereken biri gözüyle bakıyorum. Ve onu o yollara düşüren zihniyete lanet ederek yürüyorum. Ellerimde bavul. Diyorum ki:

—Asker, ya şu bavulumu al, ya da kelepçeyi çöz. Ellerim kelepçeli iken bavulu, bir torba dolusu kitaplarımı, bunları ben nasıl götüreyim?

Asker:

—Aaa...Şuna bak... Az ye de bir hizmetçi tut bari. Ne yapalım,, benim işim kelepçe vurmak bayan, beni ilgilendiririni senin yükün. /



—Asker! seni bir ana doğurup askere göndermedimi? Senin hiçmi hissin yok, hiç mi mantığın yok? Cezaevine düşen insanın insanlığı öldümü? Biz insanlıktan çıktık mı? İnsan olarak senin şöyle bir sorman lazım değilmi? Bacı, abla senin ne işin var burda diye? Sorman lazım değil mi?

Asker:


—Ben sorgu amirimiyim? Ne iş yaptığın belli. Belli ki suç işlemişsin, cezaevine gelmişsin, iyi mahlûk olaydın cezaevine gelmezdin.

Ah şeytan ah... Diyor ki... Asker devamla:

—Benim annem benim ablam, onlar insan değil mi? Onlar niçin cezaevinde değiller. Allah'a şükürler olsun, benim sülalemden daha bir kişi cezaevine düşmüş değil. Bir kadın cezaevine düştümü, o gitsin batakhaneye düşsün bizim nazarımızda daha iyi. Biz yiğit insanlarız. Biz sülalemize, silsilemize lâf getirmeyiz. Kadın cezaevine girdimi "Gırk" boğazını keser atarız, diye nutuk veriyor zavallı. Bir müslüman cezaevine nasıl girer onu bilmiyor. Ah bir bilse...

Bunları söylememin sebebi şu: Hani iyi askerleri anlattığım gibi, kötülerin anlatılmasında da yarar var ki, her sakallıyı dedem zannetmeyelim, kötü niye kötü olmuş düşünelim. Her askeri çok iyi, her askeri çok kötü de zannetmeyelim. Gardiyanları da, savcıları da, polisleri de, jandarmaları da... Unutmamak gerekir ki, İslam develtinde de polisin yüzde onu kötü ise, kefere emperyalist devletlerindeki poli-

157

sin yüzde doksanı kötüdür. Bilmem bu kıyası isabetli görür-müsünüz. Görmeniz için polislerle biraz fazla irtibatınız olması gerekiyor. Karşıdan bakmakla zehir belli olmaz. Arama mahalli denilen yerde mahkûmlar sıraya giriyorlar. Bir tarafta kadınlar sıra sıra, bir tarafta erkekler sıra sıra. Tabii erkekler başka arabayla gidecekler. Bu kadar iyiliği lütfediyorlar şimdilik. Gerçi bazan aynı arabaya kadın da koyuyorlar-mış ama o baştaki subaya veya savcıya göre değişirmiş.



Arama mahalline geldim, tansiyonum düşük olduğu için her taraf sallanıyor gözümde.

Bir gardiyan:

—Bacı be... Biliyormusun bacı bir sana çok acıyorum şu cezaevinde, bir de o Dürdaneye. Dürdane, bir başkasının ateşine düşmüş. Öyle gelmiş cezaevine. Siz de çok kötü birinin ateşine düşüp gelmişsiniz cezaevine..- Aklım almadı gitti.

Neyse tabii ben orada, şimdi kitabta yazamayacağım şeyleri söyledim. Ne de olsa anında duymuyor kimse söylediğimi. Karşımdaki muhatab duyuyor. Onun için biraz daha rahat oluyorum.

Geldik, işte yazdılar, çizdiler, biraz tartışma da orda çıktı. Zaten cezaevinde, kaç kere kaç cezaevine gittimse, kaç kere hastahaneye gittimse, kaç defa savcı geldiyse, kaç defa binbaşı değiştiyse veya buna benzer ziyaretçiler, gazeteciler, şunlar, bunlar geldiyse cezaevine, her sorduklarında tartışma çıktı.

—Suçunuz?

—Laikliğe aykırılık...

—Yaa siz mi? Siz gericiler, siz yobazlar, siz sahtekârlar, siz Atatürk ilkelerine karşı gelenler, siz şöyleler, siz böyleler diyerekten, beni tekrar tekrar mahkeme ettiler.

Ben de tabii hemen iade ettim inancım gereği.

Belki bazı kardeşlerimiz: "Canım çocuk kavgasımı bu, neden o şekilde konuştun" diyebilirler. Ama bunu söyleyen kardeşlerim bilirler mi ki, insan çok bunaldığı zamanda, dilinin ucuna çok şey gelip söyleyemediği zamanda, sadece karşı tarafın hakaretine iade ediyorum demekle seyirci kalır. Söyleyemeze ordan ötesini... Hani bir hikaye vardır, adam çağırmış:

158

—Baba hırsız var.



—Oğlum tut^kolundan getir.

—Gelmiyor ki

—Oğlum, o zaman bırak gitsin.

—Gitmiyor ki

—Oğlum o zaman bırak onu da sen gel...

—Beni de bırakmıyor ki baba.

Bazan bu hırsızla çocuk hikayesine benzer durumumuz. Söylesem söyletmiyorlar ki... Sussam susamıyorum ki... Ter-ketsem, hicret etsem, edemiyorum ki... Peki ne yapacağım? Bana "Gerici" mi diyor. Aynen iade ediyorum. "Yobaz" mı diyor, aynen iade ediyorum. Bana ne söyleniyorsa aynısıyla mukabele etmekle karşı koyabiliyorum. Gücüm, kuvvetim o an için o kadar oluyor. Siz olsanız nasıl hareket ederdiniz?

Sonra arabaya bindik, pardon araba deyince cezaevlerini yüceltmiş olmayalım, arabayla mahkumu niçin götürsün-ler. Mahkûm bir defa birinci sınıf vatandaş değil, ikinci sınıf vatandaş bile değiller ki. Sonuncu sınıfa giriyor mahkûm. Cezaevindeki bazı kitapsızlar tarafından ve bazı engizisyon mahkemelerinde dahi bulunmayan katil ruhlu insanlar'bu günkü cezaevlerimizde var. İyiler çok az bunu her zaman sık sık belirtiyorum.

Biraz önce söylediğim o araba denemeyecek hücreye bindik. Hücre... Korkunç birhücre. 20. asrın korkunç nişanesi Türkiye'nin korkunç yüzkarası... Ama yüzkarası demeyeyim, çünkü yüzünde beyaz kalmadı ki... Avrupa ortak pazarına katılmaya hazırlanan ve onların medeniyetine ulaşmaya çalışan Türkiyenin mahkûm taşıyan korkunç hücresi. Bu uygar (!) Türkiye'nin ne biçim bir mahkûm taşıyan hücresi var bili-yormusunuz? Görmeden bilemezsiniz. Ne kadar anlatırsam anlatayım Kur'an-ı Kerim de Rabbül alemin'in söylediği gibi: "Görmek başkadır duymak başkadır." Hücrenin tamamı iki buçuk adım veya iki adım uzunluğunda, bir adım genişliğinde bir yer. bölmüşler bölme bölme bir arabanın içini, işte arada kapılar var... Orada bir mahkûm, burda üç mahkûm... Bu dediğim üç adım uzunluğunda bir adım genişliğinde olan yerin tepesinde bir kibrit çöpü veya üç dört kibrit çöpü bir-

159


den sokmaya kalksanız sokamazsınız. Girmez... Çok küçük. Çok çok küçük hava alınacak yer.

"Şak" diye bir ses. Kapı üstümüze kapanıyor. İçerde yani bu bahsettiğim yerde, iki üç mahkûm oturuyor. Soğuk buz gibi... Ve yola giriyor mahkûmlar. Hücreden sesleniyorsun:

—Asker susadım.

—Aaaa. Burası buzhane mi be...

Yeniden sesleniyorsun:

—Kardeşim... Heyy, öbür asker!

Vicdansızlar, kitapsızlaaar.. Böylesine hücreleri olan ülkeleri medeni seviyelere layık gördüklerini söylerler. Argo deyimle, "Külahıma anlatsınlar"... Belki cezaevine girmeyenler biraz yutar bunu ama, gerçi onlar da uyandı ya. Sevk arabaları bu anlattığımdan biraz daha merhametli, hava deliği aynı genişlikte fakat burası dört adım uzunluğunda, dört adım -genişliğinde... ama bu sefer buraya konserve kutusundaki o sıra sıra dizilen balıklar gibi kadın mahkûmlar, üst üste dizildi. Ben se çok hastayım ve yola girdik. Yolda tabii ki şarkı söyleyen mahkûmlar... Karışmaya hakkımız yok... onlar şarkı söylerlerken ona: "Kardeşim, susarmısın, başım ağrıyor." dersen...

—Aa, mahkûm mahkûmu tahakküm altına alamaz, kimse kimseye karışamaz denir,deniyordu.

Fakat ben bir Kur'an okusam da birisi "Okumayın ben rahatsız oluyorum" demiş olsa ortalık karışır. Neden biliyor-musunuz? Çünkü çqV korktukları irtica (!) sesleri, korktukları Kur'an sesleri rahatsız ettiğinden o korkunun arkasına gizleniyorlar. "Mahkûmları rahatsız edemezsin, böyle Kur'an okuyamazsın" diyorlar.

Dışardan sesler geliyor. Sağımız neresi solumuz neresi? Biz ne tarafa gidiyoruz? îstanbulun neresindeyiz? Dışarısı yağmurlumu, güneşlimi bilmiyoruz. Bu şekilde gidiyoruz karanlıkta. Düşünebiliyormusunuz, gündüz vakti, biz karanlıkta gidiyoruz. Yanımda gerçekten suçlu olan yatıyor, çeksin cezasını diyelim. Bir yerde öyle diyorsun, bir yerde de yine eğitim kurbanı diyebiliyorsun tabii ki... Öbür tarafımda bir başkasını öldürmüş eroin satmış birçok insanı zehirlemiş farz ede-

160
lim "Senmisin gençliği zehirleyen, hadi yat" dedik. Ama iş kendime gelince kendi kendime soruyorum: "Emine sen ne yaptın?" Müslüman, cevap ver ben ne yaptım ki buradayım? Senin sevdiklerin acaba beni neden buraya attılar? Neden jur-nallediler? Kendi kendime birçok duygular içerisinde, İstan-buldan çıktık, ilk durak Bursaya geldik. Bursa olduğunu tabi yine onlardan duydum. İstanbul'dan Bursa'ya kadar düşünün tabiiki. korkunç derecede sıcak. Daha önce anlattığım meseledeki dört tekerlekli daracık yerdeki hücreye bindiğimde korkunç derecde soğuktu. O gün, ertesi gün hatta bir hafta ayaklarımı şöyle uzatıp veya toparlayıp istediğim anda hareket ettiremedim. Korkunç bir ağrı. Bu sefer Çanakkale'ye giderken sıcaktan bayılıyoruz. Bursa'ya geldik dedim ki "susuzluktan bayılacağım ne olur bir bardak su" su getirdiler mahkûm kadınlara... Tabii güzel mahkum kadınlarla verdiler. Bazı güzellere, su istedikleri zaman su geliyor yemek istedikleri zaman yemek alınıyor bazı asker tarafından. Komutan hücreyi durdurursa. Komutan da o korkunç eserin, yirminci asrın korkunç teknolojisinin ön tarafında oturuyor. Askere dedim ki: "Benim namazımı kılmam lâzım".. Öğlen namazı geçiyor, ikindiye yanaştık, abdest almam lazım.

Asker:


—Kaza yaparsın kaza... Burası cami değil. Mescit değil..

— Asker, bak hem çok hastayım, hem çok yorgunum. Fakat bu şekilde konuşmayınız, siz böyle konuşursanız benim hastalığım gidiyor ama beynim bir tuhaf oluyor. Asker, sen kimin evlâdısın? Baban Ebu Cehil mi asker? Müslüman evladı değilmisin ki sen burada beş dakika fazla kalacağım diye tutuyorsun bana 'Burası mescit değil burası cami değil" diyorsun. Senin dinin kitabın yok mu asker?

—Var... Ama seninki gibi irtica değil.

—Sana beni irtica gibi tanıtan gerçek irticalar var ya o kitapsızlar varya, korkuyorlar seninle benim aram düzelirse, sen beni bir abla olarak ben seni bir kardeş olarak görürsem, biz elele verirsek çok şeyler olur, kafalarına geçiririz dünyayı diye korkuyorlar. Aramıza girmek istiyorlar. Asker gel bunlara aldanma sen... Biraz sonra asker komutana gitti. Ben duyuyorum:

161

—Komutanım, içerde bir kadın var, hastamıdır nedir. Bana acaib nutuklar atıyor.



Üzüldüm tabii... Çünkü ben ona o kelimeleri söylerken, yüreğimin taa derinliklerinden acı duyarak bir his duyarak, tarihi düşünerek, bir çok manevi sahayı, mesuliyetlerimizi, ahireti, "müslümanlar kardeştir" ayetini, bir çok hadisi şerifleri düşünerek söylediğim halde gidiyor bu asker, o kadar çok emin ki benim saçmaladığımdan, hasta olduğumdan "Komutanım içerde bir kadın var hastamıdır nedir, bir şeyler sayıklıyor nutuk atar gibi bir hali var" diyor. Sonra birden toparlandım. Dedim ki: "Emine neden bu kadar sinirleniyorsun? Ayıb ediyorsun doğrusu... Düşünsene bu asker 20 yaşında anasından doğduğu günden bu güne 20 sene geçmiş, 20 seneden bu yana gerçek müslümana düşman olarak yetiştirilmiş. Sen ona bir gerici, bir yobaz bir irtica, bir vahşet bir örümcek kafalı olarak tanıtılmışsın. Nasıl olur da bu asker iki kelimeyle veya iki dakikada veya iki saatte, yirmi senelik öğrendiklerini, siler ve seni gerçek olarak anlayabilir? Mümkün değil bu. O zaman sinirlenme Emine... Eğer böyle sinirlenirsen, çok hızlı giden uçak, çok hızlı giden bir taksi asla hedefine ulaşamaz. Taksi uçurumlarda uçar, uçak gökten yeryüzüne çakılır kalır. Onun için sinirlenme, yavaş yavaş işle... Askerin ne durumda yetiştiğini bilerek, bunu göz önüne alarak konuş." Bunları kendi kendime söylüyorum. Bir taraftan kendi kendimi teselli ediyorum ama, bilirmisin kardeşim? oralar kalabalıkta tenha, yapayalnız, bir yer. Sadece bir müslü-man olarak sen varsın. Kendini yalnız hissediyorsun. Bir din kardeşin yok, nasıl yapalım? Şöyle şöyle yapıyorlar bize şunu şunu söylüyorlar, sence nasıl istişare yapalım? Komünistlerin birbirine istişare edecekleri birbirine soracakları arkadaşları bir sürü... Ama benim yok.

Evet komutanı o zamana kadar görmemiştim. Baktım askere pek birşey söylemedi. Asker geldi "nasıl oh ya seni şikayet ettim ya aklın başına gelsin" gibilerden ters ters bana bakıyor. İçimden:

—Ahh, senin komutan gibi bir milyon komutan gelse korkmam ama...

Gittim subayın yanına, teğmenmiş galiba.

162

—Komutan, ne talihsizlik sizin için, galiba askerlerinizin çoğu kitapsız. Hiç biri namazın ne olduğunu bilmiyor ve çok kızıyorlar.



—Aaa... Estağfirullah. Onlar müslümandırlar.

—Nasıl müslümanlarsa benim namaz kılmamı istemiyorlar.

—Hepsi mi?

—Bir kaçı öyle. En fazla da şu (askeri işaret ederek) karşımızdaki. Komutan biliyormusunuz gerçek manada hükmeden bir komutan var ve hepimiz ona döneceğiz. Şu askerlere söylermisiniz, rica ediyorum, dudağına , ruj sürmek için bir mahkûm tuvalete gidiyor, ihtiyacım var diyerek süsleniyor taranıyor, rujlanıyor geliyor da, bir müslüman beş dakika ab-dest alacak bir zaman niçin istemiyor? İstediği zaman niçin verilmiyor? Askere bu şekilde düşünmen çok a> ,ptır diye bir ikazda bulunurmusunuz?

Komutan:

—Burası laik devlettir. Namaz için duramayız. Söyleyemeyiz.

—Peki laik devlette bunu söyleyemiyorsanız, laik devlette namaz kılan bir mahkuma asker hakaret eder diye bir madde varmı ki ruhunda dinsizlik olan bize yükleniyor. Cahil bir insan namaz kılınca ona seccade seriyor, bilinçli bir müslüman namaz kılınca onun namazından korkuyor. Ve müslü-manın lehinde olmayan maddeyi istediği şekle çevirip istediği gibi anlatıyor ve istediği gibi hükmedebiliyor... Pek bozuk çalmadığına göre "Bunda biraz iş var" dedim ve:

—Komutan, müsaade edermisiniz... Ben abdest alıp namaz kılmak istiyorum.

—Tabii., dedi. Ve yanıma bir asker verdi. Askere: —Dikkat et, biliyorsun dosyası... dedi.

—Daha önce anlatmıştım. Dosyamda terörist yazıyor. Ahhh terörist! Yazsınlar bakalım. Sonra Bursa cezaevi kapısından girerken, Şule Yüksel Şenler abla geldi aklıma, orda yatmıştı... Hemen gardiyanın birisine sordum "Şule Yüksel'i tanıyormusunuz?" dedim.

163

—Evet tanıyorum. Şurada yatıyordu isterseniz size yattığı yeri gezdireyim.



Asker bu bacıyı şuraya götür.

Bize gösterilen yere doğru gidiyorduk. Katil arkadaş Nur-sel ile beraberiz. Asker:

—Abla, ben bu dünyanın işine hiç akıl erdiremedim, sen akıl erdirdin mi?

—Yok, ben de erdiremedim. Biraz aklım erer gibi oluyor, ama aklım ermesin diye kafama bir şey indiriyorlar.

—Abla üstü kapalı konuşuyorsun bazan, ama ben anladım sen müslüman bir kadınsın. Neden girdin sen içeri? Diyorlar ki askerler, sen Atatürk'e devlete karşı gelmişsin. Sen normal müslüman değilmişsin. Sen irticacı imişsin. Sen gerici bir kadmmışsın, ama benim kalbim o kadar kötü değil diyor.

—Kardeşim kalbin değil, senin ruhun onu söylüyor. Senin ruhun benim ruhumu tanıdı, tanıdığı için de bir kardeş olarak sevdi. Onların ruhu da beni tanıdı, çünkü ruhları da artık ruhsuzlaşmış, onlar da onun için gıcık oluyorlar.

Asker biraz şaşkın, saf temiz bir doğulu... Köyünde kentinde böyle bir şey görmemiş.

—Abla be... Biliyormusun ben askere gelene kadar tıpkı bir koyun gibiydim. Ama inanki askere geldikten sonra öyle gözüm açıldı, öyle gözüm açıldı ki abla inan Türkiyede korktuğum, saygı duyduğum bir çok P.......lar var ki. Ben askere

gelene kadar onlara çok saygı duyar, hürmetle eğilirdim önlerinde... Şimdi gördüm ki onların hiçbirisi saygıya layık değilmiş. Ve inanırmısın abla daha önce mukaddes zannettiğim birçok şeylerden nefret ederek memleketime gidiyorum ve şimdi anlıyorum ki ben askere gerçek bir müslüman olarak gelmemişim. Sizin dediğiniz gibi eğitimsiz, kendi kendine büyüyen, cahil cühela, askere gelmişim. Rahmetli nişanlım "merak ediyorum, hangi medeniyete göre bana eş olacaksın, İs-lâmı hiç bilmiyorsun" demişti. Bazılarına göre kaba olan bu konuları konuşarak cezaevine girdik. Gayet güzel her taraf. Sağmacılara göre burası çok çok güzel. Abdest aldım, namazımı kıldım ve tekrar dört tekerlekli hücreye geldik.

Asker: 164

—Abla, o asker var ya sana çok fena kancayı taktı, bir daha bir şey söylerse onu tersle... Nerdeyse döveceğim. Artık dayanamıyorum. Çünkü sen benim ablamsın, sen bir müslüman kadınsın, bizde müslümanlara saygı vardır dedi.

Bu asker Siirtli... Zannediyorum kurt bir kardeşimiz... Tabii çok duygulandım. O anda karşıma bir müslümamn çıkışı, bana sahip çıkması bana yalnız değilmişim hissini verdi.

Geri döndüğümüzde o bana kancayı takan kitapsız soruyor:

—Senin yaptığın müslümanlık mı? Bu kadar insan seni bekliyor. Ne oluyor peki, bizim hakkimizi yemedin mi sen şimdi?

Artık sabrım taşıyor tabii.

—Askeer, bak beni çok sinirlendiriyorsun. Sen diğer mahkûm arkadaşlar rujlanırken, taranırken bekliyorsun, hiç bir-şey söylemiyorsun da, ben beş dakika abdest alıp namaz kılmışım, o mu senin gözüne battı?

Ne söylersek söyleyelim kâr etmiyor adamlara. Yorgun argın yolumuza devam etmeye başladık. Nereye gidiyorum meçhul. Yolda araba bozulmuş... Bize bozulduğunu söylemiyorlar. Araba gidiyormu, duruyormu? Bazan "hah gidiyor" diyoruz bakıyoruz durmuş. Anlamıyoruz. Acıktık, susadık, perişan bir hal... Bir ara araba sallanır gibi oldu, dedik "tamam uçuruma gidiyoruz". O anda düşünebiliyormusunuz, karanlık bir yerdesiniz mahkûmlar sağa sola yalpa yapıyor. Hani kasa içinde şişe vardır insanlar taşırken görürüz ya, insan şöyle bir hızlı gittiğinde şişeler hep aynı tarafa gider, biz mahkûmlar da öyle. O zaman bayağı duygulandım. İyi ki annem babam sevdiklerim, kardeşim, kardeşlerim, beni böyle görmüyorlar, görseler halime gerçekten çok çok üzülürler. Aradan ne kadar geçti bilmiyorum, ikindi namazını kılmam lazım, askere sesleniyorum (askerler dış kısımdalar, arada bir kapı var, kapının anahtarı komutanda, komutan geliyor ve kapı askerlerle beraber açılıyor. Hayret bu konuda tam haremlik selamlık uyguluyorlar).

—Asker, bizim namaz kılma saatimiz geldi, arkadaşlardan susayanlar da var. Bir yerde durabilirmisiniz?

165

Asker


—Emredersiniz hanımefendi, tabii ne demek.

—Benim namazım geçiyor. Bile bile benim namazımı geçirirseniz iner inmez sizi mahkemeye vereceğim, çünkü herkese su veriyorsunuz herkese ekmek veriyorsunuz, istediğini veriyorsunuz, istediğiniz zaman.

Tabii komutandan da pek sert tepki gelmiyor. Hani demokrat tiplerden, "ben de müslümanım" diyen cinsler vardır ya onlardan.

Baktım namazım geçiyor.. O zaman dedim ki: "Ya Rabbi ben uyurken namazımı geçirmiş olabilirim, ama gözüm göre göre ya Rabbi kendi ülkemde ikindi namazımı geçirirsem ben ne yaparım. Bir insan kendi gafletiyle bir hata yapmasıyla, başkasının baskısıyla hataya sürüklenmesi arasında dağlar kadar fark vardır. Bu insanı kahrediyor. Anlıyorsun değilmi kardeşim. Kahrediyor insanı. Sonra nasıl oldu bilmiyorum, akşama bir saat kala araba tekrar durdu.

Asker'e:

—Ben abdest alıp namaz kılmak istiyorum, komutanını çağırırmısın?

O Ebu Cehil torunu olan asker var ya: O cevap veriyor.

—Sende ammada ileri gidiyorsun be... Bu kadar da olmaz ki... Öğle namazında abdest aldın.

—Eeee, uyudum kardeşim.

—Uyumasaydın, bana sordunda mı uyudun?

—Ben sana neden sorayım? Sormak mecburiyetindemi-yim? Uykum geldi uyudum. Zaten bu küçücük yerde hepimiz yan baygın vaziyetteyiz. Kimimiz uyuyor kimimiz uyanıyor. Astımı olan bir kadında sık sık feryad ediyor ama hiçbiriniz aldırmıyorsunuz. Söylesene sen bu üniformayı giyin-cemi böyle ruhsuzlaştın, yoksa bu üniformanın içine zaten ruhsuz bir beden mi koymuşlardı?

Olayı komutana ilettim. Yine pek birşey demiyor. Biraz ılımlı., belki müslüman da... Bana müslüman damgası vurmasınlar diye kendini saklayanlardan da olabilir. Çünkü bazı doktorlar memurlar böyle yapıyormuş... Hey AUahım ne

166

günlere kaldık... Komutan da bana refakat etsin diye bula bula o Ebu Cehil torununu vermesin mi.. Gittik abdest alacağız... Kardeşlerim aslında bunu anlatmak istemezdim ama ben bu kitabı müslümanlar buralara geldikleri zaman, hangi şartlarla karşılaşacaklarını bilsinler diye olduğu gibi anlatıyorum. İyi gardiyan, kötü gardiyan, iyi savcı, kötü savcı, iyi binbaşı, kötü binbaşı iyi subay, kötü subay, iyi asker, kötü asker. Her zaman var ama, kötü düzenlerde balık baştan koktuğu için iyiler çok çok az. Sonra abdest alacağım yere vardık. Yönetmeliğe göre kollarımdaki kelepçelerin çözülmesi lazım, fakat kelepçeleri çözmüyor. Çok sinirli olduğum ve de kin dolu olduğum halde:



—Asker, şu kelepçelerimi açarmısın, abdest alacağım.

—Açamam.


O beni hiç bir şeyden anlamaz birisi yerine koyarak konuşuyor. Düşündüm bu adamın Allah'tan korktuğu kitabtan anladığı yok, tek korktuğu komutan bu sefer; komutanı öne sürerek dedim ki:

—Bak açmazsan komutana gideceğim.

—Tamam açayım...

Kelepçeyi açtı... Abdest alacak yerde bir musluk var, bir de orayı dışarıdan ayıran bir kapı var. Normalde askerin kapıda beklemesi lazım, fakat o başıma dikildi bekliyor... Ve:

—Benim yanımda abdest alacaksın, sen şu pencereden de kaçabilirsin diyor.

Pencere dediği yer ne kadar biliyormusunuz? Size nasıl tarif etsem. Yaklaşık 20 ve 25'er santim ebadında bir delik gibi olan pencereden kaçacakmışım... Dedim ki:

—Asker, gerçekten akıllımısın? Çok mu akıllısında böyle deli numarası yapıyorsun. Yoksa sen gerçekten delimisin?

—Bana hakaret edemezsin.

—Ederim, ederim daha da çok ederim fakat terbiyem müsaade etmiyor. Asker bak ben abdest alacağım lütfen dışarı çık. Ben senin yanında abdest alamam, çık yoksa bana ummadığın işi yaptıracaksın.

—Hayır efendim ben elimde silah ile seni bekleyeceğim.

167

—Ben başımda silah ile beni beklemeni gerektiren hiç bir suç yapmadım. Sen beni kendi ülkemde nasıl böyle elinde silahla başımda beklersin!!!



—Bana söyleme, bana bu görevi verenlere söyle... Ben mecburum. Ben askerim emir kuluyum.

—Sen ne kadar emir kulu olursan ol, şu anda başımdan gidebilirsin. Ayrıca söyle bir mesele daha var, hiç bir yönetmelikte abdest alan mahkumun başında durulacak diye bir madde yoktur. Müslümanın aleyhinde lastikli, olan maddeleri, sen de işine geldiği gibi çekiyorsun, çekiyorsun ve bana uyguluyorsun, asker sen dışarı çık, çok hastayım, sinirlerim son derece bozuk, bak asker ummadığın bir şey yapabilirim dedim.

—Sen mi? Ne yapabilirsin... Şu tüfeği görüyormusun? Kafana yedin mi aklın başına gelir... Seni hokus pokusçu büyücü yobaz seni... Gitmiyorum lan.. Ne gidecekmişim.. Sizin gibilere bu cezalar az bile... Siz akıllanın ki, insanlara devamlı din aşılamayın. Ne o be? Almanyada teyzemin kızı gitti çarşaflı geldi. Amcamın oğlu, popüler bir genç idi o da beş vakit namazında sizin gibi örümcek kafalı oldu.

Bunları dedi ve inatla başımda dikilmeye devam etti. Birden tepem attı. İnsan o anda ne yaptığını tam kestiremez, askeri yakasından iteklediğim gibi on metre kadar dışarıya fırlattım. Diğer askerler de biraz ilerde duruyorlar, zannediyorum durumu farketmişler. Neyse ben abdestimi aldım. Çünkü kararlı olduğumu anlayan asker daha müdahale etmedi. Abdestten sonra namaz için geri döndüm. Bu asker de süt dökmüş kediye döndü. Askerlerin yanında konuyu açmıyor, sanırım biraz önceki yaptığımın duyulmasından, prestijinin sarsılmasından korkuyor. Neyse ki sustu.

İstanbul'dan Çanakkale'ye 6 saatlik yolu o cezaevine uğra bu cezaevine uğra, yaklaşık 32 saatte gittik. Bir cezaevinde misafir kaldık. Orası da çok enteresan. Eskişehir Cezaevine girdiğimizde hepimizin hali perişandı. Ayaklarım şişmişti. Ayakkabılarımın arkalarını kırıp üzerine basıyordum. Diğer mahkûmlar da benim gibiydiler fakat benim tansiyonumda düşük olduğundan epeyce fenaydım. Cezaevinde yatacağız, ne yorgan var ne birşey, hadi diyelim yaz olduğu için yorgan-

168


sız idare ederiz, altı tahtalı bir ranza gösterdiler. Bu arada yol-boyu benimle alay eden bir mahkûm vardı.'; Sizi kimse adam yerine koymaz" gibilerden konuşmuştu da biraz tartışmıştık. [ Ben bu arada namazımı kılıp tahta mahta demeden biraz uza-1 nayım dedim. Hemen de yorgunluktan uyuyacağımı biliyordum. O arada yatmadan birine bir şey söyledim, şimdi hatırlamıyorum: Birden birisi:

—Aaaa... Bu Emine ablamın sesi. diyerek yanıma geldi. Bir de baktım ki adli tıp için gelen, cezaevinde tanıştığımız bir mahkûm arkadaş. Neyse sarıldık ve hoşbeş faslından sonra "sana yatağımdan bir şeyler vereyim" diyerek bana battaniyesini verdi. Bu arada dışarıya haber verdi. Erkekler tarafıda benim geldiğimi duymuşlar. Bir çoğu hoşgeldin diye haber gönderdiler. Battaniye ve yiyecek gönderdiler.

Bayağı insan duygulanıyor. İnsanırf ummadığı bir yerde din kardeşi ile karşılaşması ne kadar güzeldir bilirmisiniz? Eğer böyle bir olay yaşamadınızsa bilemezsiniz...

Daha sonra üçüncü cezaevine vardık. Orada durduk. Biz cezaevine girerken orada bir binbaşı vardı kapıda duruyordu. Ben diğer mahkûm arkadaşlarla beraber içeri girerken beni durdurdu:

—Şu irtica Emine Şenlikoğlu sen (misin? dedi.

—Evet ama irtica değilim dedi.

—Kız sana ne oluyorda kendi başına işler yapıyorsun?

—Ne yapmışım?

—İRTİCA

—Müslümanlardan irticacı olmaz. Müslüman olmayanlardır irtica (İslama göre). İrtica Arapça bir kelimedir. Cahi-liyet devrine dönenlere denir. Cahiîiyet devrinde İslâm yaşanmazdı.

Konuyu değiştirerek:

—Sen Şule Yüksel'i tanıyormusun?

—Türkiye'de Şule Yüksel'i tanımayan var mı?

—Ne oldu o öldü mü?

—Hayır ölmedi, sadece hasta olduğu için şimdilik yazamıyor.

169


—Yooo. Sen öyle bil onu biz susturduk, susturduk cezaevine girdikten sonra.

—Cezaevinde işkence mi yapmıştınız ona?

Birkaç dakika sonra

—Ya onu nasıl susturduksa bir gün seni de susturacağız.

—Öyle kafam bozuldu ki, kinle yüzüne bakarak ama ben susmayacağım dedim. Bu sözüme karşılık binbaşı hiç

birşey demedi. Sadece kinle dolu olarak baka kaldı.

Sonunda Çanakkale cezaevine vardık. Pek anlatmayacağım bu cezaevinde komünistler içine attılar beni tabii. Devlet bunu benini yıpranmam için yapıyor. Bunu biliyorum. Ama Allah'ın izni ile yıpranmıyacağım. Kapıdan girer girmez ikinci müdür sordu:

—Nerede kaldınız? Burada ülkücüler var, senin geleceğini duymuşlar "Bacımız nerede kaldı" diye sorup duruyorlar. Sen şeriatçısın onlar ülkücü seni niye sordular bilemiyorum. Nerde kaldınız?..

—Yolda bir cezaevinde kaldık dedim.

—Haaa onlara söyleyelim de üzülmesinler.

İçeri girdim. Tabii oranın atmosferi oldukça değişik. Tahmin edeceğinizi zannediyorum.

Neyse aradan bir müddet geçtikten sonra bir gün birde baktım videoda o açık saçık rezil filimlerden birisi var.

Yemekhaneye iniyorum bir de bakıyorum televizyon rezalet... Kafamı her ne kadar çevirsem de bunu hazmedemedim. Benim ülkemde, üstelik cezaevinde tamamen devlet kontrolünde bir yerde böyle bir filmin oynaması utanç verecek bir konu. Müdüre söyledim:

—Müdür bey, kötü filmler oynatılıyor videoda...

—Bayan bayan o filmler yasak olsa devlet onları yurda hiç sokturmazdı. Devletin kontrolünden geçiyor o filmler, devlet o filmlerden vergi alıyor.

Devlet dediği kontrol ediyor dediği gümrük memurundan kaç kişi cezaevinde?!

170

Baktım olacak gibi değil. Ertesi gün yine öyle bir filmde hırsımdan oturup ağladım. Ağladım... Hatta devrimci kızlar benimle alay ettiler:



—Amaaan siz de ne tuhafsınız, ne var ki bu filmde bu kadar etkileniyorsunuz?

Onların inançları başka benimki başka idi. Beni anlamaları mümkün değildi.

Bu cezaevine geleli beş ay olmuştu, nihayet müdüre yani birinci müdüre bir dilekçe verdim. Bunun akabinde beni görüşmeye çağırdılar, yanımızda ikinci ve üçüncü müdür de var.

Şimdilik cezaevine ait pek birşey söylemiyorum. Bir gün belki bir kitab yani bir roman yazmayı düşünüyorum. Yaza-bilirsem, kısmet olursa.

Müdür beye dedim ki:

—Müdür bey bakın size şunu söylemek istiyorum. Ben çıkınca buradaki ahlâksızlıkları yazacağım. Evet bana bir çok iyilikleriniz dokundu, biliyorum ama bunu şimdiden size söylüyorum ki sonra Emine hanım bize kalleşlik etti demeyiniz.

Birinci müdür, hâlen orda imiş. (Mehmet Gözüuykulu) —Ben söylüyorum ama, yine de getiriyorlar. İkinci müdür söze karşıtı:

—Ne yapalım? Mahkûmlar bu tür filmleri istiyorlar. Dedim ki:

—Müdür bey, oradaki çıplak kadını mahkûmlar canlı olarak isterlerse de götürecek misiniz? Canlısını götürünce

Pez.........lik oluyor da videoyla götürünce P...........lik olmuyor

mu? Bu da videolu P.........lik değil midir? Bu nasıl iştir böyle?

—Ama Emine hanım ne yapalım, zaman gerektiriyor. Mahkûmlar istiyor da...

—O zaman mahkûmlardan hiç mi dini filmi isteyen olmadı? O zaman neden dini film konmuyor? Daha bir hafta evvel gelen kankoca mahkûmlardan Hasan, bu videoları seyrettikten sonra benim yanımda kalan karısına şöyle demiş: "Yahu Ayşe ben de seni kadın zannederdim, videodaki kadınlara bakılırsa sen ayağa çarık bile olamazsın" demiş. Buradaki bir sürü erkeğe fahişelik eğitiminden geçmiş bu artist-

171


leri gösteriyorsunuz. Bu adamların köylerde tarlalarda bin türlü eziyet içinde çalışan kadınlarına bakacak gönlü kalır mı? Onları nasıl beğenirler? Siz iyilik mi yapıyorsunuz, kötülük mü yapıyorsunuz? Madem ki mahkûmlar için koyuyorsunuz o halde faydalı bir film koyun da faydalansınlar. Yazacağım, elimden ne geliyorsa yapacağım. Şu ana kadar bir şey yapa-madıysam, rahatsızlığımdan dolayı yapamadım. Ama mutlaka elimden geleni yapacağım. Ben Çanakkaleye yeniden düşeceğimi bilsem bile...

Gözü uykulu müdür bazılarına kötü davranıyormuş ama bu konuda bana saygılı davrandı... Dedi ki:

—Emine hanım hiç merak etme, kaldıracağız bundan sonra. Hakikaten iyi olmuyor. Çoluk çocuğu, devletin bütün gençleri eğitmesi lâzım. Bende eğitimden yanayım. İçimden:

"Hangi devlet eğitecek? Bu filmleri Türkiyedeki gençlere gösteren devlet mi eğitecek? Bir defa inancı buna müsait değil. Hangi inançla neyi öğretecek? Ben şu cezaevinde otururken onu okuyup baksam acaba gençliğine neler öğretmeyi planlamış? Şairin dediği gibi "Ben okumamışım" ama şimdi okumak istiyorum. Nedir bu eğitim kitabının adı, hangi kitaba göre eğitim verecekler... Hayat düsturu nedir?" Tabii müdür bunları düşünecek çapta değil... Bu kültür seviyesinde olsa veya bu düşüncede olsa orada müdür olurmuydu. Bana son olarak dedi ki:

—Bir daha oynamayacak...

Hakikaten o günden sonra bir daha kadınlar tarafına (ben gelene kadar) bu tür film koymadılar Erkekler tarafına devam ettiler. Kendi kendime dedim "İçerde bir sürü müslüman var. Sağolsunlar bana çay gönderiyorlar, bacı bir isteğin varını diye soruyorlar. İslami dava için girenler neden bunların sesi çıkmıyor? Neden itiraz etmiyorlar. Neden İslami film istemiyorlar. İçerdeki bir avuç ipsiz, sapsızın dediği oluyor da bunların dediği niçin olmasın? Komünistler iyi yemek çıkmıyor diye isyanlar ederken, müslümanlar inançları için neden birer dilekçe vererek böyle şeyler istemiyoruz diyemiyorlar".

"İbrahim (a.s) ateşe atılacağı zaman bir karınca: "Yetişin yetişin, ateşi söndürmeye diyerek acele acele gidiyormuş ağzına aldığı bir zerre su ile. Giderken demişler: Yahu sen ne

172


yapıyorsun, nereye gidiyorsun? Demiş ki: İbrahim (a.s.)'ın ateşini söndürmeye. Senin suyundan ne olur ki? Senin suyun ateşi söndürmez. Senin tankerin çok küçük" demişler. Karınca çok güzel cevap vermiş: "Ben kendi tankerimden sorumluyum, kendi vazifemden sorumluyum." demiş.

Müslüman da kendi kapasitesinden sorumludur. Her yerde sorumlu olduğu konularda, sorumlu olduğu kadar gayret sarfeder.

Ben de bir müslüman olduğuma göre bende elimden geleni yapmalıydım ve yaptımda... Fakat daha sonra devrimci kızlardan bazıları:

—Sen sebeb oldun o filimleri artık göremiyoruz. Siz neden böylesiniz? Siz örümcek kafalısınız, o filmlerden ne olacak ki, onun gibi ohooo ne filmler var Türkiyede diye çıkış-tılarsa da video seyredilmedi. Bu olaylar Çanakkale cezaevinde bir yara olarak içimde kalmıştı. Rezil filmleri görünce çok ağlamıştım. Ben ağlarken komünist mahkum kadınlar: dan birçoğu bana gülüp alay ediyorlardı.

İşte böyle kardeşlerim. Anlatacağım aslında çoook meseleler var. O dört tekerlekli hücrenin içinde bu yazdığım kadar çabuk gittiğimi zannetmeyin. Cezaevinde iki buçuk yıl çabuk bitmedi. Fakat onları da şimdilik yazamadıklarımın içine koyaraktan, bu olayı burada bitirmek istiyorum. Allah na-sib ederse, inşaallah bir gün "Cezaevi koğuşu" diye bir roman yazarım. Belki... Roman da değil... Hayatın içinden... Biliyorsunuz ben roman türü yazmıyorum. Çünkü Roman türü yazmaya kalkarsam bir kitaba çok az konu sıkıştırmak zorundayım, perdelerin rengini boyunu, kullanmıyorum.

Evet, iyiler de var, kötüler de var, demiştik. Yedinci ko-nuyuda böylece (zoraki) bitirmek zorunda kaldık.

Cezaevi revirinde bana en fazla manevi destek olan iki kardeşim vardı. Birisi Narkozcu Bahaddin Çolak, ikincisi Ebe Fatma Bostancı. Çanakkale'de de var fakat isimlerini not aldığım, onlar için yazdığım yazıları jandarma bir arama esnasında aldı.

Sık sık beni görünce "Ah bacı ah seni dışarıda ne zaman göreceğiz" diyorlardı. Tabi bazı iltifatı hürmeti bol olan kar-

173

deşlerimiz bize Rabbin hediyesi oluyordu. Mesela mahkum-: lardan Dilber Hanim , Feride Salman, Dürdane Dirican, Fatma Kalyoncu, Hülya Tekelin çok faydası oldu bana. Kendilerine ne kadar teşekkür etsem azdır. En kötü günlerimde yemeğimi yatağa getirecek kadar içten yardımcı oldular. Tabi yardımcı olanlar bir hayli varken ötekileride unutmamak lazım. Bana yapılan yardımlara sinirlenenler kıskananlarda vardı tabiii.



Evet, gerçekten bir müslüman her yerde bir müslümana rastlıyor. Allah'ın lütfü oluyor bunlar tabii. Bir gün kapımızı her gün kilitleyen askerlerden birisinin ağladığını söylediler. Tesettürümü giyip, demir perdenin arkasından derdini sordum, sabretmesi için Kur'anın öğüdünü "Secdede Allah'tan sabır isteyiniz" hükmünü söyleyerek İslâm tebliğine uyan tebliğde bulundum.

Asker sadece "Sağol abla" diyordu. Yanındaki askerde Ebu Cehil torunu olduğunu ortada ilan ediyordu. Ruhlar birbirini nasılda tanıyor. İşte ikiside anlaşılıyordu. Ağlayan asker imammış "Ben paralı namaz kıldırma memuruyum" demiş bir mahkûm arkadaşına... Benim de çok hoşuma gitmişti bu tanıtım. Bu asker müslüman dedim. Müslüman birini hissettim çevremde. Dünyalar benim oluyordu.

O gün askere ısrarla niçin ağladığını sordum:

"Abla her gece senin üzerine kapıyı örtüyor, koca anahtarla üzerine kilit vuruyorum. Sanki seni ben hapsediyormu-şum gibi kahroluyorum Ne olur abla, benim askerliğim yansın razıyım. Ziyaret günü buradan kaç. Vallahi hiç kimseye söylemiyeceğim. Düşündüm çokta kolay kaçılıyor. Ne olur abla beni kırma... İşte ben bunun için ağlıyorum..."

Sağol kardeş sağol... Allah senin gibilerinin yüzü suyu hürmetine zulme zulüm yapacak bizi.

İşte cezaevinde yattığım iki buçuk yıl içinde üç askere rastladım, üçüde çok iyi birer şuurlu müslüman idiler. Bir çoğu temiz, televizyon ağzı ile konuşan, kendi din kardeşine irtica diyen, ama irticanın ne olduğunu bilemeyenlerdi. Tabii bazıları dinsiz... Hemde dinsiz olduğunuda bilen dinsiz... Mahkûmlarda aynı... Çok iyiler., ve kötülerde var.. Kötüler çok

174

az... Yüzde beş... Zalimin zulmüne uğramışlar. Evet bana kaç diyen asker ve gözyaşları... Allah için din kardeşini sevenler... Az ama özler... Allah'a şükürler olsun.



Ey karanlık geceler!

Görün bu genç imanlıyı, görün Allah'ı sevenleri.,.

Not: Sonradan öğrendiğime göre, Çanakkale'deki müslüman-lar Dini film istiyorlarmış fakat idare getirmiyormuş.

175


İhbarcılar

I

Bugün koğuşta hava sisli. Sebebini bilmediğim bir sıkıntım vardı. İnceledim, araştırdım gazetelerdeki İslâm'a müs-lümanlara yapılan saldırı canım! sıkmış. Niye sıkılıyorum niçin sinirleniyorum bilmiyorum. Ellerin oğulları tutup bizi methedecek değiller ya. Tabiiki aleyhimizde olacaklar. Olsunlar... İstedikleri iftiraları yapsınlar. Orduyu kışkırtıcı çalışmalarına devam etsinler. 12 Eylülü komünistler için yaptınız şimdi birde müslümanlar için yapın dercesine bir gayret. Sanki bu millet müslüman değilmişte biz onlara iftira ediyormuşuz gibi. Yapsınlar bakalım. Elbet her karanlık gecenin birde sabahı vardır. Artık sinirlenmiyorum. Elin oğlu İslâm düşmanı düşmanlığını yapıyor, müslümanlar da sözlerinde samimi iseler dinlerine sahip çıksınlar. Durmasın, elin oğlu düşmanlık yaparken duruyor mu? En ufak bir ip ucunu nasıl değerlendiriyor! Önceleri dinsizmişte şimdi dinci olmuşlar gibi bir hava hakim. Ne demek bu? Dinciler biz dinciler isek sizde tersi olduğunuzu söylüyorsunuz o halde devam edin dinsizler. Unutmayın ki savaşı önce siz başlattınız. Önce siz kışkırttınız, gayeniz daima bizi kışkırtmak bizim yıpranmamız için elinizden geleni yapmak.



BİZ DİNCİYİZ. Öyleyse SİZ DİNSİZ. Öyle ya, sizin sözünüzün başka anlamı yok.

Biz sizi suçlayıp yargılamıyoruz. Sizi Allah yargılayacaktır. Peki dinciyiz diye siz niçin bizi suçluyor ve yargılamaya çalışıyorsunuz? Adnan hoca gibilerini ihbar edip hapse attırmak sizi rahatlattı ise gözünüz aydın. Sadece Adnan hoca değil bir sürü müslümanı hapse attırdınız. Sizin ağzınızla iş yapan bazı mihrakları satın almışa benziyorsunuz. Öyle olmasa kalemleri hep bizim için yazmazdı.

Evet ihbarlar jurnaller... İlk savaş sizden çıktı. Yüzlerce müslüman günahsız yere zindarlarda..

Hadi bayram edin (şimdilik)..

176

İrtica Hikayesi



Bugün koğuşa gelen gazetelere şöyle bir göz attım. Acaba bu gün İslâm'a yapılan bir saldırı olmaya bilir mi düşüncesi ile. Fakat ne gezer. Direk Müslüman İslâm böyle diyerek hakaret etmiyorlar. İslâmı yaşayan Müslümanm adını koydular mürteci halkı uyandırmadan İslama irtica diye saldırı devam ediyor. Kitapsızlar biliyorlar uyutmayı. Nede kolay bulmuşlar İslâm'a saldırmanın yolunu. Müslüman deseler, müslüman uyanacak. İrtica diyorlar ki kimse uyanmasın. Bir gazetenin ilk sayfasının hemen en üst köşesi irticaya ait, "Gurbetçilerde irtica kokusu" diyor. Hemen aynı gazetenin üst sağ-köşesinde yine İrtica ile ilgili. Bu seferki haber ihbar niteliği-nide beraberinde getiriyor. "İrtica kasetleri "yok" satıyor" başlığı şöyle devam ediyor: "İrticanın hortladığı son günlerde..." vs. Yani, İslâm'ın arttığı, müslümanlığın ilerlediği son günlerde dense manzara değişecek. Onun yerine mide bulan-

177


dinci söz "İrtica horluyor" diyor. Gerçek İrtica...

Bize yapılan saldırılar nasıl olsa bitmiyor. O yüzden bize yapılan saldırıya değilde şu günlerde moda olan damdan yapılan intiharların üzerinde duralım.

Televizyonda gösterilen filmde bir kadın kendisini damdan atarak intihar ediyormuş. Bu filmden sonra lise öğrencisi Arzu intihar etmiş. Bütün gazeteler Arzu'nun televizyondaki filmden ilham aldığını söylüyorlar ve TV'yi suçluyorlar.

Yapılan otopside, bir gece önce Arzu'nun bir erkekle beraber olduğu anlaşılmış.

Gazetelere dikkat ettimde, genç yaşta bir lise talebesinin evli erkekle ilişki kurmasının hangi filmlerden ilham alıp gelişmiş olabileceğini hiç yazmıyorlar. İki üç genç kendini damdan atınca TV sebep oldu diyenler (ki bende aynı fikirdeyim) niçin bunca artist olmak için evinden kaçanlar, babasız çocuk doğuranların, eroin, esrar içen körpelerin, bir çizme almak için kendini satanların TV'den ilham aldıklarını, gazetelerden ilham aldıklarını söylemiyorlar, söylemediler?.,

Arzu'ya iyi bir eğitim verilseydi, böyle olayların iç yüzü anlatılsaydı, Arzu belki bu işi yapmayacaktı. Yaptığına göre "Yasak ilişkileri öğreten TV sinema ve basın, bir Arzu'muzu daha mahfetti". Nerde bunu yazacak aydın, uygar ıvır zı-vırlar?!..

Konunun birde başka yönü var.

Hele bir de Arzuyla iliş kişi olan öğretmen din dersi hocası olsaydı! İşte nasreddin hocanın dediği gümbürtü o zaman görülürdü. Hemen bir din dersi öğretmeninin şahsında, bütün din dersi öğretmenleri, dindarlar işte böyledir diye yaygarayı basarlardı. Sanki din dersi öğretmeni erkek değildir. Sanki o insan değildir. Başka zaman din dersi öğretmenlerinin bilinçli olanlarına söylemedik sıfat bırakmaz karalarlar, iş bir öğrenciyi sevme işine gelince, din hocasını melek gibi biliyorlarmışta o hatayı nasıl yapmış gibi, yaygara alır başını gider. Neden? Din dersi öğretmeninden öyle bir hata beklemiyorsan önce onu niçin övmüyorsun? Madem ki ondan bek-

178

liyorsun sonra neden kuyruğuna basılım^ kedi gibi cıyak cıyak bağırıyorsun? Hakiki dindarlar böyle bir hata yapmazlar çoğunlukla. Fakat Peygamber olmadıkları için binde birde olsa onlarda hata işlerler. Dürüst insanlık odur ki, Arzu'-yu kirleten matematik öğretmeninin yaptığı edepsizliği hiç kimse matematiğe mal etmediği gibi, din dersi öğretmeninin1 yaptığı da dine mal edilmesin. Ama öyle adaletli insanları din düşmanı basında bulmak o kadar zor ki! İnsan kahroluyor. Dinime kurban olayım, karşınızdaki düşmanınız ne olursa olsun ona iftira etmeyin diyor. Ama benim dinim değil ki onların dini, onlarında dini İslâm olsaydı bize böyle iftiralar ederek saldırırlar mı? Küçük bir olayı dine mal etmeye çalışır mı? İşte size 24.1.87 tarihli Hürriyet gazetesinde bir haber (s.5) "KÜÇÜK PINAR'A ÖĞRETMEN DAYAĞI ' öğretmenin vurduğu tokat bir gözünü kaybetme tehlikesi ile karşı karşıya kalmış. Öğretmenin küçük bir resmi var başı açık tabi. İyiki de acıkmış değilmi?!



Kazara öğretmen hanımın başında küçük bir türban olsaydı. Birde kırk yılda bir namaz kılan olsaydı yine aynı güm-, bürtü kopacacak o zaman bütün malûm gazeteler şu veya benzeri başlığı atarlardı. "Gerici öğretmen talebesini falakaya yatırdı, iki gözünü kör etti." Bir başkası "Türbanlı öğretmen başını örtmeyen öğrencisinin gözlerini oydu" "İRTİCA MİLİTANI'. Öğretmen "Niye namaz kılmadın" diye bir talebeyi öldürüyordu.

Eğer şu başlıklardan birini atmayan basın kalsaydı biz hiç basını tanımamış olurduk.

Sözün özü, MÜSLÜMANIN YAPTIĞI HATA İSLÂM'A MAL EDİLİYORDA BATI'LI AYDINLARIN YAPTIĞI HATALAR NİÇİN BATIYA VEYA SAHTE MEDENİYETLERE MAL EDİLMİYOR?

bunu düşünürken ister istemez aklıma geliyor köpekler köyü.

Bir köpekler köyü varmış. Köpekler durmadan uluyor-larmış. O köyden o kadar çok uluma sesi geliyormuş ki köpek uluması seslerden insanlar rahatsız oluyorlarmış.

Şu köye bakın ne kadar çok benziyor ülkelerden bir ülkeye!!

179

Günlük


Bu gün acı ve hüzünlü bir manzara ile karşılaştım.

Gazetelerden tanırsınız, "Pakistanın Türkan Şorayı" diye isim yapan Asma Ahmedi.

Cezaevine ilk geldiğim gün yarım Türkçesi ile "sen namaz kadın? Niye gelmiş burası? Namaz kadın yok sende eroin, yok sende adam öldürmek" diyerek cezaevine neden atıldığıma bir mana veremiyordu. Onun için bana olan üzüntüsünü dile getiriyordu.

O zamanlar Asmanın akli dengesi tam bozulmamıştı. Fakat zamanla Asma değişiyordu. Asmaya rahat vermiyordu bazı mahkumlar. Zaten Asmanın derdi kendine yetiyordu. İnsanlara aldanmasının tokatını yemişti. Çantasında bulunan eroinden 36 yıl ceza almıştı. İkide bir "ben mafya değilim ben eroin satmadım, ben kocamı (sevgilisi) seviyordum. Türkiye-ye film çevirmeye geldim. Çantama eroin koymuşlar, ben 36 yıl nasıl yatarım" diyerekten sık sık şikayet ediyor bazan of-layıp ağlıyordu. Bilmeden sevmenin cezasını çekiyordu belkide.

Daha sonra Asma gerek giydiği cezayı düşünmekten gerekse mahkumların zulmünden akli dengesini tam bozdu. Başladı Asma "ben kraliçeyim ben kral Faruk'un kızıyım, ben İngilizim, benim kocam Türk. Ben dünya güzeliyim, ben iki ay sonra çıkacağım. Kenan Evrene teleksle haber gönderdim. Kenan Evren beni bırakacak, ben Kenan Evrenin kızıyım" gibi akla hayale gelmeyen yerlerde kendisini söz sahibi görüyordu. Bazen de "Emir verdim bütün mahkumlar çıkacak" diyordu.

rso


Velhasıl Asıma aklını oynatmıştı. Güya akıllı olan öteki mahkûmlar Asmanın bu halini görmüyor onu dövüyorlardı.

Mümkünmüydü Asmayı susturmak, o duvardan sesler duyuyordu. Hayalen sevdiği adamla konuşuyor bazende "çocuklarımı özledim" diyordu. Halbuki çocuğu yoktu: Fakat ısrarla olduğunu ama şu anda kreşte yattıklarını söylüyordu. Batı medeniyetinin kurbanı olan Asma gözümüzün önünde gidiyordu.

Aslında anlatılması gereken çok yönü var Asmanın fakat anlatınca temiz ruhlu Asmaya hiç bir şey kazandırmayacağı için konuyu örtülü olarak geçiyorum.

Ben Asmanın bu günkü halini kaleme almak istedim. Aylar ötesine gittim.

Bugün onyedi mart pazartesi.

Sabah kuhvaltımızı yaptık. Hastanadeyiz. Asmada bur-da. Cezaevinde ondan bıktıkları için buraya göndermişler. Gel görki Asmaya inananlar çok az kişilerdi. Bazı doktorlar "numara yapıyor" teşhisini koyuyorlardı. Halbuki numara yapmıyordu. O saf ve temiz ruhu ile numarayla akıl bile edemezdi. Ettiğini düşünelim yaptıklarının numarayla uzaktan yakından ilgisi yoktu

Oturduğu yerden birden fırlıyor duvarla konuşuyor kavga ediyor... Dakikalarca bağırıyor bağırıyor siniri yatışmıyor. Hal-do gibi iğnelerden yapılınca sakinleşiyordu.

Bu günde Asma kendinde değil. "Babam gelsin GAR-DINAN yakub ağbiye söyleyeyim" diyor.

Derken asabiye doktoru geldi. Onu muayene ediyordu. İçimden "inşaallah bu doktor inanır" diyordum. Baktım ki doktor Asmaya "Numara yapma" dedi. İnsan olarak kah-retmiştim. Ona Asmanın cezaevindeki durumunu anlatayım dedim. "Doktor bey cezaevinde Asmaya....." sözümü tamamlamadan kesti ve "bırakalım cezaevini, ben gardiyan değilim" dedi. Halbuki ben "Doktor bey cezaevinde Asmaya eziyet ettiler onun için sinirleri bozuk" diyecektim.

İSİ


Ama ne gezeer. Asma doktorun kendi kızı değildiki ona inanıp onu dinleseydi. Onun hastalığını kabul etseydi ona acı-saydı. Asmaya niçin acısınki... Asma Pakistanlı bir müslü-man. Asmanın babası değiî ya?... Üstelik asma bir mahkum. Mahkum numara yapar... Sonra niye mahkum olmuş, mahkumun dert babasımı doktor.

Hey gidi diplomalar hey... Sizinle birlikte ince anlayış ve insanlıkta verilseydi tüm doktorlar ne kadar güzel olurdu.

182

Leyla Sayar'a Ne Oldu?



Leyla Sayar'ı bilirsiniz. Bir zamanlar Leyla Sayar'ın gazetelerde çıkmadığı hafta olmazdı. Yıllar geçti Leyla Sayar İslama girer gibi oldu, otomatikman gazetelerin sahifesinden indirildi. Halbuki Türkiye cumhuriyetinde yüzü aşkın filim çevirmiş sinema tarihine girmişti böylesine büyük (!) bir kadın nasıl unutulmuştu? Unutulmazdı tabi eğer Leyla Sayar İslâmdan bahsetmeseydi.

Neyse bu konular değil asıl yazmak istediğim. Birgün Leyla Sayarla tanıştık. Canan Ceylan vasıtası ile. O zamanlar Ka-sımpaşada oturuyorduk.

Evimiz kura ile olduğundan bodrum kat çıkmıştı... Bazı arkadaşlar Leyla Sayar burada oturmaz dediler. Ama tam tersi Leyla Sayar bodrum olduğunu bile fark etmedi... Son derece alçak gönüllü mütevazi bir kişiliği vardı. Kendisine hayran kalmamak mümkün değildi. Fakaaat bu vasıflar Leyla Sayar'ın bir yönüymüş tabii. Gelelim öbür yönüne: Tevhid dersi almak için Nişantaşı'ndan Kasımpaşa'ya gelen Leyla Sayar aniden bana sinirlendi ve benim bir anarşist olduğumu söyledi ve çıktı gitti. Ben, "Leyla abla bir daha gelmez" dedim. Ama son derece Randevusüne bağlı olan Leyla Sayar tam saat akşam beşte çıkıp gelmesin mi! Hayret ettim tabii. Günler böyle geçerken mahreçlerine de çok dikkat ediyor, nerede ise bitiriyordu bir yerden konu açıldı, Bursa'da nezarete atıldığımı bir kaç ay sonra hapise girebileceğimi söyledim. Leyla Sayar yerinden bir fırladı aman ne kelimeler... "Sen anarşistsin, sen yüce devletimize karşısın, sen neden rahad durmadın? Doğru dürüst duranı kimse mahkemeye çıkarmaz, dev-

m

letimiz adaletlidir kimsenin hakkını yemez, laik devlet din işleri ile karıştırılamaz. Ben seni sevmiştim meğer bir anarşisti sevmişim, sen anarşist olmasan seni mahkemeye veren olmazdı, bak beni neden mahkemeye vermiyorlar? Ben niçin hakim huzuruna çıkmıyorum. Çünkü ben vatanıma bağlıyım" diyordu. Sanki ben vatan hainiydim. Değilim ama beni mahkeme huzuruna çıkardılar dedikçe fceyla Sayar daha çok sinirlenip "Rahat duranı kimse mahkemeye çıkarmaz. Devletimiz adaletlidir" deyince ben "163. maddeyi karşımıza adalet adma çıkarıyorlar" dedim. Leyla Sayar, ben madde müdde anlamam. Siz anarşistsiniz sizden bana kötülük gelir, beni bir daha bu evde bulamıyacaksınız dedi. Daha sonra, Canan Ceylan'-ın evinde "Senin başını okuyayım, ellerimde şifa var" dedi. Başımın ağrıdığını biliyordu. Bende o tip olaylara inanmadığım için pek iltifat etmedim. (Kur'an-ı Kerimin ayetleri şifadır. Fakat ellerimde şifa var dediği için kızmıştım.) Bana ağzına geleni saydı ve tam olarak bir daha görüşmemeyi bende kafama koydum ve bir daha da Leyla Sayar'dan hiç bahsetmedim ne iyi ne de kötü. Halbuki insan olarak onu seviyordum. Fikirleri farklıydı ama yine de sevdiriyordu kendini. (Tabi insan olarak sevmekle müslüman olarak sevmeyi birbirine karıştırmamak lazım.) O zamanlar başı da açıktı Leyla Sayar'-ın "Biliyorum İslam örtü der, ben örtünemiyorum. Ama bir lokma faiz parası yemem" diyordu.



Aradan yıllar geçti. Ben şu anda cezaevindeyim. bugünkü gazetelerde Leyla Sayar'ın başörtülü resimleri gözüme ilişti. Tabii eskisi gibi büyük değil resimler.

Baktım Leyla abla benim yargılandığım mahkemede ve aynı hakimlerin karşısında ter döküyor. Tabii içimden "oh olsun" demedim. Asla da söylemem bunu. Ama gerçek şu ki şunu düşündüm.

—Siz anarşistsiniz, onun için mahkeme huzuruna çıkarılıyorsunuz diyen Leyla abla ne haber? Mahkeme huzuruna çıkmak, ceza almak için illa suçlu olmak gerekmiyormuş değil mi? Burası Türkiye! Kanunları, hakimleri bir avukat gibi savunan, "Ben madde mudde anlamam" diyen Leyla Sayar'a maddelerini birbir saydırdılar. Çok merak ediyorum Leyla Sayar "Adaletli devletindeki maddeleri anlayabildimi acaba?

Eyy Leyla Sayar, burası Türkiye'dir Türkiye!!! 184

Öylesine Bir Gün

Şu çarpık dünya ne zaman düzelecek bilemem ama bir gün düzeleceği kesin. Ayet ve hadisi şeriflerin verdiği habere inancımız var Allah'a şükürler olsun.

Son onbeş gündür bir türban havası ald; başını gidiyor. Bu türbanda nerden çıktı pek anlamadım da çıkışı hayli ilginç.

Önceleri başörtüsü olan konu minileşti türban oldu. Türbana izin verilirse, sanki lütfetmiş olacaklarmış gibi bir tutum. Yahu türbana izin verilse bile, bunu İslâmî örtüdür diye kim kabul edecek? bu tantana aldı başını gidiyor. Şu kurnazlığa bakın. Amerikan mantığı gibi bir şey. Hani bir albay elleri ayaklan bağlı olan mahkûmların ellerini çözdürmüşte, sonrada gevrek gevrek "bakın size özgürlük verdik" demiş ya. Bu türban diye ağzında gezdirdikleri konuyuda öyle yaptılar. Türbana izin verecek olsalar^ demokrasi özgürlük vesair hikayeler anlattıktan sonra "bakın, biz türbana izin verdik, çünkü biz, uygar insanız, hak ve hürriyetleri kısıtlayan, bağnaz dikta bir rejim değiliz" gibi halka uyutucu (uyutabilirlerse tabi) ninniler söyleyecekler.

;- Akşam haberlerde irtica ve türban konusu vardı. Bazı ne

t ağzı olduğu bilinmeyen ağızlar yine attı tuttu. O ağızlar ki,

İ ¦ ellerine fırsat geçse, Türkiye Cumhuriyetini yerle bir edecek,

{. kendi kafalarında oluşturdukları sistemi getirecekler. Niyet-

\ leri sırıta sırıta göründüğü halde, çıkıp millete "Atatürk'ün

hayranları"ymış gibi sahte, yapmacık sözler söylemiyorlar mı?

Kan beynime çıkıyor işte. Be kitapsız seni biliyorum, babanı

da biliyorum... Nasıl din düşmanı olduğunu hepsinden iyi bi-

1'85

liyorum. Direk dine saldıramadığın için, niye Atatürk'ün arkasından ötüyorsun? Be kitapsız senin babanı Atatürk bile sevmezdi, babanda onu sevmezdi ama ömrü boyu siever göründü. Şimdi de aynı haltı yemektesin.



İslâm'ın ilerlemesini hazmedemediği için Atatürk ilkeleri elden gidiyor diye yaygara koparıyorsun. Sen kimi uyutuyorsun be? Elinize azıcık fırsat geçtide, körpe beyinlerin kalple-rindeki Allah inancını söküp aldınız.

Hele o baban yok mu? Kur'an'ı bile yasak etmişti kuvvetinin geçtiği yerlerde bir zaman. Sanki Kur'an insanlara "cahil kalın" diyormuş gibi. Şunu da hemen söyliyeyeyim, sen babandan daha uyanıksın. İslamın ilerlemesinin adına irtica diyerek, irticayı kendine maşa yaptın. Şunu bilki, o maşayı bir gün kızdırırlarda gözüne sokarlar, şenin aklını başına getirirler. Müslümanla fazla uğraşma, müslümandan bir tokat yersen kendine biraz zor gelirsin. Sen önce konuşmasını öğren, sayın babasının oğlu...

186

Hayret!


Bir arkadaşım, kör arkadaşıyla ilgili ilginç bir olay anlatmıştı, olay şöyle:

Bu arkadaş kolejde okurken yurtta kalıyormuş. Yurtta gözleri görmeyen bir genç kız varmış. Ondan söz açtı. Bende de eskiden beri bir merak vardı. Her zaman gözleri görmeyen birinin nefsini de kör düşünürdüm. Bunun için arkadaşıma ilk sorduğum soru şu oldu:

—O âmâ olan kız modayı biliyor mu? Aldığım cevap beni hayrete düşürmüştü.

—Ne demek dedi. "Hem de öyle oluyor ki, ayağına ye şil çorap giymiş olsa hemen ya başına yeşil bir aksesuar takar veya yeşil bir buluz giyer."

Hayretim daha çok artarken yine sordum:

—Peki görmediği halde niçin güzel görünmek istiyor?

Sorunun üzerine arkadaşım konuyu daha çok açtı. "O da neki" dedi. Ve şöyle devam etti:

—Beni aynanın karşısına götür diyor, götürüyorum. Şimdi aynadan bana bak, giydiklerim yakaşmış mı? Diyerek ona aynadan bakmamı istiyordu. Son derece giyimine dikkat ederdi.

Ben bunları duyunca insan nefsinin özünü tanıyor, daha çok hayret ediyordum.

Dinlediğim bu ilginç olaydan sonra, aradan 17 ay geçti. Ve ben şu an bulunduğum yerde gözleri görmeyen bir kadın-

»7

1

la karşılaştım. Kadın taşralı. Kesinlikle renk nedir güzel ne demektir? Bunları bilmiyor. Bugün beni çok hayrete düşüren bir hareket yaptı.



Onu alt kattan çağırmışlar. Başında kumaş olarak duran bir parça var. (Eğer başörtüsü saçları örtmüyor ve inancı sembolleştirmiyorsa, o örtü değil başta duran bir kumaş sadece) Ben yattığım ranzadan onun hallerini takip ediyorum. Kâh üzüntü ile, kâh da görmeyen kişinin duygularının merakı ile...

Ona haber verdiler... "Hadi acele et.."

Âmâ kadında heyecanla ranza arkadaşına "çabuk" dedi.

—Şu baş örtümü İstanbul usulü ört. Şöyle arkama bağla. Yakam açık olsun."

Kendi kendime sordum. Bu ne demektir? Sonra da cevabını buldum. Demekki nefis kör değil.. İnsanların beğenilme duygusu sadece kendisi için değil. Karşı taraftan beğenilmek istiyor. İşin ilginç yanı bu beğenilme duygusu çocukta bile var. Bir çocuğa ne kadar güzelsin, ne güzel yazıyorsun... Şu işi nasıl basardın? Aferin., denildiğinde çocuğun memnuniyetini hemen anlıyoruz. Yediden yetmişe herkeste bu beğenilme duygusu var. Peki bunun çaresi var mı? dediğimizde "Hemen İslâmın nefis terbiyesi" aklımaza gelir. Gelir gelmesine de çoğumuz nasıl olduğunu bilemeyiz. Halbuki bu konu çok mühimdir. İnsan nefsin nasıl terbiye edildiğini bilmeli.

Bu beğenilme duygusu yüzünden binlerce yuva yıkılıyor. Binlerce cinayet işleniyor adam yaralanıyor, aileler arasında fesatlık meydana geliyor, bu hastalığın çaresi ne ise; her müs-lüman bunu bilmeli ki, insanlığı bu hastalıktan kurtarsın. İnsanlık bu hastalıktan kurtulmadıkça, ne ekonomi düzelir ve ne de insanlık huzur bulur. Şimdi kalkıp "Nefisle beğenilme duygusu ile ekonominin, sosyal hayatın ne ilgisi var?" diyenler olacaktır. O halde bir kaç olayı nakledeyim.

İşte Posta gazetesinden iki haber. Kötü yola düşen kadınların itirafları:

Birinci itiraf: "....Bu aleme düşünlerin yarısından çoğu lüks hayranlığından dolayı düşüyor. Bir kürk sahibi olabilme uğruna hayat kadını, olan arkadaşlarım var. Bir yerde çevre istiyor."

188

İkinci itiraf: "...Bizi bu hallere iten etken lüks hayranlığıdır. Arkadaşlarımızın sahip olduğu takılar ve kıyafetler bizde olmayınca, kendimizi toplum dışına itilmiş hissettiğimizden, daha doğrusu batı seviyesinde olma, arzusu bizim gibilerinde panik yaratmaktadır. 'Onun var benim yok' savaşı hayat j kadınlığıyla noktalanmaktadır." !



Bir başka gazetenin ilginç haberi...

"Kocam bana kürk almadı" diyen F.Belgin evini terk etti. F.Belgin ağlayarak şunları anlattı. (Göz yaşının aktığı olaya dikkat) "Arkadaşlarımın kocaları eşlerine her istediğini alıyorlardı. Benim kocam ise senede iki ayakkabı, iki çantayı bile zor alıyordu. Kocam onlar gibi değil diyerek kocamı küçük görmeye başladım. Ben de beğenilen kadınlardan olmak istiyorum. Sonra olan oldu. Bir arkadaşımın ısrarı ile önce bir pavyonda konsomatris oldum... Sonrası betbaht bir hayat.. On yıldır kızımı göremiyorum. Ayrıca mide ülseri oldum, eski güzelliğim kalmadı. Her gün kendimi makyajla gençleştirmek istiyorum, fakat olmuyor... Giden geri gelmiyor. Şimdi ayakkabılardan çantalardan nefret ediyorum... Beni yuvamdan onlar ayırdı."

Böyle söylüyor zina kadını... Ayakkabıyı, çantayı suçluyor.. Biz de diyoruz ki; Hayır Hayır kardeşim! Suçlu seni sana tanıtamayan eğitim, sende bulunan nefistir... Kısaca, İs-lâmı yaşamamandır, üstünlüğün madde ile mümkün olduğunu zannetmendir.

Bulunduğum yerde ellinin üzerinde "Hayat (!) Kadını" denilen,' zina kadını tanıdım. Onlarla kısa kısa görüşmeler yaptım. Bir kaçı ile yaptığım mülakatı (röportajı) sizlere nakledeyim. Kararı siz verin ne dersiniz. Daha iyi olmaz mı?

İşte onlardan birisi:

Aliye Keskin. İzmirli, 50 doğumlu, üç çocuk annesi. Kötü yola düşüşünün sebebini öğrenmek için sordum:

—Aliye hanım bu yola nasıl ve ne için düştüğünü bana anlatır mısın? Tabi bir mahzuru yoksa?

—Neden merak ettiniz?

—Beni yanlış anlamayın. Söylediklerinizi yazacağım ki, sizin düştüğünüz hataya, düşmek üzere olanlar ibret alsınlar.

189


Derinden bir "ahhh" çekerek "Almazlar..." dedi.

—Ben bu aleme düşmeden önce çok yazılar okudum, ama yine düştüm.

—Siz anlatın. Bizim olaylara bakış açımız farklıdır. İlk olarak bu yollara düşmenin sebebini inançsızlık olarak kabul ediyoruz.

Acaba yanılıyorlar mı? gibi şüphe içinde olanlara canlı örnekler vererek doğruluğumuzu ispat edelim, diyoruz. Olur ki "kıssadan hisse" kabilinden hisse alan olur.

—Ben inançlıydım. Ama yine düştüm. Zorbalar bile beni engelleyemedi. (Zorba, karanlık işler yapanların polise taktıkları isimmiş).

—İnançlıydım diyorsunuz. Neye inanıyordunuz?

—Tanrıya.. Dine.. Herşeye..

—Sonra inancınız ne oldu?

—Gitti sayılır.

—Nasıl?


—Bilmem

—İnançlı insan gerçekten inanıyorsa onun inancı gitmez-ki. Tabi nasıl inandığını biliyorsa.

—Benimki nasıl gitti?

—Sen ve senin gibi inandıklarını zannedenler aslında inanmayanlardır. Bunu size kısa bir misalle isbat edeyim de konumuza geçelim.

—Siz Amasya'yı gördünüz mü?

—Hayır.


—Amasya'nın varlığına inanıyor musunuz?

—İnanmamak mümkün mü?

—Güzel.. Şimdi Amasya'yı inkar etmeniz mümkün mü?

—Değil.


—Niçin?

—Amasya hakkında kesin bilginiz var.,Gerek okuduğunuz eserlerden gerekse görenlerin verdiği haberlerden kesin

190

olarak inanmışsınız. O yüzden kesin bilerek inandığınız herhangi bir şeyi sonradan asla inkar edemezsiniz.



Neyse.. Bu konuları sonra konuşuruz. Bir konu yazıyordum da yazdığım konuyla ilgili konuşmalar yaptım. İstemiyorsanız konuşmayız.

—Rica ederim. Ben bu konuda kitap bile yazmayı düşündüm. Severek anlatırım, fakat faydalı olacağına inanmıyorum. Siz yazıyı nereye hazırlıyorsunuz?

—Hem kitap yazmak hem de "MEKTUP" dergisi için. —Bu zarf dergisi nerde çıkıyor?

—Sende benim gibi dalgınsın • Zarf değil MEK-

TUP dergisi.

—Nasıl yani bahsettiğiniz dergi gizli mi çıkıyor?

—Hayır. Herkes okuyamaz derken anlayamaz demek istiyorum. Size gelen mektubu ben okumuş olsam sizin kadar anlayamam. Orada kullanılan terimler, size mektup yazanla sizin aranızda daha güzel anlaşılır. İşte bizim dergimizi de ancak müslümanlar anlar.

—O halde benim söylediklerim bir fayda vermez. Müslümanlar okuduğuna göre. Onlar zaten bu aleme düşmezler.

—Siz de "müslüman" değil miydiniz? Sizin düştüğünüz hataya düşebilecek gençlerimiz de okuyabilir. Ben size gelen mektubun her yerini anlayamam. Fakat bir çok yerini anlayabilirim. Bu dergimizde öyle. Mutlaka müslümanlar okur, müslüman olmayan da jurnalcilik yapmak için okur. Bir de iki arada , bir derede kalan, kendisinin ne olduğunu bilemeyen İslamı öğrenmek istiyenler okur ki, onlarda sizin yazdıklarınızdan çok ibret alırlar. Bakın bana gelen bir mektupta bir iki paragraf okuyayım.

"...Sonra hırsla evden çıktım. Roman almak için gittiğim bayide asılı duran bir dergi gördüm. Sadece MEKTUP ismi dikkatimi çekti, hemen aldım. Ben aşk mektupları falan zannettim ilk bakışta. Bayiye parayı ödedikten sonra şöyle bir açtım ki dini bir dergi. Geri vermeye utandım. Evden kaçmak istediğim için arkadaşıma gittim. Orada okudum. Bir anda dünyam değişti. İşte o günden sonra derginize abone oldumJEğer o dergi elime geçmeseydi ben şu anda İstanbul'la

un........sokaklarında olabilirdim."

Mektubun bu kadarı yeterlidir zannediyorum.

—Çok güzel., o genç kız bir de benim hayatımı okusa ne kadar çarpıcı olurdu kim bilir. —Nerden başlayalım?

—Siz nerden isterseniz? yalnız özetle anlatmanız çok iyi olur.

—Deneyelim. Beni en çok üzen olayları tekrar yaşatacaksınız. Fakat mademki fayda verecek memnuniyetle anlatacağım.

İzmir Bornova'da doğdum. Onüç yaşımda kocam beni kaçırdı. Mutluydum. Yirmi beş yaşıma kadar hiçbir şikayetim olmadı. Kocam komiserdi. Yirmibeş yaşıma geldiğimde kızım sekiz yaşındaydı. Ankara'ya taşındık. Orada kocamın komiser arkadaşı eşi ile bize geldi. Çok şıktı. Onu gördüğümde kadınlığımdan utanç duyarak ezildim, onun karşısında kendimi küçük hissettim. Hemen ardından kocama ısrarla ben aynı kıyafetleri istiyorum dedim. Kocam haraç yemeyen komiserlerdendi. Çok dürüsttü. Başka kadınlar bakmazdı. "Biz bu milletin namusunu korumaya söz verdik. Bir de kendimizi mi kirletelim?" diyordu. Zavallı işte... Herkesi kendisi gibi zannediyordu. Bir gece eve geldiğinde "komiser arkadaşın evine yemeğe davetliyiz, giyin gidelim" dedi. Gittik. O evi görünce adeta kendimi hayvan ahırında yatan biri gibi kabullendim. Kristal avizeler, Avrupa mobilya, neler..neler..

Yemeğe oturduk. Kocamın arkadaşı kocama dönerek "Karın çok güzel biliyor musun?" dedi. Saf temiz kalbli kocam "biliyorum, onun için aldım" dedi. Gülüştüler. Fakat ben kadınlık duygularımla sadece komiserin evini ve hanımının giydiği kıyafetleri inceliyor, benim bu kadından neyim eksik diye düşünüyordum.

Aradan aylar geçti. Sıkı fıkı aile dostu olmuştuk, olmaz olaydı. Birgün kocamın ani işi çıktı nöbeti vardı. Gece oniki sıraları kapı çaldı. Kim o dediğimde komiserdi. Herhalde kq-cama bir şey oldu diyerek kapıyı açtım. Elinde bir paket vardı. "Bunu sana hediye ediyorum. Ancak buna sen layıksın, karıma bunlar layık değiL" dedi. Bir an tereddüt geçirdim. Sonra aldım. Kocamada "senden gizli biriktirdiğim parayla

192

aldım" diyerek kandırdım. Daha sonra komiser beni elde etti. Kimi kadın kocasından ilgi görmediği için başka erkek tercih ederken, ben sadece lüks yaşama hayranlığımdan tercih etmiştim.



Derken kocama söylemişler. Bir gece önemli bir operasyon var diyerek evden çıktı sonra bilhassa kendisi de gelerek bastı. Olanlar o gün olmuştu. Kocamı seviyordum, onun yüzüne hiç bakamadım, ordan Ankara cezaevine kondum bir yıldan fazla cezaevinde yattım. Kızımı sadece bir defa gördüm. Ağlayarak "Nasıl kıydın anneciğim?.. Sen artık bizim annemiz değilsin. Sen kötü annesin. Sen fahişesin" dedi. Aylarca gözyaşım dinmedi. Halâ da dinmiyor. Hapisten çıktım. O.......... Komisere "Sen sebeb oldun. Bana bir ev kirala" dedim. "Hayır yapamam, yaparsam yuvam yıkılacak." dedi. Ne kadar alçakmış! Benim yıkılan yuvam umurunda değildi. Kin ve nefret dolu ağlayarak oradan ayrıldım. Ankara'nın Çankaya caddesinde ne yapacağımı bilmeden geziniyordum. Bir adam geldi yanıma "kardeş sana yardımcı olayım. Ağlıyorsunuz. Derdiniz nedir? Bakın burası Ankara burada çok alçak insanlar vardır. Birinin eline düşersin. Sana bir abi gibi yardımcı olayım. Nesin nerden geliyorsun?" dedi. Anlattım. Gel bacım, gel kardeşim. Seni yaşlı bir annem var ona götüreyim. Sonrası kolay" dedi. Gittim... Meğer götürdüğü yer bir geneleviymiş. Bir anda çıldırdım. "Namusluydun da niçin zina sabıkan var? Şikayet etsen bile kaybedersin..." dediler. O kalış orda kaldım. Beş yıl sonra o alçak geldi. Beni orda görünce önce şaşırdı, sonra birlikte yaşayalım dedi. Kabul ettim. O gece onu kendi silahı ile öldürdüm. Ve gidip teslim oldum. Ankara cezaevindeydim, şimdi tıbba geldim. Cezamın, çilemin bundan sonrasını bilmiyorum..."

Hıçkıra hıçkıra ağlayanAliye hayatının bu kadarını anlatabildi, bu kadının ilk hatasının sebebi, başkalarına özenmek, modaya uygun giyinmeyi şeref zannetmesi ile başlamış, uiğer dinlediğim kişilerde hemen hemen aynı kapıya çıkıyordu. .

Nedir bu beğenilme duygusu?

Nefsin bir oyunu... Eğitim olmayınca sonu cinayete kadar giden oyun!!

193

Kadın-erkek, yaşlı, genç herkese söylüyorum... Allah'a inanıyorsanız şunu bilinki Allah'ın dini olan İslâm nefsi şöyle tarif ediyor: "Her zaman bulunduğundan fazlasını ister. Aza kanaat getirmez, saldırgandır, günahları daha çok sever. İnsanları harap eder. Daima kötülüğü emreder. Nefsin elinden ancak onu muhalif amel edenler kurtulur. (Nefsin isteğini yapmayanlar takvalardır)"



O halde hodri meydan... Nefis haram olan şeyi isterse istesin ona rest çekelim... Allah'a hakkıyla dönüş yapalım... Unutmayalım nefsin sevmediği huylardan ve fiillerden kurtulmadıkça salihlerden olamayız. Bir hadiste peygamberimiz (s.a.s.) "Nefsin isteğini yapmak bir çok kavimleri helak etmiştir" buyurmaktadır.

Şunu da hatırlatmakta yarar vardır. Bu demek değildir ki, her desinler hastası olanlar kötü yola düşecekler. Belki kötü yola düşmez amma başka bir kötü yola düşeceği muhakkaktır.

O yüzden insanın bazen isteklerine gem vurması tavsiye edilmiştir. Şimdi İslamın inadına ortaya atılan kahramanva-ri havalar var. Kadın ortaya çıkıyor "Ben arzulanma engel olamam kocamı aldatırım, o yüzden evlenmiyorum" diyor. Gazetecide onu "bravo" diyerek pofpofluyor. Mantığa bakın, demek kadın sadece kocası için namuslu onların gözünde. Demek her şeyleri kocaları oluyor. İnsan kocası için mi. namusludur kendisi için mi? Sonra farz edelim kadın erkek nefsine şehveti duygularına aldandı peki nasıl kurtulacak? Ta-biki nefis terbiyesini bilecek genel kültürü bilinci tam olacak. Aslında bu olayın bir kaç yönü var:

1- Burada verilmek istenen imaj. İnsanın isteklerine gem vurulması isteniyor buna ne gerek var gibi ifadeler kullanılıyor.

2-Kadın kendi kocasına ihanet etmiyor etmez havasına giriyor. Fakat öbür taraftan evli bir adamla gezerek o adamın karısına ihanet ediyor.

3- Basının vermek istediği (İslama inat olsun diye) evlenmemek moda olsun. Kadın erkek sokakta yaşayanlar gibi evlere girmesinler. Aile müessesesi olmasın. Zira bütün dünya biliyor ki, en sağlam aile müessesesi İslamda vardır.

4- Ve en önemlisi, zina sadece kadının kocasına karşı bir 194

ihanettir şeklinde ele alınıyor. Veya erkeğin zinası kadına ihanet olduğu için ayıptır.

Ne oluyor böyle! Kadın veya erkek ne zamandır sizin ilahınız oldu. Nerede Allah'a yapılan ihanetin mesuliyeti? Nerede islamın temel prensiblerine ram olmak. Son yıllarda islamın emri olan ne varsa, her şeyi onun zındına çevirdiler.

Çok erkekle ilişki kuran kadınlar o kadar çok alkış top-luyorki malum gazetelerden, (İslama inat yapıyorlar bu alkışı) neredeyse kocasından başka biri ile ilişki kurmayan inançsız kadınlara kompleks verecekler. Nitekim batıda onyedi yaşındaki bakire bakireliğinden utanır hale getirilmiştir. Türkiye-yi de öyle yapmaya çalışıyorlar dikkat... dikkaaaat...

195

Hep Onlar



Yıllardır çok hoşuma giden sözün sahibini bu gün buldum. Hem çok sevindim hem de çok üzüldüm, utandım. Neden utandım bilirmisiniz, bahsettiğim güzel sözün sahibini bir ingiliz zannediyordum. Ne kadar çok alışmışım, her güzeli İngilizce, Amerikalıya mal etmeye. Mutlaka güzeli onlara yakıştırıyordum. Neden acaba? Onlar inatçıdır, onlar düşünür, onlar çalışır... Onlar onlar... Sanki onların beyni bir kilo bizim beynimiz ikiyüz elli gram. Hastalık haline gelmiş, güzeli ellere çirkini kendimize mal ediyoruz. Halbuki ne münasebet! Niye böyle saçmalık yapıyoruz bilemem. Yani ben saçmalıyorum. Bu suçta yalnız değilim galiba. Beni böyle düşünmeye iten suç ortaklarım var. Maalesef ben şu an sadece kendi suçumu söyleye biliyorum. Suçtan utanç duydum, fakat asıl utanması gerekenler utanmayı bile tanıyamadılar. Köpek leşi gibi gittiler bu alemden.

Sahibinden manen özür dilediğim sözü merak ettiniz değil mi? Buyrun okuyun, tabii çok sık okuduğunuz sözdür fakat tekrarında fayda vardır.

"Nice insanlar gördüm ki, üstünde elbiseler yok... Nice elbiseler gördüm ki, içinde insan yok."

MEVLANA


196

Bir Günün Listesi

Bugün tevafuken elime mahkeme listesi geçti.

İşte liste. Sağmacılar cezaevinde bir günde mahkemeye çıkanların tümü.

Tam 169 kişinin çoğu hırsızlık, cinayet. İçlerinde her şey var, 163'ten mahkemeye çıkan yok. 169 dan biri bile şeriat (müslümanhk) suçundan değil. O halde bazı çevredeki feryatlar neyin nesi?!!

Bir Soru


İkiyüz elli kişiye bir doktor düşüyor, bizim doktorlarımız nerde? Top sahası için milyarlar bulanlar neden bunca halkı burada bir makinaya esir ediyorlar?

Bunun altında yatan sır nedir?

Bir Kesir.

Salondan çıkmak üzere iken, bir karı koca söyleniyordu: "Vah vah çarşaflı bir kadını bile hapse atmışlar. Allah kahretsin."

Merdivenlerden çıkıp nihayet koğuşuma geldim. Bunları size yazmadan az önce yanımdaki Fatma'ya durumu anlattım. "Askerler seni, sen siyasi, mahkûmsun diye yalnız bırakmadılar. Emir öyle" dedi.

Yat ... İçerde mahkûmken, diğer mahkûmlardan farklı muamele görüyoruz. Dışarda farklı görüyoruz. Millet! Meclisinde farklı vatandaş muamelesi görüyoruz. Nedir ne olu-

197

yor böyle. Dedemizin torunları olan bizler dedelerimizin kanı ile kurtarılmış topraklarda her zaman haksızlığa mı uğrayacağız. Biz onlardan kendi paylarına düşeni istemiyoruz. Kendi hakkımızı bize versinler. Dedelerimizin mirasçısı biziz biz. Dağdan gelenler bağdakine bu zulmü yaparlarsa, gün gelir geldikleri dağa döner yılan gibi sürünürler. İşte bu günde size içimi böyle döktüm. Anlatılacak birçok şeyleri bırakarak.'*1 KALBİNE Dert



Yıldırım gibi bir dert girince kalbine Aldırma,

Aldırsan da hiçbir şey geçmez ki eline Düşün,

Hürriyetle özgürlüğün arasındaki farkı Aldanıp, Demeyesin, böyle döner dünyanın çarkı

Miniklik,

Kim umudunu keserse zafer gününden,

Farkı yok,

Yaşamak babından hayvan yönünden,

Bilki:


Dert İslâm derdi olmalı ölesiye

O gün:


Cennet Verilsin o kahraman kişiye

1.2.1986


198

Bazı Sorulara Cevaplar

"...Ablacığım sorularımız şunlar. Sizi İslama bağlayan mesele nedir? Biz nasıl cihad edebiliriz. Akrabalarımızı İslâm'a nasıl davet edebiliriz? Senden bir ricamız daha var. Elle cihad konusunda bize bir anınızı yazarmısınız. Biz onbir arkadaşız. Bu konuda bazı tartışmalarımız oldu. Sizide çok sinirli anlarınızda nasıl davranıyorsunuz diye merak ediyoruz. Özellikle bizi kırmamanızı rica ediyoruz. Allah'a emanet olun ablamız.

Hicret Kur'an Kursu talebeleri adına Ali Osman Vural/İstanbul

Cevap: Muhterem kardeşimiz;

Birinci sorunuza tek kelime ile cevapvermek istiyorum. Beni İslama bağlayan sebep Allah'tır (cc). Kainattaki bütün muazzamlıkları, dengeleri, ve harikaları yaratan Allah'tır (cc). Allah'ta, İslâm dini ile insanların dünya ve ahirette nasıl mutlu olabileceklerini bildirdiğine göre; öyle ise ben de İslâm'a en iyi bir şekilde bağlanırım ve bağlanmaya çalışıyorum.

İkinci soru: "Nasıl cihad edebiliriz?"

Değerli kardeşlerim, bu sorunun cevabına geçmeden önce Cihadın ne demek olduğunu gözden geçirelim. Zira benim istatistiklerime göre cihadı tam olarak anlayan çok az.

Cihad Arapça bir kelimedir. Lügatta: Güç ve gayret sar-fetmek. Amelde üstünlük göstermek ve zahmet manalarına gelir.

Demek oluyor ki "Cihad" deyince, üstün amel, güç, gayret ve zahmet vardır... "Ben cihad edeceğim" diyen kişi, öncelikle, zikrettiğimiz dört maddeyi kabule hazır olacaktır.

Aynı kelime İslâmî istilahta: Allah-u Tealanın dini için can, mal, her türlü vasıtalarla, elden gelen güç ve gayreti sar-fetmeye cihad denir.

Cihadın çok tarifi vardır. Öz olarak ele alırsak, Allah rızası için yapılan her şey Cihad'dır. Akraba ziyareti, bir yaşlının elindeki yükü taşımak, bir çocuğa şeker ikram etmek,

199

¦Selam vermek, İslâm'ı öğrenmek, bir başkasına anlatmak, Anaya babaya, evlâda karşı yumuşak ve adaletli hareket etmek, para ver mek, İslâm yolunda malı gözden çıkarmak. Canı Cihad uğruna hafife almak. Kelime-i Tevhid'in manasını izah etmek. Tağutları tanıtmak, şeytanları bildirmek. Her an alarm ziline hazır asker gibi, dava şuurunda olmak..



Size bir olay anlatayım. Siz bu olayda cihad şuurunu kısmen de olsa anlayacaksınız. Bir arkadaşım vardı. Çok mücadeleci birisi idi.

Bir gün onun evindeyim. Çocuğu bir şişe süt döktü. Çocuğa bir sürü beddua (adı üstünde "çirkin dua") etmeye başladı. Sonra da dövdü.. Bİr başka gün yine gittiğimde, bu sefer, kaynanası gelmişti. Kaynanasını istemeyen bir tavrı vardı. Gerçekte kaynanası hem İslâm'ı sevmiyor hem de kötü huyluydu, kaynanasını sevmemekte haklı şer i sebepleri vardı. Onu evinden kovmasında hiç haklı payı yoktu.

İşte bu iki hata o kişinin cihad şuurunun zayıflığını isbata yetmişti.

Neydi Cihad edende aranılan sıfatlardan birisi? "Güç sarfet-mek". İnsanlar nefsine ağır gelen bir çok işlerle karşılaşacaklar, ezilecekler, iftiraya uğrayacaklar, zulüm görecekler, itilecekler, horlanacaklar fakat Cihad eden kişi ölçüyü bozmayacaktır.

Çocuk bilerek süt dökmemişti. Ona adaletsizlik yaptı. Yarın o çocuk o anne veya babada İslâm adeleti göremeyecek ve o anne-baba çocuklarına faydalı olamayacaktır.

Kaynanasını evinde istememesi. Bir müslüman için çok çir- ' kin bir olaydır. Sevmeyebilir. Sevmek mecburiyetinde de değildir. Fakat evinden gitmesini istemeye hakkı yoktur. Üstelik bu kaynana onda İslâmın güzelliğini bulması gerekir ki, onun vasıtasıyla bir adım daha İslâm'a yaklaşsın.

bu konular küçük gibi görünen konulardır. Fakat temelde ruhsuzluk yatar. Bu ruhsuzluk ta kişiye çok şeyler kaybettirir. O yüzden Efendimiz, iki cihan serveri şöyle buyurur:

Sahabeyle bir savaştan geldiklerinde Efendimiz: "Küçük ci-haddan büyüğe geldiniz" buyurmuştur.

Sahabe sordu: "Ya Resulullah, nedir büyük cihad?"

Efendimiz (s.a.s) şöyle buyurdular: "Kulun heva ve hevesi ile mücadele etmesidir"(İbni Abidin-Reddül Muhtar, Aleddürrih Muhtar. İst. 1983 C.l, sh.68)

200

Yani nefsini yenmesi... Nefsi yenmeyi, onun emrine göre hareket etmemeyi, düşmanla savaşmaktan daha büyük mücadele olduğunu bildirmiştir. Nefsini hangi konu için yene-miyorsa kişi, o konu küçükte olsa büyüktür. Çünkü galip gelen nefis olmuştur. Düşmana rest çekmek önce nefse rest çekmekle olur. Düşmanın kahpeliğini onun iğrenç oyunlarını, Allah rızası için ortaya sermekte, güç, çile, gayret ile mümkündür. O yüzdendir, "Cihadın mekruh vakti yoktur."



Hatta o kadar ki: Gayri müslimin biri namaz kılan bir müslümanın yanına gelse, ona "Bana kelime-i şehadeti öğ-retirmisin?" teklifinde bulunsa, o mü'minin bu teklif sebebiyle namazı bozarak ona kelime-i şehadeti öğretmesi caizdir. Daha sonra o namazı tekrar eda eder buyurulmaktadır. Feteva-i Hindiye.

Cihadın önem', ruhu çok büyük inceliktir. Bu inceliğe erenlerin, cihadı nasıl anladıklarını izaha çalışayım. Siz alabildiğiniz ölçüde alın.

"Cihad kişinin nefsine göre yapmadığı iyiliklerdir." Bu tarif bir alimimizin... Biraz konuyu açalım. Bazı kişiler vardır, gönlünün istediğine iyi, sevmediğine kötü muamele yaparlar. Evet sevmeye mecbur değil, fakat iyi muamele yapmaya mecburdurlar.

Binlerce cihad eden insan var. Fakat çoğu bu ruhtan uzak bizler gerçek cihad ruhuyla çalışsaydık, halâ dünya gece olur-muydu? Sabah olmazmıydı? Gerçi şükürler olsun sabah olmadıysa da tan yeri ağlrmıştır.

Muhterem kardeşim aynı soruyu soran çok kişilerle karşılaştım. Her ne kadar ben bu ruhta değilsem de şunu idrak ettim: İslamı bedenen ve ruhen yaşarsak "cihad" etmiş oluruz. Hatta bir alimden şunu duydum: "Sevab işlemiyorsanız bile işlediğiniz günahları terkedin. Bu da bir cihaddır" demişti.

Günahları terketmek de cihaddır. Fakat cihadın en üstünü Allah yolunda ömür tüketmektir. İşinin basında çalışan bi: müslümanın, müşteriye yalan konuşmadan, yemin etme-

201

den, alış veriş kurallarını İslâm'a göre fiilen öğreten kişi de bir nevi cihad etmektedir.



Nefisle mücadeleden sonra en hayırlı cihad İslam'ı tebliğ etmektir.

Şöyle etrafımıza bir bakalım. Gözümüzün önünde İslâm özüyle değilde, yabancı kılıflarla topluma tanıtılmaktadır. Bu durum karşısında dinini öğrenip öğretmeyenler can taşısa ne olur. Bence o can o kişide (mecazi manada söylüyorum) yüz karasıdır. Hiç dikkat ettiniz mi bilmiyorum, gazeteler bazan birinin hakkında küçük bir hata yaparak yanlış bir kelime yazarlar. Birkaç gün sonra aynı gazetede koca bir tekzib görürüz. "O kelime öyle değil şu şekildedir" diye. Şahsiyetine dokunduğu iddiasıyla o bir kelimeyi düzelttirirler.

Bizim inancımıza her gün yüzlerce kelime kasıtlı ve de yanlış olarak yazılır, çizilir, anlatılır, filmlerde gösterilir. Bu korkunç saldırı bizim de inancımıza, gururumuza dokunmalı, gece ve gündüz bu uğurda çalışmalıyız. İşte bu çalışma cihad olur.

Nasıl yapacağız bunu? Elbette ki o sizin bildiğiniz öyle değil böyledir diyerek İslamın özünü ortaya koyacağız. Bunu yaparken elbetteki birçok güçlüklerle karşılaşacağız. Fakat kararlı olacağız. Bu davada cansa can, malsa mal, çileyse çile... Velhasıl yılmayacağız. Zira cihadın kazası yoktur. Çünki kaza yapacak zaman yok. Her zaman aynı sorumluluk altındayız.

Cihad edenlerin hayatını okuyunca şöyle bir düşünüyorum: Allah Allah bu ne gür iman? Bu nasıl şuur? ve gün geliyor ki cihadım yeterli olmadığı için büyük bir ızdırap çekiyorum. Ben, davanın büyüklüğü, azameti, benden istediği mücadele yanında kocaman bir hiçim. Allah (cc) şahidim olsun ki davama karşı mahcubiyetimden, çoğu kez şu satırları yazmaya bile sıkılıyorum/Hiçbir şey yapmadığım halde çok şeyler yapmış görünmek, sizlerin beni öyle adlandırmanız, beni kahrediyor. Sümeyye validemiz param parça olmuş. Rabbisinden ve mücadelesinden dönmemiş."

Rabiat-ül Adeviyye'yi ele alalım: Sırf Peygamberim benimle iftihar etsin diye, bazen yüzlerce rekat namaz kıldığı olurmuş.

202

Ele alalım Afganistanda sırtında bomba bağlayarak kendini tankların altına atan mücahidleri.



Örnek verilecek binlerce insan... Hepsi çile çeke çeke göç edip gitmişler... Şimdi bu örnekler karşısında beni, seni ele alalım. Ben seni bilemiyorum, ama kendim kendime daha yakın olduğum için, görüyor ve yine söylüyorum: Benim yaptıklarım Cihaddan bir cüz bile değil...

Ben sanki çok mükemmel cihad eden bir insanmışım gibi, tutup cihadın bana sorulması beni kahrediyor, buna rağmen cihad edenlerden ve Allah'ın efendimize bildirdiklerinden, bildiğim kadarını sunmaya çalışıyorum. Şu gerçek bilinsin ki, ben Allah (cc)'dan başka ilah yokturun manasını altı yedi yıl evveline kadar tam olarak bilmiyordum.

Halbuki o zaman da ben bir çok kardeşimizin gözünde, çok bilen bir Mücahide idim. Ve halen daha bilmediğim binlerce konu var... Hatta ne kadarını bilip, ne kadarını bilmediğimi dahi bilmediğim bir sürü konular. Bilirsiniz ki bilmemek bir suçtur, neyi bilmediğini bilmemek ikinci bir suç.

Kendimle ilgili bu açıklamayı niçin yazdığımı söyleyeyim: Hiç kimsenin beni mücahide görmesini istemiyorum. Bunun sebebi de benim gibi gaflet ehline, mücahide denip gerçek mü-cahid ve mücahidelerin görünmesinin engellenmesidir. Dava kardeşlerime bu hileyi yapamam. Ben sadece bir müslünıanım.

Benim yaptıklarım Allah (cc)'ın bana lütfettiği imanın bedelini ödermi? Asla... Buna imkan ve ihtimal yoktur. Hatta bir kulağımın dahi karşılığını veremez.

En basit misal olarak bir hanımın anlattıklarını nakledeyim:

"20 yaşlarında kulaklarım sağır oldu. Kulak zarım ve beyinle irtibatı olan damar kurumuş. Türkiyede o günün (1979) parasıyla yüz milyon lira harcadım. Bir faydası olmadı. Milyonları harcayarak Amerikada ameliyat oldum. Sağ kulağım hafifçe duymaya başladı.

Çalışmaları madde ile hesaplamış olsak... İki yüz bin lira aylık alsak bile, ikiyüz elli sene çalışmamız gerekiyor.

Allah (cc)'ın verdiği nimetlerin karşılığını nasıl ödeyebiliriz? Gerçi ne kadar çalışırsak çalışalım, karşılık yine öden-

203


I

mez. Fakat Allah (cc)'ın bize verdiği vazifeyi, tam olarak yapamazsak da mutlaka elimizden geldiği kadar yapmaya çalışacağız.

Ne kadar çok yorulursak yorulalım, mükemmel cihad ettiğimizi söyleyemeyiz. Söylersek ayıp etmiş oluruz.

Cihaddan yana İslâm kan ağladı... Dün, bugün... fakat yarın için umutluyuz. Yarın bizim çünkü... Yarın insanların İslâm'ı tanıdığı gün olacak. Şairin dediği gibi:

"Kimbilir belki yarın, belki yarından da yakın"

Allah (cc)'a inanmadan sevmek mümkün değildir. Sevince de onun emrinden çıkmak mümkün değildir. Her mü'-min cihaddan mes'uldür. Bu mes'uliyet hocada, müftüde daha fazla halkda daha az diye bir kayıt yoktur.

Bizden önceki kuşak (analarımız, babalarımız) suçlu. Onlar İslama sahip çıkmamışlar. Tavşan misali, biri "HOOP" dese yürekleri hoplamış. Hoplamış ama bu gün de memlekete çıplaklar kampı gelip yerleşmiş. Söylemeye haya ettiğimiz çıplaklar kampı Antalyada açılmış. (Posta Gazetesi 22 Temmuz 1985)

Bizler suçlu dedelerimizi, suçlu ana ve babalarımızı örnek almamalıyız. Biz dürüst, biz mütevazi, biz günah işlemişsek tevbe eden, cömert, namazında niyazında, ihlaslı, İslâm düşmanlarına yardakçılık yapmayan, biz haddi aşmayan, biz İslâm'ı anlatamadığımız kişilerden İslâm'ı beklemeden, on-. lan suçlu bulduğumuz kadar kendimizi de suçlayan, ilim ve amel ile gayret sarfeden, biz, ruhları diriltmek için, Emperyalizme, siyonizme, tüm ilahlık iddiasında bulunan ideolojilerle fikren mücadele eden, gazetelerde "üstsüzlük yasal oldu (Sabah Gazetesi 12 Temmuz 1985) haberlerinden utanç duyan, ve bu utanç tablosuna seyirci kalmayan müslümanlar, dava erleri, yirminci asrın iftiharı oluyoruz ve olacağız... Olmalıyız... Buna mecburuz. Bununla görevliyiz... Fen'e, tekniğe, İslâm'ın kapı açtığını öğretmek ve beyinlere şırınga edilen yanlışları temizlemek temizlemeye vasıta olmak niyetinde olmalıyız. İşte o zaman cihat yapmış oluruz.

Eğer biz dinimizin emirlerini yerine getirmezsek: "Tükürün belki ar gelir arımıza" mısralarına hedef olu-

204


ruz. Bakınız, İslâm'a yapılan saldırıları bir türlü hazmedt meyen bütün kin ve sitemiyle feryad eden mısralara cihat şu urunu sergiliyor.

Gitme ey yolcu beraber oturup ağlaşalım. Elemin bir yüreğin kârı değil paylaşalım Ne yapıp ye'simi kahredeyim bilmem ki? Öyle vahşetli muhitimde dönen matemki, Ah! Karşımda vatan namına yatan bir kabristan. Yatıyor şimdi nasıl yerlere geçmez insan? Şu mezarlık ki uzanmış gidiyor ey yolcu, Nerden başladı yükselmeye bak nerde ucu Azıcık kurcala toprakları seyret ne çıkar, Dipçik altında ezilmiş parçalanmış kafalar, Bereden reng-i hüviyetleri uçmuş yüzler, Medeniyet denen vahşete lanet eder. Nice yekpare kesilmiş de sırıtmış dişler Süngülenmiş, kanı donmuş nice binlerce beden. Nice başlar nice kollar ki cüda cisminden, Beşiğinden alınıp parçalanan mahlukat Sonra namusuna kurban edilen bunca hayat Bembeyaz saçları katranlara batmış dedeler, Göğsü baltayla kırılmış, memesiz valideler, Teki binlerce gövdeye ait kümeler Saç, kulak, el, çene, parmak... Bütün enkaz-ı beşer, Bakalım yavrusu uğrarmı deyip karnından, Canavarlar gibi şişlerde kızarmış nice canlar, İşte bunlar o felaketzedelerindir ki düşün, Kurumuş ot gibi doğrandı bıçaklarla bütün. Müslümanlıkları bi çarelerin öyle büyük Bir cinayet ki cezalar ona nisbetle küçük. Sanmayın şevk-i şehadetle coşan bir kan var Bizde leşten de daha hissiz, daha kokmuş can var.. Bakmayın hem tükürün çehre-i murdarımıza Tükürün belki biraz duygu gelir arımıza. Tükürün cephe-i lâkaydına şarkın tükürün. Kuşkulansın, görelim gayreti halkın, tükürün. Tükürün milleti alçakla vuran darbelere, Tükürün onlara alkış dağıtan kahpelere.

205

Tükürün ehl-i salibin o hayasız yüzüne



Tükürün onların asla güvenilmez sözüne.

Medeniyet denilen maskara mahluku görün.

Tükürün maskeli vicdanına asrın tükürün!

Hele üân-ı zamanında şu mel'un harbin

Bize efkâr-ı umumiyesi lazım garbın.

Halka iman gibi telkin ile, dinin sesini.

Susturan aptalın idrakine bol bol tükürün!

Yine hicran ile çılgınlığım üstümde bu gün...

Bana vahdet gibi bir yar-ı müsaid lâzım

Artık ey yolcu bırak ben yalnız ağlayayım

Evet medeniyet adına vahşet saçanlara tükürelim

bu vahşeti alkışlayanlara tükürelim

Davamızı umursamıyorsak onlar da bize tükürsünler

Tükürsünler ki Cihaddan bî haber olduğumuz ortaya

çıksın.

İnsanlığın reçetesini sunamayan bizler belki uyanırız.

Uyanmayanlara da uyanmaları için uyan zilini çalalım.

İslam bütün dünyada adım adım hızla yayılmaktadır. Zafer Mutlaka İslâmın olacaktır eğer biz cihadımızı bilerek yaparsak.

206

"Cihadın Sebebi Nedii?"



Kur'an-ı Kerimde: "Müşrikler, sizinle nasıl topyekün harb ediyorsa, siz de onlarla top yekûn harbediniz" (Tevbe: 36) hükmü beyan buyurulmuştur. Hanefi fukahası bu ayet-i kerimeyi esas alarak müşriklerle ve kafirlerle yapılması emredilen Cihad, onların, İslâm'a karşı savaş açmaları sebebiyledir hükmünde ittifak etmişlerdir.

İmam-ı Merginani, savaşın fazileti ile ilgili olarak bu ayet-i kerimeyi zikrettikten sonra, "Ve Resul-i Ekrem (s.a.s.) (Cihad kıyamet gününe kadar devam edecektir) buyurmuştur. Bununla baki olan farzı murad etmiştir, hükmünü beyan etmiştir.

Burada araya girerek "Cihad kıyamet gününe kadar devam edecek" hükmüne dikkati çekmek istiyorum. Geçmiş günlere bakınca görüyoruz ki müslümanların çoğu, cihadı sadece savaş meydanlarında, silahlanmak, vuruşmak anladıklarından maalesef, emr-i bil maruf ve nehy-i anil münker'i terketmişlerdir Bunun en bariz örneği lâle devriyle verilebilir. Bu gün insanların dekor yarışması gibi, o gün yapılan lale yarışmaları, göstermelik mücadelelere, orada islam ruhunun kısmen de olsa öldüğünü gösterir.

207


Demek ki müslüman, mahşer gününe kadar, insanlara yardımını, dini vazifesi olarak bilip, bu vazifeyi ihmal etmeyecek. Gerek para vererek, gerek fiilen, gerek mal ve gönül birliği ile kıyametin sonuna kadar kul olmanın mes'uliyetin-de olacak. Olmak mecburiyetinde çünkü:.

Adı geçen esere devam ediyoruz, sh. 36.

"CİHADIN KEYFİYETİ" (Cihad ibadeti nasıl eda edilir?)

Kur'an-ı Kerimde: "Ey iman edenler! Ne oldunuz ki size (Allah yolunda tapyekün cihada çıkın) denildiği zaman, yere mıhlanıp ağırhştmız. Ahiretten vazgeçip yalnız dünya hayatına mı razı oldunuz? Fakat bu dünya hayatının faidesi, ahi-retin yanında pek azdır. Eğer emrolunduğunuz bu cihada top-yekün çıkmazsanız, Allah (cc) sizi pek acıklı bir azaba uğratır. Siz ona hiç bir şeyle zarar vermezsiniz. Allah (cc) her şeyi hakkı ile kadirdir. (Tevbe: 38-39) hükmü beyan edilmiştir.

Mü'minlerin sadece Allah-ü Tealanın rızasını esas alarak "Cihad"a niyet etmeleri vacibtir. Ebu Hureyre (r.a.)'dan rivayet edilen bir hadis-i şerifte, Resul-i Ekrem (s.a.s.)'e bir kimse: "Ya Resulallah! Bir şahıs Allah (cc) yolunda cihad kas-dedip, Cihad'a dünya malını da murat etse (istese) sevabına nail olur mu?" diye sordu. Resul-i Ekrem (s.a.s.) Efendimiz: "Onun için sevap yoktur" buyurdular.

Bu hadisi şerif iki veçhile te'vil edilir. Birincisi: Cihad için çıkmış olduğunu gösterip, hakikatte, maksadı mal kazanmaktır. Bu münafıkların halleridir, onlar için asla sevab yoktur. İkincisi: Cihad kastiyle çıkar, en büyük arzusu mal elde etmektir, yoksa ahirette sevaba nail olmak değil.

İslâm ordusu kafirle karşı karşıya geldiği zaman, önce tebliğ görevini ifa eder. Zira İbn-i Abbas (r.a.)'dan rivayet edilmişti ki: "Resul-i ekrem, bir kavim ile onları İslâm'a davet etmediği süre içerisinde savaşmadı."

Buraya kadar adı geçen eserden de anladığımıza göre:

•Mahşere kadar cihad etmek müslümanın vazifesidir.

•Cihad maddi menfaatler için yapılmamalıdır.

•Önceden İslâm'ın tebliğ edilmediği kavimlerle savaşıl-mamalıdır.

208


Muhterem kardeşlerim;

Cihad çok yönlü bir emirdir. Cihad hakkındaki soruyu burada noktalayalım.

Şimdi üçüncü soruya geçelim:

Soru "İslâm'a nasıl yönelebiliriz?" idi.

Bu soru da aslında bir kitablık sorudur. Acizane izah edebildiğim kadar arzedeyim. (Cezaevinde yazdığımı unutmayın)

Bir defa İslâm'a tam olarak bağlanabilmek için, önce İslâm'ı çok güzel bilmek, ikincisi de İslam düşmanlarına bu-ğuz etmek lazımdır. Hiç kimse bilmediği bir şeyi sevemez.

Bir hikayecik vardır. Bülbül Yarasaya sormuş: "Sen niçin gül'ü sevmiyorsun" Yarasanın cevabı ilginç olmuş: "Ben gülü tanımıyorum ki, tanımadan nasıl seveyim?".

İslâm'ı öğrenmek, hele ki şu asrımızda çok zor. Kararlı, iradeli olanlar içinse kolaydır. Kişi bir niyetle başlamaya görsün, kararından dönmez. Yaptığı ibadetlerden kompleks duy-masa, Allah (cc)'ın yardımını mutlaka görecektir. Resul-i Ekrem efendimiz: "Kim bildiği ile amel ederse Allah ona bilmediğini öğretir", buyurmaktadır. Gerçekten şahid olduğum bazı ihlaslı insanlar var ki, bildikleri ile amel (ibadet) ettikleri için, bir de bakıyorum bir kaç yıl sonra, İslâm'ın bir çok özelliğini kavramışlar.

Sen yeter ki Allah'a güven, İslâm düşmanlarına boyun eğme. Dininle şeref duy. O ne güzel yardımcıdır.

Ebu Bekir (r.a)'e bir gün sormuşlar: "Ya Ebubekir, kaç ayet biliyorsun?" Ebu Bekir rivayeten: "On iki ayet" demiş. Şaşırmışlar. "Nasıl olur?" demişler. "Tam olarak oniki ayet-i kerimeyi hayatımda uyguluyorum" cevabını vermiş.

Tabi bu ölçü değildir. Fakat bize bir şeyler söylemektedir. Bizler öğrendiğimizle amel edersek her şey kolaylaşacaktır

Yalnız: Şeytan tekavüte ayrılmaz. Onun için zaman zaman bizleri etkisi altına almaya çalışır.

Kolay mı şu kokuşmuş fikirlerin beyinlerde yaşadığı asırda İslâm'ı yaşamak? Bir yandan şeytan bir yandan nefis, bir yandan da şeytanın askerlerinin gurur kırıcı, gıcık edici halleri... Kırıtarak "Ay doğrusu size şaşıyoruz" diyen çarpık ve küs-

209"


tah ağızlar... Tenkitler... Alay etmeler...

"Heyy... Umacı bakarmısın?" gibi lakayt, insanlık dışı, hatta "mağara devri"ni de aşmış, ahır devrini yaşayanların soytarıca alayları... Hiç bir şeyde fikir sahibi olmayan mide ve uçkura ömürlerini adayan ayak takımlarının hakaretleri... Beyinsizler içinde, beyni bir noktaya toplamak zor ama o nis-betle de sevabı büyük. Bazende kaba kuvvette gerekiyor tabii.

Yeri gelmişken başımdan geçen bir olayı anlatayım: Teyzemin kızı Emine geldi hastalanmıştı. Onu Cerrahpaşa Tıp Fakültesine götürdüm. Emineyi bir sıra üzerine oturttum. Sıra bekliyorum. Sırada galiba 50-60 kişi vardı. Ben de sıraya gireceğim. Erkeklerin arasında kalmamak için sıranın sonundaki beyaz elbiseliyi işaret ettim. Yan tarafta sıranın sağında bekliyorum. Benden sonra da epey insan gelmişti. Şimdi sıranın sağında bekliyorum. Bu arada insana benzer bir insan bir bey vatandaş söylenmeye başladı.

Ne dediğini anlamadığım için ilgilenmiyordum. Bir ara kulağıma "yobazlar" kelimesi geldi bakmadım. Ben yobaz değildim ki ben cevap verseydim... İlgilenmediğimi anlayınca bu iki ayaklı, bu sefer sesini yükselterek "Şu çarşaflı yok mu? Şeytan diyorki çenesini kır" o anda adeta beynimin uyuştuğunu, kulaklarımın uğuldadığını, hissettim. Ne oldum anlatamam. Hışımla bu haddini bilmez adama döndüm. Niyetim çok kötü... Sonuç ne olursa olsun kafamda yarılsa adama bir kafa atacağım. (Gençliğin verdiği bir aksiyondu tabi) o anda efendilikle mukabele etmem gerektiğini hatırladım. Alemlerin Rabbi: "Öfkenizi Allah için yenin kötülüğe iyilikle cevap verin" buyurmuştu. Sinirlerime zorla hakim olarak, kendi kendimi zorlayarak sordum:

—Afedersiniz beyefendi, sizi rahatsız eden bir durum mu

var?


suratsız adam, meymenetsizce cevap verdi:

—Senden başka hiç bir rahatsızlığım yok.

—Suçum nedir beyefendi. Diye sorduğumda titriyordum. İslâmın emrinde olmasaydım, ya bu adamı hastanelik edecektim, ya da o beni hastahanelik edecekti. Sabrım kalmadı. Fakat dedik ya efendi olacağım. Çünki dinimin hatırı için mecburum buna. Sabretmesem kafama göre gitmiş olurum. Son

210


derece sabrediyorum. İki ayaklı da benim aptal olduğumu zannediyor. Bunu hissediyorum. Tekrar sordum:

—Suçum nedir beyefendi?

—Sıraya gir sıraya... Biz enayi değiliz bayan.

—Estağfirullah beyefendi, diyorum.

Ama kendi efendiliğime kendim de şaşıyorum. Büyük bir sabır benim gibi bir avam için.,.; İki ayaklı... Benim durumumu bilmiyor, izah etmeye çalışıyorum.

—Bakın beyefendi ben sizden önce geldim. Şu beyaz elbiseli beyden sonra sıra benim. Ben sıra dışında gibi görünüyorum fakat sırayı takip1 ediyorum.

Adam sanki ben hiç izahat vermemişim gibi, sesli sesli bağırmaya başladı.

—Bunlar yobazdır kardeşim. Bunlar laf anlamazlar.

Ey Allahım sen bana sabır ver. Dayanılır gibi değil. Yine söyleniyor.

—Allanın cezaları diyor.

Sanki Allah (cc)'ı tanıyormuş havasında konuşuyor. Bana gıcık oluşu da Allah'ın dini yüzünden değilmiydi? biraz anlayışlı olan bunu derhal anlardı.

Derken bir saat kadar zaman geçti. Halâ söyleniyor. Son olarak bir kez daha izah edeyim de sonra Allah (cc) ya ona verir ya bana diye düşündüm. Etrafta olanlarında yarısı adamdan yana. Onlarında duyabileceği bir sesle:

—Bakın beyefendi (beylikle ilgisi yok ya. Adet olmuş. Türkiyede alimine de zalimine de "bey" diyorlar. Eh biz de diyoruz. Tutup böyle bir iki ayaklıya "ağbi" diyecek halim yok ya) Ben sıraya giremem. Şu sıkışıklığa ben girsem bile, siz insanlık olarak (ne bilsin insanlığı) centilmenlik olarak bana buraya girmememi söylemeniz gerekir. Siz ne demek istiyorsunuz? Ben hastahane kurallarına uyuyorum. Vatandaşların hakkını çiğnemiyorum. Gayeniz nedir?

—Aaa! Birde konuşuyor?

—Bizim konuşmamız yasak mı?

—Kadın benim başımı belaya sokacaksın.

—Yaa.. Ne gibi?

211


I

—Şimdi sana bir tokat indirirsem ne gibi olduğunu görürsün.

—Ahh hele öyle bir iyilik yapsan ilk adım senden gelse de senden hıncımı alsam.

Bende sesli konuşmaya başladım.

—Bir daha bana hakaret et... Yemin ediyorum ki, öleceğimi bilsem sana bunun hesabını soracağım. Sen ne biçim insansın? Ne özürden, ne izahtan anlıyorsun. Sen kendini ne sanıyorsun? Bak sabrımı taşırma ukalâ adam. Benimle ne zorun ver söyle dedim.

Adam biraz durakladı. Sonra da ummadığım bir cevab

verdi.

—Siz vatan Hainisiniz. Siz bu kanunları beğenmiyorsunuz. O yüzden de sizi görmeye bile tahammülüm yok.



Vatan sever vatandaşa bakın (!)

—Bana bakın sayın bay... Bugün bir savaş çıksa yine bizler mücadele ederiz. Kadınımız erkeğimiz canını feda ederken, sizin gibi İslâm düşmanlarının yetiştirdiği, diskotekler-deki gençlik mi savaşacak sanıyorsunuz. Yoksa akşama kadar günlerde, giyim kuşam derdindeki karınız mı gidecek? Uzun tırnakları, giydiği ince topuklu ayakkabılarla ne de güzel savaş yaparlar ya... Buna benzer tartışmalar sürerken yanıma bir hanım geldi. Kulağıma eğilerek "işte" dedi "millet böyle hakaret ettiği için dayanamadım. Kapanıyordum açıldım." dedi. Daha sonra çıyan ruhlu adama güzel bir ders vermeyi Rabbim bana nasib etti. Dilimin susturamadığı adamı elim susturmuştu.

Bu olaya benzer ne olaylarla karşılaştım ve kardeşlerimiz nelerle karşılaşıyorlar. Bunun içindir ki Rabbül Alemin, Kur'an-ı Keriminde, imanlı kişileri yaptıkları ibadetler yüzünden, alay edenlere, ahiret aleminde yapacağı muameleyi beyan buyurmuştur.

Mahşer günü kâfirler, Allah (cc)'a yalvaracaklar: "Bizi affet" diye. Allah (cc) onları ikaz edecek: "Susun, benimle konuşmayın" (El Mü'min: 108). "Çünkü mü'min kullarımdan bir topluluk vardır ki onlar: "Ey Rabbimiz biz iman ettik artık bizi bağışla. Ve bize merhamet et. Sen merhamet eden-

212

lerin en hayırlısısın." derlerke, siz onları alaya aldınız. Nihayet bu hareketiniz, bana ibadet etmeyi size unutturdu. Onlara (istihza) suretiyle gülüyordunuz. İşte ben o mü'minlere, sabretmelerine karşılık, bugün mükâfat olarak Cennet'i verdim. Muhakkak zafere erenler onlardır." (El-Mümin: 109-11)



Sabret, müslüman seninle, inancınla alay edenleri Allah (cc) görüyor ve hepsini kaydediyor. Bakalım mahşer günü onları savunacak", torpil yapabilecekleri mercileri olacak mı?

Yılma... Gururla yürü Müslümanlığınla gurur duy. Allah (cc) senin çektiğin çilelerin hepsini biliyor, görüyor. Elbet birgün gelecek bizi cüce görenler nasıl dev olduğumuzu anlayacaklardır.

Gerçekten şu insanların içinde İslâm'ı yaşamak zor. Fakat o zorun içinde gizli bir gerçek... Zor olduğu için mükâfat çok.. Zor olduğu4çin mü'min Allah'ın methiyesini kazanmış.

Ne mutlu, Bel'amlara, Nemrutlara, Firavnlara aldırış etmeden dinini yaşayan mü'minlere... "İşte gerçek bahtiyar onlardır."

İşte biz dinimizi sever, nefis mücadelesiyle beraber çevreye aldırış etmezsek dinimize yönelmiş ve cihat etmiş oluruz.

"Mümin ölene kadar nefis ve diğer düşmanlarıyla savaş halinde olmalıdır."

Yumuşak huylu olmak çok önemlidir. Her bakışı üstümüze almamalıyız. Dünyaya şu gerçeği isbat etmeliyiz. Şeref zenginlikte ve güzel giyimle değildir. Şeref, fikir yapısı, sağlam, yaşantısı fikriyle paralel olmaktadır. Beyinlerin çalışma şekli mühimdir.

"Dinimize nasıl yönelebiliriz?" sorusuna kısa özetler ile cevab vermiş olalım:

•Mü'min dinini bilmeli ve yaşamalıdır.

•Dinini yaşadığı için yaşamayanların yanında utanma-malı, müslümanlığı ile her zaman gurur duymalıdır.

•İradeli, mert, cömert olmalı, din kardeşinin hatasını gök-memelidir.

•Mü'min, düşmanı tanımalı, düşmanının basın ve tüketim mallarına para vermemelidir.

213

•Mü'min hidayete gelmeyenlerle uğraşacağı yerde hidayete hazır kişilerle uğraşmalı. Önce hidayete erenleri şuurlan-dırmalı daha sonra hidayete gelecek olanlarla uğraşmalıdır.



•Büyüklerine karşı saygılı küçüklerine karşı hürmetkar olmalıdır.

•"En büyük silah ilimdir" hadisi şerifinin idrakinde olmalı. Tefsir, hadis, fıkıh kitaplarını okumalıdır.

•Günde en az bir saat zikir yapmalıdır ki, ruhunu, kalbini Allah (cc)'ın nuru ile nurlandırsın. Kalbi şeytani vesveselerden kısmen ayrılsın.

•Kâfirler dururken, müslümanlarla uğraşmamalıdır. En büyük düşmanlarına kusmadığı kinini, müslümana kusma-mahdır.

•Feyzini ve imanını koruyabilmesi için, yalan konuşmamalıdır. Çünki, yalan iman ve feyzi öldüren büyük günahlardandır.

•Cihad şuurunu sık sık yenilemeli. Her zaman yeniden müslüman olmalıdır.

Dördüncü soru "İmanımızı nasıl güçlendirebiliriz?1'

Bu soruya İslâm alimlerinden cevab alalım. Sizlerle beraber ben de kalb kulağı ile dinliyorum.

İslam büyüklerinden M.Zahid Kotku (rh.a) bu konuda şunları söylüyor:

"İman, hiç şüphemiz yoktur ki Allah (cc)'u Tealanın, biz mü'min kullarına bir lütuf ve ihsanıdır. Tıpkı vücudumuz gibi. Onu muhafaza etmek ve onun maddi manevi yollardan gelişmesi için neler yapmak lazımsa, bunlar üzerinde ihtimamla durmak ve bir de ilmen, edeben nasıl vazifemizse imanı da aynı şekilde korumak, muhafaza etmek vazifemizdir." (Ta-savvufi Ahlak)

Bir şahıs, dinini, ihlasını koruyabilmesi için, ihlasına önem vermeli, ibadetlerine dikkat etmeli... Namaz, oruç, insanlara maddi manevi yardım yapmalı. Kaçabildiği kadar mekruhlardan kaçmalıdır. Ruhu muallakta bırakmamak için ruhun istediği ibadetler tam yapılmalıdır veya buna çalışılmalıdır.

Başkalarına yapılan yardım ruhu hafifletir. İbadetler ruhu doyurur.

Ramazanoğlu Mahmud Sami (rh.a) "Musahabe" isimli eserinde şöyle buyurmakta:

"Müslümanlar kendi aralarında, Allah-u Tealanm emrettiği şekilde birleşmiyor. Allah (cc)'ın gösterdiği yolun haricinde bir yol takip ediyorsa-, Allah (cc) muhafaza buyursun, zilletin kucağına yuvarlanmışlar demektir."

Demek oluyor ki, İhlasın kuvvetlenmesi için müslaman-lar, elele, gönül gönüle olması lazım. Allah (cc)'ın yolundan başka yol seçenler. Felâket çemberinde helak olurlar. Ya Rab sen bize şuurlu iman nasib eyle.

"Emelinizi kısa edip, ecelinizi hazır biliniz. Dünya üç gündür. Biri dünkü gündür ki geçmiştir. Bir daha geri gelmez. Biri gelecek olan yarınki gündür ki ona da erişilmemiştir. Biri de bu günkü, henüz içindesin. Öyleyse ömrün ancak bulunduğun gündür. Kadrini, kıymetini bil ki, onun kıymetine değer biçmeğe kimsenin gücü yetmez..."

O halde bizim yapacağımız en akıllıca iş: Günahlarımıza tevbe edelim, kendimizi kontrol edelim, Allah (cc)'ın bize verdiği canı, malı ona vermeye gönüllü olalım. Allah (cc)'a karşı cimri olan ancak kendine zarar vermiş olur.

•Günahlar ruhları sıkar. •İbadet ettikçe, kişi İslâm'a ruhen yaklaşır. •Hergün birşeyler öğrenmek, kalbi ve iradeyi güçlendirir. •İmanımızı güçlendirmek için, onu ilim ve ibadetle beslemeliyiz.

Beşinci soru:"Akrabalarımızı nasıl imana yönlendirebiliriz?"

Cevab: Bizler iman veremeyiz. Ancak kişilerin iman etmesine vesile olabilir. Bunun için, ihlasla, yumuşaklıkla, emri bil maruf ve nehyi anil münker le sorumluyuz.

İmkanımız varsa onları birer hediye ile sık sık ziyaret ede- , riz ki, bu bizim aslî vazifelerimizdendir. Akraba ilişkilerini kesen büyük günah işlemiş olur.

Şahsen akraba konusunda elimden geldiği kadar dikkat-liyimdir. Fakat yinede yetişemiyorum o zamanda "sizinle yeteri kadar ilgilenemiyorum ne olur beni af edin" diye yalvarıyorum. Onlardanda anlayış görüyor. Tabi ilk zamanlar epeyce dışlandım ama şimdi elhamdülillah çok iyiyiz. Önce çile sonra

215

Biz Nasıl Evleneceğiz?



.BACIM,

Evvelâ gazan mübarek olsun derken, Rabbimizin seni ve senin gibileri zindandan kurtarmasını dilerim.

Bacım, yazılarını hiç aksatmadan, nerede görürsem orada okuyorum. Sağöl... Gerçekten içten gelen, ruhtan gelen ilahi bir hikmetle yazıyorsun. Yazılarında özellikle "Kadında, Erkekte Allah'ın kuludur. Kim daha güzel kulluk yaparsa o ötekinden üstündür." sözünüz bana islam adaletle hükmeden dindir gerçeğini bir kez daha onaylatıyor.

Yalnız............üzerinde çok titizlikle durulması gereken

bir konuyu hiç ele almadığınızı müşahade ettim. Bazen kıyısından, köşesinden, değinseniz bile, bu değinme yeterli değildir.

Bacım... Ben şu anda askerliğini bitirmiş bir Makine Mühendisiyim. Ve Allah (cc)'a hamdü senalar olsun dinimi tanıma yolundayım. Kısaca özgeçmişimi takdim edeyim.

Ankara doğumluyum. Babam asker, annem ilkokul öğretmenidir. İki kız kardeşim var. Tam anlamıyla birer Fransız kızları. Dinle imanla en ufak alâkaları yok. Varsa yoksa hayatları mide ve şehvet. Ben de aynı ailede aynı durumdaydım. Lisede iken her genç gibi ben de bunalım geçiriyordum. Bu arada Necmi Kaya adında Bursalı bir gençle arkadaş oldum. O dindardı, bense "Dini İslam" yazılı nüfus kâğıdı sahibi, ama dinsiz biriydim. Dinsiz diyorum çünki İslâm'ı çok

216


küçük görüyordum. Sizin deyiminiz çok isabetli: "İçine giremedikleri İslâmı, dışarıdan tanımayınca damga hazır. Gerici bir din. Yeni çıkan icatlara karşı bir din" diyordum.

Arkadaşım bana bir gün şöyle bir soru yöneltti:

—İslâm'ı seviyormusun Orhan?

—Hayır.


—Niçin?

—Sevmediğim için.

—Sevmemen için bir neden olmalı. Nedeni nedir?

—İslâm çağ dışı bir dindir. İzahı bu...

—Nereden biliyorsun çağdışı olduğunu?

—Belli değil mi? Bunu herkes biliyor.

—Neresinden belli? Sen neresini tanıyorsun?

—İşte görünen köy kılavuz istemez. —Hani nerede gördün İslâmı? gibi sorularla beynimde sansasyon meydana getirdi. Sonraları arkadaşımın yaşantısı dikkatimi çekmişti. Çok efendi ve alçak gönüllüydü. Ayrıca çok da zeki. Onun kızlarla flört etmesi için epey mücadele verdim... O ise tek kelimeyle şu cevabı veriyordu. "Namuslu ve vicdanlı bir erkek almayacağı kızın duygularını sömürmez. onu yoldançıkarmaz, ona bilakis yardımcı olur" diyordu. Demek ki benim kız kardeşim burada olsaydı benim kız kardeşime kötü niyetle yaklaşrnıyacaktı. İşte gerçek güvence veren bir dost diye düşündüm. Ona önceleri hayranlık duydum. Sonra da o mı -öyle yapan inancına sempatim baş gösterdi. Bir insanın mutlaka pratikte örneğe ihtiyacı vardır...

Nihayet ben tam bir dönüş yaptım. Vaktinizi almamak için kısaca izah ettim...

Liseyi bitirince ailemin yanına döndüm. Ailemin tepkisi müthiş oldu. Beni miras vermemek için kenkid ettiler, aldırış etmedim. Bir miras menfaati ile davamdan dönemezdim. Ve dönmedim. Babam beni evden kovdu. Ana yüreği pek taraftar olmadı. Fakat babamın sözü ön plâna alındı. Bavulum hazırlandı. Ve ben evden atıldım. Annem babamdan gizli o zamanın parasıyla 250 000 lira vermiş. Ve evden, aileden tamamen kopmuştum. Çok geçmeden Üniversiteyi kazandım.

217

Sınavlarım başarıyla noktalandı. Ve ben şu anda Erzurumda Makina mühendisi olarak çalışmaktayım. Yakında istanbul'a yerleşeceğim. Ne yazık ki hayatımı bekâr olarak sürdürmeye mecbur kalacağım.



Değerli ablam, bacım.........

Ben kadın olmadığıma göre, kadınların içine girerek eş seçimi yapamam. Sokakta beğendiğim, dürüst gerçek hanımefendi olarak nitelendirdiğim, pardesülü ve çarşaflı kızlar görüyorum. Fakat ben eski yaşamım gibi, o enç kızın yanına giderek, "Afedersiniz, sizinle arkadaşlık edebilirmiyim?" diyecek biri değilim. Böyle bir teklifte bulunsam bile o genç kız, bana taviz verirmi? Elbetteki düşünülemez.

Kısacası ben ve benim gibi bekarlar, nasıl evlenecekler? Size iki yıl önce bana bir genç kız bulmanız için ricada bulunmuştum. Ne yazık ki sizden cevab alamadım.

Hani ayıplamazsanız, ki sizden anlayış bekliyorum bu gençleri evlendirecek bir kurum kursanız diyorum.

Şuurlu bir genç şuursuz bir genç kızla evlenmek zorunda kalıyor. Bu durum îslâmî açıdan hiç de hoş bir manzara teşkil etmez kanısındayım. Siz ne dersiniz?

Satırlarımı burada noktalarken, bu konu üzerinde düşünmenizi hassaten rica edeceğim. Selam ve hürmetlerimle...

Orhan Fırat Erzurum

Ne kadar ilginç mektup değil mi? Uzun-bir mektup olmasına rağmen bu kadar kısaltabildim. Bu cevaplan sadece kitap içinde veriyorum, özel cevabım daha farklı idi.

Muhterem kardeşim, benim de üzerinde hassasiyetle durduğum bir konuya işaret etmişsiniz. Bu mektubunuza ne kadar sevindiğimi bilemezsiniz. Gerçekten de bu konu, üzerinde durulması gereken vahim bir konudur. Şunu da söyliyece-ğim: Yalnız erkekler değil aynı konuyu genç kızlar da ele alıyorlar.

Şimdi size sunacağım mektubu, beraberce okuyarak daha sonra detaylarına inelim.

218

"Canım ablacığim,



Nasıl başlasam, nereden başlasam bilemiyorum. Kafirlerden bin defa daha nefret ediyorum. Daha güçlü olmamız gerektiğine de gönülden inanıyorum. Kadın-erkek islamı tanıtma seferberliği ilân etmemiz gerektiğini şimdi daha da güzel anlıyorum.

Fakat bir sorumuz var. Ablacağım bana evde kalmış kız gözüyle bakmayın.

"...Estağfirullah.... İnancıma göre evde kalmış kız diye bir kavram yoktur. Evlenmek herkese farz değildir. Kadere iman eden kaderden emin olur.... E.Ş.)

Üstelik ben sadece şahsım içerikli bir istekle bulunmuyorum. Ablacığim ben onsekiz yaşında lise mezunu, şimdi Kur'an kursuna giden bir öğrenciyim. Ailemden sadece ben dindarım. Geride kalanların ne olduğu belirsiz.

Beni şu günlerde bir gençle nişanlama gayretleri içindeler. Gerçi bir defa bizim bakkalın önünde gördüm. Evde görüşmeyi onunla evlenme niyetinde olmadığım için kabul etmedim. Bakkalın önünde tevafuken karşılaştık. Benimle ilk defa konuştuğu halde: "Sizinle din konusu müstesna çok iyi anlaşacağımıza eminim" dedi. Beynimin karmakarışık olduğunu hissettim.

"Dinde anlaşamayacaksak hiç bir şeyde anlaşamayız" dedim ve oradan ayrıldım. Benim gibi üç arkadaş daha var. Çok kısmetlerimiz çıkmasına rağmen dini konularda anlaşamıyoruz. Biz istiyoruz ki mücahid, takva bir eş sahibi olalım. Papyonlu, bulujinli, sorumsuz gençlerle, hayatımızı zindan etmeyelim. Yalnız nerede o aradığımız gençler? Biz bizi Allah (cc)'dan ayırmayacak eşler istiyoruz. Bu konuda, evlendirme işleriyle ilgili bir organizasyona gidilse ve mücahid-lerle mücahideler evlendirilse... Bakın kanunen yasak olsaydı bazı gazeteler evlendirme çalışmaları yapmazlardı. Kanunen yasak olmadığına göre, İslâmda erkeğin evlenme teklifi yaptığı gibi, kızlar da yapabilirlermiş. Erkeğin ana ve babası kız istemeye gittiği gibi, kızlar da aynı şeyi yapabilirlermiş, fakat bu durum toplumumuzda tepkiyle karşılanıyor. Halbuki bu konu gençliğin kuvvetli olabilmesi için, üzerinde durulması gereken bir konudur.

219

Sevgili hocam, inanın benim etrafımda öyle şuurlu bir genç görsem, ona islamda olduğu gibi, evlenme teklifinde bulunacağım.' "Gel seninle evlenip cihad edelim" diyeceğim. Fakat salon gençliğinden başka gençlik benim çevremde yok. Bu durumda ailem de evlenmem için baskı yapıyor. Ne yapayım?



Hadi beni bırakın... Yüzlerce, binlerce genç kız ne yapsın? Öyle zannediyorum ki sizlerin bu iş üzerinde sıhhatli bir çalışma ile durmanız gerekiyor.

Bu yazıları Allah (cc) rızası için yazdım. Sizden bana koca bulmanız için yazıyor düşüncesi beklememek için size adresimi vermiyorum. Her halde bu hareketim, isteğimin şahsi olmadığını ısbâtlayacaktır. Biliyorum başınızı ağrıttım. İnanın kendimi dava adına mecbur hissettiğim için yazdım bunu.

Her şey için çok çok teşekkür ediyorum. Kıyamet gününde amel defterlerini önünden ve sağından alanlardan olmamızı yüce Rabbimden dilerim. Cennet ve cehennem ne güzel adalet yeridir. Tağutlar ve siz aynı yerde olmayacağınız için hakkın ne güzel lütfü.

İzmir'den bakî selamlarla... Esselamü Aleyküm.. 8.7.1985 İZMİR

Muhterem kardeşlerim, bu iki mektubun ne kadar ilginç olduğunu gördük. İkiside çok uzundu ben kısaltmak zorunda kaldım. Camiamızda üzerinde en çok durulması gereken konu fakat en çok ihmale uğrayan bu.

Erkeklerin, eşim Recep Özkan'a, "Şeriatçı yaşayan iyi bir kız bulamadın" diye şikayet etmeleri erkeklerin durumunu, kızlar tarafından bize "Bir dindar erkek bulamadın ki İslâm'a uygun evlilik yapayım" diye şikayet etmeleride kızların ne durumda oldukları anlaşılıyor ki, bunlar azınlık bile olsarriühimdir.

Karadenizin bir ilinde genç kızlarla sohbet ediyorduk. Konu evlilik üzerine yöneldi. Kızlar hızlı birer İslâm askeriydiler. İslama uygun evlilik yapılırsa çok güzel bir .evlilik hayatı ve ideal bir aile olur demiştim. İçlerinden harbi konuşan mert

220


bir genç kız öyle güzel konuştu ki ona hak vermemek mümkün değildi. Ne söyledi biliyor musunuz?

"Hocam" dedi. "Hepsi için söylemiyorum ama bizim şeriatçı mücahidler bile, oyaya, boyaya, şık görünüşe özeniyorlar. Her ne kadar (kapalı isteriz) diyorlarsa da ben inanmıyorum. Sebebini izah edeyim: Ben Konya'da okurken, bizim sınıfta beş kapalı kız vardı. Beşi de güzeldi. Fakat o şeriatçılar maalesef, beş kızın biriyle bile evlenmediler. Kızların gözü önünde kot pantolon giyen, makyajlı, tam sorumsuz, kozmopolit kızlarla evlendiler. Benim bildiğim, önce, ailesiyle (aşırı gidiyorsunuz, siz koca bulamayacaksınız) gibi tartışmalara maruz kalan, kızlara öncülük tanınması gerekliydi. Neymiş? Açığı alıp kapatacakmış. Allah için kapanmayan bir kızın koca için ne kadar kapanacağı malum. Sonra açığı kapatalım derken, kapalılar ne olacak? Kapalı dindar bir erkekle evlilik yapamayınca, bunalıma girmezini? Beni yadırgamayın. Fıtrattır bu... Evet dava evlilik davası değil, şu da gerçek ki sağlam bir evlilik temeli oluşturmadan da bir çok kızların davada rahat çalışması mümkün değildir.

Bizim mahallede bir müslüman genç vardı. O dindar mahallede bir de ben dindardım. Ne yalan söyliyeyim, bu benimle evlenir diyordum. Gönül bu gitmişti işte...

Sonra ne oldu biliyormusunuz? Diskolardan çıkmayan komşumuzun kızıyla nişanlandı. Aradan çok geçmeden "Ben bu kadar dinci ve kıskanç bir erkekle yapamam" dedi. Ve kız nişanı attı. yine aradan çok geçmeden ailemden beni istedi. Buna fazlasıyla sinirlendim. Ben davamın sahibiyim. Gururum da vakardan ibaretti. Ailem onların istemeye gelmesinden çok sevinmişti. Mücahide kızlarına mücahid damat adayı gelmişti. Benim haberim yokken gün vermişler. "Delikanlı da gelsin" demişler. Bir hafta sonra geldiler. Sokak tesettürümü giyip içeri girdim. Bak S......kardeş sana bir şey söy-

liyeyimmi? Senden ne köy olur ne kasaba, ne dava adamı olur, ne de bana koca.... Sen gerçekten şuurlu bir genç olsaydın, önce beni düşünürdün. Bu gönül işi diyemezsin. Dava işinde ruh bütünlüğü ön plâna gelir. Sen ise son plâna koydun. Sen her ne kadar dindar isen de, seni şık olan kızlar daha çok etkiliyor. Ben bu işe dava adına üzüldüm o kadar. Sen benim dünya ve ahiret kardeşim ol, seninle asla evlenemem, dedim.

221


İmanından dolayı yabancı erkeklere karşı cilveli olmayan kızlara oranla, cilveliler daha çok ilgi çekiyorlar. Baştan söylediğim gibi bu sözüm herkese değildir. Genel incelemelerim." d£di.

Bu kız haklımıydı haksızmıydı? Sizi bilmiyorum ama bence haklıydı. Üniversitede okuyan gençliğin bir kısmında bu hata mevcud... İslâmı ruhuna yerleştirmiş kızlar yabancı erkeklere karşı çok soğuk davranıyorlar ve davranmaları da lazımda. (Gerçi müslüman bir kızın İslâm'a aykırı bir eğitim yapan okulda okumaları caiz değildir, ama bu ayrı bir konu). Talib olan gençler de "Galiba bu kızla evlenince de böyle olur" diye düşünüyorlar, bilmiyorum. Bir tarafta İslamcı-genç arayan genç kız, öbür tarafta İslamcı kız arayan erkek. Fakat ayrı ayrı yerlerde.

Bazen de şuna şahid oluyoruz. Erkek bekar, kız da bekar... Bunlar aynı zamanda komşu olup aile ce görüşen insanlar, işte bu kızın ailesiyle erkeğin ailesi, gidiyorlar, taaa uzaklara, orada kız görüyorlar, veya oralardan damat bekliyorlar. Allah Allah... Babamın bir sözü vardır: "Komşu kızı komşuya kirli bacaklı gelirmiş." Sebebi de şuymuş; O kızı çocukken çamur, çorak içinde görmüşlerdi ya!.. Hep öyle çamurlu zannederlermiş.

İslamda kız babası veya annesi "Kızımı alırmısın" diye teklifte bulunabilir Ve bunu eskiler yapmışlar. Her şeyde örnek olan önderimiz bile bu fiili uygulamıştır. Hz. Ali'ye bizzat kendisi teklifte bulunmuş "Kızım Fatıma'yı alırmısın" demiştir. Onlar "Desinler"den uzak oldukları için her sahada istedikleri gibi rahat hareket etmişlerdi. Şimdi nerede öyle bir aile. Gerçi gençlerde bu şuur vardır amma, ailelerin kökenine inememiştir. Bir genç kızın böyle bir teklif yaptığını düşünsek, evlenince sen gör gümbürtüyü... Hatta böyle bir olaya şahid oldum...

Çok temiz ruhlu bir kardeşimiz vardı. Bu genç kıza bir gün teyze dediğimiz bir hanım gelmiş "Yavrum senin arkadaşların çoktur. Benim oğluma bir kız bul" demiş. Kız da nasıl özellikler aradığını sormuş. Dindar olması lazım, benim oğlum şeriatçıdır, demiş. Kız da bütün saflığıyla "Ne yapacaksın kızı ben varım ya" demiş.

222


Uzatmayalım, bu kızla kadının oğlu evlenmişler, (misler) değil evlendiler. Düğünlerinde ben de bulundum. Buraya kadar çok güzel. Aradan beş ay geçmeden, kıza söylenmeye başlamışlar. "Evde kaldın utanmadan kendin evlenme teklifi yaptın" demişler. Kız da ağlayarak derdini bana anlattı. Ben de ona dedim ki: "Onlara şöyle söyle; Evlilik teklif etmek aşağılık bir şeyse, siz niçin teklif ettiniz? Bana etmediyseniz başkasına ettiniz ne farkeder?"

Şu adaletsiz anlayışa bakın, bir yuva kuruluyor, bir ömür bu yuvada geçecek, fakat evlilik isteme hakkı sadece erkeğin olacak, kadın teklif edemeyecek. Sebeb nedir? Siz ne söylersiniz bilmem ama ben cahillik derim. İslâm'ı bilmemek derim. Kimbilir... Şu satırları duyan kaç kişi söylenecektir. Aman bu ne saçmalıktır. Benim kızım birine evlenme teklif edecek ha? onu öldürürüm be!.. Yaaa... Oğlun evlenme teklifinde bulununca koltukların kabanr değil mi? Yalnız hemen şunu da bildirmekte yarar var: Eğer kızın ailesi dindarsa ve kızlarını bilinçli ve kızının fikrini alaraktan, cebri olmayan bir evlilik yaptırırlarsa, elbette ki kızların, bugünkü şuurlanmamış ortamda evlilik teklifinde bulunmaları gerekmez. Fakat aile kızının dindar bir erkekle evlenmesini istemiyorsa ve de kız dindar bir erkekle evlenmek istiyorsa, hiç durmadan şuurlu tanıdıkları, methini duydukları gence rahatlıkla evlenme teklifinde bulunabilirler. (Bir aracı ile).

Bu yazıya itirazı olanlara isterlerse kendilerine bu fiilin İslamî olduğunu bildiren yüzlerce delil sunarım. Unutulmamalıdır ki taban düzeltilmeden tavan düzeltilmez, donatılmaz. Mücahid ve mücahide, ikisi de kafa den|ğı olmazsa, o yuvada nasıl sıhhatli ve örnek İslâm yaşanabilir?" Hz. Hatice (r.a) evliliği kendisi teklif etmiş. Zaten efendimize kendileri evlenme teklifinde bulundular. Konuyu dağıtmadan aynı yere gelelim. Gençleri evlendirmek için bir yol bulunması bana göre

de şarttır.

Ailece dindar olan çevre için problem değil. Ailede yalnız kalan gençler için problemdir bu olay.

"Senin tahminin de ne oluyor?" diyenlere de sözüm yok. Yalnız bir tavsiyem var. Gerçekten bu konuyu düşünsünler.

Ben nice mücahidler tanırım ki, evlenince kocasının şuursuzluğundan dolayı, zamanla ruhen tükenmiştir. Kendi po-

223


t.'

tasında erimiştir. Yine nice mücahid tanıdığını kardeşlerim vardır ki, onlar da İslâmdan uzak kızla evlCfimiş sonra da davasını unutmuşlardır. İstisnalar ayrıdır.

Binde bir de olsa, ikisi de mücahid olan kan-koca zamanla bozulmuştur. Sebebi: tbadetlefrini yavaş yavaş aksatıyorlar, kitab okumuyorlar, thlas bozüıdumu, toparlanmak için gayret de göstermiyorlar. Yok olup gidiyorlar. Yani davadan yok oluyorlar. Düşman safında yer alıyorlar. Ne acı bir olay. Aman ya Rabbi... Sen bize yardım et.

Peki dindarlık yönünden birbirine müsavi olmayanlarda mesud yaşayan yokmudur? Elbetteki herşeyde olduğu gibi burada da müstesnalar vardır. Fakat kaideler değişmez.

"Sen bu konuda bir girişim yapacakmısın?" sorusuna gelince, gönülden istekli olmama rağmen, biz bu işlere girersek ne dergiyi çıkarabiliriz ne de okuyabiliriz, ne de sohbetlere vakit kalır... Ayrıca şu da var, bu konuyu bizim yapmamız şart değil. Ihlash bir kaç müslüman birleşseler olmayacak bir iş değildir.

Tahmin ediyorum ki alimlerimiz olumlu karşılayacaklardır. Çoktan beri bu işe nasıl çare bulmalı? diye düşünüyordum. Eşim de aynı düşüncededir. Ne yazık ki üzerinde duramadık. Hiç olmazsa elimizden geleni yapalım. Müslümanlara bu vazifeyi duyurmakla, zannediyorum ki az da olsa bu konuya tabandan bir adım atmış oluruz. Rabbim kabul buyursun... Onun için müslümanlara sesleniyorum.

Ey iman edenler!

Size cezaevinin şu karanlık sigara dumanlarının kapladığı koğuşundan sesleniyorum.

Her konuda olduğu gibi sağlam evlilik temelleri ile de ilgilenmek bizim vazifemizdir. Ayet ve hadisi şerifler, yakınımızda bulunan bekarları evlendirmeyi bize vazife olarak vermiştir. "Fakir olan bekarları aranızda para toplayarak evlendirin" (Hadis-i Şerif)

Bir yerde de "Eğer bekarları evlendirmeye yardımcı olmazsanız, onların yaptığı göz zinalarına, günah yönünden, siz de ortak olursunuz" buyurulmuştur. O halde ey sen iman etmiş müslüman, bu emir sana hitab etmiyormu? Rabbül alemin, değil hür bir bekarın evlenmesi, cariyelerin bile evlendi-224

rilmesi için Ayet-i Kerime lütfetmiştir. Bu yüce ayet-i kerime, bu gerçeği kısmen de olsa açıklıyor. (Burada kısmen kelimesini kullanmam, nüzul sebeblerini açıklayamadığım ve de diğer ayetleri veremediğim içindir. Bu konu hakkındaki bütün ayetler, nüzul sebebiyle incelenmedikçe o konuya bir ayeti kerime istenilen açıklığı getiremez. Getirmiş olsaydı, aynı konuda, bazen beş on ayete ne gerek vardı?)

Gelelim Ayet-i Kerimeye: "Bir de içinizden bekârları ve kölelerinizle cariyelerinizden; salihleri evlendirin.." (F.n-Nur: 32)

Muhterem kardeşlerim, Kur'an-ı Kerim, "Kadın erkek çiftleri yaratan Allah'tır" buyurur. (Yasin: 36)

O halde elbette ki o kadın ve erkeğin, nasıl evleneceğini, evlenmezse neler olacağını bildirmezini? Eğer evlenmeyecek-lerse, nasıl nefsi terbiye edeceklerini öğütleınezmi? Elbetteki Rabbimiz her şeyi bildirmiştir. Fakat heyhat... Biz o yüce bildiriyi bildirebiliyormuyuz? Kendimizi bu konuda hesaba çekerken, evlendirme işleriyle iyice meşgul olmamızın, şart olduğunu iyice idrak etmeliyiz.

Resimlerle R........ yapanların kol gezdiği şu dünyamızda, gençlerimize az masraflı, fakat sağlam temelli evlilikler yaptırmalıyız. Herkes bir etrafını araştırsın, kendi ailesinden olması şart değil. Komşuyu komşuyla kıyaslayarak, fikirde birlik olan, gençler görmemiz, onların evliliğini sağlamamız lazımdır. İslâm adına üzerimize vazife olan her şeyi hissetmemiz lazım. Basiret sahibi olmalıyız, sizlere bildiryorum, bu konu yüzünden yüzlerce gencimiz perişan oldular. Uykunuzdan, paranızdan, fedakârlık yapmanız lazım. Yapmamız lazım. Fakat takdir edersiniz ki şahsen benim vaktim müsait Değil. Okumamdan, yazmamdan fedakârlık etmedikçe ilgilenmem mümkün değil. Günde on genç anası gelmiş olsa, hei gelene bir saat vakit versem on saat eder. O zaman hiçbir şey yapamam.

Fakat yazmakla meşgul olmayanlar, talebe okutmayan-lar, ve de talebelik yapmayanlar, bu günkü sevabı kaçırma-sınlar. Allah (ccj bizi dünyaya boşuna getirmedi. Toplumu ilgilendiren herşeyle müsiümanın ilgilenmesi şarttır.

Ey Müslümanlar; ben acizane size bu açığı bildirdim.

225


Huzur-u mahşerde şu elimdeki kalem ve kağıt, hatta hapishanenin şu duvarları, hatta ranzaları bile şahidim olacaktır.

__T._ Burada bir genç kızla tanıştım. Kötü yola düşmüş. Bu genç kız ne dedi bilirmisiniz? "Köyden gelmiştim. Başımda bir örtü vardı, bilinçli örtmemiştim, fakat bilinçlenebilirdim. Aynı evde dindar gibi olan birini sevdim. Beni almadı. Ona yakardım ama beni gözü görmedi bile. Karşı evde oturan tezgâhtar, sırtına kadar açık kızı sevdi. Güya örtülüyü seviyordu. Örtüm dindarlıktan bilinçle örtülen örtü değildi. Fakat elimden tutulsa İslâm'a dönebilirdim. Bir ay sonra onları görmemem için iş aradım. Yöremizin örfü de olsa örtümü başımdan çıkaramıyordum. Bir büyük gazetenin verdiği ilana gittim. Konfeksiyonda el işi idi yapacağım iş. Komşu kadın beni götürdü. İlk günlerde gayet iyi idi. Çalışıyordum. Dört-gün sonra "Gel seni öteki atölyeme götüreyim, sen iyi elemansın" dediler ve gittik. Beyoğlunda beş altı katlı binanın orta katlarına çıktık. Meğer gittiğim ev bir genel evi imiş. Kendimi yerden yere atumsada kirlenmiştim artık. Devamlı uyuşturucu veriyorlardı. Kendime geleli iki yıl oldu. Kendime de gelince o adamı öldürdüm. Şimdi idam ile yargılanıyorum. Adım tele kız... Düşünün ne acı olaylar değil mi?" dedi.

Bu ve buna benzer olaylardan müslümanın payına düşen günah vardır. O halde her alandaki vazifelerimiz bizleri bekliyor. Dileyen bu yaraya merhem olsun dileyen hiç ilgilenmesin. Fakat herkes bilirki, ilgilenmemek mesuliyeti bertaraf etmez. Bu ölçüyü unutma ey müslüman.

İkinci örneğimi vereceğim: Burada bir anne tanıdım. Çok dertli bir anne. Neydi derdi biliyormusunuz? Kızı bir zamanlar kapalı imiş. Onu kapalı diye kimse almamış. Dinle ilgisi olmayan birisiyle evlendirilmiş. Neticede kız dininden bile çıkmış. Gerçi bunu söylerken de tam tersi şikâyetlerle de karşılaşıyorum. "Hocam dindar bir kız olduğumdan beni istemeye gelenlerden bıktım artık" diyenler de bir hayli çok. Fakat bu çoklar belirli muhitlerde oluyor.

Bu arada karakterli açık kızlar da yok değil. Açık ama namus anlayışı sağlam "dindar bir erkek olsa hemen kapanırım" diyen "Kapanmak içimden geliyor, fakat çevre-

226


min etkisinde kalıyorum" diyorlar. Bu kızlarda iffet olduğu hemen ilk bakışta belli oluyor. Bu tip kızları da ihmal etmemek lazım. Şu an karşımda oturan bir kadın var. Bir çocuğu olan bu kadın bilhassa ricada bulunarak "ben bu sosyete hayatından nefret ediyorum, bana dindar, mazimi başıma kalkmayacak birini bulun, beni kurtarın, ben de Allah'a döneyim. Şu durumda çalışmam lazım. Nasıl dönüş yapayım?" diyor.

İslâm'a göre bu sözler mazeret değilse de, genç kadın o derece şuurlu olmadığından, İslâmın farkında değil. Yalnız imanı olmasaydı, böyle bir evlilik istemeyeceği açık bir gerçektir.

Muhterem kardeşlerim, konu zannediyorum yeterince açıklığa kavuştu. Benim elimden gelen bu. Bundan sonrası size ait bir olaydır. Tabii ben de akraba ve yakınlarımla ilgilenme görevini ihmal etmem, inşaallah.

Toplumsal günahlarda fertlerin günahı da vardır. Eğer çalışmıyorsa. Bizden söylemesi.

Yüzlerce kardeşimiz bana mektup yazarak "BİZE NASIL KIYDINIZ?" adlı kitabınızdaki Rabia gibi kız istiyorum" diyorlar. Kızlarda aynı kitaptaki Hüseyin gibi erkek istediklerini söylüyorlar. Fakat bulmak öyle zor ki.

Ey müslümanlar! zaman1 Artık Rabialar, Hüseyinler yetiş tirme zamanıdır . İslamı olduğu gibi kabul edenlere selam olsun.

227

isimsiz Mektup



Esselamü aleyküm ve rahmetullah ve berakâtühü

Bacım, gazanız mübarek olsun der, yüce Rabbimden sabır ve selametler dilerim.

Sizin yer değiştirmenizin, bütün mücahide bacılarımda bir uyanış vesilesi olmasını, yüce Allah (cc)'dan dilerim.

Ayrıca mübarek bayramınızı en içten saygılarımla kutlar, hayır dualarını beklerim.

SABREYLE BACIM

Sabreyleyip ciğerini dağlayan, Teslim olup Hakka gönül bağlayan İki yüz yıl zevcesine ağlayan \ Atamız Adem (a.s)'a olanı düşün.

Bin elli yıl ömrü olan Sabredip, rıza-i Rahmanı bulan Kırılıp kavmi tufana dalan İbret al, Nuh (a.s.)'a olanı düşün.

Düşün bacım peygamberin başına Musibetle beyaz geldi saçına Mancınıkla ateş düştü zatına Bedr-i selam olan Halil (a.s)'ı düşün.

İmtihanla has kulları seçildi. Ağaç gibi ortasından biçildi Mübarek kanları yere saçıldı Zekeriyya (a.s) dosta olanı düşün.

228


Mevl^dan geliyor bizlere dertler Sabreyle bacım cevabın ekler Peygamberi nasıl ezmişti hastalıklar Hz. Eyüb (a.s)'a olanı düşün..

Kırk sene aktı Yakub (a.s)un yaşı Genç idi çünkü Yusuf (a.s)'un yaşı Kuyuya attılar vurdular taşı Yıllarca zindanda kalanı düşün.

Günahı söylemek sanki suç gibi

Şehidlik insana olur tac gibi

Kestiler bu zatı misl-î koç gibi ""

Yahya (a.s.) peygambere olanı düşün

Altmışüç var idi sultanın yaşı Neler çekti iki cihan güneşi Uhud dağında kırıldı dişi Sultan-ı Enbiyaya olanı düşün.

Sıddıkın ayağı karda söküldü Ömerin karnına hançer çakıldı Kur'an'a Osmanm kanı döküldü Küfede Ali'ye olanı düşün.

Kalemler "yaz molla bitmez yazılar" Maddi manevi dertli sızılar, Kerbelâda şehid düştü gaziler Hasanla Hüseyine olanı düşün.

Allah (cc) razı olsun ağabeyim. İnşaallah düşünürüm. Düşünemediğim zaman da niçin düşünemediğimi düşünürüm. Fakat ne kadar düşünürsem düşüneyim, nakıs ihlasımla, Rab-bimin bana verdiği emaneti hakkı ile koruyarriıyorum. Koru-yamadım.

Buna rağmen şu bir gerçek: Dinim için gereken vazifeyi yapamamanın acısını her an çekmekteyim. Çünki kulluk vazifelerimiz hapse girmekle bitmiyor. Vazifelerimiz yapamıya-cağımız ağırlıkta değil, fakat uğraşacağımız ağırlıktadır. Bunun şuurunda olmaktır niyetim. Şiiriniz için teşekkür ediyorum.

229


Kart

........Ablam,

Afganistan'da, Filistin'de, Eritre'de, Moro'da, Etyopya'-da, Irak'ta, Batı Trakya'da, Ortadoğunun tümünde, kafir düzenlerin necis cilvesi altında zulüm gören, müslüman kardeşlerimin gördüğü eziyeti unutup, mahzun ve mazlum, garipler eyyamı gibi gelen, Müslüman kardeşlerimizin cihadının Alem-i İslâm'ın kurtuluşuna vesile olmasını Allah (cc)'tan niyaz ederiz.

GENÇLİK


Gel ki ey aziz gençlik, yer yerinden oynasın Yıllar hasrettir sana, kırlar hasrettir sana Gel alnından öpeyim. Bu yolların hasreti, bu yolların çilesi, Gözlerimdeki yaşlar bilmemki neyin nesi? İnkâr karanlığından, inanç aydınlığına Kavuşacaksın yavrum mutlu yarınlara Ümitle koş, aşkla koş, imanla fikirle koş! Mazi seninle hoştur istikbal seninle hoş.

Yolundaki dikenler sana engel olmaz Belki canını alır, imanını almaz. Bu kutlu yoldaki rehberin peygamberindir, Zaferin mübarektir, bu çok büyük zaferdir.

Ayşegül ve Refik Devecioğlu 22.8.1985/İstanbul

230


Ne Dost Olduğu Belli Ne Düşman

Bana bak Şenlikoğlu Senin Allah belanı versin! İnşaal-lah o zindanda çürürsün'. Evimize matem getirdin. Ben has-tahanede yattım, karım benim için ağlamadı. Senin için bir aydır ağlıyor. Geber de kurtulayım ya da karıma iki satır yaz da fazla zırlamasın.

Ne baş belası kadınmışsın be?

Selman Yıldız Demetevler/Ank.

Sayın Selman Bey,

Doğrusu çok ayıp etmişsiniz. însan böyle bir mektup yazarken biraz düşünmezmi? Ben hanımınızı ne gördüm ne de tanıyorum. Hanımınız bana üzülüyorsa bunun sorumlusu ben-miyim? Yoksa sebeb olanlar mı? Sonra, sorabilirmiyim hanımınızın, çocuklarınızın, imanını almaya çalışanlara, Türkiye'de çıplaklar kampı kuranlara, böyle bir mektup gönder-dinizmi? Ağlamak bir hisdir.

Hanımınız bana benim için ağlamıyor. Benim şahsımda İslâm'a yapılan baskıyı hazmedemiyor. Onun o göz yaşlan bir başka mahkumiyet içindir.

Şöyle bir mantıkla düşünün: Kendi kendimi benmi hapse attım? Sonra hanimımza ben mi ağla dedim? Değil sizin hanımınıza, ben anneme, babama, ağabeylerime ağladıkları için kızıyorum. Tanımadığım bir din kardeşimin ağlamasını istermiyim?

231

Muhterem Selman kardeş,



Size muhterem diyerek niçin hitap ettiğimi de açıklayıp konuyu kapatmak isliyorum.

Rahmetli Necip Fazılın çok güzel bir mısrası ile izah edeyim.

"Ellerime uzanan dudakları tepeyim, Allah diyen, gel senin ayağından öpeyim."

Sizin inşaallah demeniz bile "Allah (cc)'a inandığınızı gösteriyor. Allah ve Rasulüne inanan benim için muhteremdir. Ve din kardeşimdir. Sizin bana küfür edip, beddua göndermeniz, kardeşliği silmez. Sadece kuvvetli olmadığım/ı isbatlar. Size benim bir sözüm yok. Fakat Allah (cc)'ın sözü var. Bakınız ayet-i kerimede ne buyurmuş: "Erkek ve kadın bütün mü'minler birbirlerinin yardımcılarıdır. İyiliği emrederler, fenalıktan alıkoyarlar. Namaz kılar ve Rasulüne itaat ederler. İşte bunları muhakkak surette Allah rahmetiyle bağışlayacaktır. Gerçekten Allah azizdir, hakimdir." (Tevbe: 7)

Bu ayet-i celile hemen bütün müslümanlann beraberce çalışması gerektiğini bildiriyor. Hem de "Kadın cihad etmez" diyenlere cevap oluyor.

"Bütün mü'minler kardeştir" (Hucurat Suresi) Bakın Allah (cc) bizi kardeş ilan ediyor. Sizin bana hakaret etmeniz "kardeşliği" ortadan kaldırmaz. Ancak İslâm'a ve Allah (cc)'a hakaret etmeniz halinde İslâm kardeşliği oto-matikman ortadan kalkar.

"Onun için sen emrolunduğun şekilde beraberinde tövbe edenlerle, dosdoğru hareket et. Aşırı gitmeyin. Çünki Allah yaptıklarınızın hepsini kemaliyle görücüdür." (Hud: 12)

Zalimlerin tarafında olmak ne derece suçtur, ne derece günahtır. Onu da, idrak ederek okursak, şu ayet-i kerimeden anlarız.

"Bir de zalimlere sevgiyi beslemek, yağcılık yapmak, veya yaptıkları işlere rıza göstermek suretiyle meyletmeyin. Sonra size ateş dokunur. Cehennemlik olursunuz. Allah'tan başka yardımcılarınız da yoktur. Sonra azabımdan kurtulamazsınız."

Şu da bir gerçektir ki kardeşim her müslüman dostunu, düşmanını tanımak mecburiyetindedir. Sadece dil He

232

"inandım" demek yetmiyormuş. Bunu ben söylemiyorum. İşte Rabbimizin ayeti: "O insanlar sandılarmı ki (İman ettik) demekle bırakılacaklar da, imtihana çekilmeyecekler." Demek oluyor ki biz insanlar kendi görevimizi yine kendimiz için yapıyoruz. Bu demek değildir ki: Mutlak menfaat. O manada değil. Meselâ cihad ederiz. Fakirin, mazlumun hakkını koruruz. Bunu kendi vazifemiz olduğu için yaparız. Fakat başkası da faydalanır.



"Kim mücadele ederse kendisi için eder. Sevabı onadır". (Ankebut: 6)

Kısaca ben bir mücadele verip hapse girdimse, bunu sadece görevim için yaptım. Allah (cc)'a olan sözümden dolayı yaptım. Bunu yaparken hiç kimsenin bana üzülmesini ve hatta ağlamasını istemedim. Zannediyorum ki bu kadar açıklama yeterlidir. Allah (cc) hepimize gerçekleri görecek gözler nasip etsin...

İSKENDERUNDAN BİR KART

bütün fuhşiyatın mikrop saçtığı, körpe yavruların para için satıldığı dünyamızdan merhaba bacım...

Acımızın ne kadar olduğunu anlatamam. Kahrolsun alçaklar, kahrolsun zulüm..

Ve Rabbim sizden ve sizin gibilerden razı olsun. Esselamü aleyküm..

Hasan ŞEN

Canım biricik ablacağım. Mini mini bir kuş olup hapishanenin demirlerine konarak, seni görmeyi ne kadar isterdim.

Zeynep Gazali hapiste Tağutların zulmü altında yaşam verdi. Sizin zulüm görmediğinize inanmıyorum. Zulüm görmemiş olsaydınız, ne işiniz vardı orada? Adı bile zulüm hapishane, mahpus, zindan,..

Canım ablacığım sen dinin için zindana giderken ben ise teheccüd namazını bile kılamıyorum. Kendimden utanç du-

233

yuyorum. Fakat için rahat olsun ablacağım. Kendimi yenileyeceğim ve yeniden müslüman olacağım. Tamamen inandım ki sizin söylediğiniz gibi "îslâmı yaşamazsak yaşatamayız".



Zindanların sana gül ve gülistanlık olması dileğiyle..

Allah (cc)'m lütfü seninle olsun canım ablacığım.

Biz. düa et ne olur...

Leyfe ÖZKAN

MUŞ

ANTALYADAN



Muhterem Emine bacım,

Duydum ki Medrese-i Yusuf'a taşınmışsın. Giderken bir çantandan başka birşey almamışsın. Bu fiil de gösteriyor ki birgün oradan tekrar yerine taşınacaksın.

Biz bir ölür, bin doğarız... Bir kişi hapse girer bin kişinin kendi hapisliğini anlatırız.

Yaşasın tağuta boyun eğmeyenler ve sen...

Hiç üzülme... Zira senin üzülmen bizleri ziyadesiyle üzer... Karanlıkların ardında mutlak gündüz gizlidir. Sen ve senin gibiler bu gizli gündüzü bize fısıldıyorsunuz.

Gazan mübarek olsun derken, bütün Antalyalıların selamını iletirim.

Kalben seninle olduğumuzu bil bacı... Bize dua et...

Ahmet TANHOVA

BİR KART DAHA

Ölmeyi istediğim anlarda diri olmam gerektiğini senin tutuklanma haberin bana bildirdi.... Ablam.

Yaşamayı lüzumsuz gördüğüm anda, niçin yaşadığımı bana altı yıl bildirdi. Size çok çok teşekkür ederim.

Duanızı beklerim.

Ölü mücahideden selamlar.

Zehra ŞAHİN KONYA

Şu manası derin olan kelimeye bakın "ölü mücahide" imiş. Halbuki ne kadar diri. O kadar diri ki kendini ölü görecek kadar diri.

Zehra kardeşim, sen kendine niçin öyle hakaret etmişsin ki? Sen ölü bir ruhun sahibi olsaydın, benim tutuklanmamın altında yatan manayı çözebilirmiydin.

Benim veya başkasının bu birşey değiştirmez. Önemli olan görünen ve görünmeyen hileleri sezmektir. Bu ise İslâmî bir basireti gerektirir. Demek ki sen bu basirete sahihsin. Nice gafiller vardır ki düşmanı başından aşağı durur ona olmadık hileler yapar da birşeyin farkına varamaz.

Kartın için çok çok teşekkür ederim.

Allah (cc)'ın selamı üzerinize olsun muhterem kardeşim ve mücahide kardeşim.

.........Can kardeşim,

Mübarek gazanı tebrik ederken bir ikazda bulunmadan edemiyeceğim.

Bak canım... Can bacım...

Oralarda İslâm'dan taviz verirsen, inan bana ilk köteği benden yersin.

Seni şehid etseler de sakın ha!

Gözümün nuru bacım. Beni affet.

Böyle yazmamın sebebi, ümid bağladığımız tavizkarlardur

Onların yüzünden ben yara alıyorum. Sende yaralısın.

Beni anlarsın.

Dua'dan unutma.

Ağabeyin Durmuş Kirişli

SAMSUN

Ne kadar içten bir mektup... Okuyunca ruhumda sanki çiçek açtı.



Muhterem abi; size kızmak değil, ancak dua ederim...Bu kadar açıkça ve dostça söylenen söze ne denir? Çok çok teşekkür ederim. Beni bir kardeşiniz kabul ettiğiniz, her keli-

235


menizden belli oluyor. Yalnız: "Ümit bağladıklarımızdan tokat yedik" sözünüze gelince:

Muhterem ağabeyim, her şeyden evvel bana ikazınız Hz.. Ömer (r.a)'ın bir sözünü hatırlattı. Bir sahabe "Ya Ömer! Eğer adaletle hükmetmezsen seni şu kılıçla cezalandırırım" demiş.. Ben de Rabbime ne kadar şükretsem azdır. Hatalarımı söyleyecek din kardeşlerim var. Bu yönden çok memnun olduğumu bütün samimiyetimle söylemek isterim.

İslâmiyet şahıslara muhtaç bir din olmadığından, sizin sitem dolu cümlenize iştirak edemiyeceğim. Her müslüman kendisi için vazife yapar, kendi görevini yapar. Mesela: Bir alim ki büyük bir âlim, onun izinde gidiyorduk. Onun söylediği gibi yaşıyorduk... Sonra o alimi bir gün içki içerken gördük... Şimdi ne yapacağız? O alim Allah (cc)'a asi geldi di-yerekten, bizde mi Allah (cc)'dan vaz geçeceğiz? Sonra o alim olmasaydı biz müslüman olmayacakmıydık? Biz Allah (cc)'ı o alim için mi sevdik? Hayır... Değil mi? O zararı kendisine yapmıştır. Önceleri saygı duyuyorduk. Fakat bozulunca biz de saygımızı bozarız. Ama dinimizden asla gevşeklik ve taviz vermeyiz. Tabii o bilinçte isek... Elhamdülillah bu gün o bilinçte ve her gün çığ gibi büyüyen, taptaze bir İslâm gençliği var... Allah (cc)a sadece Allah için inanan ve yönelen alimlerimiz de var elhamdülillah. Mevlâ onları bizden bizi onlardan ayırmasın.

Velhasıl ağabeyimiz, kartınız beni ziyadesiyle memnun etti. İnşaallah, umduğunuz "Emine" olmaya çalışırım. "Kul kusursuz olmaz". Kusurlarımda, ikaz edici ve affedici olmanızı beklerim... Zira insanlar peygamberler gibi değillerdir. Elbette hatalar yaparlar. Hataya devam etmek hata üstüne hatadır ki bu gaflettir ve günahtır... Sizler oldukça biz daha az hata işleriz.

Kitabımı burada noktalamış oluyorum. Aslında kitabın içinde de bahsettiğim gibi Cezaevinde görmüş olduğum bütün olayları yazmış olsaydım, 6-7 ciltlik kitap meydana gelirdi.

Bu arada birçok kardeşlerim çok değişik sorular sordular. Bunların merakını gidermek için ben de şu an evimde misafir olan kardeşlerime sizleri temsilen merak ettikleri konu-

lan sormalarım istedim. Sıra ile sordular. İlk soru Asiye Era-cun'dan.

—Emine abla hapishaneye girerken neler hissettiniz?

—Şu anda o günkü duygulan anlatmak bir hayli zor. Ama şu kadarını söyleyeyim, o gün o kadar kin ve nefret bürümüştü ki beni; inat için üzülmüyor, inat için en ufak bir endişe hissetmiyordum. Yani kendi iç alemimde dünyaya meydan okur gibiydim. Onlara, siz ne ceza verirseniz verin ben yine Allah'tan başka ilah tanımıyorum dercesine bir haleti ruhiye içerisindeydim.

—Hapishanedekiler sizi nasıl karşıladılar?

—Hapishanede olan mahkumlar, birçoğu kitabta da anlattığım gibi, yadırgadılar. Hırsız zannettiler, falcı zannettiler, birtakım değişik zanlar ve alaylar... Fakat daha sonra durum kısmen açığa çıkınca özür dileyenler oldu. Biz böyle bilmiyorduk diyenler oldu. Seni mürteci, gerici Hu'cu olarak tahmin ettik bundan dolayı özür dileriz diyenler oldu. Tabi hanım hanımcık, toplum kurbanları mahkum arkadaşlarla gayet iyi.anlaştık. Ben onları Sevdim, onlar beni sevdi. Kısacısı dışarda gördüğümüz muamelenin aynına yakınını oradada gördüm. Dışarda da zaman zaman bazılarıyla konuşup anlaşabildiğimiz gibi orada da bazılarıyla zamanla konuşarak dost ve arkadaş olduk.

—İlk geceyi nasıl ve nerede geçirdiniz?

—İlk geceyi malûm Sağmacılar cezaevinde geçirdim. O gece Ayşe Baysal yatağını bana verdi. Kendisi başkasının yanında yattı. Allah'a şükür çok hastalandığım zaman da iyi olduğum zaman da kardeşlerim çok iyi ilgilendiler.

—Hasta olduğunuzu biliyorduk. Hastalığınız sizi ne gibi zor durumlara soktu?

—Ben cezaevine girmeden evvel çok hasta idim. Tansiyonum çok düşüktü. Cerrahpaşa Tıp Fakültesinde tedavi görüyordum. Birçok kardeşlerim cezaevine girdikten sonra hastalandığımı zannediyorlar. Fakat tam tersi dediğim gibi önceden hastalanmıştım ve o esnada tedavi oluyordum. Bu hastalık durumu herkeste olabileceğinden benim bu bakımdan

orada karşılaştığım zorluklar kayda değer değildir. —tik ziyaretçileriniz geldiğinde neler hissettiniz?

—Şu anda pek hatırlayamıyorum. Ama herhalde pek anormal bir durum yoktu. Normal olarak sevinmiştim tabii-ki. İnsanın sevdiklerini karşısında görmesi güzel bir duygu.

—Hapishaneye kaç günde alıştınız?

—Sanırım bir ay gibi bir zamanda.

—Sizin bir inancınız var. Bunun sayesinde ikibuçuk yıl hapishane hayatına dayandınız. Ya inancı olmayanlar ne yapıyorlar?..

—Bu soru biraz garip... İnancımızla ikibuçuk sene dayandık. Peki yirmi olsa ne olur ki? Elbette dayanacağız. Dayanmazsak ya öleceğiz ya mecnun gibi kalacağız. Her iki durumda da biz kârlıyız. Esasında bizim gayemiz şu kadar dayanmak değil, vazife yapmaktır. Ve bu vazifeyi yaparken başımıza geleceklere sabretmektir. İnancı olmayanlar ise oynamakla, mektup yazmakla ve çeşitli malâyani işlerle vaktini geçiriyorlar. Militanlar ise kendi ideolojilerine has kitaplar okumakla meşgul oluyorlar. Ben de Allah'a şükürler olsun kendi inancıma göre vaktimi geçirdim.

—Sizi ölümle veya işkence ile tehdit ettiler mi?

—Evet, bazı polislerden işkence görürsün şeklinde, bazı askerlerden (tabii o zaman sıkı yönetim vardı). Bak şimdi dipçiği kafana indiririm veya bak sana birtane patlatırsam, gibi... Hatta bir tanesi vurdu da... Bu gibi çok küçük, yani işkence denmeyecek şekilde bazı olaylara maruz kaldım. Bunlar tabii işkence sayılmaz. Zira orada çok şiddetli işkence görenleri gördüğüm için benimki hafif kaldı. İşkence gördüm sayılmaz manevi yönden görmedim de sayılmaz.

—Beni öldürürler diye uykusuz kaldığınız oldu mu?

\\—İlk gittiğim on gün baya korku geçirdim. Geceleri hiç Uyumadım. Gündüz uyudum. Çünkü kulağıma bazı söylüyordu. Falan falan kişiler anlaştılar bu gece uyur-\^yeceklermiş... Orada her türlü insan bulunduğun-\^arak insan korku geçiriyor. Aslında bu alanda tekesi aynı yere koymamalıdır.

aldı, yiyebiliyorihuydunuz?

—Çanakkale cezaevinin yemekleri çok güzeldi. Benim orada bulunduğum anlarda. Yalnız şöyle bir haber duydum. Güzel yemekler siyasi mahkumlara gidiyormuş. SağmacUar-da da güzeldi fakat nedense kişi başına az yemek düşüyordu. Hatta bazı sessiz ve de gariban tipler ön sıralara geçemedikleri zaman tası tabağı boş dönüyorlardı. Garibsenecek çok haller var. Meselâ fakir fukara yoğurt tabağında gidiyor yemek almaya alamıyor. Uyanık ve açık gözler alıyor. Benim devremde yemekler bir ara baya kötüleşmişti. Sonra düzeldi. Cezaevinde yemek konulan zaman zaman değişir.

—Hapishaneye girdiğinizde imanınızda ne gibi değişiklikler oldu?

—İmanımda demeyeyim de, fikir yapımda olumlu çok büyük değişiklikler oldu. Fikir yapım derken fikrî azmimin arttığını kastediyorum. Şöyle ki: Cezaevine girmeden evvel bir çalışılmasına inanıyorduysam, içerde iken on misli fazla çalışmamız gerektiğine inandım. Bir de girmeden evvel bir pireyi dev yapardık. Misal: Bir subay veya bir polis gördüğümüz zaman biraz çekinirdim. Şimdi ise onlardan o kadar çekinmeye gerek olmadığını öğrendim. Bu, tıp kişilerin kültür ve karakter yapılarını biraz yakından tetkik etmiş olduk. Bu da onlara bakış açımı değiştirdi. İçki kadm^kız Atatürk ve silahtan başka hiçbir kültürleri yok.

—Yangın durumunda nasıl bir tedbir vardı. Yani nereye ı kaçabilirdiniz?

—İşte bunu sormayın. Birgün gecenin birinde uyumuştum. Birden "İmdaaat... Kurtarın bizi" diye bağırıldığını duydum. Mahkûmlar camları yumruklarıyla aşağı indirmişler. "Yangın vaar, yangın vaaar" diye bağırıyorlar. Tabii çok korktum. Ben koğuşun son bölümünde olduğumdan mahkûmlar benim bulunduğum tarafa doğru gelmeye başladılar. Adeta üstüste istif olmuştuk. Güya yangından kaçıyoruz, öyle bir şey ki yangın çıksa, tüp patlasa kesinlikle kaçacak ve kurtulacak bir imkan yok. Evvelâ üzerimizde bir büyük demir kapı var ki bu kilitli. Onu açıp oradan çıktıktan sonra ikinci büyük bir kapı var hem kilitli hem de arkadan büyük demirlerle sürgülü, sonra üçüncü bir kapı daha var o da büyük anahtarlarla kilitli onu da geçeceksiniz, dördüncü kapı da açılıp beşinci kapıya geliyorsunuz o da kilitli ve bu böylece altıncı

239


ve yedinci, sekizinciden sonra son kapı dokuzuncu kapıdır oradan da sağ sjaliıfi çıkabilirseniz belki yanmaktan kurtulabilirsiniz. Siz bu kapıları açana kadar da zaten olan olur. Hiçbir şekilde başka türlü tedbir de alınmamış. İnanmayan veya merak eden varsa Sağmacılar cezaevi buradadır buyursunlar baksınlar. Sanırım cezaevleriyle ilgilenen merciler kendi kapasiteleri dahilinde bu işe yeterli değiller!

—Yağmurlu ve fırtınalı havalarda neler düşündünüz?

—Çok şeyler düşündüm. Yalnız şu kadarını ifade edeyim, Afganlı kardeşlerim her zaman düşüncelerimde vardı.

—Hapishaneye giren cahil bir müslüman nasıl çıkardı sizce?

—O bilgi ve iradesine bağlı bir şey. Çoğu bozulur çıkar oradaki havaya aldanarak.

—Orada ne yapması lâzım?

—Çok çok kitap okuması lazım. Kendisini yetiştirmesi lâzım. Dirayetli olması lazım. Kaya gibi durması lazım. Çok bilgili de görünmemeye dikkat ederse daha iyi olur.

—Gazetelerden okuyorduk, yemeklerden böcekler çıkıyormuş doğrumu?

—Fare pisliğine falan çok rastladım yemeklerde. Bazı arkadaşlar fare kuyruğu görmüşler hatta yemek yemiyorlardı. Aslında cezaevinin şartlarından bunlar normaldir. Mahkûmda mahkum olmasaymış!.. Hür yaşamasını bilseymiş...

—Hapishaneden hastahaneye gidişiniz nasıl oldu?'

—Onu kitabta geniş bir şekilde anlattım. —Gardiyanlar nasıldı?

—Onlarında sevdiklerim ve sevmediklerim vardı. Yani iyi-\ye kötüler... Bunların bazıları, kadın mahkûmların bazı-verkek mahkûmlara pazarlayan pezolardı...

inçliğin imanını sorularla çaldılar isimli kitabı ya-sc gireceğiniz aklınıza geliyormuydu?

\^ N^emen biliyordum gibi. Aslında bunu bile bi- olmadıını da düşünmüştüm. Ama o kemiğe gelmişti. Devamlı sağdan sola so-

rular geliyordu. Bazı müslümanlar hristiyan oluyordu. Sonra bazı kitaplar da okumuştum ki savcılıkta soruşturulmamış hakkında herhangi bir suçlama yapılmamıştı. Bu tür kitapların cezalandırılmalarına da bozuldum. Yani böyle sapık kitapların cezalandırılmadığı bir yerde benim yazacağım ki-tabtan dolayı ceza alacaksam alayım yazdım. Soru sırası diğer kardeşlerimde:

—Cezaevlerinin amacı suçluyu eğitmek ve bir daha suç işlememesi için gereken yardımı sağlamaktır. Sizce bu amaç mevcut mu?

—Belki ada suçlarda gerçekleştirilebilir. Ama siyasi suçluların çoğunda, bilhassa Şeriatçı olarak cezaevine girip de değişerek çıkacak birini tahmin etmiyorum. Allah'ın izniyle daha çok bilenmiş olarak çıkacaktır. Daha çok mücadele edecektir. Bildiğiniz gibi Yılmaz Yalçıner, Ömer Yorulmaz, Mekki Yassıkaya, Hasan Güneşer, Kemal Parlak, Mustafa Sarı, Mehmet Çoban, Yaşar Kaplan ve diğer müslüman kardeşlerimizde gördüm ki hepsinde daha çok azim ve iradeleri bileylen-miş. Hatta çok enterasandır. Bir olayı anlatayım. Çok sevdiğim bir kardeşim beni ziyarete geldi. Ağlayarak "Ne olursun, benim hapiste otuz yıla mahkum kavgacı fakat temiz kalpli bir kardeşim var, ona bir nasihat mektubu yazda, mahkûmlar onu soymasın, daha tedbirli olsun" dedi. Düşündüm ben ona mektup yazarsam Bünyamin kardeş beni yanlış anlar, derki: "Daha dün cezaevine girdi bana mektup yazıyor." Ablasının ısrarı üzerine ben yine de zoraki bir mektup yazdım. İşte kardeşim sen daha iyi bilirsin ama Cezaevi malûm inşaal-lah daha dikkatli olursun ve saire... Bir mektup yazdım. Bir de baktım ki onbeş gün sonra kendisinden cevab geldi. Cevabında Emine bacı sen daha gireli ne oldu ki hemen bıktın da böyle bir mektup yazıyorsun, Allah'ın izniyle biz inancımıza göre yaşarız ve inancımızdan taviz vermeyiz, dedi. Çok etkilendim. Birçok kardeşlerimizin de cezaevinde müslüman olduğunu duydum. Tabii bu umumi yerlerde değil de, bu bölüm bölüm ayrı olan yerlerde daha çok oluyor. Kısacası hiç bir müslüman cezaevine girdikten sonra inancını yitirmez, ta-ğuta teslim olmaz, hiçbir zaman Allah'tan başka ilah tanımaz. Böyle olduğuna inanıyorum. (Psikolojik bir durum yoksa.) Binde bir de olsalar bazı kişiler değişebilirler tabi.

241


—lekrar cezaevine girerseniz ki bunu istemeyiz, hangi tür mahkumlarla kalmak istersiniz?

—Çingenelerin içinde kalmayı tercih ederim... Gerçekten...

—Sebeb?

—Sebebleri çok uzun. Anlatmak istemiyorum. Fakat onlarla çok iyi anlaştım. Onlar beni sevdi ben onları sevdim. Bir suçları toplumdan itilmiş olmaları. İslâm'a göre Kur'an'ı kabul eden ehli sünnet, ehli kıble olan herkes müslümandır. Çingeneler ki bunlar bir ırktır onları küçük görmüyorum. Ancak bazı kötü işlerini küçük görürüm. Ah bir de şu hırsızlığı bıraksalar. Bana gelirlerdi "bize bir şeyler anlatırmısın" derlerdi. Anlatırdım. (Bazıları müstesna) Kimi ağlardı ve ümitsizce "Biz böyle geldik ve böyle gideriz" derlerdi. Milletimiz İslâm'ı bilmediği için yanlış inanca saplanmış. Neymiş efendim çingene müşlüman olamazmış. Neden? Efendim evvela Yahudi olması lazımmış. Ne alakası var? Yahudi olsun Hıristiyan olsun, Komünist olsun, Çingene olsun İslama göre bunların İslam'a girmeleri kafidir. Fakat bunlar Müslüman olmak istiyorlarsa istedikleri anda müşlüman olabilirler. Aslında çingeneler alçak gönüllü çok iyi insanlar. Fakat eğitilmemiş kendi başlarına terk edilmişler. Ağızlarını küfüre alıştırmışlar, bir de çalma işi olmasa çok iyi insanlar. Cezaevindeki mahkûmların içinde onlardan iki misli şedid küfürler de duydum. Ama bir kere onlarda bu çok yaygın... İlginçtir, çingeneden tele kız denilen fahişe hiç görmedim. Acaib gelen inanç yapıları var. Yinede ben onları seviyorum.

—Bir Müsliimanın cezaevi şartlarında ençok rahatsız olduğu konu nedir?

v \ —Aşırı gürültü ve yerli yersiz sorulardan başka birşey yok. \\ \a şükür namazımızı kılabiliyoruz, tesettürümüz vardı, Sr zorluk yok. Hiç olmasa oradaki müşlüman mahzunun farkında bundan iyi nimet mi olur? Tabi hoş bir müşlüman için.

ki cezaevi bir okuldur. Siz bu düşünceye ka-Sizce her müslümanın bu okul eğitiminden
—Her müslümanın bu eğitimden geçmesi gerekseydi, cezaevine girmek farz olurdu. Her müslümanın buraya girmesi gerekmez ama ben bir müslümana beddua edeceksem, inşa-allah iki ay cezaevine girersin, diyeceğim, çünkü cezaevine girmek birçok konuda müslümanı uyandırıyor. Daha bilinçli oluyor. Adapazarılı bir kardeşimiz, ben cezaevine girene kadar jandarmadan bile korkardım, girdim gözüm açıldı, demişti. Müslümanlann hepsinin oraya girmesini her ne kadar temenni etmiyorsam da, bütün müslümanlann orasını ve oraya girme şartlarını çok iyi bilmeleri.şarttır, farzdır inancındayım. Farzdır, çünkü oraya müşlüman niçin girer? İslami mücadeleden dolayı. Oraya kim atar? Tabiki İslami olmayan devletler atar. Bir müslümanın da laik devleti çok iyi bilmesi lazım. Çünkü bu bilgi ilmi haldir.

—Akrabalarınız ceza almanızı nasıl karşıladılar?

—Akrabalarımın içinde, ilk zamanlar yeni şeriata ilk sarıldığım zamanlarda bana çok karşı çıkanlar olmuş, beni çok aşırı buluyorlardı. İslâm böyle değil, nereden çıkarıyorsun diyenler vardı..Cezaevine düştüğümde amcamlardan, amcao-ğullarından, amca kızlarından, teyze çocuklarından dayı çocuklarından velhasıl sevdiklerimden oldukça çok ilgi bekledim. Fakat bunlardan hiç geleceğini ummadığım teyzemin beyi Ali Osman eniştemin gelişi beni çok duygulandırdı.

Diğer amca çocukları ve diğerleri yeterli değilse de ellerinden geleni yaptılar. En çok bir teyzemin çocukları ilgilendi. Çünkü kafa yapılarımız aynıydı. Daha sonra onların yani uzak kalanların "Kadın haliyle cezaevinde ne işi vardı" dediklerini duydum. Ama şimdi Elhamdülillah yavaş yavaş meseleyi anlamış olacaklar ki, Avrupada bulunan amca çocukları Cemal, Mustafa ve Hasan Şenlikoğlu ve amcamın ilgisini gördüm.

Ağabeylerimden de umduğumun çok üstünü gördüm. Yeğenlerim de en azından benim neden hapis olduğumu anladılar. Onların anlaması bile benim için Allah'ın bir nimeti oldu. Önceleri bana çok kızmış olsalar da meseleyi anladılar. Kayınlarımdan Dr.Muhiddin, Ramazan ve Cem şuurlu idi. İsmail'de köyde yaşamasına rağmen elhamdülillah şuurlan-dı: görümcelerimde öyle.. Ağbim Fazlı Şenlikoğlu ta-

243


gutu böylece tanımış oldu. Her gelişinde ağlıyordu. Ağbile-rimin tağutu tanımaları bile bana yeter.

—İlk girdiğinizde yemek yemekten korktuğunuz oldu-mu, zehir vardır diye?..

—Hayır hiç korkum olmadı. Pardon sonradan aklıma geldi bir defa olmuştu.

—Çamaşırlarınızı yıkayacak yer varmıydı?

—Cezaevinin bir o yönü güzeldir. Çamaşır yıkayacak yeri var. Ne yazık ki su bulunmuyor çoğu kez.

—Sizi en çok sevindiren olay ne oldu?

—Bir çok sevindirici olay oldu tabii.. Bunlardan biri ilkokuldan sonra okumayacağım diye tutturan oğlum Hüseyin'i günlerce yalvararak Rize'deki Resul hocanın kursuna gönderdim. Futbol sahalarından çıkmayan çocuk, öğrense öğrense Kur'an okumasını öğrenir derdim. Cezaevinde iken bir gün bana, müjde dediler Hüseyin Arabça'da kurs birincisi oldu. Tabii çok çok sevindim. Ayrıca annem ve kızım Çiğdem beni mutlu etmeleri için çarşaf giymişlerdi. Kızıma dedim ki, eğer benim için giydinse çıkar, ne zaman Allah için davan için gi-yeceksen o zaman giy. Daha önce bilinçsizce giymesinin cezasını çektiğim için böyle söyledim. On yaşlarında iken on beşgün çarşaf giymek için ağlamıştı. Çok sevindim tabii. Annem kızım İslam için cezaevinde yatsın da ben çarşaf giymi-yeyim mi demiş. İkincisi, mescid açtığımız gündür. O gün çok sevinmiştim. Daha sonra yakınlarımın ve Yılmaz Yalçıner, Ömer Yorulmaz ve Abdullah Büyük gibi mücahid ahilerimizin telgrafları oldu. Bir kaç gün sonra da bana erkekler koğuşundan bir şeriatçı kardeşimiz MİLLİ GAZETE göndermişti, sanki kırk yıllık dostuna kavuşmuş gibi olmuştum. Bir de İsviçreli Hacı Hanife kardeşimizin beni ziyaretine çok sevinmiştim. Daha çok konular var tabii ama herşey bu sahife-lerde anlatılamaz.

—En çok üzüldüğünüz olay?

—Üzüldüğüm olaylar tabii ki çok oldu. Orada gördüğüm haksızlıklar. Masum mahkûmlara yapılanlar. Bir tanesini anlatayım: Fatma Cevad adında Suriyeli bir kadın mahkum vardı. Kocasının kurbanı olarak düşmüştü cezaevine. Bir

244


gün bunu çok feci şekilde dövdüler. Sonrada "O bizi dövdü" diyerek onu Binbaşı Kamil Ertiryakiye şikayet ettiler. Binbaşı da şahitlerin ifadesine göre Fatma Cevad'ı nezarete attırdı. Dayanamadım ve gittim, dedim ki: "Binbaşı sizinle görüşe-bilirmiyim? Maddi hiçbir menfaatim yok. Sadece Allah rızası için, sizinle iki kelime konuşmak istiyorum. O kadının hiçbir suçu günahı yok, o dövmedi, onu dövdüler" dedim. "Ben bir kişiyim benim sözüme inanmayabilirsiniz. Ama hakikat budur" dedim. Kamil Ertiryâki "Emine hanım ben size inanıyorum ve onu Hücreden çıkartıyorum" dedi. Bu benim şahid olduklarımdan sadece biri. Böyle binlercesi oluyor cezaevlerinde. Haksız yere ceza alan Feride Salman Se-vinç'e de çok üzüldüm.

—Bir de müslüman erkekler kadınlardan ayrı kalınca hemen evlenmeyi düşünürler ve evlenirler imajı hakim, siz eşinizden hiç endişe duydunuz mu?

—Hayır en ufak bir endişe duymadım. Çünkü benim eşim benim kafa dengim. Aklı davasında olan bir insan. Hiç bir zaman düşünmedim. Hatta kendim teklif ettiğimde bana dedi ki: "Eğer bir daha bana evlenme teklif edersen, evlen dersen beni sevdiğinden şüphe ederim" diyerek konuyu kapattı. Zaten kendisi evliliğin şakasını bile yapmaz.

—Annenizi, babanızı çıkınca ölmüş bulabilirim düşüncesiyle hiç ağladığınız oldu mu?

—Annemi babamı değil de kendimi düşündüm. Çok hasta olduğum bir gün Allah'tan benim orada canımı almamasını, aksi halde ailemin ve yakınlarımın yaralanacağını, bunun için canımı dışarda almasını istedim. Dua ettim. Bir de orada olan benzeri olaylar vardı. Mesela birisinin bir gün sonra tahliyesi vardı, birgün evvel ziyaretine gelenler o gün öldüğünü öğrendiler... Çok sarsılmıştım...

—İlk sabah nasıl bir duyguya kapıldınız?

—Hatırlamıyorum.

—Hava alabiliyormuydunuz?

—Havalandırma tertibatı vardı. Hava denirse alıyorduk işte. Fakat dışarda köpeklerin kirlettiği havayı almaktan iyi idi. —Sizin hafızlığa başladığınızı duyduk. Doğrumu?

245


—Evet, fız değil hafızlığa çok aşığım. Ama yaş meselesi... İnşaaallah sonra başlayacağım. Cezaevinde böyle bir çalışmaya başlamıştım. Fakat sonra istişare ve istihare neticesi, fıkıh ve akaidle ilgilenerek yazı üzerinde çalışmam daha uygun görüldü ve ben de bıraktım. Bir müddet yazıp çizdikten sonra tekrar başlamayı düşünüyorum. Ömrüm vefa ederse in-şaallah hafız olacağım. Belki kırkımdan belki ellimden sonra olacak. Ama ömrüm olursa niyetim böyle.

1 —Cezaevinde çok sıkıldığınız zaman sıkıntınızı nasıl atı-

yordunuz?

—Çok sıkıldığım oluyordu. Mesela kitab okurken sıkılıyorsam bırakıp yazmaya başlıyordum. Ondan da sıkılıyorsam abdestimi alıp teşbihimi çekiyor, dua ediyordum. Bundan sonra insan bir rahatlama hissediyor. Bazan da arkadaşlarla dertleşiyor ve onların dertlerini dinliyordum. Bazan da gazete okuyarak ve düşünerek dinleniyordum. Düşünmek te ibadetlerden sonra işlerin en güzeli, gelen mektupları okuyor ve cevablandırıyordum. Yani sıkıldığım konuyu değiştiriyordum. Bir de ikinci senemde her ay bir hatim indirmeye başlamıştım. Bu beni çok mutlu ediyordu. Bunu da cezaevindeki kardeşlerimi teşvik maksadıyla söylüyorum.

—Ramazanda teraviyi nasıl kılıyordunuz?

—Allah'a şükür, Sağmacılar'da tansiyon hastalığımdan dolayı biraz zorlanmıştım ama yinede bazen kılıyordum otururak.

—Bu hastalığınızı tedavi ettirmediniz mi? . . ,

—Çıktıktan sonra uğraştık. Şimdi iyiye doğru gidiyorum.

—Rüyanızda kendinizi çıkmış görüp de uyanıp içerde ol-duğunuzuanlayınca ne hissederdiniz?

x \x —Çok enteresandır. Bu tür rüyaları hep başkalarından ^vardım. Ben öyle bir rüya görmedim.

Tekrar içeri girmemeniz için dost ve akrabalarınızdan \\ye tenbihler geliyormu?

x*hassa annemden ve babamdan. Bu da normal-

¦ft*

\*mıan olarak ya İslâm dışı hükümlere bo-\%er zaman hapse girme ihtimalini göze



—Diğer vakit geçirme araçları nelerdi cezaevinde?

—Televizyon vardı. Radyo vardı. İşte haberleri falan dinliyordum. Fakat bunları müslümanca kullanma imkanı yoktu tabi.

—Başörtü için imza toplanma kampanyasında ne yaptınız?

—Kampanyayı duyduğumda istedim ki bir iki günde beş-yüz bin imza birden toplansın. Fakat bu konuda halkımız duyarsız. İmza vermekten bile çekiniyorlar. Bu müslümanın davası olduğuna göre neden çekiniyorlar anlamıyorum. Sonunda ölüm bile olsa buna hizmet edeceksin. Davulun zarını patlatmadan davula vurmasını ve en yüksek sesi çıkarmasını bileceksin. Ben de kendi çapımda içerde bazı mahkûmlardan imza toplamıştım fakat dışarı gönderemeden yakalandım. Neticede bir şey olmadı. Fakat oradaki kardeşlerimizin mücadelesini gazetelerden takibediyorum . Ve "Var olun" diyordum.

—Ramazanda sahur yemeğini nasıl yapıyordunuz?

—Sağolsunlar Dilber ,Hanım ve Feride Salman sahur yemeklerini hazırlıyor ve beni şefkatle kaldırıyorlardı. Allah razı olsun. O zaman gelen mektuplarda da bu konu soruluyordu. Daha sonra Fatma Kalyoncu ve diğer kardeşlerim sonraki ramazanı hazırladılar. Hasta olmadığım zaman ben hazırladım.

—Sabah namazına kalkabiliyormuydunuz?

—Tabiiki evet. Fakat çok problem oluyordu. Yani bazı mahkumlar rahatsız olup küfür bile ediyorlardı. Ama yinede kıldık. Allah'a hamdolsun.

—Size dışardan yardım geldimi?

—Cezaevine girdiğimde birçok yerden alacağımız vardı. Fakat elimizde fazla para yoktu. Birkaç yerden aldık. Hatta bir kardeşimizden borç para aldık fakat adresini kaybettim. Sonra bizim kitaplar rekor satışlar yaptı ve maddi durumumuz düzeldi. Yine de yardım teklifleri devam ediyordu. Bazı gelen paraları geri çevirdim. Daha çok ihtiyacı olanlara gitsin istiyordum. Almanya'danbir kardeşimiz beş milyon gönderip benim kurtulmamı tekfif ediyordu. Ben de ona mek-

247

1

tup yazarak o parayı Afganistan'a göndermesini istedim. O da göndermiş. Çok memnun oldum. Bu arada bizim kitabe-vimiz de çok kitab satışı yapıyordu. Gelirimiz iyi idi. İlk zamanlar müstesna.



—İçerde devamlı okuyup yazmayı mahkûmlar nasıl karşılıyordu?

—Onlar ilk zamanlar benim kafayı üşütüp çıkacağımı zannediyorlardı. Ben yapı olarak çalışkanım. Zaten zamanla onlara durumumu kabul ettirdim. İslâm düşmanlarının çalıştığını bizimde çalışmamız gerektiğini onlara izah ettim. Onlar da alıştılar.

—Cezaevinin müslümana verdiği mesaj nedir?

—Bir müslümanın 163. maddeden içeri girmesi o maddeyle mesajı vermesi.demektir. Bu madde nedir, müslüman nedir? Suçlayan kimdir, suçlanan kimdir? Neden bir müslüman Kur'an'ın emirlerini söylediği zaman suçlanıyor? Bütün bunlar mesajı beraberinde, uyanmayan beyinlere getiriyor. Hatta getirdi de. Bir çok kardeşimiz "Müslümanın cezaevine girmesi gözümüzü açtı" diyerek itirafta bulunmuşlardır.

Evet böylece bazı kardeşlerimizin sormuş olduğu sorulanda cevaplandırmış olduk.

Muhterem okuyucu kardeşlerim, kitabımı hatalarıyla, güzellikleriyle burada bitirmek istiyorum. Allah'ın izniyle ben yazdım bitirdim. Allah izin verirse siz de okuyacaksınız. Allah için müslümanlar için yazılan her satır onlara birşeyler anlatacaktır. Hatta ifade edilemeyen bazı hususları da basiret ve ilim sahibi müslümanlar kendileri kitaba ilave ederek kendilerinin meydana getirdikleri kitabı okumuş olacaklar.

Başka ne yazayım. Belki bir gün gelecek şimdi yazamadıklarımı da yazacağım.

Revire yanımıza getirilen kreş çocuğunun şu sözünü unutmayacağım: "Teyze beni anne gibi öpsene" Annesi cezaevinde olan anaya hasret çocuk... ve çocuklar...

İşte cezaevinin dışındayım... Köpekler dile gelmiş hav-luyorlar. "Hey! İrticacı!.. Yobaz... Öyle düşünme, böyle yazma... Hööt... Dur... Özgürsün ama sen özgür olamazsın.. Meğer dışarısı köpeklerin dolu olduğu yermiş... Evet onun için

248


yalnız içerisi değil: "İŞTE BURASI CEZAEVİ"

O da köpekler hâla havluyorlar... Bu köpeklere "OŞT" diyecek yok mu?

Sizleri cezaevinde Selam dergisi için yaptığım röportajla başbaşa bırakıyor hepinize cihat dolu günler diliyorum muhterem kardeşlerim. ,

\

249



Cezaevinde Gördüğüm Çocuk

Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla...

Elime SELAM dergisi geçti, okudum ve çok beğendim. Gördüm ki bu dergi sadece küçük çocuklar için değil, 6 yaştan 20 hatta daha büyük yaşlarında faydalanacağı bir dergi. Emeği geçenlerden Allah razı olsun.

Bilhassa çocuklarla ilgili, fakat büyüklerin ağlaması gereken bir olayı size anlatacağım. Siz de arkadaşlarınıza anlatın. Çocukken insanlar gerçeği idrak edemiyorlar. Hatta çoğu kez büyükler bile idrak edemiyorlar.

Ciğerimi yakan bir olay fakat bana binlerce kez nefret veren bir olay...

Bir gün cezaevinde hastahaneye gidiyordum. Merdivenlerde onüç yaşlarında bir çocuk gördüm. Mahkûm elbisesi giymiş ellerinde kelepçe vardı. O ana kuzusu çocuğu kelepçeler içinde görünce bir an dünyam karardı. Benden epeyce uzakta duruyordu. "Ne yapsam da yanına yaklaşıp onunla konuşsam" diyordum. Göz yaşlarım akmak üzere idi. Bir çocuk ve kolları kelepçeli... İlk aklıma gelen "Bu çocuğu buralara düşürenler hiç utanmazlar mı?" sorusu oldu. Derken biraz ötede ikinci çocuk dikkatimi çekti. Mahkûm ağabeylerinden sigara istediği belliydi.

Ben o kültür ve toplum kurbanı ana kuzularına bakar-

250


ken, kelepçeli olan yanıma yaklaştı.

—Bana bir zula yaparmısın teyze? dedi.

"Zula" ne demekti anlamadığım için sordum-

— Zula ne demek delikanlı? dedim.

—Sen yenimi geldin., dedi.

—Nereden anladın?

—Zulayı bile bilmiyorsun, ondan anladım dedi.

Yine anlamamıştım.

—Açık açık söyle yavrum zula ne demek?

—Senden para istiyorum, bizi görsen ne olur? dedi.

Öyle bir isteyiştiki adeta usta olmuştu. Cezaevi kültürü ile konuşuyordu.. Sordum:

—Kaç lira istiyorsun? _—Kaç lira verirsen?

—Meselâ beşyüz lira versem olur mu?

—Size yakışır mı beşyüz pepel?

—Senin suçun ne?

—Hırsızlık... dedi.

Dedi ama başını eğerek söyledi. Belli ki utanma duygusu tamamen kaybolmamıştı.

—Neden hırsızlık yaptın canım? Bak temiz aile çocuğuna benziyorsun, senin gibi temiz bir çocuk nasıl hırsızlık yapar? dedim.

Cevap vermedi.

—Hadi anlat bak çok kısa zamanımız var. Söyle niçin bu yaşta hapishaneye düştün? diyerek ısrar ettim.

Daha da uzun ısrarlarım karşısında anlatmaya başladı:

—Bak teyze ben kötü çocuk değilim. Ne olur bana kötü çocuk deme. (Zaten ben öyle bir şey söylememiştim) Cezaevine onbir yaş'nda girdim. Mahallede arkadaşlarım vardı. Hepsi sigara içiyordu. Sinemalara, kötü filmlere gidiyorlardı. Bende özendim. Onlarla Caka satıyordum.

—Caka ne demek?

251


işte.

-Aman teyze sen de hiçbir şey bilmiyorsun. Caka denir

—Eee sonra ne oldu?

—Sonra biz o biçim filmlere alıştık. Babam gece yarısı eve geliyordu. Annem de bana söktüremiyordu. Ben anlamamış gibi tekrar sordum:

—Söktüremiyordum ne demek?

—Annemi dinlemiyordum. Babama söylese babam beni çok dövüyordu. O zamanda evden kaçıyordum. Sigaraya, sinemaya, hele son o kitabları bilirmisin, onlara da çok alıştım. Para yetmeyince önce annemden çalmaya başladım. Annem anlayınca parayı koynunda saklamaya başladı. Sonra babamdan çalmaya başladım. Bizim arkadaşlara da kıyak yapıyordum, para yetmedi. Sonra bakkaldan aşırmaya başladım. Birgün bakkal beni enseledi. "Bir daha yapma" diyerek bana nasihat etti. Dinlemedim. Sonra pazarlarda çalmaya başladım. Tombala oynuyordum. Dersleri astım. Sınıfta kaldım. En sonunda Lunaparkta bir kadının çantasından araklarken, kadın beni yakaladı, polise verdi. Ondan sonra buraya geldim. Annem ziyaretime geldiğinde ağlıyor. Babam gel-miyor. Şimdi devamlı annemi dövüyormuş.

—Peki şimdi pişmanmısın?

—Pişmanım ama ne yazar? Artak mahallemde adım hırsıza çıktı. Gazeteye bile çıktım. Okulumu da bitiremedim.

—Görüyorsun değilmi? Arkadaşlarına aldandın. Hem kendi hayatını mahvettin, hem de annenin. Büyüyünce devamlı kahrolacaksın. Sokak çocuğu olacak doğru dürüst bir baba olamayacaksın. Fakat aklını kullanırsan tertemiz bir genç olursun, yaptıklarından vazgeçersen herşey biter. Herşeye yeniden başlarsın.

—Olurmu ya teyze? Bizden geçmiş artık.

—Bak canım, hapishane sözleri ağzına hiç yakışmıyor. Ne demek bizden iş geçmiş? Senin daha yaşın kaç? Tamamen düzelebilirsin. Önce düzelmeyi kafana koy. Sen düzelmeme-yi kafana koymuşsun, biliyormusun? Kolundaki kelepçeler beni ciğerimden yaktı. Sen bizim evlâdımızsın ve seni cezaevin-

252


de görüyorum. Sana bu işleri yapma diyen arkadaşın yokmu? —Nereden olsun? Onlar benden de beter. —Kaç çocuk mahkûm var içerde? —Ohoooh... Bir sürü. —Hangi suçlardan? —Galiba hepsi de hırsızlık.

—Size ders veren hocalar geliyormü? Ağabeyleriniz size öğüt veriyorlarmı?

—Onlar da mahkum. Onlarda da hırsız çok var. Bize de karışmıyorlar.

—Sen sigara içiyormusun?

—Ohooooh... İçmezmiyim.

—Peki sigara bulamayınca ne yapıyorsun?

—İzmarit topluyorum.

—Peki bu sefalet hoşuna gidiyormu? Sıcak evinde olmak, babandan dayak yesen bile surdaki hayatından daha iyi değilmi Anneni karşedini özlemiyormusun?

Batı kültürünün kurbanı olan çocuk sanki sorumu bek-liyormuş. Hemen gözleri doldu:

—Özlemezmiyim teyze. Babamı bile özledim. Ama artık kâr etmiyor bu üçüncü girişim.

Onunla onbeş dakika konuştuk. Çocuk aklıyla kötü işler yapan çocuklara aldanması onu ve onun gibilerini hapishaneye sürmüştü.

Sorumsuz ana babalar. Sorumsuz eğitim, sorumsuz insanlık bu yavrulara asrın zulüm elbiselerini giydirmiştiler.

Sen ey ümid nesli... Kefere senin kardeşlerini daha küçük yaşta İken baştan çıkarıyor. Sen, Ahmed, Ayşe... Sen Hülya, Hüseyin.... Velhasıl hepiniz ve sen, hiç olmazsa sen bu oyunlara gelme ceylanım. Seni avcılar vururlar. Acımazlar... Sen o tür arkadaşlarına değil uymak, onları öyle durumlarda görürsen ikaz et. Kardeşine yardım et, yalvar, yakar. Büyük suçlar küçükleri işlemekle başlar. Ne olur mücahidim, mücahidem, ismini dahi sormayı unuttuğum bu küçük mahkûmun durumunu unutma. Ve sen ey ana-baba... Önce evla-

253


dına kendin örnek ol.. Sen örnek ol da o bozulursa hiç olmaz "Ben elimden geleni yaptım ama ne yapayım olmadı" diyebil.

—Ve ey yavrularımızın kanına giren kansızlar! O çocuklara kelepçe taktırmakmıdır medeniyetiniz?

Sen ey zalim medeniyet!.. Sen Materyalist, Kapitalist sistem... Sen şirin görünen fakat bir ejderha olan batı uşağı zulüm...

"Alma mazlumun ahım çıkar aheste aheste". Şunu bil ki, sizin medeniyetinizden artık bütün insanlık nefret ediyor. Sizin medeniyetiniz katil, sizin medeniyetiniz vicdansız. Sizin medeniyetiniz günahsız çocukları yuvasından ayırıyor. Sizin medeniyetinizde çocuklar küçük yaşta hırsız ve cinsi sapık oluyor. Az da olsa bu çocuklar sizin medeniyetiniz eseridir.

Sen... Sen ümidle geleceğe örnek olarak yetişmesi beklenen altın çocuk... Sen hiç olmazsa sen kurtul.

—Hiç olmazsa sen "Alın sizin medeniyetinizi, bizimki bize yeter" de..

Ne olur? Kardeşlerin kötülerin kurbanı oldu. Çoğu elimizden gitti ellerin oldu. bari sen bizde kal. Sen ellerin olma. Sen Hz.Ali'nin küçüklüğünde yaptığı yiğitliği örnek al. O, oniki yaşındayken dininden taviz vermiyordu.

Sen bizim ol küçüğüm. Gidenleri kurtaramazsak da seni kurtarmanın sevincini yaşayalım. Onlar için hem ağlayalım, utanalım.. Hem de şiirler yazalım küçüğüm.

Hakkı görmek içindi o küçücük gözlerin O'na yalvarmak için mini mini ellerin Küfür eline attık kanına girdik senin Seni anlayamadık affet bizi çocuğum.

Suçsuzdun günahsızdın, öyle tertemiz doğdun. Alemlerin Rabbine kul olmak istiyordun. Kafire çok benzedin, şimdi onların oldun Seni anlayamadık affet bizi çocuğum.

Namaz kılmak isterdin Rabbimin emri diye Verdik seni Moskofa acımadan hediye Gözyaşı döküyordun kurtarın beni diye Seni anlayamadık affet bizi çocuğum.

ısı


(*) Soruyu böyle uzatmamın sebebi tahsil kavramını karşı tarafın iyice idrak etmesini sağlamaktır.

(*) Bu şiirime tabii tüm mahkum arkadaşlar dahil değildir. Olayın olduğu gece merdiven altında Fatmayı döven kadınların üçüde psikopat olanlardındı. O an onları seyreden mahkûm arkadaşların ses çıkarmaması, ezilen bir insanın karşısında susmalarını hazmedemiyorum. Tabi olayı bütün mahkum arkadaşlar görmedi, görselerdi tabii durum böyle olmazdı.

(*) Muhterem okuyucu kardeşim. Ben dedelerine saygıda kusur etmeyen torun olarak dedemlere sizden birer fatiha rica etmek istiyorum. Sizinkilerde dahil olsun...

(*) Not: Muhterem okuycularım, bazı sebeplerden dolayı bu yazının sadece iki paragrafını koyduğum için özür dilerim.

HAFTALIK GAZETENİZ

C Vahdet


TÜM GAZETE BAYİLERİNDE... Yaym Karata

AHMET KÜÇÜKAĞA RECEP ÖZKAN BEKİR SAĞLAM ...VE BtR ÇOK İMZA...

HÜSNÜ AKTAŞ ABDULLAH BÜYÜK ÖMER KÜÇÜKAĞA ADİL DOĞRU

Mfistümanlann dünya olaylarında gözü, kulağı ve »oluğudur...

Şünyada olup biteninin müslümanca yorumunu okumak istiyorsanız Gazeteniz Vahdet'i mutlaka okuyunuz... Yatışma:

Malta, Boyacıkapısı Sk. No: 7/1 Kat: 2 34240 Fatih - İstanbul Tel: 531 27 22 • Fax: 533 02 37

255

4 4


MEKTUP'' Ayhk dergi

Kadınların kaleminden kadın erkek herkes için. Emine Şenlikoğlu, Ayşegül AktUrk, Şule Yüksel Şenler, Emine kılar(Taştepe) Mevlude Uçar, Sabiha Ünlü, Aysel Zeynep Toz-duman gibi yazarlarımız ve diğerleri her ay sizlere sade ve akıcı bir dille hitap edmekte. Ayrıca telefonla röportaj, vicdan azabı fıkıh, sorun söyleyelim, Araştır bul bil, ashabın örnek hayatı gibi heyecanla okuyacağınız yazılar bunlunmaktadır.

Zamanımızın en büyük silahı basındır. Onun için biz hanımlar bir araya gelerek elimizden geldiği kadar bu silahı kullanmak için yola çıktık, sizlerde bu silahın (derginin) kullanılması (okunması) için elinizden geleni yapmak mecburiyetindesiniz Dergiyi okuyunuz. Okuyunca mutlaka bir kardeşinize okunması için veriniz. Belki bir kimsenin hidayete ermesine vesile olursunuz. Rabbimiz cümlemizi razı ve hoşnut olduğu kullarından eylesin. (Amin)

Abone olmanız için, mektup dergisi Fevzipaşa Cad. Meymenet Sok. No: 10/A Yavuzselim Fatih/İSTANBUL adresine mektup göndermeniz veya 521 83 10—525 27 06 numaralarına telefon etmeniz kafidir. Allanın izni ile derhal abone olacaksı-nızdır.

1. Bize Nasıl Kıydımz(Roman)... Emine Şenlikoğlu (Özkan)

2. Mahkum Duygular(Şiir) Emine Şenlikoğlu (Özkan)

3. Burası Cezaevi.........Emine Şenlikoğlu (Özkan)

4. İslam'da Erkek........Emine Şenlikoğlu (Özkan)

5. Çocuğumuzu Nasıl eğitelim.... Bakiye Marangoz

6. Ne Dediler (Röportajlar) Bakiye Marangoz/Aysel Zeynep Tozduman.

BURASI CEZAEVİ

Ben küçükken, birgün peşime köpekler düşmüştü, köpeklerden kaçarken ayağım kaydı, düştüm. Bana dediler ki: "Merak etme büyüyünce unutursun." Büyüdüm ama yine unutamadım. Çünki, köpekler hâla peşimdeler.

• Kızım! Vaktiyle biz davamıza sahip olsaydık, şimdi sen cezaevinde olmayacaktın.

• Benim suçum yok abla. Şunlar, senin kafana vurmamı söylediler.

• Biz nasıl evleneceğiz?

• Abla anlatsana dincilik nasıl birşey?

• Siz, çarşaflı hanım! Suçunuz hırsızlık mı?

• Kızım, neden yaptın bunu, dünyayı sen mi müslüman yapacaksın?

• Ayy... Sen fala bakarken mi tutuklandın? Ammada çok para kazanmışsındır ha!... Ne olur bana da büyü yapsana, sevgilim bana aşık olsun.

• Yooo... Sen fala bakarken değil, huculuk yaparken yakalanmışsındır.

• Aman sen de ne biçim yazarsın. Savcıların gâvuru olur mu hiç? Onlar Türk... Sen de gâvurla Türk'ü ayırt edemiyorsun, amma da cahilsin ha...

• Emine Teyze! Ne olur, beni anne gibi öpsene!

• ... Gelen yemekleri köpeklere mi yapmışlar anlamadım.

• Ben olmuşum ekonomi.



• Cumhurbaşkanı sizi hiç sevmiyor. O da olmasa siz İRTİCACILAR baş olmazsınız. Sizin hakkınızdan o geliyor.
Yüklə 0,8 Mb.

Dostları ilə paylaş:




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin