EndüLÜs gezi notlari cebel-i Târık ve Boğazı



Yüklə 51,94 Kb.
tarix18.01.2018
ölçüsü51,94 Kb.
#39068

ENDÜLÜS GEZİ NOTLARI 
Cebel-i Târık ve Boğazı   (8 Aralık 2011)


Yard. Doç. Fatih ERKOÇOĞLU

e:\islamtarihcileri\02.10.2012\resim\hbr_icn1.jpgİslâm Tarihçileri Derneği'nin yeni organizasyonu bu sefer Endülüs'e oldu. 7 Aralık 2011 tarihinde İstanbul'dan kalkan uçağımız, takriben 5 saat sonra Endülüs eyaletinin merkezi olan Sevilla'ya (İşbiliyye) indi. Yolculuğumuz genel itibariyle rahat geçmişti. Havalimanında uzun kuyruk sonrasında bizi alan otobüslerle, kalacağımız yerin yolunu tuttuk. Takriben 200 km. lik bir yol sonrasında Marbella'ya bağlı Benalmedina'daki Akdeniz sahilinde ve kıyıya oldukça yakın bir mesafede bulunan Vistamar Oteli'ne ulaştık. Ben Ankara'dan akşam otobüse binmiş ve sabah Esenler Otogarına gelmiştim. Toplanma vaktine kadar da başta Küçük Ayasofya Camii, Sokollu Mehmet Paşa Camii ve Külliyesi ile Özbekler Tekkesi'ni ziyaret etmiş, özellikle tekkede daha önce yine Endülüs tarihi uzmanı Prof. Dr. Mehmet Özdemir hocamızın rehberliğinde Endülüs gezisine katılanların çektikleri fotoğraflardan oluşan sergiyi  gezmiştim. Bu sergi benim için güzel bir tevafuk olmuştu. Zira öğleden sonra yine hocamızın rehberliğinde ülkemizin birbirinden değerli tarih hocalarıyla, Endülüs'e tertip edilen geziye katılıyordum. İçim içime sığmıyordu. Diğer taraftan ise dört saatten fazla sürecek olan uçak yolculuğunun da endişesini taşıyordum.


e:\islamtarihcileri\02.10.2012\resim\hbr_icn1.jpgAnkara'dan altı saatlik otobüs yolculuğu, birkaç saat süren kısa Sultan Ahmet turu ve ardından uzun ve endişe veren bir uçak yolculuğu sonrasında Benalmedina'ya iki saatlik bir otobüs yolculuğu ile ulaşmıştık. Gece 12 gibi otelimize geldiğimizden etrafımızdaki güzelliğin farkına varamamıştık. Otelde aslında yenilmemesi gereken bir yemek sonrasında ancak istirahat için odalarımıza çekilebilmiştik. Oda arkadaşım Doç. Dr. Mehmet Azimli Hocam'dı. Erzurum'da hocamla birlikte fotoğraflar eşliğinde Hicaz İzlenimleri'nin sunuşu yapmamızdan dolayı bazı hocalarımız "isabet olmuş, artık biri yazar diğeri de fotoğraflar ve bir sunum daha hazırlarlar" diyerek aynı odayı paylaşmamız hususunun isabetli bir karar olduğunu ifade etmişlerdi.  

.

e:\islamtarihcileri\02.10.2012\resim\hbr_icn1.jpgGezimizin ilk gününde Marbella'dan yola çıkarak Tarif'e doğru yol boyu takriben 100 küsur km. gidildi. Bizim grubumuz için iki otobüs tahsis edilmişti. Otobüsün arka kapısına yakın bir koltukta manevra alanım oldukça geniş olarak sağlı sollu Endülüs kıyıları ve coğrafyasını fotoğraflıyordum. Talihsizliğimiz otobüsün camlarında koyu bir şeridin varlığı, hareket halindeyken güzel fotoğraf çekmemize imkan vermiyordu. Fakat yine de coğrafyanın tespiti için çekimler yapmaya çalışıyordum. Yeri gelmişken belirteyim İspanya sahillerinden yolculuk ederken, ülkenin yollarının da gayet muntazam ve güzel olduğunu da burada ifade etmeden geçemeyeceğim. Bu arada çok değerli rehberimiz Mehmet Özdemir hocam mikrofonu eline alarak ve Endülüs Fethi'nden başlayarak, Endülüs'e ilk çıkan müfrezenin komutanı Tarifa b. Mâlik ve Târık b. Ziyâd gibi adları günümüze kadar gelebilmiş önemli şahsiyetlerden bahisle Endülüs'te İslâm hakimiyeti konuları hakkında bizleri bilgilendirmeye başladı.



e:\islamtarihcileri\02.10.2012\resim\hbr_icn1.jpgİlk durağımız Cebel-i Târık oldu. Sahil boyunca düz giden coğrafya birden irtifa kazanmakta ve ilginç bir yükseklik oluşturmaktaydı. Sahilde özel ve genel fotoğraflar çektirirken deniz kıyısından dağın eteklerine doğru hızla gelen ve inmek için oldukça alçalmış bir yolcu uçağı objektiflerimize yakalandı. O vakte kadar orada bir havalimanı olduğunu fark edememiştik. 
Otelimizden çıktığımızdan beri sahil boyunca fenerler ve tepelere doğru çıkarken yer yer kaleler göze çarpıyordu. Cebel-i Târık eteklerinde de müstahkem bir bina bize göz kırpıyordu. Sahili boydan boya geçtik. Sahile yakın çok sayıda gemi burada demirlemiş,  kıyı boyunca ayrıca marinalar bulunuyordu. Müslümanların ilk hakim oldukları bölge olan el-Cezîretü'l-Hadrâ (Algaziros)'dan geçerek Endülüs'e Tarif b. Mâlik'in müfrezesinin çıktığı ve bugün yine onun adı ile anılan Tarifa'ya doğru yöneldik. Tarifa'ya doğru gidilirken artık yolumuz yükselmeye başlamıştı. Bakacak anlamındaki el-Mirador denilen yerde durduk. Cebel-i Târık Boğazı'nın en dar kısmını (takriben 10 km) ve Mağrib topraklarını artık rahatlıkla görebiliyorduk. Burada özel ve genel fotoğraflar sonrasında bakacakta bulunan küçük dükkanda çay, kahve ve alış veriş molası verildi.

e:\islamtarihcileri\02.10.2012\resim\hbr_icn1.jpgel-Mirador sonrasında otobüsümüz geldiğimiz güzergahı yeniden kat ederek Marbella'ya doğru yol aldı. Marbella'da Suud Kraliyet ailesinden Selmân b. Abdülaziz tarafından yaptırılan camide namazlarımızı eda ettik. Minareli hoş camiinin bir de kütüphanesi vardı. Bu durum bizi ziyadesiyle memnun etmişti. Namaz sonrasından Marbella'da bir saate yakın bir konaklama daha yapıldı. Turistik yerde sahil boyunca Ankara İlahiyat'tan Prof. Dr. Hasan Onat hocam ve eşi ile Azimli hocam birlikte sahil boyunca deniz fenerinin olduğu kısma kadar yürüdük. Marina özel yatlarla doluydu ve arkadaki dumanlı dağların oluşturduğu silüetle deniz manzarası görülmeğe ve fotoğraflanmağa değerdi. Ki biz de öyle yaptık. Kısa bir yürüyüş sonrasında sahilde girdiğimiz küçük ve hoş kafede, Hasan Onat hocamın ikramını afiyetle yedik.

e:\islamtarihcileri\02.10.2012\resim\hbr_icn1.jpgAkşam yemeği otelimizdeydi. Açık büfe olarak ve helal olarak hazırlanmış yemekler gayet güzeldi. Yemek sonrasında gece önce cadde boyunca ardından da sahile geçilmek suretiyle birkaç kilometreyi bulan bir yürüyüş iyi gelmişti. Bu arada sahildeki camiyi andıran kültür merkezi yanındaki kendisi de Benalmedinalı olan Arap alimi İbnü'l-Baytar'ın heykeli, bölgedeki Müslüman varlığının ilk örneklerini bize göstermeye başlamıştı. Bu arada Arapça hocalarımızın bu kelimenin İbnü'l-Medine'den (Şehirli çocuğu-şehirli) bozulma olabileceği ifadelerini de burada eklemek isterim.

e:\islamtarihcileri\02.10.2012\resim\hbr_icn1.jpgGırnata (9 Aralık 2011)
Gezimizin ikinci gününde sabah erken kalkıp, kahvaltı sonrasında Gırnata yolunu tutmuştuk. Önce sahildeki Malaka şehrini gördük. Onu sağımızda bırakarak Endülüs'ün içlerine doğru yöneldik. Bu arada Mehmet Özdemir hocam, bir önceki gün olduğu gibi mikrofonu yeniden eline alarak, özellikle Gırnata hakkında bizi bilgilendirdi.
Bir buçuk saatlik bir yolculuktan sonra tarihte Nasrîler (Benî Ahmer) Devleti'nin başkentliğini yapmış olan Gırnata'ya (Granada) gelmiştik. Saat 12'de el-Hamra Sarayı'na girileceğinden, önümüzde bir saate yakın bir boşluk vardı. Bunun serbest vakit olarak değerlendirilmesine karar verilerek, günümüz Gırnata'sının şehir merkezinin görülmesi için otobüslerden inildi. Fırsattan istifade birkaç hediyelik eşya ile Gırnata kartpostalları ancak alabildim. Ana cadde ve daha sonra ara sokaklarda biraz turladım ve hızla, hiç vakit kaybetmeden buluşma yerindeki köprüye gittim.

e:\islamtarihcileri\02.10.2012\resim\hbr_icn1.jpgSarayın yapımından kullanılan kil harcın kızıla çalan renginden dolayı "kızıl" anlamına gelen el-Hamra (Sarayı), zamanında Sierra Nevada dağı eteklerine peyderpey inşa edilmiş bir külliyedir. Burada sarayın inşa sürecini detaylı bir şekilde anlatmaya imkanımız olmadığından sadece National Geographic'in hazırlamış olduğu önemli belgeselden faydalanabileceğini hatırlatmakla iktifa etmek isterim. Saray, günümüze kadar gelebilen eski İslâm saraylarından olup, bir taraftan Endülüs'te kurulan küçük bir devletin gücünü sembolize ederken, diğer taraftan daha güçlü olan İslâm devletlerinin günümüze kadar ulaşamayan sarayları hakkında genel bir fikir vermektedir. 
el-Hamra'nın yazlık saraylar tarafında yer alan girişi için tepeye tırmanmamız gerekiyordu. Otobüsümüzden indiğimizde mahalli rehberlerimiz biletlerimizi almış oldukları halde bizleri bekliyorlardı. Burada üç ayrı gruba ayrıldık. Ben, Mehmet Özdemir hocamın grubuna düştüm. Dağıtılan kulaklıklar vasıtasıyla hocamızın saray hakkında bize vereceği malumatı rahatlıkla dinleyebilecektik. Girişteki saray kompleksi haritası üzerinde ilk bilgiler takdim edildi ve ardından gruplar halinde, modern tiyarto yanından, bahçelerin içerisinde II. Muhammed döneminde inşa edilen Cennetü'l-Arif (Generalife) denilen ve yazlık sarayla da aynı adı taşıyan İslâm bahçe mimarisinin en güzel örneklerinden sayılan bahçeye yöneldik. Uzun dikdörtgen bir avlunun etrafına sıralanmış binalardan oluşan bu sarayın, avlunun iki başına rastlayan kısımları çift katlı olup, üst katlarının çevrenin seyredilmesine uygun olduğu görülmektedir.
Daha önce burası ile ilgili görmüş olduğumuz fotoğraf kareleri şimdi yerli yerine oturuyordu. Sayımızın kalabalık oluşu -ki çok sayıda turist grubu da vardı- gidiş güzergâhımızda bazı yerlerde tek sıra oluşturulmasına neden oluyordu ve bu esnada bir taraftan en uygun yerden en güzel kareleri yakalamaya, diğer taraftan da grubunuzdan ayrı düşmemeye ve daha da önemlisi Mehmet Özdemir hocamın engin bilgisinden mahrum kalmamaya çalışıyorduk. 
Yazlık saraylar ve bahçelerden sonra sarayda görevli memur ve askerlerin aileleri ve onların ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik tesis edilmiş olan Medina'ya geçtik. Yazlık saraylar ile Medina arasında hendek vardı ve burası çepeçevre surla kuşatılmış idi. Eski yerleşimin kalıntılarının içinden surlara yakın bir yoldan asıl sarayların olduğu kısma yöneldik. Bu arada İspanyolların inşa ettikleri San Fransisko Manastırı'na girmeksizin önünden ilerleyerek bugün turistik eşyaların satıldığı mekan olarak kullanılan Cami Hamamı'nın yanından geçtik. Tabî artık cami, yoktu. Zannımca orada bulunan St. Mariya Kilisesi caminin yerine dikilmiş olmalıydı. Bizim fazla vaktimiz yoktu yine İspanyolların yaptıkları V. Karlos Sarayı'nın arkasından, Machuca Avlusundan, el-Hamra'ya asıl şöhretini kazandıran saray bölümüne girdik. Burası sarayın eski bölümlerinden olan ve uzun bir dikdörtgen şeklinde olup ortasında aynı biçimde bir havuzun yer aldığı Mersinağaçlı Avlu (Havuzlu Avlu) ve Aslanlar Avlusunun etrafında toplanan yapılardan oluşuyordu. Havuzlu avludan bir revak aracılığıyla Elçiler Salonu'na girişi temin eden, uzun dikdörtgen bir şekilde ve petekli ve mukarnaslı süslemelere sahip sedir ağacından bir kubbe ile örtülü olan İnayet Holü'ne geçildi.  Elçiler Salonu adıyla bilinen taht salonu, dışarıdan bakıldığında yüksek bir kule izlenimi (Comares Kulesi) veren ve 18 metre yüksekliğinde sedir ağacından yapılmış olan bir kubbe ile örtülüydü. Bu ahşap kubbenin Mülk süresinde geçen "yedi kat sema" ibaresinden ilham alındığı ifade edilmektedir. Salonun iki yan duvarında Endülüslü şair İbn Zemrek'in kasideleri ile  hemen her yerinde "Ve lâ ğâlibe illa'llâh" ibareleri dikkati çekiyordu.

e:\islamtarihcileri\02.10.2012\resim\hbr_icn1.jpgİnayet Holü ile sarayın kuzeydoğusunda yer alan kulede bulunan kraliçenin giyim odası arasında yer alan galeriden ilerleyerek -ki bu arada el-Beyyâzîn Mahallesi kendisini bütün güzelliği ile gösteriyordu- solumuzda Draza bahçesini sağımızda ise saray hamamının kubbelerini bırakarak, İki Kız Kardeş Salonu'na, oradan da muhtemelen musikî fasılları için kullanılan Benî Serrâc Divanhanesi'ne ulaşıldı. Petek biçimindeki mukarnaslı tezyinatla kaplı kubbenin ihtişamı,  kubbe eteğindeki 16 küçük pencereden giren ışıklarla görülebiliyordu. Buradan el-Hamra Sarayı'nın en önemli yerlerinden birisi olan Aslanlı Avluya geçtik. Ne var ki bizleri burada kötü bir sürpriz bekliyordu. Avluda restorasyon çalışması vardı ve başta avluya ismini veren aslanları göremediğimiz gibi avlunun doğusundaki ilk on Nasrî sultanına ait olduğu kabul edilen resimlerin bulunduğu Krallar Salonu'na giremedik. Sadece avlunun batı kısmından, brandalarla kaplı avluda birkaç fotoğraf çekmekle yetindik. Buradan çıkarak tekrar V. Karlos Sarayı'nın yanına ulaştık. Oradan Şarap Kapısı'ndan girerek, sarayın en eski bölümlerinden birisi olan al-Casaba'yı geçtik ve Torre de la Vela denilen gözetleme kulesine çıkmadan önce, el-Beyyâzîn Mahallesini gören burçtan grubumuzun genel fotoğraflarını almayı ihmal etmedik. el-Hamra gezimizin son durağı sayılabilecek ve modern Gıranada'ya oldukça hakim bir pozisyonda inşa edilen bu burçtan bugünkü Gırnata, el-Beyyâzîn Mahallesi, Sierra Nevada dağları, el-Hamra'nın yazlık saray ve bahçeleri, al-Casaba ile surları rahatlıkla görebiliyorduk. Burçtaki çan, buraya yerleştirilen haç ve İspanya bayrakları insanın kanına dokunuyordu. Hele hele modern Gırnata'nın kalbinde, devasa bir yapı yığını olarak görülen katedralin bir zamanlar şehrin Ulu Camisi olduğunu düşününce benim olduğu kadar gezimize katılanların morallerini bozduğunu ve üzüntüye gark ettiğini fark edebiliyordum.
al-Casaba'nın ve Granada'nın genel fotoğraflarını çektikten, yolda uygun fiyata Gırnata ve Endülüs rehber kitapları da aldıktan sonra Adalet Kapısı'ndan geçerek ve saray kompleksinin güney surları boyunca yürüyerek, bizi bekleyen otobüslerimizin yanına vardık.    
1493 yılında Gırnata Müslüman hakimiyetinden çıktıktan sonra galipler, el-Hamra Sarayı'na kendi damgalarını vurabilmek için sarayın bir kısmını yıktırdıkları yere oldukça kaba ve hantal görünümlü V. Karlos Sarayı'nı yapmışlardı. Müteakiben çıktığımız, el-Hamra Sarayı'nın hemen karşısında yer alan el-Beyyazîn mahallesinin üstünde Arapların yapmış oldukları caminin önünden bakıldığında bu kaba ve ucube yapının o güzelim panoramik el-Hamra silüetini mahvettiği belirgin bir şekilde görülüyordu. 
Caminin arkasındaki kilisenin hemen önünde kaidesiyle bir haçın bulunduğu meydan bir mesire yeri gibi idi. Buradan bakıldığında panoramik el-Hamra manzarası daha muhteşemdi ve burasının da turistlerin ilgisini yoğunlukla çektiği anlaşılıyordu. Çok sayıda turist gün batımına doğru bu muhteşem manzaranın tadını çıkarıyorlar ve o anı ölümsüzleştirebilmek için fotoğraf ve kamera çekimleri yapıyorlardı.
Küçük meydanda yere açılmış sergilerde turistik bir kısım eşyalar satışa sunulmuştu. Meydandaki haçın kaidesine oturmuş olan ellerinde gitarlarıyla küçük bir grup, hoş bir flamenko dinletisine başladılar. Süpriz arkadan geldi. Sergi açanlardan olduğunu sandığım genç bir bayan, hareketli ve hoş bu musikiye eşlik etti. O an hatırıma -ki seyahatimize başladığımızdan beri mırıldandığım ve aklımdan çıkmayan- Yahya Kemal'in "Endülüs'te Raks" isimli şiiri geldi. 

"Zil, şal ve gül, bu bahçede raksın bütün hızı...
Şevk akşamında Endülüs üç def'a kırmızı...
Aşkın sihirli şarkısı yüzlerce dildedir, 
İspanya neşesiyle bu akşam bu zildedir.
Yelpaze çevrilir gibi birden dönüşleri,
İşveyle devriliş, saçılış örtünüşleri...
Her rengi istemez gözümüz şimdi aldadır;
İspanya dalga dalga bu akşam bu şaldadır.
Alnında halka halkadır aşüfte kakülü, 
Göğsünde yosma Gırnata'nın en güzel gülü...
Altın kadeh her elde güneş her gönüldedir;
İspanya varlığıyla bu akşam bu güldedir.
Raks ortasında bir durup oynar, yürür gibi;
Bir baş çevirmesiyle bakar öldürür gibi...
Gül tenli, kor dudaklı, kömür gözlü sürmeli...
Şeytan diyor ki sarmalı, yüz kerre öpmeli...
Gözler kamaştıran şala, meftûn eden güle,
Her kalbi dolduran zile, her sîneden "Ole!"

Şaire ilham, böylesi bir mekandan daha farklı, daha otantik ve güzel bir ortamda gelmiş olmalıydı. Buna rağmen anlık bir kararla meydana çıktığını düşündüğüm güzel ve alımlı bu bayanın profesyonellere taş çıkartırcasına icra etmiş olduğu raksı, hoş bir Gırnata akşamında, beni olduğu kadar, meydanda bu güzelliği izleyen diğer ziyaretçileri de büyülediğine inanıyorum.           




e:\islamtarihcileri\02.10.2012\resim\hbr_icn1.jpgKurtuba, Medinetü'z-Zehrâ (10 Aralık 2012)
Endülüs gezimizin üçüncü gününde kaldığımız yere iki, iki buçuk saat uzaklıktaki Kurtuba'ya gidildi. Kurtuba malum olduğu üzere Endülüs Emevî Devleti'nin başkenti idi. III. Abdurrahman'ın yönetiminde ülkenin siyasî bütünlüğü ve asayişin sağlanmasına paralel olarak, Hıristiyan İspanyol Krallıkları ve Müslüman Fatımîler karşısında kazanılan başarılarla, X. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Endülüs, bölgenin en güçlü devleti olmuş, başkent Kurtuba ise Avrupa ve Akdeniz havzasının diplomatik merkezi haline gelmiştir. Kurtuba döneminin en büyük ve modern kentlerinden biri olarak Avrupa'daki ilk üniversiteye ve ilk şehir aydınlatmasına sahipti. Ne var ki 1085 yılında Kurtuba ve İşbiliyye'den sonra Endülüs'ün üçüncü büyük şehri olan Tuleytula'nın (Toledo) düşüsü, Kurtuba için sonun başlangıcı oldu. Kısa süreli Murabıt (1091-1147) ve Muvahhid (1146-1248) hakimiyetlerinde, bir müddet daha bölgedeki İslâm varlığı korunmaya çalışmışsa da Kastilya ve Aragon Krallıklarının 1236'dan başlayarak 1250 yılına kadar sürdürdükleri istila hareketinde başkent Kurtuba başta olmak üzere İşbiliyye, Ceyan, Arcûne, Şilb, Şenterin, Ğarb, Denia ve Şatıbe gibi diğer önemli şehirler Müslüman hakimiyetinden çıkmıştı. 
Kitaplarda okuduğumuz Endülüs tarihine dair bu bilgileri, bir de kendi coğrafyasında hocalarımızdan yeniden dinlerken, düşüncelerimizde bu ifadelerin neden olduğu hüzünle ve hafif bulutlu serin bir havada Kurtuba'ya girmiştik. Guada'l-Guivir (Vadi'l-Kebîr)'in yanında park eden otobüsümüzden indik. Burada Mehmet Özdemir hocamla, Kurtuba haritası eşliğinde şehre genel bir bakış attıktan sonra Torre de la Calahorra denilen burcun (halen Museo Vivo de Al-Andalus' adıyla müze olarak kullanılmaktadır)'un yanından açılan yoldan Roma köprüsü üzerinden Kurtuba Camii'nin bulunduğu eski Eski Kurtuba'ya doğru yürümeye başladık. Bir ara yıllar önce dostum Fazlı Arslan'la birlikte yazmış olduğumuz "Endülüs'ün Sanat Güneşi Ziryâb" makalesinde Ziryâb'ın, iktidarda bulunduğu yıllara "düğün günleri" denilen, sanata ve sanatçıya önem veren II. Abdurrahman'ın (822-852) davetlisi olarak Kurtuba'ya gelişi ve bu önemli sanatçının karşılanması için de onun muhtelif görevliler tahsis ettiği hususu aklıma geldi. Artık Ziryâb'ın şehre bizim üzerinden geçtiğimiz köprüden girip girmediğini  bilmiyoruz. 
Nehrin mansab kısmında bulunan metruk ve yıkık yapılar dikkatimizi çekmişti. Müteakiben bu yapıların Suriye'deki özellikle Hama bulunan nevairlerden (su değirmeni) olduğu ifade edildi. Sütunlu ve sonradan inşa edildiği anlaşılan kapıdan şehre girdik. Batı tarafından giden grubumuzu, fotoğraf çekimi nedeniyle ancak arkadan takip edebiliyordum. La Mezquita olarak bilinen Kurtuba Ulu Camii'nin güney batısındaki istinat duvarları, İspanyollar tarafından kemere dönüştürülmüş olduğu, yapının diğer tarafı görülünce anlaşıldı. 
Kurtuba Ulu Camii, Endülüs mimarisinin günümüze kadar gelebilmiş en nadide eserlerinden olup, temeli I. Abdurrahman tarafından 786 yılında atılmış, II. Abdurrahman, III. Abdurrahman ve II. Hakem dönemlerinde peyderpey genişletilerek şimdiki halini almıştır. Caminin avlusunda mahalli rehberlerimizin bize dağıttıkları giriş biletleri ile içeride kesinlikle namaz kılınmayacağına dair tembihatlarımızı almıştık. Avludaki minare 1236 yılındaki işgal ile birlikte çan kulesine dönüştürülmüştü. Yine de avlu, klasik cuma camilerindeki gibiydi. İşgale rağmen çok belirgin müdahaleler yapılmamıştı. İçeride hemen girişte sanat tarihi profesörü. Hakkı Önkal ve Mehmet Özdemir hocalarımın bilgilendirmeleri sonrasında camii gezmeye koyulduk. Camii daha önce, sadece fotoğraflarında gördüğümüzden daha güzeldi, hepimizi büyüledi. Yapının tavanı, sıcak yaz aylarında serinliği temin edebilmek ve kapılardan gelecek olan ışığın, caminin içerisine kadar girebilmesi için sütunların üzerine yerleştirilen çifte at nalı kemerlerle yüksek tutulmuştu. Bu durum size hoş bir hurma bahçesinde olduğunuz hissini veriyordu. Caminin içerisine işgal sonrasında 1258 ve 1260 yıllarında iki şapel yapılmış, müteakiben XVI. yy. başlarında ise V. Karlos zamanında yapının tam ortasına, hançer saplamış gibi devasa bir katedral diktirilmiştir. Bu katedralin ağır süslemeleri ve canlı renkleri, taş ve ahşap işlemelerdeki insan figürleri ile İslâmî desenlerin basit gibi görünen, fakat oldukça detaylı ve zengin motifleri birbiriyle oldukça büyük bir zıtlık oluşturmaktaydı.
Kanaatimce mihrap ve mihrap üstü kubbesi Kurtuba Ulu Camii'nin en dikkat çekici kısmı idi. Cami duvarları Müslümanları aşağılayan ikonlarla doldurulmuştu. Merkezdeki katedral ziyaretçi ve dualarını eden Hıristiyanlarla doluydu. Ne var ki bizler duamızı edemiyorduk. Cami içinde kısa süren gezi sonrasında bir taraftan muhteşem bir eseri görmüş olmanın mutluluğu, diğer taraftan ise bu eserin, içler acısı halinden duymuş olduğumuz derin üzüntü ile dışarı çıktık. Fazla vaktimiz yoktu, kısa bir yürüyüş sonrasında caminin kuzey batısındaki işkence müzesine girildi. Birçok Avrupa ülkesinde de olduğu gibi turistik kaygılarla kurulduğu anlaşılan bu müzeyi gezerken, öldürdükleri Müslümanların kanları henüz kurumadan İspanyolların, yeni kıtanın keşfi sonrasında burada yapmış oldukları katliamlar hatırıma geldi. Endülüs mirasını görmek bir tarafa, bizler onların bu bakir kıtadan elde ettikleri büyük servetlerle, kan ve göz yaşı üzerine inşa ettikleri şehirlerde dolaşıyorduk. İşin ilginç yanı ise bir zamanların katilleri ve zalimlerinin, bugün insan haklarının savunulmasında ön planda bulunuyor olmaları idi ve birkaç tane savaş zayiatını büyüterek, masum dedelerimizi suçlu göstermek için el birliğiyle büyük gayretler sarf ediyorlardı.     
Fazla sayıda fotoğraf çekiyor olmam, geride kalmama neden oluyordu. Bundan dolayı da grubumu kaybettim ve müteakiben benim gibi müzeleri oldukça detaylı gezen Doç Dr. Metin Yılmaz hocamgilin grubuna katıldım. Caminin arkasından dar sokaklardan gezerek, şehrin surlarının dışında çıktık, sur dışındaki kanal boyunca yürüdük. Kısa bir zaman sonra İbn Rüşd, bütün heybeti ile kendisini bize gösterdi. Oradan da Yahudi mahallesine geçtik. Ortaçağlarda güvenlik için sur içerisinde olmak önemliydi. Bu durum tabi olarak dar bir alanda yerleşmeyi beraberinde getiriyordu. Sokaklar alabildiğine dar, binalar ise daha yüksek yapılıyordu. Bu durum Kurtuba için ayrıca sıcak yaz aylarında daha serin bir ortam sağlıyordu. Yahudi mahallesinin ardından girdiğimiz turistik eşya satan dükkanda kredi kartlarımızla bir miktar Kurtuba'yı hatırlatacak hediye aldıktan sonra, Metin Yılmaz hocamla birlikte, Mehmet Özdemir hocama da tanışarak eski Kurtuba'ya girerken yanından geçtiğimiz müzeye gitmeye karar verdik. Vaktimiz dardı, koşarak ve bu arada sırt çantamdaki nevaleyi de yiyerek caminin doğu tarafından, oradan da kıble cihetinden geçerek kısa bir süre, kemanı ile müzik icra eden hatunu da dinledikten sonra müzeye varabildik. Müze küçüktü, fakat yine de hoş tasarlanmıştı. Verilen kulaklıklarda girdiğiniz bölüme dair bilgi ile fondan müzik çalmaktaydı. Bu durum da beni oldukça memnun etmişti. İlk katta başta İbn Rüşd olmak üzere birkaç İslam aliminin bal mumundan heykelleri, haritalar, halılar, Kûfi hatla yazılar, başta zikrettiğim nevair ve Gırnata'nın küçük birer maketleri vardı. İkinci katta mazgalın birine Arap musikisi aletleri yerleştirilmiş, odalardan birinde ise el-Hamrâ sarayının oldukça hoş bir maketi sizi bekliyordu. Böylece el-Hamra zihnimize daha güzel kazınmış oldu. Zira yukardan kuş bakışı saraya bakmış olduk. Diğer tarafta ise arka fonda güzel bir resim, halı üzerinde muhtelif eşyalarla üç boyutlu hale getirilmiş hoş bir manzara vardı. Diğer katlarda ise oldukça büyük bir Kurtuba Ulu Camii maketi, ile birbirinden sütunlu kemerlerle ayrılan küçük mekanlarda şaşalı Endülüs yaşamından küçük enstantaneler maketler halinde sunulmuştu. Tabî olarak en güzeli ise burcun yukarısından Kurtuba'ya atmış olduğumuz bakış idi. Manzara enfesti. Hocalarımızın pek çoğu bu eşsiz manzarayı kaçırmıştı. Gerçi birçoğu yine şanslıydı. Benim objektifimden çıkan kareler onların da bilgisayarlarına bir şekilde ulaşacaktı. Bu arada müzeyi gezerken, telefonla bizi aradılar. Nerde olduğumuzu sordular. Geldiğimiz yeri koşarak, buluşma yerine gittik. Herkes bizi bekliyordu...   

e:\islamtarihcileri\02.10.2012\resim\hbr_icn1.jpg Medinetü'z-Zehrâ
Rehberlerimiz otobüste Kurtuba'ya 5 km uzaklıkta, Sierra Morena dağının eteklerinde III. Abdurrahman'ın inşa ettirdiği Medinetü'z-Zehrâ'ya gidileceğini ifade ettiler. Gezi programında bu ziyaret net değildi, fakat bu haber beni sevindirmişti. Harabelerinden ve buraya gelen elçilik heyetlerinin takdir ve hayranlık ifadelerinden anlaşıldığı üzere X. yüzyılda Avrupa'nın en göz kamaştırıcı saray kompleksi olan Medinetü'z-Zehrâ, yapıldıktan sonra sadece 74 yıl ayakta kalabilmişti. 
Kısa süre sonra otobüsümüz Medinetü'z-Zehrâ Arkeolojik Kompleksi'ne ulaşmıştı. İspanyollar güzel planlamışlar. Dağın eteğindeki yapıyı kapatmaması için müze, salon ve hediyelik eşyaların satış yerinin olduğu hizmet binasını kısmen yere gömerek yapmışlar. Sadece "Bravo" dedim! Kendi otobüsümüzü terk ettikten sonra, durak gibi bir yerde bekleyen körüklü bir otobüsle, asıl saray girişine beş dakikalık bir yolculukla ulaşabildik. Şimdi Sierra Morena dağı eteklerinde, fakat biraz daha yukarıda bulunuyorduk. Her yer ayağımızın altındaydı. Şehrin inşasını denetlerken, zaman zaman Cuma namazını kaçırdığı zikredilen III. Abdurrahman'ın zevk sahibi olduğu, sarayın harabelerinden bile anlaşılıyordu. Arkeolojik kazılarla sarayın bir kısmının gün yüzüne çıkartıldığı, sütunlar üzerine yeniden imal edilen sütun başlıkları ve kemerlerin inşa edildiği görülmekteydi. Mehmet Özdemir hocamın, bilgilendirmesi sonrasında daha önce otobüste de okuduğu Fahri Erdinç'in (1917-1986) "Taş" isimli şiirini, Prof. Dr. Hasan Onat hocam yoğun istek üzerine tekrar okudu. 

"Merhametsiz kalpleri sana benzettiler, 
Sana ruhsuz sana hissiz dediler, 
Halbuki senindir değirmendeki beste, 
...Seninle biçim verir ruhuna heykeltıraş, 
Sana yanılır dert sana vurulur baş, 
Milyonlarca insanın milyonlarca insanın baktığı, taş 
Sensin kucaklayan mehtabı 
Surlar, sütunlar, çeşmeler, kemerler senden yapılır, 
Senden yapılır Allaha uzanan merdivenler, 
Namaz vakti Müslümanlara senden haykırılır 
Günahkar kullarını Allah taş edermiş 
Görmedim ama inanırım 
Hatta bir gün gökten de yağacaksın sanırım 
Taşlardır beka, taşlardır ebediyet, 
Taştan başka ne bırakır tarihe medeniyet 
İnsanoğlu taş olur baş yarar, 
Taşı üst üste kor bina yapar, 
Bir yandan durmadan yıkar, 
Bir gün yatırılır boylu boyunca musalla taşına 
Yine bir gün taş dikilir başına 
İşte insanoğlundan kalan baki 
Üzerinde bir tarih, bir fatiha ve bir hüve'l bâkî." 

Bu şiir üzerine Mehmet Özdemir hocam, "işin enteresan tarafı bu adamcağızların (Endülüslüler) hüve'l-bâkî kısmı yok işte ortalıkta, burada bize şimdi bir fatiha okumak düşüyor" dedi ve okunan fatihalar Endülüslülerin ruhlarına gönderildi.


Kısa sürelik gezi sonrasında geldiğimiz yerden hizmet binalarının olduğu yere geri döndük. Kazı alanında bulunan malzemenin teşhir edildiği müzeyi hızla gezdik. Medinetü'z-Zehrâ'nın yapımıyla ilgili olarak hazırlanmış olan 20 dakikalık kısa filmi izledikten sonra, satış reyonundan burası ile ilgili hediyeler aldık. 

  
e:\islamtarihcileri\02.10.2012\resim\hbr_icn1.jpgSevilla (İşbiliyye) 11 Aralık 2012


Gezimizin son günü -ki buradan Türkiye'ye döneceğimiz- 1248 yılında Müslüman hakimiyetinden çıkan Sevilla'ya ayrılmıştı. Takriben iki saat süren yolculuk sonrasında otobüsümüz bizi şehrin merkezine oldukça yakın olan Palaze de Espana'da bıraktı. Hilal pozisyonunda çifte sütun üzerine kemerle inşa edilmiş olan bu yapının, her iki ucunda birer kule yer almaktaydı. İçerisinden geçerek havuzu ve geniş avlusunun olduğu bir yere çıktık.  Yapının önünde avlu boyunca bulunan duvarlardaki resimlerde İspanyol şehirleri tasvir edilmişti. Mehmet Özdemir hocam, özellikle Müslümanlardan alınan şehirleri tasvir eden kısımları fotoğraflamamı istemişti. Müslümanların diz çöker halde şehir anahtarlarını sundukları tasvirler, özellikle Tuleytula ve Kurtuba'nın resmedildiği kısımlarda görülmekteydi. Bunların dışında Granada, Lugo gibi şehirlerin alınışları da resmedilmişti. Diğer tasvirler ise İspanyol tarihinin muhtelif zamanlarında olan önemli olaylara işaret etmekteydi.
Buradan ayrılırken avludaki satıcıdan almış olduğum küçük gitarı, sırt çantama bağlamak için durduğum yerde, hoş avazını daha önce dinlemiş olduğum Saim Kılavuz hocamla, "Gözümde özleyiş gönlümde acı şarkısını" sokak ortasında, grubun geri kalanını beklerken icra etmiştik. Sevilla'da kalan hoş bir anı olarak buraya kayıt düşmek istedim. Buradan yürüyerek önce nehrin kenarında Muvahhidlerden kalma gözetleme kulesi olan Torre del Oro (Altın Kule)'nın yanından geçtik. İçerisini gezmeye vaktimiz yoktu. Müteakiben al-Cazar sarayının önünde, aldığımız yeni talimatlar sonrasında sarayın içerisine girdik. Muhtelif zamanlarda eklemelerle oluşturulan bu sarayın en güzel kısımları Müslüman işçilere yaptırılan yerleri idi. Zannımca İspanyollar artık Arap harflerine, sanatsal bir değer, bir motif olarak bakmış olmalılar ki her yerde belirgin bir şekilde başta "Ve lâ ğalibe illâ'llâh" olmak üzere ayetler, hadisler ve muhtelif güzel sözler yazıyordu. Ayrıca saray kompleksinin bahçesinin, Sevillalılar ve turistler için hoş bir tenezzüh mekanı olduğunu da söylemeden geçemeyeceğim.
al-Cazar'dan sonra hızlı bir Yahudi mahallesi turu yaptık. Yine Kurtuba'daki gibi dar sokaklardan geçtik. Müteakiben ise Sevilla Ulu Camiinin minaresinin karşısında, toplanma yerimize karar verdikten sonra serbest zaman için dağıldık. Sevilla Ulu Camiinin yerinde bugün dev bir katedral bulunuyor, tarihi caminin sadece avlusu ve Giralda isimli büyük oranda değişime uğramış minaresi kalmıştır. Camiinin harim kısmına dikilen büyük katedrale avlunun arkasından geçerek, ana yoldaki girişten girebildim. İçerisinde sadece dua edilebilecek bir yer ile Christmas öncesi olduğundan ortaya koydukları maketler ziyarete açılmıştı. Yapının diğer kısımlarına geçiş olmadığı gibi paravanlardan atlamanıza da imkan yoktu. Caminin kuzeyindeki avluya giriş kapısı, demir parmaklıklarla kapalıydı, fakat yine de avlunun içerisini görebiliyordunuz. Aslında avlu kısmı Müslümanların bıraktığı gibi duruyordu. Bazı kapılar Kurtuba Ulu Camiinde olduğu gibi kapatılmış, minaresi ise bazı ilavelerle çan kulesine dönüşmüştü. 
Müteakiben ana yol boyunca yürüdüm, fazla vaktimiz yoktu. Olabildiğince fazla yer gezme düşüncesiyle hareket ediyordum. Kısa süre sonra Metin Yılmaz hocamla karşılaştık. Birlikte kuzeye doğru ana cadde üzerinden yürümeye başladık. İspanya Bankası binası sağımızda kaldı. Müteakiben biraz ileri de ise Plaza de San Fransisco'da bir Rönesans dönemi eseri olan Ayuntamiento bulunuyordu. Daha sonra şehrin sokaklarında gezmeye devam ettik. Dar sokaklarda bulunan bazı evlerin balkonlarında tek eliyle sakmış vaziyette duran kırmızı kıyafetiyle Noel Baba mankenleri ve Feliz Navidad yazıları dikkatimizi çekiyordu. Anlaşıldığı üzere diğer yerlerdekinin aksine Sevilla'da Noel Baba evlere bacadan girmeye çalışmıyordu. 
Sevilla'nın ara sokakları temiz ve oldukça tenha idi. Bu arada doğrusu nereye gittiğimizi de bilmiyorduk, fakat gittiğimiz yönün bizi nehre doğru çıkartacağını tahmin edebiliyordum. Tahminim doğru çıkmıştı, önünde bir matador heykelinin olduğu arenadan, saatler öncesinde yanından geçtiğimiz Torre del Oro (Altın Kule)'yu görebiliyordum. Metin Hocam bu sefer kuleye girmek istedi, fakat hiç vaktimiz yoktu. Geçen sefer olduğu gibi bizi beklememeleri için hızla toplanma yerine gittik. Grubumuz peyderpey toplanırken, bir İspanyol sanatçının sokak ortasında tek kişi ile çoklu sanat icrasını keyifle izlemiştik.
Kısa bir yürüyüş sonrasında yeniden Plaza de Espana'daydık Burada bizi bekleyen otobüslerimize binerek Sevilla havalimanın yolunu tuttuk.  
Yüklə 51,94 Kb.

Dostları ilə paylaş:




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin