ERGENEKON BİZİM GERÇEKLİĞİMİZDİR
ERGENEKON IS OUR REALITY
Abdulhamit Bilici, Ahmet İnsel, Ali Bayramoğlu, Bekir Berat Özipek, Bülent Keneş, Büşra Erdal, Chris Stephenson, Dicle Baştürk, Ecevit Kılıç, Emel Kurma, Emin Aktar, Emre Aköz, Ergin Cinmen, Ergun Babahan, Etyen Mahçupyan, Faruk Mercan, Fethiye Çetin, Garo Paylan, Günal Kurşun, Hale Akay, Halim Yılmaz, Kemal Aytaç, Lale Kemal, Mehmet Baransu, Menaf Avcı, Murat Çiçek, Murat Dinçer, Mustafa Akyol, Mustafa Edib Yılmaz, Mustafa Karaalioğlu, Mücteba Kılıç, Mükrime Avcı, Nichole Pope, Orhan Kemal Cengiz, Rasih Yılmaz, Rasim Ozan Kütahyalı, Reşat Petek, Salih Memecan, Sezgin Tanrıkulu, Şamil Tayyar, Şenol Kaluç, Tahir Elçi, Turgay Oğur, Türkan Uzun, Yavuz Baydar, Yıldıray Oğur
GENÇ SİVİLLER & İNSAN HAKLARI GÜNDEMİ DERNEĞİ
İçindekiler
SUNUŞ………………………………………………………………………….
ERGENEKON DİYE BİR ÖRGÜT YOKTUR…………………………………………….
ERGENEKON DAVASI SİYASİ BİR DAVADIR…………………………………………
ERGENEKON SORUŞTURMASI TÜRKİYEDE BİR KORKU İKLİMİ YARATMIŞTIR………………………………………………………………………............
ORDUNUN DARBE PLANLADIĞI DOĞRU DEĞİLDİR………………………………
DANIŞTAY SALDIRISININ ERGENEKONLA BAĞLANTISI YOKTUR……………
CUMHURİYET GAZETESİ SALDIRISININ ERGENEKONLA
BAĞLANTISI YOKTUR……………………………………………………………………..
GAYRİMÜSLİMLERE KARŞI SALDIRILARIN ERGENEKON BAĞLANTILI
OLDUĞU İDDİASI TAMAMEN BİR KOMPLO TEORİSİNDEN İBARETTİR……….
TÜRKİYEDE BAĞIMSIZ MEDYA YOKTUR, TARAFSIZ OLANLAR DA SİNDİRİLMİŞTİR…………………………………………………………………………
ERGENEKON SORUŞTURMASI KAPSAMINDA ELE GEÇİRİLEN SİLAH VE CEPHANELİKLERİN ÇOK FAZLA ANLAMI YOKTUR…………………………….
ERGENEKON SORUŞTURMASI VE DAVASI AĞIR İNSAN HAKLARI İHLALLERİYLE DOLUDUR…………………………………………………………….
WORKSHOP KATILIMCILARININ VE KATKIDA
BULUNANLARIN LİSTESİ………………………………………………………………
SUNUŞ
2007 yılının Haziran ayında İstanbul’un Ümraniye ilçesinde bir gecekonduda ele geçirilen 27 el bombası Türkiye’nin önünde benzeri görülmemiş bir sürecin kapılarını araladı. Emekli bir askere ait bu el bombalarının izlerini süren savcılar, başka silah depolarına, suikast planlarına, darbe “günlüklerine”, eylem planlarına ve hepsinden önemlisi devasa bir örgütün kendisine ulaştılar. Sağdan ve soldan “milliyetçileri”, asker ve sivilleri bir araya getiren bu örgütün adı Ergenekon’du.
Son derece uzun ve köklü bir “derin devlet” geleneğine sahip olan Türkiye’nin “modern” tarihi aslında bir “provokasyonlar” tarihi olarakta okunabilir. Alta alta yazılıp sıralandıklarında, bu provokasyonlar “dışarıdan” birisine bir film senaryosu gibi görünebilirler. Gayrimüslimler, dindar Müslümanlar, Aleviler, Kürtler, Aydınlar bu provokasyonların mağdurları olmuşlardır. Ardındaki “derin devlet” siluetinin çok açık bir şekilde görüldüğü saldırılarla, Gayrimüslimler ülkeden kaçırtılmış, Aleviler katliama uğratılmış, binlerce Kürt köyü yakılıp boşaltılmış, yüzlerce entelektüel profesyonel suikastlarla öldürülmüş ve bütün bu provokasyonların yarattığı gerilimlerin ciddi tırmanış gösterdiği her dönem bir askeri müdahale ile son bulmuştur.
Osmanlı İmparatorluğunun yıkılış sürecinde İttihat ve Terakki partisinin giriştiği “etnik temizlikle” hiçbir zaman yüzleşmemiş olan Türkiye, yeni kurulan Cumhuriyete ciddi bir “derin devlet bakiyesini” miras olarak bırakmıştır. 1950’li yıllarda Tüm NATO ülkelerinde kurulmuş olan Kontrgerilla (Stay Behind) yapılanmasının nasıl olupta bu denli derinlere kök salabildiği Türkiye’nin kendine özgü tarihsel mirası ve devlet geleneği bilinmeden anlaşılamaz. Muhtemel bir Sovyet işgalini önlemek için oluşturulan bu “gizli ordular”, İtalya ve Türkiye’de “muhalefetin” bastırılması ve süreklilik kazanmış bir otoriter rejimin kurulması işine girişmişlerdir.
Türkiye’de ilk olarak “Seferberlik Tetkik Kurulu” adıyla kurulan, daha sonra “Özel Harp Dairesi” adını alan kontrgerilla yapılanmasının bilinen ilk provokasyonu Gayrimüslimlere ait bütün ev ve işyerlerinin yerle bir edildiği 6-7 Eylül 1955 pogromlarıdır. Özel Harp Dairesinin eski başkanlarından orgeneral Sabri Yirmibeşoğlu bu saldırıları “muhteşem bir Özel Harp Dairesi örgütlemesi”1 olarak nitelemiştir.
12 Eylül 1980 askeri darbesine giden uzun ve kanlı yolda hep bu yapılanmanın parmak izleri görülmektedir2. 1977 yılındaki 1 Mayıs Kutlamalarında3, kutlamanın yapıldığı meydana etraftaki binaların çatılarından açılan ateş sonucunda 34 kişi hayatını kaybetmiş 136 kişi de yaralanmıştır. Bu olayın failleri hala yakalanamamışlardır. Dönemin başbakanı Bülent Ecevit İzmir Çiğli havaalanında 29 Mayıs 1977 tarihinde silahlı bir suikast girişimine maruz kalmış4, şans eseri kurtulmuştur. Suikast girişimini gerçekleştiren polis memuru 3-4 ay sonra serbest kalmış ve bu girişimde kullandığı o dönem hiçbir güvenlik biriminde bulunmayan ABD yapımı “Tengas” marka silahı nasıl ele geçirdiği hala çözülememiştir. Ankara Cumhuriyet Savcısı Doğan Öz devlet içindeki kontrgerilla yapılanmalarını araştırırken, 24 Mart 1978’de uğradığı silahlı saldırı sonucunda hayatını kaybetmiştir5. Savcı Doğan Öz’ün katili İbrahim Çiftçi suçunu itiraf etmesi ve diğer tüm delillere rağmen, (askeri darbenin ardından) Askeri Yargıtay Daireler Genel Kurulunun kararıyla6 beraat ettirilmiştir. 16 Mart 1978 günü İstanbul Üniversitesi önünde sol görüşlü öğrencilerin üzerine bomba atılması sonucunda 4 öğrenci ölmüş 41 öğrenci de yaralanmıştır7. Öğrencilerin üzerine atılan bombaların İstanbul’daki bir askeri birlikten Türk Gladyosu’nun tetikçilerinden birisi olan Abdullah Çatlı tarafından temin edildiği sanıkların itirafları sonucunda ortaya çıkmıştır8. Aynı Abdullah Çatlı’nın Ankara Bahçelievler’de Türkiye İşçi Partisi üyesi 7 üniversite öğrencisinin boğularak öldürülmesi9 de dâhil olmak üzere çok sayıda kanlı eylemin emirlerini bizzat verdiği bilinmektedir.
12 Eylül 1980 askeri darbesine giden yolda en önemli kavşaklardan birisi de, birbirini takip eden Alevi katliamlarıyla dönülmüştür. Malatya Belediye başkanı Hamit Fendoğlu ve ailesinin bir bombalı paketi açmaları sonucu hayatlarını kaybettiklerinin ertesi günü başlayan 18 Nisan 1978 Malatya Katliamını, Sivas (4 Eylül 1978), Maraş (19 Aralık 1978) ve Çorum (28 Mayıs 1978) katliamları10 takip etmiştir. Aynı şekilde 1978 ve 1979 yılları içerisinde yüzlerce kişi silahlı saldırılar sonucunda hayatını kaybetmiş, önde gelen entelektüel ve yazarlara yönelik suikastlar birbirini izlemiştir. 1 Şubat 1979 tarihinde Milliyet gazetesi genel yayın yönetmeni Abdi İpekçiye suikast düzenleyerek öldüren Mehmet Ali Ağca, arkadaşı Abdullah Çatlının da yardımıyla, Türkiye’nin en yüksek güvenlik önlemlerinin uygulandığı hapishanelerden birisi olan Kartal Askeri Cezaevinden 25 Haziran 1979 tarihinde “kaçmayı”11 başarabilmiştir. Ancak çok sınırlı bir kısmını aktardığımız bütün bu kanlı provokasyonların ardından Türkiye 12 Eylül 1980 sabahında kanlı bir askeri darbenin ayak sesleriyle uyanmıştır.
1990’lı yıllara gelindiğinde derin devletin illegal işlerini gerçekleştirme nöbetinin Özel Harp Dairesinden, Jandarma içinde oluşturulmuş illegal bir yapı olan JİTEM’e (Jandarma İstihbarat ve Terörle Mücadele) geçtiği görülür. JİTEM sayesinde Türkiye’nin Güneydoğusu bir korku imparatorluğuna dönmüş, binlerce Kürt kökenli Türk vatandaşı yargısız infazlarla öldürülmüş, 3500 civarında Kürt köyü yakılarak harap edilmiştir12.
3 Kasım 1996 tarihinde, kırmızı Bültenle aranan “firari” Abdullah Çatlı, bir polis müdürü ve bir milletvekili aynı aracın içinde oldukları halde trafik kazası geçirmişlerdir. Türkiye’nin batısında yer alan Balıkesir ilçesine bağlı Susurluk ilçesinde meydana gelen trafik kazası devlet, mafya, siyaset üçgenindeki karanlık ilişkileri gözler önüne sermiş ve bu olay tarihe “Susurluk” skandalı olarak geçmiştir13.
Bütün bu kanlı ve skandallarla dolu tarihe rağmen, Türkiye “derin devlet” adı verilen yapıya neşter vurmaya hiçbir zaman cesaret edememiştir. Susurluk skandalını izleyen dönemde, devletin yasa dışı faaliyetlerini incelemek üzere TBMM çatısı altında kurulan komisyonlar, büyük bir dirençle karşılaşmış ve başarısızlığa uğratılmışlardır. Örneğin, JİTEM’in kurucusu ve Susurluk skandalıyla ortaya çıkan derin devlet yapılanmasının mimarlarından birisi olarak kabul edilen eski Jandarma komutanı emekli General Veli Küçük’ün ifadesinin alınması bile başarılamamıştır.
Kısaca özetlemek gerekirse, gerek 12 Eylül 1980 öncesi ve gerekse 1990’lı yıllarda yoğunlaşan “derin devlet” provokasyonlarında yer alan failler mutlak bir “ceza bağışıklığından” yararlanmışlardır.
Bu tarihsel perspektif içinden bakıldığında Türkiye’nin “Ergenekon soruşturması” milat niteliğinde bir dönüm noktasına işaret eder. Ergenekon davası, devlet içinde ve devletle bağlantılı grupların yararlandıkları “ceza bağışıklığının” sona ermesini ima etmektedir. Ergenekon soruşturması ve davası sayesinde, Türkiye’de ilk defa askeri darbeler ve bu darbeleri gerçekleştirmek için planlanan suikast, bombalama, kamuoyunun medya yoluyla manipüle edilmesi vd gibi “hazırlık” hareketleri bir mahkeme tarafından mercek altına alınabilmiştir. JİTEM’in kurucu ve Susurluk skandalının önemli aktörleri Ergenekon örgütü içinde de aktif bir şekilde görev aldıklarından ilk defa yargı önüne çıkarılabilmişlerdir. Ergenekon davasının açılabilmesi sonucu oluşan politik iklim derin devletin “önceki” günahlarının da masaya yatırılmasını amaçlayan diğer davaların da açılabilmesine yol açmıştır.
Ancak bu soruşturmanın açılmasıyla beraber, Türkiye’de statükonun korunmasından yana olan bir grup da Ergenekon’un avukatlığına soyunmuştur. Türkiye’nin içinde Ergenekon’u ve onun suçlarını aklamaya yönelik bu sürece paralel bir şekilde, yurt dışında da Türkiye’nin hukuk devleti olma yönünde attığı bu devasa adımı bir siyasi komplo gibi göstermeye çalışan yoğun bir çabanın varlığına tanık olduk.
Son bir yıl içerisinde Amerika ve Avrupa’nın önemli yayın organlarında Ergenekon soruşturmasını konu alan onlarca makale yayınlandı. Süreci doğru bir şekilde değerlendiren istisnaları bir kenara bırakırsak, bu makalelerin çoğunun Türkiye’deki klasik “seküler-dindar” çatışması diskuru içerisinden meseleye baktıklarına tanık olduk. Delillere hiçbir şekilde ulaşma ve iddiaları birincil kaynaklardan inceleme şansı bulunmayan batılı okurlara, Ergenekon davası, Türkiye’de seküler sistemi zayıflatmak isteyen “dinci” iktidarın bir komplosu olarak sunuluyordu. Hatta bazı yazarlar kendi tezlerini desteklemek için, kendi duruşlarını Türkiye’deki “liberallerin ve demokratların” davayı okuma biçiminin bir yansıması olarak sunmaktan çekinmediler.
Batılı basın yayın organlarına “sızmayı” başaran bu zihniyet dünyasını ve argümanlarını “çarpraz” bir sorgulamaya tabi tutmak istedik. Genç Siviller ve İnsan Hakları Gündemi Derneği olarak, 10-11 Nisan 2010 tarihlerinde İstanbul’da iki günlük bir workshop düzenledik ve batılı basın yayın organlarında ortaya atılan bütün bu iddiaları “önermeler” haline getirerek Türkiyeli insan hakları savunucularının, aydınların, hukukçuların, sivil toplum önderlerinin önüne koyduk. Elinizde tuttuğunuz bu rapor, bu iki günlük workshop çalışmasının çıktılarından oluşmaktadır.
Bu workshop ve rapor vesilesiyle kontak kuruduğumuz aydınlarda her şeyden önce, Batılı basın yayın organlarında çıkan bu dezenfarmasyon yüklü yayınlara karşı bir öfke olduğunu gözlemledik. Workshop bizim beklentimizin çok üzerinde bir katılım ve tartışma canlılığı içerisinde geçti. Aşağıda Türkiye’li aydınların Ergenekon davasına ilişkin ortak paydalarını okuyacaksınız. Bir cümleyle özetlemek gerekirse Türkiye’li aydınların Ergenekon soruşturma ve dava sürecine ilişkin bazı eleştirileri olmakla beraber, bu süreci Türkiye açısından ciddi bir arınmanın başlangıcı olarak gördüklerine tanıklık edeceksiniz. Lafı daha fazla uzatmadan sizi bu çalışmanın çıktılarıyla başbaşa bırakmak isteriz.
Saygılarımızla,
Orhan Kemal Cengiz-Turgay Oğur-Bekir Berat Özipek
1)ERGENEKON DİYE BİR ÖRGÜT YOKTUR
Orhan Pamuk (Nobel ödüllü roman yazarı) :
“Ergenekon konusunda söyleyeceğim şudur; konunun çok siyasileştiğini görüyorum. Herkes bu Ergenekon konusunu siyasileştirmek istiyor. Hangi siyasi görüş olduğu, birinci cumhuriyetçi olmuş, yoğun Atatürkçü olmuş, yoğun siyasal İslamcı olmuş ya da liberal olmuş, solcu olmuş, muhafazakâr olmuş, gerçekten Ergenekon konusunda söyleyeceğim ilk şey bunlar değil, ilk şey bu konunun benim için ahlaki olduğudur. Bir yanda katiller var, ben ikna oldum, bu katiller beni de öldürmek istemişti çünkü. Siyasi sebeplerden bu katilleri korumak ahlaksızlıktır! Onlara kol kanat germek, çeşitli bahanelerle bu insanların suçlarını hafifletmeye çalışmak düpedüz ahlaksızlıktır. Emekli askerlerle ve mafya çeteleriyle adam öldürtmenin, adam öldürdükten sonra 'daha da öldürürüz ha' diye tehdit edip insanları susturmanın siyasette bir koz olarak kullanıldığı bir ülke de, ahlaklı ülke olmaz! Ergenekonculara kol kanat germenin, katilleri korumanın ahlaklı olmadığını söylemek zorundayım.”14
|
İDDİA: İddianamelerde tarif edildiği gibi bir Ergenekon örgütünün şu an ya da eskiden var olduğuna dair hiçbir kanıt bulunmamaktadır.
GRUP DEĞERLENDİRMESİ:
Ergenekon diye bir örgüt vardır ve bu örgüt bu soruşturma açılmadan önce de bilinmekteydi15. Bu isim örgütün bizzat kendisine verdiği isimdir. Örgütün temel dokümanları dosyada mevcuttur. Örgüt yönetici ve üyelerinin ev ve iş yerlerinde yapılan aramalarda, bu örgütün adını, çalışma yöntemlerini ve zihniyet yapısını ortaya koyan çok sayıda belgeye el konulmuştur16.
“Ergenekon, Analiz Yeni Yapılanma Yönetim ve Geliştirme Projesi / İstanbul–29 Ekim 1999” (Ergenekon belgesi) isimli belge en önemli ve temel Ergenekon belgesidir. 25 sayfalık bu dokumanda örgütün amaçları ve yöntemleri açıklanmaktadır. Örgütün temel iki dokumanı olan “Ergenekon” ve “Lobi” isimli belgeler birlikte incelendiğinde, örgütün asıl olarak Türk Silahlı Kuvvetleri bünyesinde faaliyet göstermek üzere kurulduğu, ancak 1999 yılından itibaren bir reorganizasyona giderek “sivil” unsurları da içine kattığı anlaşılmaktadır.
Türkiye’deki siyasi iklim ve hukuki teamüller, savcıların silahlı kuvvetlere yönelik bir soruşturma yürütmesini sağlayacak bir alt yapı oluşturmadığından ve Türk Silahlı Kuvvetleri çok yakın zamanlara kadar adeta “kutsal”, “dokunulamaz” bir kurum olarak görüldüğünden, bu soruşturma oldukça büyük güçlüklerle ilerlemiştir.
Örneğin savcılar ne askeri istihbaratın arşivinden yararlanabilmişler ve ne de, askeri mekânlarda kendileri doğrudan delil toplayabilmişlerdir. Bunun yerine, Türk Silahlı Kuvvetlerine yazılı olarak başvurarak, Silahlı Kuvvetlerin bünyesinde “Ergenekon” isimli bir örgütün var olup olmadığını sormuşlardır. Genel Kurmay Başkanlığı 24 Eylül 2007 tarihinde resmen verdiği cevapta17 “Böyle bir oluşumun Türk Silahlı Kuvvetleri ve Genelkurmay Başkanlığı bünyesinde bulunmadığını” beyan etmiştir.
Bu cevabın ardından savcılar bütün değerlendirmelerinde “sözde Türk Silahlı Kuvvetleri bünyesinde faaliyet yürüten Ergenekon” ibaresine yer vermişlerdir. TSK’nın bu cevabı, iddianamelerin bütün yapısını etkilemiş, savcılar TSK’yı kurum olarak işin içine çekebilecek her türlü bilgi ve delilin kenarından dolanmayı tercih etmişlerdir. Bu gerilimli alan kavranılmadan Ergenekon iddianamelerinin hazırlanış mantığının anlaşılabilmesi mümkün değildir.
Dolayısıyla da önümüzde doğal mecrası içinde akan, delillerin gösterdiği yere giden bir soruşturma değil, bir engelli koşu parkuru vardır. Savcılar, adeta hiçbir şekilde “suç mahalline” girmeden bir soruşturmayı yürütmeye zorlanmış, kendilerine verilen bilgi ve belgelerle yetinmek durumunda kalmışlardır.
Ergenekon davası çerçevesinde şu ana kadar 6 tane iddianame hazırlanmıştır. Bu iddianamelerde temel olarak iki konu soruşturulmaktadır. İlk soruşturma konusu olan bizzat Ergenekon isimli örgütün kendisidir. İkinci olarak bu örgütle doğrudan bağlantılı olsun ya da olmasın Darbe planları ve bu darbelerin gerçekleştirilmesi için hazırlanan eylem planları soruşturulmaktadır.
Bu darbe ve eylem planlarının bir kısmının Ergenekon’la doğrudan doğruya bağlantılı olduğu görülmekte, bazıları da bu örgüte herhangi bir referansta bulunmaksızın soruşturulmaktadır; örneğin “Balyoz” isimli darbe planına yönelik olarak yürütülen soruşturma ve dava böyledir.
Ergenekon davası iddianamelerine göre örgütün gerçekleştirdiği ve gerçekleştirmeyi planladığı eylemler şunlardır:
-
Cumhuriyet Gazetesine bombalı saldırı18
-
Danıştay saldırısı19
-
İstanbul’un Ümraniye ilçesinde ele geçen el bombaları20
-
Yargıtay üyelerine yönelik suikast hazırlığı21
-
İzmir’de bulunan NATO tesislerine silahlı saldırı hazırlığı22
-
2005 yılında Kara Kuvvetleri Komutanı Yaşar Büyükanıt’a yönelik suikast hazırlığı23
-
2007 yılı içerisinde gazeteci yazar Fehmi Koru ve yazar Orhan Pamuk’a yönelik silahlı saldırı hazırlığı24
-
2007 yılı içerisinde Diyarbakır Belediye Başkanı Osman Baydemir ve Kürt kökenli milletvekilleri Sabahat Tuncel ve Ahmet Türk’e yönelik silahlı saldırı hazırlığı25
-
Sanık İbrahim Şahin’de ele geçen silah, mühimmat ve suikast planları26
-
Ermeni asıllı Türk vatandaşı olan Minas Durmaz Güler’e yönelik suikast hazırlığı27
-
Ermeni Patriği Mesrob Mutafyan’a yönelik suikast hazırlığı28
-
Alevi-Bektaşi Federasyonu Genel Başkanı Ali Balkız’a yönelik suikast hazırlığı29
-
Alevi-Bektaşi Federasyonu Genel Sekreteri Kazım Genc’e yönelik suikast hazırlığı30
-
Ankara Eryaman Ayaş Tolu No: 93 adresinde bulunan alışveriş merkezine yönelik bombalı saldırı planı31
-
Başbakana yönelik suikast planı ve silahlar32
-
Rahmi Koç Müzesindeki denizaltıda bulunan patlayıcılar.
Bütün bu eylemlerle, bir askeri darbeye zemin yaratacak olan kaotik bir ortamın hazırlanmaya çalışıldığı anlaşılmaktadır.
Aslında Ergenekon soruşturma ve davası, Türkiye’nin provakosyonlarla dolu yakın tarihinin bir özeti niteliğindedir. Gayrimüslimlerin terörize edilmesi, Alevi-Sünni kesimlerin mezhep, Türk ve Kürtlerin etnik köken temelinde karşı karşıya getirilmesi, keza seküler ve dindar dünya görüşüne sahip insanların karşı karşıya getirilmeleri bütün Cumhuriyet tarihi boyunca tekrar ve tekrar sahnelenmiş; bu gerilim hatlarının çok fazla yükselişe geçtiği dönemlerin tamamı bir askeri müdahale ile sonuçlanmıştır.
Ergenekon örgütünün eylemlerine bakıldığında bugüne kadar Türkiye’de ne olmuş ise bunun aynen tekrar edilmeye çalışıldığı görülmektedir. “Balyoz” darbe planı, 12 Eylül 1980 askeri müdahalesinden önce hazırlanan “Bayrak” planının neredeyse bire bir kopyasıdır. 12 Eylül 1980 askeri darbesinden önce Malatya (18 Nisan 1978), Sivas (4 Eylül 1978), Kahramanmaraş (19 Aralık 1978), ve Çorum (28 Mayıs 1980) Alevilerin kitlesel bir şekilde katledilmesine tanıklık etmiştir. Bu katliamlardan önce bir dizi provakasyon gerçekleştirilmiştir. Ergenekon’un Alevi önderlere yönelik suikast ve keza suni nüfusun ağırlıklı olarak ikamet ettiği Ankara Eryaman’daki alışveriş merkezinin bombalanması planları, benzeri bir sürecin tekrarlanmak istendiğini göstermektedir.
Gayrimüslimleri hedef alan “Kafes Eylem” planı, daha önce Hıristiyanları hedef alan 6-7 Eylül 1955 pogromu ve sayısız provokasyonun bir tekrarı niteliğindedir. Keza gerçekleştirilen, Danıştay, Cumhuriyet saldırıları ile, yapılması planlanan Yargıtay saldırıları, Türkiye’de sayısız kere sahneye konulmuş olan seküler figürlere yönelik suikastlarla, dindar kesimlerin baskı altına alınmasının bir tekrarı niteliğindedir.
Ergenekon örgütü, Türkiye’deki “derin devlet” kültür ve zihniyet dünyasının son temsilcisidir. Osmanlı İmparatorluğunun yıkılış sürecinde İttihat ve Terakki’nin günahlarıyla hiçbir zaman yüzleşmemiş olan Türkiye, yeni kurulan Cumhuriyete ciddi bir “derin devlet bakiyesi” bırakmıştır. 1950’li yıllardan itibaren bu “derin devlet” yapılanmaları, Türkiye’de sayısız defa meydana gelmiş toplu provokasyon ve cinayetlerde etkili olmuşlardır. Türkiye’nin bu “derin devlet” geleneği, tüm NATO ülkelerinde kurulmuş olan Gladio yapılanmalarının Türkiye’de de kurulmasıyla, yeni ve dinamik bir form kazanmışlardır. Cumhuriyetin kurulmasından önce Türkiye’yi homojenleştirme işlevi gören “derin devlet” yapılanmaları Cumhuriyet döneminde de, korku, yıldırma ve tedhiş eylemleriyle “toplumsal muhalefeti” bastırma ve askeri darbelerin zeminin hazırlama işlevi görmüşlerdir. Türk Silahlı Kuvvetleri 1960, 1971 ve 1980’de açıkça, 28 Şubatta 1997’de de hükümeti istifaya zorlayarak yönetime el koymuştur. Bütün bu zaman zarfında iktidarda hangi politik parti olursa olsun Türk Silahlı Kuvvetlerinin sistem üzerindeki vesayet pozisyon ve son sözü söyleme yetkisi devam etmiştir.
2002 Yılında Adalet ve Kalkınma Partisinin tek başına ve Parlemento’da ciddi bir çoğunluk oluşturarak iktidara gelmesinin ardından, Ergenekon yapılanmasının bir numaralı hedefi AKP’yi iktidardan uzaklaştırmak olmuştur. Son yedi yıldır Ergenekon yapılanması, Türkiye’de yeni bir askeri darbenin zeminini hazırlamak için çaba göstermektedir. Ergenekon davaları, bu darbe girişimlerinin, darbeye zemin hazırlamak için hazırlananan eylem planlarının, girişilen eylemlerin ve yasa dışı hazırlıkların tümünün yargılandığı bir “derin devletin tasfiyesi” davası olarak okunmalıdır.
İDDİA: İddianameler birbirleriyle alakasız bireyleri ve olayları bir araya getiren komplo teorisinin ürünüdür
GRUP DEĞERLENDİRMESİ:
Ergenekon tarzı yapılanmalar, doğal yapı ve fonksiyonlarının bir sonucu olarak, birbirleriyle oldukça alakasız görünen bireyleri aynı amaçlar için ve hatta birbirlerinden haberdar olmaksızın bir araya getirirler. Ergenekon bir “gölge iktidar” yapılanması olarak, bu iktidarı sürdürebilmek için ihtiyaç duyduğu herkesi kendi bünyesine katmayı amaçlamıştır ve katmıştır.
Ergenekon’un bu parçalı yapısı Ergenekon iddianamelerinde ayrıntılı bir şekilde analiz edilmiştir. Türkiye’nin Ergenekon soruşturmasını anlayabilmek için en yakın örneği ortaya koyan İtalya’nın “Gladio33” soruşturmasına bakılabilir.
Avrupa Parlamentosu 22 Kasım 1990 tarihli kararıyla, tüm Avrupa ülkelerini bu Gladio yapılarını tasviye ve deşifre etmeye34 davet etmiştir. Tüm NATO ülkeleri içinde 2000’li yıllarda bu yapıyı tasviye etmemiş tek ülke Türkiye’dir.
Ergenekon, Türkiye’de siyasi yelpazenin sağ ve sol kanatlarında yer alan, ancak ortak paydaları milliyetçilik olan kişileri bir araya getirmiştir.
Ergenekon, ülke içinde ve dışında sürekli bir gerginlik politikası uygulayarak Türkiye’yi Avrupa Birliği sürecinden koparıp, içe kapalı, otoriter bir rejim oluşturmayı amaçlamaktadır35.
İDDİA: İddianamelerde sanıkların çoğu bakımından Ergenekon gibi bir örgüte üye olduklarına dair bir kanıt bulunmamaktadır.
GRUP DEĞERLENDİRMESİ:
İllegal örgütlerde yazılı bir belge olmaz ama birçok sanığın evinde çıkan belgeler örgüt dokümanlarıdır. Ev aramalarında ele geçen dokümanlar ve sanıklar arasında ciddi bağlantılar bu kişilerin Ergenekon örgütüne üye olduklarını göstermektedir. Bu tür örgütlere, “üyelik formu” doldurularak üye olunmadığı gibi, “üyelere” üye kimlik kartı da verilmez.
Bir örgüt adına hareket edildiğine dair idari ve eylemsel bütünlük ve bunları doğrulayan somut ve maddi deliller yeterlidir. İddianamelerdeki bulgularda bu yöndedir.
Ayrıca tüm sanıklar örgüte üye olmakla suçlanmamaktadırlar, başka suçlamalarda mevcuttur.
Bu suçlamalar; silahlı terör örgütü kurma, yönetme, zorla hükümeti ıskata teşebbüs, hükümete karşı silahlı isyana tahrik, açıklanması yasak belgeleri temin etme, devletin güvenliğine ilişkin belgeleri çalma veya tahsis edildiği yerden başka yerde kullanma, silahlı örgütü bilerek isteyerek yardım etme, suç üstlenme, hukuka aykırı olarak kişisel verileri kaydetme, tutuklu hükümlü veya suç delillerini bildirmeme gibi suçlarla yargılanıyorlar
Dostları ilə paylaş: |