GöNÜlden esiNTİler. A’YÂn-i sâBİte kazâ ve kader necdet ardiç terzi baba necdet ardiç



Yüklə 2,1 Mb.
səhifə22/32
tarix03.01.2019
ölçüsü2,1 Mb.
#88712
1   ...   18   19   20   21   22   23   24   25   ...   32

Bu gün 30/05/2012 Çarşamba günü Sohbetimize devam edelim Cenâb-ı Hakk bize izin verdiği yere kadar, sohbet Kazâ ve Kader Hakkında idi, Fususu’l Hikem’den o bölüm ile ilgili yerleri mevzu ediyorduk, bu gün ise yine Kazâ ve kader ile ilgili yeni bitirmiş olduğumuz bir ressam hikâyesi dosyası bu sizlerden de gelen yorumlarla değerlendirmelerle oluşmuş bir dosyadır, aşağı yukarı 230 A-4 büyük sayfa civarında, 78 kişiden cevap geldi, yani yorum geldi, onların hepsi internete yüklendi, elimdekini de size bırakacağım fotokopi ile çoğaltabilirsiniz. O dosyanın 195. Sayfasındayız,

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ



Bismillâhirrahmânirrahîm

Buraya kadar gelen yazıları düzenledikten sonra, beklenir ümidiyle, bende birkaç satır ilâve ile yorumlara katılmış olayım. Gerçi yazılanlar hikâyeyi gerektiği kadar açıklamışlar geriye yazacak pek bir şeyde kalmamıştır. Gelen cevaplardan ulaşılan idrak halimizinde nerelere geldiği açık olarak görülmektedir. Böylece bizlerde çalışmalarımızın boşuna olmadığını görmekte ve az da olsa bir faydamızın olduğu düşüncesiyle huzurlu olmaktayız. Rabb’ımıza şükrederiz. Gerçekten de bu sistem içi çalışmanın dördüncüsüdür, bir hikâye bir çok yorum, biliyorsunuz bir hikâye gönderiyorum herkes kendi yorumunu kendi düzeyi itibariyle kendi anlayışı kendi idraki itibariyle hikâyeleştirip yahut cevaplandırıp bize gönderiyorlar, ben de onları düzenleyip sırasıyla dosyasına koyuyorum, ilgili dosyasına, işte 78 kişiden böyle cevaplar geldi, bazıları kısa bazıları uzun, bazıları oldukça uzun ama hepsi bir değer, gelen yazlılar işte vaktimiz olursa internetten de gönderdim, onu bir çok kişiye gönderdim, içinizden bazılarına gelmiş olabilir, gelmeyen varsa mail adresini bana atarsa veya gelenlerden istesinler, hemen kopyalayıp gönderilebilir.

Rabbımıza şükrederiz gerçekten biz de emeklerimizin boşa gitmediğini görerek huzurlu oluyoruz. Çünkü gelen cevaplar kişilerin yani çevremizin ulaştıkları idrak yerlerini gösteriyor. Bakıyoruz ki düşünce de bir hayli ilerilere, cemiyet olarak camia olarak çıkmışız. Çünkü bizim takip ettiğimiz sistem Şeriat, Tarikat ve Hakikat ve Marifet de içerisindedir, ancak oralara zaman zaman her zaman gidilecek ulaşılacak şeyler değildir, ama onun içinde mevcuttur. Her gurubun düzeyi itibaryle, yani kendi mertebesi itibariyle yaptığı fiilleri işleri vardır. Bazı kimseler şeriat mertebesinde ibadet edilir camilere gidilir namaz kılınır, burası şeriat mertebesidir, oruç tutulur Hacca gidilir, tarikat mertebesinde ise belirli guruplar yine belirli yerlere giderler bir farkı zikir yaparlar, birlikte zikr yapılır, çaylar içilir dağılınır.

Ama hakikat mertebesinde bunlarla birlikte yani şeriatıyla tarikatıyla birlikte Hakikate yükselme, ismi üzerinde hakikat mertebesidir. İşte bizim çalışma sahamız, evvela burasıdır, yani şeriat zaten yapılması lâzımdır, tarikat zâten geçilmiş olması lâzımdır, ki ondan sonra Hakikat mertebesinde kişi kendini tanımaya başlasın, yani ben neyim, ben kimim, bu âlemde ne işim var, ne yaptım da geldim buralara, gibi buradan beni alacaklar nereye götürecekler, soruların karşılığını cevabını bulabilmesi lâzımdır.

İşte bunlar Hakikat mertebesinin çalışmalarıdır. Bütün yapılan işler kişiye kişiliğini tanıtmak, ama herkes kendini tanıyor, güya işte evim burası barkım burası, bu çocuğum o eşim bu işim, tanıma bu değildir. bunların hepsi geçicidir. Bunların hepsi geçici ünvanlardır. Padişahlar krallar gelmiş hepsi unutulmuş gitmiş, onların içinden rabbın indinde rabbı onlara bir makam vermişse o makam bâkidir. Yani rabbı kuluna “Ey benim kulum” demişse o kulluk makamı bâkidir. Ama burada beşerlik makamı hepsi geçicidir. İşte bu tür çalışmalar bu yol içerisinde, yahut bu sahada nerelere geldi neler yaptı, kişinin kendisininde müşahedesi ile birlikte müşahedeli bir yaşam, bakın hayali bir yaşam değildir. kendini tanıyarak yürümesi, bir başka hayel ile koşturarak işine koşup gitmesi bir başka şeydir.

Bu vesile ile de gelen cevaplara ilgileri bakımından teşekkür ederim, Cenâb-ı Hakk bütün evlâtlarımızın, hepsinin idrak ufuklarını ve gönüllerini açsın, muhabbetlerini arttırsın, İnşeallah. Yukarıda da belirtildiği gibi dosya da bulunan (78) cevaptan hangileri sizi daha çok düşündürdü ise içlerinden, üç tanesini sıralayarak yazın ve bana gönderin böylece birinci gelen yazıyıda tesbit etmiş oluruz. Ancak şartı kişinin kendi yazısını ve benimkini değerlendirme dışı bırakmaktır. Şimdi konuya mevzu olan küçük hikâyeye geliyoruz, gerçi bunu okuyanlar biliyorlar ama hikâyeyi bilmeyenler için bir hatırlatma babından evvela hikayeyi anlatalım.

-------------------

Bir gün bir yerde yaşayan bir kişi tasvirci-ressam olan diğer bir arkadaşının ziyaretine gitmeye karar vererek yola çıkar nihayet arkadaşının bulunduğu yere gelir ve içeriye girer bir müddet dinlendikten sonra duvarlarda ki ve her yerdeki resimlere bakar, hepsinin belirli bir özelliği olduğunu görür. Bu özellik ise bütün tasvir-resimlerin sadece “hayvân” sûretlerinde olduğudur. Bunun sebebini anlamaya çalışan misafir arkadaşına, (yapılacak başka resim yokmu! neden hep hayvân resimleri yapıyorsun?) sen ressam, isen bir tane de insan resmi koy şuraya ve ya ev resmi, bina resmi çiz dediğinde, arkadaşının verdiği cevap oldukça düşündürücüdür. (Evet vardır, fakat bu resimleri “yukarıdaki çiziyor”, ben içlerini dolduruyorum) demiştir.

Kısa olmakla beraber oldukça düşündürücü ve tefekkür gerektiren bu hikâyeyi böylece ifade ettikten sonra, ben de sorular halinde faydalı olur düşüncesiyle biraz açmaya çalışarak cevaplarınıza yardımcı olmaya çalışacağım. Şimdi bunun üzerinde açıcı yardımcı kelimeler kullanılmazsa sadece bu cevaptan “yukarıdaki çiziyor” cevabından ve bunu izah etmekte, cevap yazacak olanlar zorlanabilir diye, mevzunun ne ma’nâda olduğunu, nelerden meydana geldiğini, ve neler sorulabilir, bu hususta daha neler olabilir, diye yardımcı olma babında. Sorunun mevzu kazâ ve kader hakkında olduğudur. Yani yukarıdaki çiziyor ben içlerini dolduruyorum,

---------

(1) Kazâ ve Kader mevzuunda olduğudur.

(2) Hangi mertebedendir.

(3) Eğer başka türlü resimler “İnsan veya doğa” olsa idi hangi mertebelerden olurdu? Yani o insan resmi çizebilirdi o hangi mertebeden olurdu, doğa resimleri yapsaydı hangi mertebeden olurdu, yani çözüme yardımcı olmak için de bunları söylüyoruz,

(4) Ressamın resimlerin içini doldururken renk ve düzenleme seçeneği varmı’dır? Yoksa boyamakta da mecburmu’dur? Şimdi sınırları çizilmiş onun dışına çıkılmıyor, içini dolduracak içini doldurmakta da meselâ birinin içini beyaz diğerinin içini sarı diğerini kırmızı doldurur. Yoksa burada bir ruhsatı var mıdır, yani değişiklik yapmak mı, yoksa bunlar da da mecbur mu, doldururken aynı rengi koymakta mecbur mu,?

(5) Ressamın yaptığı işten kendisinin hangi mertebede olduğunu düşünebiliriz? Şimdi ressam bir resim yapıyor bu resimleri hangi mertebeden yapıyor, bu da bir sorudur.

(6) Diğer mertebelerin birinde olan kimseye yukarıdan nasıl ve neler çizgi çizilirdi? Yani bir başka mertebede olan bir kimse olsaydı ressam yukarıdaki ona ne çizebilrdi, ki o da içini o şekilde doldur-sun. Bunlar ve benzeri sorularla sizlerde bazı ilâveler geliştirerek cevaplarınızı zenginleştirebilirsiniz Cenâb-ı Hakk tefekkürlerinizi arttırsın. Yani ben bu kadarını yazdım siz bu kadarla kalmayın daha daha başka şeyler üretebilirsiniz. Çünkü her mevzunun içerisinde br çok hususiyetler, özellikler vardır. Evet hikâye budur anlaşıldı her halde, hikâyenin can damarı hayvan resimlerinin çizilmesi sorulan cevaba karşılık da yukarıdaki kenarlarını çiziyor, ben de içini dolduruyorum diyor, soru ve cevaplar bunun üzerinedir.

---------

Şimdi yavaş, yavaş hikâyeyi tekrar incelemeye başlayalım. Hikâye bir iş yeri veya bir oda, da, biri içeride olan ve biride dışarıdan gelen iki kişi arasında ilginç bir tefekkür yönüyle başlamaktadır. Oda da buluşan iki insânın özellikleri “düşünen” varlıklar olduklarını göstermektedir. Eğer bu iki kişi düşünen varlıklar olmasa, gelen arkadaşı hiçbir şey sormaz, ne güzel yapmışsın der sana bir çay söyleyeyim der, giderler. Hiçbir tefekkür olmaz. Bize de böyle bir hikâye onlardan nakil olmaz. Tefekkür yönüyle başlamaktadır. O halde bu iki kişi gaflet ehli değil, Hakk’ın Zâtından yola çıkarak mecbur oldukları birinci, yer yüzüne iniş-nüzül, seferini yapmış ve aslına doğru dönüş-uruc, seferini yapmasını idrak etmiş bulundukları hâlin bilincinde olan kimselerdir. Yani diğer ifade ile sâlik, derviştirler.

Her kişinin, bilindiği gibi İlmi İlâhide bir programı vardır, burada küçük bilgi veriliyor, nüzul nedir, uruç nedir? Her birerlerimiz bu âleme fıtri ve zaruri olarak geliyoruz, anne babamızdan bir evde dünyada zuhur ediyoruz. Bu zaruridir, yani fıtri yani rabbımızın hükmü ile geliyoruz burada hiç dahlimiz yoktur, hayır ben gelmek istemiyorum diyen var mı, hangimizin elinde böyle bir selâhiyet var mı yok. İşte bu iniş fıtrı ve zaruri olan bir iniştir. Buraya her birerlerimiz bütün insanlar, Âdem babamızdan kıyamete kadar gelecek son insana kadar, hepsi hepimiz bu hükme tabiyiz. Hayır diyecek hiçbir serbestimiz yoktur. İşte yukarıdaki çiziyor biz içini dolduruyoruz, bu işin başka bir yönü yok.

Buna iniş “Nuzul” seferi deniyor, işte bu seferi yapmış ve aslına doğru “Uruç” seferini yapmasını idrak etmiş bulundukları halin bilincinde olan kimseler, onlar gelmişler geldikleri yeri idrak etmişler, bakmışlar ki burası geçici, vatan-ı asli değil, sılayı rahim yapmaları gerekiyor. Yani kesilmiş oldukları sıfat kamışlığından Mevlânâ Hz lerinin buyurduğu gibi tekrar “Ney” inlemesi orada aslından uzak kalmasındandır, tekrar oraya dönmenin yollarını arayan kimseler yani ikinci çıkış “Uruç” seyrinde olan kimseler, şimdi onun küçük bir izahı var.

Her kişinin bilindiği gibi ilm-i ilâhide, yani Allah’ın ezeli İlminde bir programı vardır, bu programın ismine a’yân-ı sâbite, denmekte’dir yani sâbit a’yân, açık program denmektedir ve iki yönü vardır, birinin hükmü “Kazâ-i mutlak,” diğeri ise “Kazâ-i muallâk” diye ifade edilmektedir. “Kazâ-i mutlak,”değişmez, çünkü (emri irâdi)dir ki hükmü kevne dönük değildir. “Kazâ-i muallâk” ise (emri teklifi) yönüyle kevn’e dönüktür. Kevn’e-zuhura dönük olan her şeyde değişebilen bir özelliktedir. A’yân-ı sâbite programında, Zat-ı İlâhinin bütün özellikleri belirli bir oranda mevcuttur. Değişik terkipler olarak bütün insanlara hepsinin ayrı özelliği ile verilmiştir. Bazılarını eksisi, bazılarının artısıdır, hiç biri diğerine benzemez. Yani programlarımızın hiç biri bir diğerine benzemez. Herbirerlerimizin terkipleri A’yân-ı Sâbite yapılarımız başka başkadır.

Birinci “Nuzul” iniş seferini tamamlayarak fiziki ma’nâda anne rahminden, aslında Cenâb-ı Hakk’ın “Rahim” İsm-i Şerifinden “Zâhir” İsm-i Şerifine geçişi olan muhteşem doğuşun aslında bir ölüm olduğunu bize gene Rabbımız Mülk Suresi 2. Atette buyurur: : اَلَّذِى خَلَقَ الْمَوْتَ وَالْحَيَوةَ لِيَبْلُوَكُمْ اَيُّكُمْ اَحْسَنُ عَمَلا وَهُوَ الْعَزِيزُ الْغَفُورُ “Hanginizin daha iyi iş işlediğini belirtmek için Ölümü ve dirimi halk eden O’dur, O güçlüdür bağışlayandır.” Diyerek açık olarak bildirmiştir. Ancak biz zâhirdeki yeni gelen çocuğun aslından ayrıldığı için ağlayarak “ınga”, “ınga” diyerek ses çıkararak nefes aldığını görünce onu diri zannediyoruz, fiziken diridir, aslında o çocuk fiziken doğmuş, manen de ölmüştür. İlk çıkardığı “Inga, Inga” sesleri ise geldiği bâtın asli âleminden fizik olarak zuhura geldiği zâhir âleminin yaşantısına nasıl uyacağının endişeleridir. Bu yüzden “Inga, Inga” diye feryadı, aslında “Ayn” ve “Gayn” harflerinin ifade ettiği ma’nâyı dile getirmeye çalışma feryatlarıdır. “Ayn” sesi ve ma’nâsı aynını, zâtını kendisini özünü ifade etmektedir. “Gayn” ise ayrılığı gayrılığı uzaklığı ifade etmektedir. İşte çocuk dediğimiz muhteşem yapı, yani küçük olarak Ana rahminde inşa edilmiş, o âlemin en muhteşem beyti bu vesile ile aslından ayrılmasının bâtını bilinci ile “Inga, Inga” aynımdan gayrıma geldim, feryatlarıdır. Yani ruhumdan aslımdan ayrıldım, madde içine girdim, sınırlandım, sınırsız sonsuz âlemden geldim, o küçücük şeyin içerisine girdim, yani beden ile sınırlandım feryatlarıdır. İşte bu gayriyet olmaktadır. Gayra geçmektedir, aynından yani hakikatinden özünden “Gayr” a geçmektedir. İşte bu gayriyet içinde dünya yaşantısını sürdürecek mahalle geldiğinde çocuk ismi verilen yeni zuhur, hatta o hiç bizim bildiğimiz gibi çocuk değil, biz onun hallerine bakarak çocuk diyoruz, o çocukta öyle bir rabb-ı hassı var ki o çocuğu sanki güya çocuksu hareketler yapıyormuş gibi bize gösteriyor.

Çocuksu hareketlerin bile düzenlenmesi, muhteşem bir aklın neticesinde oluşan bir yaşamdır. Ama çocuğun aklı değil rabb-ı Hassının aklıdır. O zuhur içinde bulunduğu yani zuhur içinde bulunduğu zâhir isminin gereği olan hayat başlamaktır. Bu hayat ise yoğun kesif ağır madde özellikli bir yerdir dünya hayatı. Bu yüzden bir ismi de esfel-i Sâfilin –Aşağıların aşağısı- dır. Bu âlemde yaşayan kimse, doğuşundan itibaren bu âlemin özellikleri içinde, nefes alıp verdiğinden, nefsinin özellikleri üzerinde oldukça ağır bir şekilde etkili olmakta, ve değer yargıları bu oluşumlar içinde nefsi benlik olarak belirlenmektedir. Yani çocukluğundan gençliğine doğru geçerken kişinin nefsaniyetinin belirlenmesi kimlik bulması nefsi kimlik bulması,.

Böylece kişinin kimliği bireysel nefsine dönük olarak şekil alıp değerlendirilmekte, kişi de bu anlayış üzerine hayatını dünya menfeatları üzerine binâ etmektedir, ve sadece düyasını imar etmek için çalışmaktadır. Bunun sebebi de nefsini daha güzel daha zengin bir hayat içinde geçirmesini temin için elinden gelen her şeyi yapmakta böylece farkında olmadan gafletinden (gayr) hük-mün de olan ve neticesi olmayan (ölü) bir hayatın peşinde koş-maktadır. Çaresi gene farkında olmadan bu haller içinde yaşayan kimse, ben kimim, sorularını samimi olarak sormaya başlarsa, araştırmalarında kendisine yardımcı olacak vesileler karşısına çıkacaktır.

Böylece kişinin ikinci yolculuğunun da “uruc-yükselme”kapıları açılmış olacaktır. İşte ressam bu hali idrak etmiş birinci gelişini kendini de bilmiş, gayrdan aynına doğru yolculuğa başlamıştır. Bundan sonrası kendi gayret ve çalışmalarına bağlı olacaktır. Yukarıda bahsedilen Âyet-i Kerîme’nin ifadesi ile yani 67/2 âyeti ile (Hanginizin daha iyi iş işlediğini belirtmek için.) demek ki bize bir saha veriyorlar bir selâhiyet veriyorlar, şunu yap bunu yapma diye programı da veriyorlar, ve biz bu programı istenilen şekilde tatbik etmemiz gerekiyor. İşte yapacağınız fiillerinizi ve yaşantınızı kayda alıyoruz hükmünü, idrakle anlayarak hayatınızı ona göre tanzim etmenin gereği ortada olacaktır.

Hayat hakkında bu kısa genel bilgiyi verdikten sonra, şimdi hikâyedeki iki arkadaşın hâlini daha iyi anlamamız zor olmayacak-tır. Yani kısaca tekrar edelim biz buraya geldiğimiz zaman ölüyo-ruz. Yaşamıyoruz, ama işte nefes alıyor yaşıyoruz, bu bedenin hayatıdır, onlar bineğimizin arızasıdır. İnsan ruhu hastalanır o hastalıkları başkadır, Ruh ve Nur bakın ayrılmaktan bölünmekten parçalanmaktan beşeri hallerden münezzehtir. Arızalanan bu bedendir, bu dünyaya ölü olarak geliyoruz işte “Inga” dediği bakın dünyanın her trafında çocuklar aynı sesi vermektedir. Neden farklılık yok, çünkü hepsinde aynı hakikat vardır, hepsi aynı kaynaktan geliyor, Hikâyede geçen “ressamın bulunduğu mekân” şimdi yorumlara yeni giriyoruz, hani ressam bir oda içinde resimlerini yapıyordu ya, hikâyede geçen ressamın bulunduğu mekân kendinin vücut mülkünden, kendinin bir bölümüdür. Yaptığı işten kendinin bu sûretler hakkında ihtisas sahibi olduğu, ve seyru sülûk üzere olan bir kimse olduğu görülmektedir. Bir çok hayvan resmi yapmasından onların mütehassısı olduğu anlaşılmaktadır. Eğer müteassıs olmasa iki tane üç tane resim yapar o da birbirine zor benzer, bakıldığı zaman içinin doldurulması renklendirilmesi güzel olmaz, tükenir. Ama çok resim yaptığına göre o sahada çok bilgili sanatkâr oduğu görülüyor.

Yaptığı işten bu suretler hakkında ihtisas sahibi olduğu ve syr-i sülûk üzere olduğu görülmektedir. Bu sahne o kişinin “nefs-i emmâre ve nefs-i levvâme” mertebesi itibariyle yaşadığını göstermektedir. Eğer o kişinin “seyru sülûğu” tamamlanmış ise daha başka sahnelerden de hikâyeler olabilirdi. Ancak sahnemiz budur ve bunun üzerinde konuşabiliriz. Bu kişinin birçok hayvân resimleri çizmesi, bu mertebe hususunda oldukça bilgi sahibi olduğunu ifade etmektedir. Burası onun daha evvelce farkında olmadığı daha sonradan farkına vardığı (içindeki hayvânat bahçesidir.) kusura bakmayın hepimizde bu hayvanat bahçesi vardır. İşte bu bahçeyi temizlememiz gerekiyor. Dışarıdan gelen arkadaşı ise daha evvelce ünsiyyet ettiği halde, farkında bile olmadığı “Esmâül hüsnâ” arkadaşlarından, hattâ kardeşlerinden olan. Alîm isminin özelliklerinden olan “zekâ” bölümünün tasavvur yönüyle, kimlik kazanıp, soruşturarak faaliyyete geçmesidir. Dışarıdan gelmesi aslında kendinde olupta farkında olmadığı için faaliyyet dışı kalmış olan bu özelliğinin faaliyyete geçmesidir. Dışardan gelen arkadaşı ne demek, bunlar hepsi bizim hayatımızda olan yaşantılardır.

Ressam resim, oda diye akıllarımıza bir silüet getiriliyor, bu silüet bir resimdir, bu resim getirilmezse başka türlü hikâye anlatılmaz. Bâtıni olan, fiziği olmayan bir hadise, nasıl anlatılsın. Dışarıdan gelen arkadaşı daha evvelce ünsiyet ettiği halde farkında bile olmadığı, yani daha evvelce kendsinde bulunan, ama farkında bile olmadığı Esma-ul Hüsna arkadaşlarından, şimdi bütün Esma-ül Hüsna, وَعَلَّمَ اَدَمَ الاَسْمَاۤءَ كُلَّهَا 2/31 hükmüyle Âdem (a.s.) a yüklenmiş olan eğitilmiş bildirilmiş, öğretilmiş olan, esma-ul Hüsna her birerlerimizde fıtraten mevcuttur istesek de istemesekde, hepsi mevcuttur. Zaman geliyor birilerine kızıyor muyuz, bu kızma nereden kaynaklanıyor, Celâl isminden, Kahhar isminden eğer bizde celâl, Kahhar, Mütekebbir, gurur kibir isimleri olmasa bunlar bizde olmaz. Ama zaman geliyor cebimizi açıyoruz, birisine bir şeyler veriyoruz, bu da Rahman Rahim isimlerinin bizde olmasındandır. Yoksa bizim bize ait verecek bir şeyimiz yoktur. O isim bizde olmasa hiçbir şey vermeyiz. İşte esma-ul Hüsna bizim arkadaşlarımızdır. Bunların hepsi içimizde mevcuttur.

Allah’ın güzel isimlerinden arkadaşlarından hatta kardeşlerinden olan, yani bu esma-ul Hüsna bizim arkadaşlarımız, ayrıca kardeş-lerimiz hem de öz kardeşlerimizdir. Bütün esma-ı İlâhiye bizim öz varlıklarımız ayrıca kardeşlerimizdir. Eğer öyle olmasaydı cenâb-ı Hakk bizim bünyemize onları koymazdı. Veya iki isim koyardı, biri Rahman biri Hâdi ismini koyardı, o zaman da melek olurduk, insan olmazdık. Melek olmak öyle fazla özenilecek bir şey değildir, çünkü meleklerin mesuliyetleri yok, cennetleri de yoktur, melek sadece bir kuvvettir başka özenilecek bir şey değildir. Allah’ın kuvvetleri güçleridir. “Alim”isminin özelliklerinden olan zekâ bölümüdür. Kişi aynı zamanda kendinin akl-ı küllüdür, akl-ı külün kuvvelerinden olan batınındaki kuvvetlerinden olan “Alim” isminin zekâ bölümü faaliyete geçiyor ve soruyor, akla soruyor neden hayvan resimleri yapıyorsun diyor.

Neticede aklın yaptığı her şey bütün Esma-ı İlâhiyeyi ilgilendiriyor. Akıl güzel yaparsa Esma-ı İlâhiye ondan fayda sağlıyor. Akıl kötü yaparsa kendisi ile birlikte Esma-ı İlâhiyeler de zora girmiş oluyor içimizdeki bizdekiler. Dışarıdan gelmesi, hikâyede dışarıdan geldi diyor ya, dışarıdan gelmesi aslında kendinde olup ta farkında olmadığı için faaliyet dışı kalmış olan o zaman ne oluyor, dışarıda kalmış oluyor. Bu özelliğinin faaliyete geçmesidir. Aklı o kişinin zatı olan kendi aslına yapılacak başka resim yok mu neden hep hayvan resimleri yapıyorsun diye sormaktadır.

Cevap olarak, (Evet vardır, fakat bu resimleri “yukarıdaki çiziyor”, ben içlerini dolduruyorum) demiştir. “yukarıdaki çiziyor” dan kasıt, İlmi İlâh-î de kişinin A’yân-ı sâbite,sinin “Kazâ-ı mutlak,”değişmez, bölümüdür. Yukarıdan kasıt ilk kaynak olan İlmi İlâh-îdir. Bizim yukarımızda a’yân-ı sâbitelerimiz var, onun da yukarısında İlm-i İlâhi var, ama İlm-i İlâhiye ulaşmadan evvel biz kendimize ulaşmamız lâzımdır ki, o da bizim programımız, a’yân-ı sâbite ve bu kader-i mutlak değişmez bölümüdür. Yani sınırlarının çzilmesi bizim ile ilgili değildir. ama içini doldurmak kader-i muâllâkta bize tanınan o resmi ya çok güzel resmederiz, veya karalar kargacık burgacık bir şeyler yaparız, ki o da resim olmaz, mükâfatı da ona göredir. Yani hayvan resimlerinin sınırlarının çizilmesi kader-i mutlak kazâ bölümü kazâ-ı mutlak da diyebiliriz, değişmez bölümüdür, yukarıdan kasıt ilk kaynak olan İlm-i İlâhidir,

Kişi bunun üzerinde bir tasarrufta bulunamaz. Yukarıdan çizilen sadece bir çerçevedir. Bu mertebede ancak hayvânlık sınırları çizilir. Emmarede ve levvamede A’yân-ı sâbite, de sadece hayvân sûretleri yoktur bütün mertebelerin dış hat tasvirleri vardır. Burada kişinin mertebesi gereği, kendine hayvân sûretleri gönderilip içleri-nin boyanması, yani ahlâklarının belirgin hale gelip kendi üzerinde iyi halleriyle faaliyyet gösterip, kötü hallerinden uzaklaşmak için mücadele edilmesi istenecektir. (ben içlerini dolduruyorum) demesi, İnsân’ın hayvân çerçeveli resimlerinin içini doldurabilmesi, gerçek bir eğitim işidir. Bu resimlerin içlerini doldurmak için “esfel-i sâfilin” olan bu madde âlemine inmesi gerekmektedir. İşte buraya gelen kişi eğer gerçek bir eğitim görüyorsa yukarıda belirtilen haller ve tecrubeleri yaşayacaktır.

İşte bu halde bulunan kimsenin ilmî tarifi, “Hayvân-ı nâtık” olarak ifade edilmektedir. “Hayvân-ı nâtık” “konuşan hayvân” demektir. Eğer bu mertebede kalırsa kendinden haberi olmaz, bu âlemde yaşadığını “zanneder” aslında gerçek mânâ da henüz bu âleme ayak basmamıştır. Ne zaman ki Âdem (a.s.) o kıssada o hadisede bahsedilen, beden arzına yani beden mülküne beden arzına Âdem-i Ma’nânın inmesi yeryüzü arzına kişinin ayak basmasıdır. Yeryüzüne ayak basmak Âdem-i ma’nânın beden arzına ayak basması, dünya arzına cesedimizin dünya arzına basmasıyla, biz bu âleme gelmiş değiliz, cesedimiz geliyor, yani bineğimiz, arabamız geliyor, şöför nerede şöför yok, araba gelmiş, bir işe yaramaz ki, işte şöförün de arabanın içine binmesi gerekiyor.

Kendisinden haberi olmaz bu âlemde yaşadığını zanneder, bakın biz bu âlemde yaşadığımızı zannediyoruz. Aslında gerçek ma’nâda henüz bu âleme ayak basmamıştır, bu halde kalırsa gaflet ehli olur ve ömrünün sonuna doğru bu seneler nasıl çabucak bir gün gibi geçti diye hayıflanır. Aslında nasıl hayali bir hayat yaşadığını kendi de farkında olmadan itiraf eder. Arkaya baktığımız zaman bu seneler nasıl çabucak geçti deriz. Kişi bu halde iken hedefini dışarıdan içeriye döndürmek ister de gereğini yaparsa, kendisine içini göstermek için bir ayna verirler, yani içindeki hayvanat bahçesini görmek için bir ayna verirler bu ayna ile içini seyretmeye başlar, işte o zaman nasıl bir “nefs-i emmâre” tesirinde olduğunu anlar. “Nefs-i emmâre” kişinin içinde bulunduğu en düşük hâlidir ve hep kötülüğü emreder.

Ehlûllahtan birine (“nefs-i emmâre”den nasıl geçilir) diye sormuşlar. Oda cevaben, evvelâ (“nefs-i emmâre” ye nasıl gelinir,) bunun bilinmesi lâzımdır diye cevap vermiştir. Gerçekten çok isabetli bir tesbittir, çünkü bir yere gelinmeden oradan geçilmesi mümkün değildir. İşte “seyru sülûk” dervişliğin ilk şuurlanması, içindeki hayvânat bahçesindeki hayvânların, “hayvâni ahlâkların” farkında olmaya başlamasıdır.

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ



Kaldığımız yerden devam edelim inşeallah,

Daha evvelce iç bünyede sessiz sedasız olan o ahlâklar “emmârelik” vasıflarıyla, o beden mülkünde salınmış gezerlerken, yavaş, yavaş beden mülküne sahip olmaya çalışan sâliğin genel ibadetleri zikirleri tefekkürleri neticesinde, zâten kendinde bâtının da var olan ve kendinde yeni oluşan yeni güçleri ile de kuvvetle-nerek, “emmâre nefs-i” yavaş yavaş bazı iç bölgelerin de yenmeye başlar. İşte bu halde panikte olan yırtıcı hayvânlar kaba güçleri ile dervişin gece zuhuratında, ortaya çıkıp onu korkutmaya başlarlar, daha evvel de vardılar ama, rahatsız eden olmadığından içeride sessiz sedasız hükmünü yürütüyorlardı. Bakın şu küçücük mevzu çok mühimdir, hayvanlar kaba güçleri ile dervişin gece zuhuratında ortaya çıkıp, onu korkutmaya başlarlar, ve geri adım atmasını isterler. Bu durumlarda insan zorlanır bırakayım mı sohbete gide-yim mi gitmeyeyim mi? gibi bir müddet üç beş ay merakla başlar sonra bakar nefsine zor gelmeye başlar, kaytarmaya başlar, bunlar hep olan şeylerdir, yaşanan şeylerdir. Bu durumda “sâlik’e” verilen zikir ve tefekkürlerden oluşan kelime-i tevhid ve diğer esmâ okları, silâhları ve kılıçları ile, yırtıcı “emmâre nefs-in” hayvân sûretlerini ortadan kaldırmaya başlar. İşte burası kişinin insânlık yolunda değerli bir aşamasıdır.

Derviş olan ressam-tasvirci, evvelâ yırtıcıları daha sonrada ehli diye ifade edilen hayvânların, kendinde bulunan dış, “fıtri” çizimlerinin içlerini doldurması onların farkına varmasıdır. Nasıl ki okula yeni başlayan veya başlayacak olan çocuklara “boyama kitabı” adı verilen, sadece dışı-sınırları, çizilmiş kitaplar ile resim eğitimine başlanıyor ise, insânlığın da gerçek eğitimi insân’ın içinde bulunan hayvânat bahçesinin fertlerini tanımakla onlardan korunmayı öğrenmekle, ve onların içini çizgileri taşırmadan iyi boyamakla başlamaktadır. Bu çalışmaların neticesinde sâlik’in kendisinde oluşan değişimler neticesin de beşeri hayvânlık merte- besinden, gerçek hayvânlık mertebesine, geçiş yapmaya aday olmuş bir varlık olur. Gerçek hayvânlık mertebesini ve yaşantısını idrak edemeyen, gerçek insânlık vasfına ulaşamaz denmiştir. Hayvân kelimesinin zâhir ve bâtın olmak üzere iki ifadesi vardır. Birisi, beşer lisânında kullanılan bir sınıf mahlûkatın ismi olmakla beraber, genelde tahkir hakaret mahiyetinde kullanılan bir sıfattır. Diğeri ise gerçek mânâda Cenâb-ı Hakk’ın (Hayy-diri) sıfatının ilk hareket halindeki zuhurlarıdır diye ifade edilendir, ve bu halleriyle tahkir vesilesi değil takdirlik hâlidir.

Bu âlemde hayat sahibi olmayan hiçbir varlık yoktur. Mâdenlerde mâdeni, yatay durağan hayat vardır, bitkilerde, bitkisel dikey toprağa bağlı hayat vardır, hayvânlarda ise müstakil hareket edebilme kabiliyetleri olduğundan bu sûretlere (Hayy-diri) sıfatının kâmil zuhur mahalleri olduklarından “hayvân” “hay-ve-an” “her an yaşayan” varlıklar olduğundan, bu isim kendilerine verilmiştir. O mertebeye kadar olan halkıyyet onlarda, o mertebenin kemâlini bulmuştur. İnsân da, bedenen bu mertebenin (Hayy’ı-diri) si dir. Bu mertebedeki ismi “hayvân-ı nâtıktır.” Ancak kendinden gafil olduğu zaman, bu mertebedende düşüktür. (7/179) كَالاَنْعَامِ بَلْ هُمْ اَضَلُّ (Onlar hayvânlar gibidirler. Belki onlardan daha sapıktırlar. İşte gafil olan onlardır.)

Buradan, buranın halkından, ahlâkından, kurtulmak için nefsini tezkiye-temizlemeye başlaması ile kendindeki gizli değerlerinden biri olan “levvâme nefsini” yaşamaya başladığında kendinde bazı değişikliklerin ortaya çıkması ile, kendi ismi bundan sonra “nefs-i Nâtıka” olacaktır. Buraya ulaşmak için nefsin iki ahlâkını (Emmâre Levvâme) belirten, huylarının ifnâ-yok edilmesi gerekmektedir. Bakara Sûresi (2/67-74) bakara dosyasına da konu olan, bu Âyet-i Kerîmelerde bahsedilen (sarı) inek bu yaşantı ile de ilgilidir. Orada ineği boyayan doğadır. Ve bu İnek kesilmiştir. Gene Ben-î İsrâîl’in sarı altından buzağı da, yakılıp parçalanmıştır. Onu da o merte-benin “nefs-i emmâre”si olan “Sâmiri” isimli kuyumcu icad etmiştir Ve o buzağa ibadet edenler öldürülmüşlerdir. Daha fazla bilgi için (34-3-Bakara dosyası) na bakılabilir. Bu hususta Mesnevi-i şeriften, Avni Konuk şerhi (cild 4 sayfa da şöyle denmektedir.

-----------

Gayet mâhir bir ressam güzel ve çirkin sûretleri hâvî resim levhaları yapar. Meselâ bir levhaya gayet çirkin üstü başı yırtık pırtık ve gözleri hasta ve beli bükülmüş, saçı sakalı karışmış bir ihtiyar dilenci resmini yapar, ve tasvirde o kadar maharet gösterir ki, cisimlenmiş zannolunur. Zâhirde böyle bir şahsın yanından bile geçmeye nefret eden kimseler, bu levhayı hayretle seyretmeye dalarlar, ve ressamın maharetini seyrederler. Binâan aleyh bu levhada resim ve tasvir güzel ve maharet ve hikmet ve kemâl olur. Fakat sûret çirkin’dir ve bu resimden dolayı ressamı kimse ayıpla-maz, bilâkis kemâlini ve maharetini takdir ederler. Aynı zamanda yine o ressam hûri gibi gayet güzel bir kız resmi de yapar ve resim ve tasvir güzel olduğu gibi sûrette güzel olur.

-----------

(Sahih-i buhari tercümesi cilt 11 s. 133) şöyle bir Hadîs-i şerif vardır.

Rasûlullâh salla’lâhu aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur: Ebû Saîd-i Hudrî radiya’llâhu anh’den rivâyete göre. Kıyâmet günü (ehli Cennet, Cennet’e, Cehennemlikler de Cehen-nem’e ayrıldıktan sonra) “ölüm” aklı, karalı alaca bir “koyun” sûretinde getirilecek. (Yani nefs-i levvame suretinde getirilecek, insan suretinde diyebilir, kuş suretinde diyebilir, bina yeşil ağaç suretinde diyebilir, ama hayvan suretinde, alacalı bir koyun suretinde buyuruyor, ölüm koyun ile tasvir ediliyor.) Bir dellâl: Ey Cennet halkı, diye bağıracak! Cennet’tekiler hemen boyunlarını uzatıp başlarını kaldıracaklar ve (bulundukları yerden çıkarak) bakacaklar.

Şimdi dellâl: Bunu bilir misiniz? Diye sorar. Ehl-i Cennet’in hepsi onu görerek: Evet biliriz, bu ölümdür, derler. Sonra dellâl: Ey Cehennem halkı, diye yüksek sesle seslenir! Onlar da boyunlarını uzatıp başlarını kaldırırlar. Ve (bulundukları berzahtan çıkıp korku içinde) bakarlar. Dellâl: Bunu biliyor musunuz, diye sorar. Onlarda hepsi, onu görerek: Evet biliriz bu ölümdür derler. Bundan sonra koyun sûretindeki ölüm (Cennet’le Cehennem arasında) boğazlanır. Bundan sonra dellâl: “Ey Cennet halkı! Cennet’te ebedî yaşayacaksınız, artık ölüm, yoktur. (Cehennem halkına da) Ey cehennem’likler sizde karargâhınızda ebedîsiniz, size de ölüm yoktur!” diyecek. Bundan sonra münâdî (Bu gaflettekiler ehl-i dünyadır.) Âyetini okur. (19/39) وَاَنْذِرْهُمْ يَوْمَ الْحَسْرَةِ اِذْ قُضِىَ الاَمْرُ وَهُمْ فِى غَفْلَةٍ وَهُمْ لا يُوءْمِنُونَ

Yani aslında ölüm diye bir şey yoktur, bir tasvir vardır bir benzetiliş vardır, ve de koyun suretinde olduğundan, o da nefs-i levvameyi ifade ettiğinden, demek ölüm hükmü levvameye kadar vardır, ondan sonra zâten geçip gidiyor, ölüm diye bir şey yok. Ama bu beden gidiyor, nereye gidiyor bu ölüm değildir, ölümü yok olmak diye düşünürsen bu ölüm değildir. bu karargâh değiştir-mektir, yani mekân değiştirmektir, misafir olarak gidilecek yere, bu beden ile gidilemediği için, bedeni alacaklar, çünkü beden buraya aittir, toprak kendine ait olan bu bedeni vermez, başka yere göndermez. İşte bu yüzden ölüm yok olmak değil, sadece tadılacak bir şeydir. (29/57) Tatmak ise haytın ta kendisidir.

-----------

Görüldüğü gibi Hadîs-i şerif bu hususa çok büyük bir açıklık getirmekte’dir. Yukarıda bahsedilen hallerin hakikatini bizlere bildirmektedir. Peygamberimiz (ölüm aklı karalı alaca bir “koyun”sûretinde) getirilecek. Diye buyurarak, ölümü hayvânlık mertebesinden “nefs-i levvâme” sûretinde tasvir etmiştir. O halde ölüm denen mahlûk “nefs-i emmâre ve levvâme” üzerinde geçerlidir. Gerçek insân üzerinde geçerli değildir. Fiziki olan ölüm bir yok oluş değil bir (zâika-tadıştır,) tadış, ise aynı hayattır. “Ölen (hayvân) imiş âşıklar ölmez” diyen Yunus emre ne kadar güzel söylemiş. O halde kişi daha şimdiden kendinde/nefsinde bulunan, ölümlü hâl ve taraflarının farkına varıp, daha bu dünyada iken onları eğiterek yavaş yavaş yok eder, öldürürse daha sonra kendisinde ölüm diye bir tereddüt ve korku kalmaz.

Bu ihtiyari ölümle öldükten sonra, kişinin yeni bir yapı ile ve gerçek varlığı ile, ikinci doğuşunu gerçekleştirmesini ve yeni oluşan bu “veled-i kâlb-gönül evlâdını” bir İnsân-ı Kâmilin nezaretinde en iyi şekilde yetiştirmesi gerekecektir. İşte böylece ikinci sefer olan “uruc” aslına yükselme başlamış, daha bu günden ebedi hayat namzeti olmuş olacaktır. Yukarıda başlangıçta belirtilen hayvân suret ve tasvirlerinin bulunduğu sahneyi bu anlayış içinde değerlendirdiğimiz zaman, ne kadar yüksek bir hâl içinde olduğunu ve bu sahnenin bu haliyle okunması neticesinde (1) Kazâ ve Kader mevzuunda olduğunu ve kendimizi tanımamız yolunda, ise ne kadar büyük bir gerçeği ortaya koyduğunu anlamamız güç olmayacaktır.

Bu sahnede öncelikle seyru sülûk yolunda cem içinde ilklerden-farklardan haber verilmekte, (2) Hangi mertebedendir.? Emmâre ve levvâme mertebesindeki nefsin tatbikatlı gerçek eğitimi yapılmaktadır. Bu âlemde hayvân türünden başka, madenler, bitkilerde vardır bunlara doğa tabir edilir, arzımızın her tarafı ve her bölümü son derece güzel bir biçimde, dağlar denizler ve bitkiler ile, hiçbir tarafı bir birine benzemeyen çok güzel bir biçimde düzenlenmiştir. Ressam-tasvirciye, (3) Eğer başka türlü resimler “doğa” (çizilmiş) olsa idi hangi mertebe’den olurdu? Zâhirde doğa ismi verilen bu dünya sûretlerinin hepsi Zât-ı Mutlakın Zât-ı mukayyet hükmü ile Esmâ-i İlâhiyyesinin o mertebesi itibariyle bir sûrete bürünerek görünmesinden başka bir şey değildir.

O halde âlem eşittir-Esmâ-i İlâyyenin mânâlarının zuhur yeridir. Bu âleme (كُلُّ شَىْءٍ هَالِكٌ اِلا وَجْهَهُ 28-88) penceresinden baktı-ğımızda, “eşya-şey’iyyet ismi verilen her şeyin fâni olduğunu, aslında âlemin tabiat ismi ile görünen her sûretinin bir esmânın sûretlenmiş halinden başka bir şey olmadığını kolayca anlayabiliriz. Eğer ressam doğa resimleri yapmış olsa idi “tevhîd-i esmâ mertebesinden, hakk’ın isimlerinin sûretlerini resmetmiş olacaktı. Resimler “İnsân” olsa idi. Hakikat-i İlâhiyye üzere mahlûk olarak halk edilmiş olan İnsân bu âlemin en mümtaz varlığıdır, ancak kendi mertebesini bilmediğinde ise çok aciz bir duruma düşmektedir. Alacağı güzel bir eğitim ile kendi hakikatini idrak ettiğinde, üzerinde (كُلُّ مَنْ عَلَيْهَا فَانٍ ﴿٢٧﴾ وَيَبْقَى وَجْهُ رَبِّكَ ذُو الْجَلالِ وَالاِكْرَامِ 55-26/27) Hükmü “tevhîd-i sıfat” mertebe-sinden olan bir anlayış ile geçerli olacaktır. Beşer İnsân’ın bu mertebede (Celâl) ismi ile beşeriyyet “men” kimliğinin ortadan kaldırılması, yerine rabb’inin vechini ikram etmesi ile hakikat-i insâniyye olan kendi gerçek kimliğine ulaşmış olmasıdır. Daha sonra tevhîd-i zat mertebsinde de, bütün kimlikleri kendi varlığında toplamasıdır. Buralara ulaşan kimse “ikinci uruc-yükseliş seferini” de yapmış olmaktadır. Eğer, Resimler “İnsân” olsa idi! İnsân resimlerinin çizilmesi üç hâl üzeredir.

(1) Cemâl-i Muhammedî’nin zâhir bâtın resmi yapılamaz. Çünkü “Vech-i İlâhî’” dir. (bana bakan Hakk’ı görür) hükmüdür. Hakk ise zât-ı yönünden değil isimleri yönünden kesret üzere olan görünüştür. Demek ki Hakkın efâliyle esmasıyla sıfatıyla zuhur ettiği yerdir, o halde Allah’ın resmini yapmak mümkünmüdür, değildir, işte Cemal-i Muhammediyenin resmi yapılamaz çünkü Veçh-i İlâhidir. Allah’ın veçhidir.

(2) Kâmil İnsân’ın, zâhir resmi haline göre yapılabilir bâtın’ı ise yapılamaz.

(3) Nâkıs-eksi, İnsân’ın zâhir, bâtın resmi yapılır, çünkü her hali maddeleşmiştir. Maddenin de hali yoğun olduğundan görülür, görülen maddeninde resmi yapılabilir.

(4) Ressamın resimlerin içini doldururken renk ve düzenleme seçeneği varmı’dır? (Vardır.) Eğer seçeneği olmamış olsa idi, o değerli bir san’atkâr olamaz hep aynı resimleri çizen robot olurdu.

Robot ise düşünen varlık değil kurgulandığını işleyen ölü bir makine dir. İnsân ise diri bir kimliktir. Bu hususta Efendimizin bir hadisini belirtmek yeterli olacaktır zannediyorum. (Sûre-i Yûsuf s. 110)

---------

Sahîh-i Buhârî /9. cilt. 1385 no.lu hadîs-i şerîf.

“Ebu Hüreyre r.a. den rivâyet olduğuna göre Rasûlüllah (s.a.v.) Efendimizin Yûsuf (a.s.) hakkında aşağıdaki sözlerinde açık olarak görüldüğü gibi bu âlemde kişilere göre “kaderi muallâk” yönünden kişilerin irâdî olarak, birey varlığı ve mes’uliyyeti ve karar yetkileri olduğu görülmektedir. Eğer öyle olmasa idi, Efendimiz “bende olsam aynı şeyi yapardım” derdi. Açık olarak kendisi! “Eğer ben zindanda Yûsuf’un kaldığı gibi uzun zaman mahpus kalsaydım (onu) mahpustan çıkarmaya gelen kişinin o da’vetine hemen icabet ederdim (de: haydi efendine git de tahkikat yapsın!) demezdim)" demiştir" buyurmuştur. Demekki her mertebede kişinin kişilik sorumluluğu vardır ve verdiği kararların neticesinden mes'uldür. Demekki insân hakikat-i insâniyye’si ve a'yân-ı sabite’si yönüyle kendisine tanınan sahahada ki süre içerisinde hilâfeti yönü ile hür bir bireydir. Bu özelliğini idrak eden kimse Âriflerdendir. Ve İlâh-î benliği ile hakk'ta, Hakk olarak yaşayanlardandır.

Efendimizin bu beyanatı açık olarak bu hususu tasdik ederek bizlere bildirmekte’dir. Efendimizin, “Melik’in da’vetine hemen icabet ederdim” Hani melik Yusuf (a.s.) a artık saraya gel bizim yanımızda ol demişti ya, ama Yusuf (a.s.) hayır efendine gitte tahkikat yapsın diyor, yani Yusuf (a.s.) gelen haberciye diyor ki sen efendine git ben buradan çıkmayacağım O tahkikat yapsın eğer ben doğru isem benim doğruluğumu tasdik etsin, eğer ben buradan çıkarsam benim üzerimde bu suçlamalar hep kalacaktır temize çıkamam torpil ile çıktı derler diye hapishaneden çıkma-mıştır. Peygamberimiz de bunu ben demezdim, yani haydi git efendin tahkikat yapsın diye ben söylemezdim diyor. Yusuf (a.s.) böyle diyor Peygamberimiz (s.a.v.) ben bunu demezdim diyor. melikin davetine hemen icabet ederdim diyor.

Bakın iki peygamberin aynı hususta verdikleri cevaplar ne kadar başkadır. Eğer bütün hayatımızı kader-i mutlak veya kazayı mutlak olarak “yukarıdaki/a’yân-ı sâbite” çizmiş olsaydı, peygamberlerimizin de hayatını çizmiş olsaydı, aynı soruya karşı iki düşünce olmazdı. Bu farklılığı gösteriyor. belki başka bir peygambere sorsalardı, o da bir başka cevap verirdi. Çünkü onun hayata bakışı başkadır, işte bu ve benzeri daha bir çok şeyler var, insanın gerçekten bir yerde, belirli bir sınırlar içinde hürriyetini açık olarak, yani farklı düşüncede karar verebilme özelliğini, ve selahiyetini göstermektedir. Melik’in davetine “hemen icabet ederdim” diyen Efendimiz, yukarıda ise Yusuf (a.s.) “Haydi efendine git de benim hakkımda tahkikat yapsın” dedi, ama peygamber efendimiz “ben öyle demezdim” diyor. bunların ikisi de peygamber, demek ki hadiselere bakışı başkadır. O da bize kimliği gösteriyor, şimdi efendimizin “Melikin davetine hemen icabet ederdim demesi tevhîd-i küllî makamında olmasından”dır.

Melik’in da’vetini “Mâlik’el mülk” olan, Hakk’ın da’veti olarak kabul etmesi dir. Mâlik’el mülk gel diyecek de bir kimse gitmeyecek, bu mümkün değildir. Ama Yûsuf (a.s) onu nasıl gördü, Mısır’ın sâhibi olarak gördü, yani bir beşeri insan olarak gördü, Efendimiz ise Mâlik’el Mülk olan, Hakk’ın daveti olarak kabul etti onu. O sürede Yûsuf (a.s.) da iffet ve temizlik ben’liği olduğundan, bu yönüyle kendisinin, dışarıdan temizlik husûsiyyetinin tasdik edilmesini istemesidir. O mertebede de o haklıdır, ama peygam-berimizin böyle her hangi bir sıkıntısı olmadığından temizlik gibi hiçbir şeyde şartlanması olmadığından, burda da yoktu ve Mâlik’el Mülk olan Allah’ın çağırdığını düşünmesiyle hemen giderdim dedi.

Mertebeleri itibariyle her iki davranış’ta kendileri yönünden doğrudur. Bu halleri idrak etmeden yaşayanlar ise, kendileri nefs-i emmârelerinin benliği yönünden gaflet içinde nefislerinin geçici hürlüğünü kendi hürlükleri zannederek bu dünyanın hayali içinde, ben yaptım ben ettim demektedirler. Bunlarda kendilerini Hakk'tan ayrı, zan ve gaflet içinde ki hayâli benlikleri ve nefisleri ile birlikte nefis kuyusunda mahpus ki, dünyası bu kadardır, ancak kendilerini hür olarak yaşadığını zanneden kimselerdir. Ama kuyu içindeki hürlük gibi. İşte bu yüzden Yûsuf gibi kuyudan çıkıp, Beden Mısır-ı mülküne Sûltan olmak lâzım gelmektedir.

---------

Yoksa boyamakta da mecburmu’dur? (Değildir.) Eğer mecbur olduğunu zannederek resimleri o anlayış ile içlerini doldursa idi, (cebriyye) mezhebi mensubu olurdu, çünkü cebir, cebreden ve cebredilen ikiliğini gerektirir ki buda şirktir. Eğer bir cebir varsa buda kişinin kendi Hakikat-i olan (a’yân-ı sâbitesi) nde ki hakikatlerinin (kazâ-ı mutlak) yönünden kendi kendisinde bulunan kendi iradesi ile zuhura çıkmasıdır. Bu ise “cebir” değil “dilemek” tir, dilemek ise isteyerek, severek ve sonunu baştan kabullenerek olan bir davranıştır.

(5) Ressamın yaptığı işten kendisinin hangi mertebede olduğunu düşünebiliriz? Hikâyede bahsedilen ressamın bu sahnede sadece “hayvân” resimlerini çizmesi bu mertebesi itibariyle ihtisas sahası olan “emmâre ve levvâme” mertebesinden zuhurda olduğu anlaşılmaktadır. Eğer o ressam, görebildiğimiz bu âlemdeki bütün suretlerin resimlerini çizebiliyorsa (ressam-ı a’zâm) olan “kâmil ressam-kâmil insân”dır, bu makam ise daha evvelce bütün sûretlerin yapıldığı atölyelerde ihtisas gördüğünden her türlü resimleri kolaylıkla çizebilecektir. İşte bu Kâmil ressam karşısına gelen dış haliyle beşer insân görüntüsünde olan nefs-î insân’a seyru sülûkunda hangi mertebeye doğru, yol alıyorsa oranın sûretlerini sâlike çizip gözünden gönlüne aktarmaya çalışmasıdır. Aslında çizilen sûretler-tasvirler, zâten kişinin içinde mevcud olan sahne bülümleridir, iç hâlinin resimlerini böylece kendisine farkında olmadan göstermesi ve sâlikinde zaman içinde aslında bu sûretle-rin kendi iç mertebelerinin aşikâre çıkmasından başka bir şey olmadığını anlamasıdır. Böylece, kâmil ressam bu sûretleri sâlikin gönlüne nakşetmesi ile sâlik’te bu hususta o mertebenin resim-tasvir çalışmalarına başlamış bu hususta eğitilmiş olmaktadır. İşte bir bakıma “Kûrb’ân bayramı” nın hakikati de bu sırra dayanmak-tadır. Kâmil mürşid’in “Kûrb’ân bayramı” hakikatlerini idrak etmiş ehli kemâl bir kimse olması gerekmektedir aksi halde bu faaliyetlerin hiç biri tahakkuk etmez sadece sözde kalmış olur.

Ramazan bayramı” nın hakikakat-i (halife-i şahsiye) “Kûrb’ân bayramı”nın hakikat-i ise “Halife-i tebliiyye” dir. İşte sâliklerin yola koyulduktan bir müddet sonra, zuhuratlarında öncelikle muhtelif cinsten hayvânları görmeleri, o sâlik’in gönül odasında, ressamın yani “Kâmil İnsân” ın sâlik’in o ahlâklarını ortaya çıkarmaya, ve onları yok etmesi gerektiğini, kendisine bildirmesi’dir. Bir şeyin yokedilmesinin ilk şartı o şeyin tesbit edilmesidir. İşte kûrb’ân bayramının üç gününde kesilen kûrb’ân lar bu hakikatin genel bir tatbikatıdır. Dördüncü gün kûrb’ân kesilmez, çünkü o gün (Zât) günüdür Zât mertebesinde ise zuhur olmadığından herhangi bir fiilinde olması mümkün değildir. İbrâhîm (a.s.) ın oğlu İsmâil’i kûrb’ân etme hadisesi bu hakikatin şer’an bildirilmesidir. Gelen koç’un, ise nefs-i levvâme mertebesi olduğunu zâten biliyoruz. Koç’un gökten gelmesi ise, hikâyede geçen (yukarıdaki çiziyor) hükmü ile içininde dışınında yukarıdaki, yani a’yân-ı sabitelerinde olan (Kazâ-ı mutlak) bölümünden olmasıdır.

(6) Diğer mertebelerin birinde olan kimseye yukarıdan nasıl ve neler çizgi çizilirdi? Her mertebenin özelliği ayrı olması dolayısıyla her mertebe de nasıl faaliyyet varsa o mertebenin özellikleri çizdirilirdi. İşte (Kâmil ressam, tasvirci-Kâmil insân.) Üçüncü Hakk’anî-Hakk olarak iniş-nüzülünü yapmış olduğundan bütün mertebelerin resim ve tasvirlerini, karşısına gelen kişinin mertebe-sinden, ona bir ayna olarak, kendisine yansıtır ve kişi karşıda gördüğünü zan ettiği şeylerin, aslında kendi gönlünde parlayarak açığa çıktınığını, zaman içinde fark eder. (Kâmil ressam, tasvirci-Kâmil insân.) uzun seneler bu resimleri yapa yapa yorulur, daha sonra bu resimleri yapma yerine, yapılan resimleri yansıtma haline geçer. Ve kendisi pek temiz bir ayna olduğundan, her resmi olduğu gibi yansıtır. O’na bakarak, bazı kimseler o’nu ehli îmân, Bazı kimseler ise onu ehli isyan zannederler. Çünkü o’na bakanlar ancak kendi iç bünyelerindeki, kendi ahlâkî resimlerini gördüklerinin farkında olmadıkları için, kendi hâl ve ahlâklarını o’nun ahlâkı ve hâli sanırlar. Hâlbu ki, aslında o’na bakanın Efendimizin buyurduk-ları gibi, o’nda “Hakk’ı görmesi” lâzımdır, çünkü aslı budur.

---------

Bu husuta Efendimiz hakkında yaşanan bir hâdise anlatılır. Bir gün Efendimiz sahabîsi ile bir yerde bulunuyor iken oradan geçen “ebu cehil” kendisine takılarak bazı yakışmayan tahkir hükmünde sözler sarfetmiş, Efendimizde doğrudur diye sözlerini tasdik etmiş. Daha sonra Hz. Ebubekir (r.a.) gelmiş o’da tam tersi onu son derece yüceltici sözlerle övmüş, Efendimiz o’na da doğru söyledin diyerek sözlerini tasdik etmiş. Bunun üzerine orada bulunan sahabîler, ya Rasûlüllah bu nasıl iştir biri geldi sizi kötüledi diğeri ise sizi tasdik ederek yüceltti siz ikisine de “doğru” dur dediniz bu nasıl oluyor diye sorduklarında Efendimiz! (ben bir aynayım ebu cehil geldi farkında olmadan, bende kendi kötülüğünü gördü, ve onları anlattı, bende doğru söyledin, dedim. Arkadan Ebu Bekir geldi oda bende, kendi güzelliğini gördü ve onları söyledi) diyerek hadiseye açıklık getirmiştir. Böylece bu hususta bizlerede büyük bir bilgi hazinesi bırakmıştır.

---------

Yeri gelmişken faydalı olur düşüncesiyle gene “Mesnevî-i şerif” hazinesinden özet olarak başka bir ressam hikâyesi ile yazımızı bitirmeye çalışalım. (Şerh-i Mesnevi Tahir-ül Mevlevi, cild 5 sayfa 1607)

---------

Yüklə 2,1 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   18   19   20   21   22   23   24   25   ...   32




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin