GöNÜlden esiNTİler. A’YÂn-i sâBİte kazâ ve kader necdet ardiç terzi baba necdet ardiç


Üçüncü bölüm istidad-ı gayr-ı mec’ul ve kabiliyyet



Yüklə 2,1 Mb.
səhifə4/32
tarix03.01.2019
ölçüsü2,1 Mb.
#88712
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   32

Üçüncü bölüm istidad-ı gayr-ı mec’ul ve kabiliyyet.

Yani var edilmemiş olan istidadlar ve kabiliyetler, var edilmemiş derken yok hükmünde olan değil, Allah’ın Zât’ıyla mevcut, bir başka şekilde var edilmemiş ezeli varlık ezeli istidat ve kabiliyet, “iktiza-i Zâti olan a’yân-ı sâbitede her bir aynın yani her bir a’yan-ı sabitenin bir istidatı ve kabiliyeti mahsusası vardır.” Yani kendine mahsus bir istidat ve kabiliyeti vardır. Burası da çok mühim bir mevzudur, konular biraz ağır ama ne yapalım, bu kısa süreler içerisinde, mümkün olduğu kadar, yoğun bir çalışma yapmamız gerekiyor. Akıl ve idrak seviyelerimizi mümkün olduğu kadar yukarıya çekmeye çalışıyoruz, kim ne kadar anlarsa o kadar kâr olur, en azından bir hedef olur ki, ileride biz böyle bir şeyler dinlemiştik deriz, ufkumuzu ona göre açalım, gayretimiz ile oralara ulaşmaya çalışalım. Şu anda ulaşamamış isek bile, ama bunlar şuur altı bile de olsa, bellek altı da olsa azar azar da olsa, kayıda geçmekte, yani akıllarımızın bir tarafında hafif hafif silik de olsa kalmaktadır, en azından böyle bir mevzu var düşüncesi ile, işte bu tür mevzular kişilerin önünde kendilerine ufuk açmakta o ufka kadar kim nereye kadar gidebilirse, gitmesi kendi menfaatine olmaktadır.

Ama kişi önündeki ufku bilmezse yani önündeki yol açık değilse o zaman dönmeye başlar. Günleri bir gününün hep aynı olur. O zaman ilerleme olmaz sevap kazanmış olur. Tabi ki hiçbir şey yapmamaktansa sevap kazanmak da, güzel bir şeydir ama sevap yerine Allah’ı kazanmak, daha güzel bir şeydir. Sevap kazanırsa cennet ehli olur, Rabbını kazanırsa da Allah ehli olur. Yani ehlullah olur. Allah ehli ne demektir, ehlullah demek ev halkı demektir, yani Allah’ın yakınında mücaviri yani çok yakınında olmaktır. Allah’ın yakınında olan cehennem de olsa ne olur, onu cehennem yakar mı, İbrâhîm (as) ehlullahtandı, yani Allah’ın ehli olduğundan, onu ne ateş yaktı ne de başka bir şey.

Yusuf (a.s.) Allah ehli olduğundan gittiği zindan 12 sene ona cennet oldu. Orada hiç sıkılmadı ki, orada daha rahattı. Hapisaha-neye giderken de, sarayda böyle yaşamaktansa hapishaneyi tercih ederim, dedi ve öyle gitti hapishaneye. Onun için dışarıdaki hale bakılmaz, içerideki hale bakıp ona göre değerlendirmek daha gerçekçi olur. İşte bu gayri mec’ul istidat ve kabiliyet kâza ve kader bahsinin bunlar özel halleridir, yani kaynak meseleleridir, işte kolayca diyoruz kaderim buymuş, kazaymış böyleymiş diye, bunların sadece lâfını yapıyoruz ama herbirerlerinin birer hakikati vardır, bizler de o hakikatlere ne kadar nüfuz edebilirsek ahiretteki veya daha dünyadaki ilmi kariyerimiz veya ilmi idrak ve anlayışımız ilmi ulaştığımız yer oraları olacaktır.

Mademki mirac peygamberinin ümmetleriyiz, biz de bu miracı kabiliyetimizin, yani imkânlarımızın yettiği kadar, sonuna kadar kullanmak, bizim dünya ve ahiret kazancımız olacaktır, başka kimsenin olmayacaktır. Hani basitçe, derler ya “her koyun kendi ayağından asılır” diye, işte her kes de kendi ameliyle yükselmekte kendi amelinin neticesini görmektedir. “Zât’i gereklilik olan a’yân-ı sâbiteden her bir a’yân’ın bir istidadı ve kabiliyeti mahsusası vardır.” Yani her bir a’yân-ı sâbitenin kendine ait olan hususi bir kabiliyeti ve istidadı vardır. Yani her a’yn-ı saâbitenin istidat ve kabiliyeti başka forumdadır. Bir a’yân-ı sâbite, bir başka ilerleme kayıt ederken diğeri onda ilerleme kayıt etmez, ötekinde geri kalan ötekinde ileri gider, çünkü hepsi de bir olmaz.

Vücud-u mutlak asla biri diğerine benzemez. Vücud-u mutlak, vücud-u mutlak-ı Hakk, yani Hakk’ın mutlak vücudu a’yân-ı sâbiteden her bir aynın istidadına münasip olarak o aynın sureti ile zahir olur”. Daha evvelki bölümde a’yân-ı sâbitenin hakikatinin ne olduğunu yerinin ne olduğunu belirtti, şimdi de bu a’yân-ı sâbitenin zuhur halini belirtiyor. “Hakk’ın mutlak vücudu a’yân-ı sâbiteden her bir a’yânın” yani diyelim ki 50 milyar a’yân-ı sâbite programı var, bu programların hepsi de birbirinden ayrı programlar, hani bugün de diyorlar ya, cep telefonları paket programlar var kulla-nılıyor, bizim de bir paket programımız var, Hakk’ın indinde bu gayri mec’ul yani halk edilmiş değil Allah’ın varlığı ile mevcut, işte “mutlak vücutta var olan bu a’yân-ı sâbiteler her bir a’yân-ı sâbite, a’yân-ı sâbitenin istidadına münasip olarak yani istidadına uygun olarak o aynın suretiyle zâhir olur.

Yani o programın hususiyeti ile zâhir olur, yani o mühendis o programı diyelim ki, beş katlı bir bina kurdu, işte o binayı yapması da zuhura çıkması, evvela kâğıda kağıtlara dökülmesi, sonra arsada betonlarla yukarıya doğru çıkması, o a’yân-ı sâbitenin programına uygun bir şekilde olur. Başka türlü olmaz. Çünkü program odur, böylece meydana gelir. Şimdi, “a’yân-ı sâbite mec’ul olmayınca yani var edilmiş olmayınca onların istidat ve kabiliyeti dahi mec’ul olmaz.” Yani yaratılmış olmaz. A’yân-ı sâbite yaratılmış olmadığı gibi, onların istidat ve kabiliyetleri dahi yaratılmış olmaz. Yani sonradan meydana gelmiş olmaz. “Şu kadar ki bu istidat ve kabiliyet a’yân-ı sâbitenin ve ayan-ı sabite dahi Zat’ın gereği bulunduğu ve bunların illeti ancak vücud-u Zatullah bulunduğu ve illetin malule tesiri tabi olacağı cihette bu istidat ve kabiliyetin müessiri dahi ancak vücud-u Zâtullahtır.”

Bu istidat ve kabiliyet yani programdaki istidat ve kabiliyet, a’yân-ı sâbitenin ve a’yân-ı sâbite dahi Zât’ın gereği bulunduğu yani a’yân-ı sâbite de Zât’a bağlı olmasından ve bunların illeti yani sebebi de vücud-u Zatullah bulunduğundan yani a’yân-ı sâbiteler de Allah’ın vücudu olduğundan ve illetin malule tesiri yani sebebin sebebi alana tesiri tabi olacağı cihetle bu istidat ve kabiliyetin müessiri dahi ancak vücud-u Zatullah’tır.” Yani bu istidat ve kabiliyetlere tesir ederek de ortaya çıkaran Allah’ın vücududur demek istiyor, yani onlar da kendi kendilerine zuhura çıkmış değillerdir. İşte bu hakikate işareten Cenâb-ı Mevlânâ Mesnevi-i şeriflerinde şöyle buyururlar:



Mesnevi Tercüme: “o kalb-i kasinin çaresi bir mübdilin atasıdır; onun atası için kabiliyet şart değildir. Belki kabiliyetin şartı onun atasıdır. Zira ata iç ve kabiliyet kabuktur.”

Zira a’yân-ı sâbiteye vücud-u ilmi bahş eden atayı zâtiyedir. Yani atayı zatiyeye ilmi bir vücut veren Zât’i ita yani Zât’i lütuf, Zât’i veriştir ve bu Zât-ı ilâhi olması için hiçbir suret mertebe-i ilimde peyda olmaz.” Yani Hakk’ın bu lütfu olmazsa hiçbir suret mertebe-i ilimde peyda olmaz. Yani Allah’ın bu hükmü olmazsa bu vericiliği olmazsa hiçbir suret mertebe-i ilimde meydana gelmez. A’yân-ı sâbitelerin özellikleri evvelâ ilmi suretler olarak meydana gelmekte işte Allah’ın itası, verişi itası olmasa bunlar meydana gelmez, ve onların istidat ve kabiliyeti dahi mevzu bahis olamaz.

Böylece atayı zâti, istidat-ı ilâhi iç, istidat ve kabiliyet kabuk mesabesindedir.” Yani Zât’i veriş lutf-u ilâhi iç, yani a’yân-ı sâbitenin içi, a’yân-ı sâbitenin istidat ve kabiliyeti de kabuk hükmündedir. Çünkü istidat ve kabiliyet ile onlar ortaya çıkmaktadır. “Şimdi burası iyi anlaşılsın ki istidat ve kabiliyette cebir yoktur. Atayı Zâti ve tecelli-i İlâhi ve nefes-i Rahmâni alet seviye vakidir, tenfis-i Rahmani mütekip her bir ayn kendi istidadına ve kabiliyeti zatiyesine göre müteayyin olmuştur, böylece her bir ayn kendi kendine cebir etmiştir.” Demek suretiyle çok büyük bir ilmi hakikati ortaya çıkarmaktadır. Tekrar geriye dönelim; şimdi şurası iyi anlaşılsın ki istidat ve kabiliyette cebir yoktur.

Şimdi istidat ve kabiliyet o kişide faal olarak zuhura çıkmakta, yani kişinin örgü örmesi gibi, işte bazılarının feza ilimlerine merakı olması gibi, bazılarının deniz dibi araştırmalarına merakı olması gibi. Bunları yapmayı sevmesi istidadı, yapabilmesi de kabiliyetidir. Çünkü istidat yani arzu olmazsa hiçbir şey meydana çıkmayacak, yani yapma ihtiyacını duymayacaktır. İşte onun arzu, yani programında olan hususiyet onu arzu edip oraya yönelmesi, yöneldiği şey de kabiliyeti arttı derler, çalıştığı sürede kendini daha geliştirdi, işte kabiliyeti ile de, bu zuhura çıkmaktadır. O halde kabiliyette cebir yoktur.

Bazıları daha evvelki sohbetlerimizde dört ana fikir üzerinde ortaya sürülen Kaza ve kader bahsi olduğu konuşulmuştu, sıra buraya gelince özet olarak kısaca bahsedelim şöyle ki, evvelâ kazâ ve kader hükmü en kapsamlı dengeli şekliyle ehl-i sünnet vel cematın vaaz ettiği kazâ ve kader hükmüdür, işte bu okuduklarımız hep onun içerisindedir. Bir gurup var bunlara “Mutezile” diyorlar bu Mutezilenin kanaati kul fiilini halk eder, Allah ezelde kazâ kader diye bir şey yazmaz, kul yaşadığı sürede fiilini halk eder anlayışı ile kazâ kader anlayına bakmaktalar. Bunun karşısında diğer bir gurup ise kul fiilini yapmak mecburiyetindedir, hükmüyle kader bahsine bakarlar. Bunun bir üstü olan dördüncü gerçektir. Bu sahada, kaderiye var, hurufiye var, kader hakkında bir sürü fırkalar vardır ama burada bu fırkaları inceleyecek durumda değiliz, biz sadece kaderin ana hatlarıyla ehl-i sünnet vel cemat hakikatleri içerisinde ne vaaz ediyor onu anlamaya çalışıyoruz. Dördüncü sıraya koyduğumuz da ehl-i sünnet vel cemat kader anlayışının bâtınıyla birlikte oluşmasıdır, işte bu anlatılanlar ehl-i sünnet vel cemat kader anlayışının batınıyla birlikteki kabullenişi ve faaliyet sahasında oluşu en kemalli ehl-i sünnet kazâ- kader anlayışı budur. İşte burada istidat ve kabiliyette cebir yoktur.

Şimdi cebir gurubu yani, “ben fiilimi işlemeye mecburum” diyor. Allah benim kaderimi yazmış ne yazmışsa onu işleyeceğim, diyor yani ben fiilimi yapmakta mecburum, bu görüşte olanlara da cebriye diyorlar. İşte o da bunu red ediyor, aslında bu kelimelerle bu satırlarla, şurası iyi anlaşılsın ki istidat ve kabiliyette cebir yoktur, atayı Zât’i ve tecelli-i İlâhidir. Yani kişilere verilmiş olan istidat Allah’ın atasıdır, yani lütfudur, tecell-i i ilâhidir nefes-i rahmani ilk olarak alemlere nefh edilen nefes-i Rahmâni alet seviye vakidir. Yani bütün varlıklarda aynı şekilde bütün âlemde, aynı seviye aynı düzende, bütün âlemde vakidir nefes-i Rahmani, Rahman, nefes-i rahmanını bütün âleme yaydıktan sonra her bir ayn her bir a’yân-ı sâbite kendi istidadına ve kabiliyeti zâtisine göre müteayin oldu.

Yani “Errahman” da bahsedilen Rahman, hakikat-ı ilâhiye nefes-i rahmanisini bütün âleme aynı miktarda yaydı, yani birine fazla birine az, diğerine bulut gibi, diğerine yağmur gibi, bütün âleme nefes-i rahmaniyesini aynı şekilde yaydı, tenfis eyledi, nefh etti, burada her bir ayn kendi istidat ve kabiliyetine göre müteayin oldu. Meydana geldi. Nefes-i rahmani yer yüzüne bütün âlemlere yayıldıktan sonra o nefes-i rahmanideki Rahmaniyet hakikatleri, bölük bölük, gurup gurup, bütün âlemdeki o gezegenleri galâksileri galâksilerin ana mayası olan “sehab-ı muzi” denilen parlak bulutsuları ortaya getirdi, işte onlardan sonra da üzerinde yaşayan varlıkları ortaya getirdi, bunlar hep o varlıklar a’yân-ı sabiteleri istikametinde programını oluşturdular ve zuhura çıktılar.

Böylece müteayin oldu, yani zuhura geldi, tayin edilmiş yani görüntüye gelmiş oldu, böylece her bir ayn kendi kendine cebr etmiştir. Alemde ikinci bir varlık yok ki o varlık o varlığa tesir ederek, silah zoruyla galâkside, ben bu galâksiyi burada istemiyorum, sen daha ileriye git, dediği zaman cebir olur. Ama bütün bu galâksiler, kendi programları içerisinde, kendi oluşları ile nefes-i rahmani ile, ortaya çıktıklarından şekillerini de kendi programlarından aldıklarından, kimse onlara cebir etmiş değil kendi programları ile kendi kendilerine meydana gelmişlerdir.

Şimdi diyelim ki bir buğday tanesi, yahut bir elma çekirdeğini toprağa diktik, o çekirdek kendi özünde kendi programı, a’yân-ı sâbitesi, bir bakıma zuhura gelmiş programı, toprağa ekince nefes-i Rahmâni aldı, yani ihtiyacı olan gıdayı aldı, filizlenmeye başladı, nihayet işte kök oldu, sap oldu, derken gövde oldu, yapraklar oluştu, veya bir ısırgan tohumundan ısırgan otu, veya bir diken tohumundan bir diken bitkisi ortaya çıktı, veya zehirli bir ot çıktı, diğer taraftan meyva çekirdeğinden, meyva ağacı çıktı ortaya, işte dikenin diken olarak çıkmasında meyvenin meyve olarak çıkmasın da cebir yoktur. Yani kimse buna müdahele etmemiştir. Kendi bünyesinde a’yân-ı sâbitesinde ne varsa onun istikametinde zuhura çıktı. o halde hiç bir varlıkta âlemde cebir yoktur diye aynı zamanda cebriyecilerin de tezini böylece çürütmüş olmaktadır.

-------------------



Mesnevi-i Şerif A.A. konuk. Birinci cilt sayfa 230 beyt, 606. dan devam edelim.

Kazâ ve kader hükmünde tesiri olan ve kişinin gerçekten varlığı, veya yokluğu, hakk’ında malûmatlar veren, bir bölüm burası, vaktimizin yettiği kadar, bu sahada da, tefekkürlerimizi açmaya çalışalım.

Cenâb-ı Hakk’tan her zaman olduğu gibi ricamız, murad-ı ilâhisi ne ise, Yani İslâm dini olarak bizlere göndermiş olduğu bu dinin gerçeği, murad-ı ilâhi olarak, neyi anlatmak istiyorsa bizim o şekilde anlamamızı nasib etsin. Yani bizim beşeriyetimiz ile dinimizi anlamak değil, onun bize öğretmeyi istediği şekliyle muradıyla bizlere o sahaları açsın inşeallah, biz de o yollardan giderek, mümkün olan en geniş ma’nâ da, islâm dinini anlamaya çalışalım, nasıl? genel hatlarıyla, genel kısımlar, değişik mertebeleri ile. Bilindiği gibi İslâm dininde dört ana mertebe vardır, birincisi genelde kullandığımız şeriat mertebesi, ikincisi tarikat mertebesi, üçüncüsü hakikat mertebesi, dördüncüsü de Marifet mertebesidir.

Aslında bunların tamamının aldığı isim şeriat mertebesidir. Çünkü bunların hepsini (s.a.v.) Efendimiz bize bir kanunlar manzumesi, bir bütün olarak getirdiğinden bunların hepsi şeriat mertebesi ismi ile o sistem içerisinde bulunmaktadır. Ancak mertebelerin açığa kavuşması için hepsi, şerhi hukuk hüküm ve hepsi birdir, (s.a.v.) Efendimiz dört ayrı hüküm getirmedi, hepsi bir hükmün değişik yönleridir. Bazı kardeşlerimiz, ilim adamlarımız, yazarlarımız, ayrıca tv lerde de, ne yazık ki, çıktığı gibi efendim tarikat mertebesi, hakikat mertebesi, yoktur sadece islâmda bir mertebe vardır, şeriat vardır, bunun dışında bir şeye gerek yoktur, şeriat mertebesinin vaaz ettiği kurallar da bellidir, yani imânın şartları, islâmın şartları gibi, tabi bu kadarı ile de insan Müslüman olur, ancak bunun mümkün olduğu kadar genişliği vardır, ama bir de islâmiyetin helezon şekliyle de miracı yükselmesi vardır.

İşte yükselmeyi murad edersek, veya kendi içimize doğru olan yolculuğumuzu murad edersek, biraz daha araştırmacı olmamız gerekiyor, hangi sahada, islâmiyet in derinliği özü sahasında, peki bunları nasıl araştıracağız, daha evvelce o yollardan geçmiş olan büyüklerimizin izlerini sürerek, başka türlü de bulunmaz. Çünkü onlar bu yolları bizlere muhkem olarak bulmuşlar, kurmuşlar ve bırakmışlar zaten, bize sadece geçmek kalıyor, o yolları bulup sonra da geçmek kalıyor, işte Mevlânâ Hz leri de bu büyükle-rimizden bir tanesidir, bize bırakmış olduğu en büyük miraslardan bir tanesi de Mesnevi-i Şerif’tir, Mesnevi-i Şerif’in bir çok mertebe-lerden vaazı vardır, zuhuru vardır, ifadesi vardır, çok tutulmasının sebebi de her gurup tarafından sevilmesinin tutulmasının sebebi de içerisinde şeriat, tarikat, Hakikat, Marifet mertebelerinin hepsinden mevzular olduğundan, ve her yöne tesiri bulunduğundan, hayret edilecek şekilde, ayrıca meselelere sâhip olduğundan, ve onları da çok güzel misallerle bizlere vermiş olduğundan, bu şekliyle en çok tutulan, istifade edilen islâmi değer, kitaplardan birisi olmuştur.

Ayrıca eskiler bilindiği gibi mesnevi-i şerif okutmasını icazata bağlamışlardır. Yani hususi bir tahsil gören kişi ancak mesnevi han olabiliyordu. Şu anda herkes bu kitapları alır okur kimse mâni değildir, ama bunu güzel anlayıp güzel anlatabilmek için onun bir eğitimi gerekiyor, eski mesnevi şârihleri böyle yetişmişler ve icazatla, yani birisi çıkıpda ben Mesnevi okutacağım diye bunu yapamazmış. İşte bizim Rahmetullah-ı aleyh benim ilk şeyhim, Hazmi Babamız Mesnevihan idi, Süleymaniye kütüphanesinin de müdürü idi, kendisi Mesnevi şerh eder, Bayazit Camiinde de ikindi namazın dan sonra Cumartesi günleri Mesnevi okuturdu. Dolayısıyla az da olsa kenarından köşesinden bize de bu verese olarak intikal etti. Yani Mesnevi okutabilme selâhiyeti diyelim.

Bizim sohbetlerimizde dört ana mevzumuzdan bir tanesi de Mesnevi-i Şerif idi. Bir tanesi Kur’an’da Yolculuk, Kur’an’ın bazı yönleri ile ilgili, mealleri ile birlikte okuyarak, diğeri Ahmed Avni Konuğun Fusus’ul Hikem’i dört ciltlik müthiş bir eser hayran kalmamak elde değildir, diğeri İnsan-ı Kamil Abdülkerim Cili’nin eseri, o da çok müthiş bir eserdir, diğeri de Mesnevi-i Şeriftir. Mesnevi-i Şerif’in de en derli toplu tevhide ve tasavvufa yakın izahı yine Ahmed Avni Konuk tarafından yapılmıştır, gerçekten içindeki ma’nâlara ulaşmak oldukça zordur, ama güzel izahlarla anlayabile-ceğimiz şekle dönüştürmüşler, işte biz de bunları okuyorken her birerlerimiz okuyorken mümkün olduğu kadar meseleleri anlamaya çalışarak, onlara baktığımızda ve tatbik ettiğimizde, biz de mümkün olan kabiliyetlerimiz içerisin de, en yoğun en faydalı hali almaya çalışmamız, dünya hayatında iken, bizim menfaatimize olacaktır. Çünkü bir daha bunların tahsili âhirette yoktur. Ancak âhirette de bazı sahalarda, bazı kişiler için idrakler devam edecek, yani gelişme devam edecek, ama bu zor bir hadisedir, burada idrak seviyesi açılmış olan kimseler, tevhid hakikati ile kendi hakikatlerini, idrak etmiş olan kimselerin tasavvurları, orada da devam edecek, yani açılımları müşahedeleri, orada da devam edecek, çünkü Alah’ın müşahedesinin sonu yoktur, sonu olsaydı kıyamet ile Allah’ın sonu demek olurdu, böyle bir şey de söz konusu değildir. Ancak Cennetin bir bölümü var ki, oraya ibadetleri ile gitmiş olanların, sevapları ile gitmiş olanların, bir daha ilerlemesi yoktur.

Efendimiz de buyuruyorlar ya hani insanlar ne şekilde yaşamışlarsa o şekilde ölürler, ne şekilde ölmüşlerse o şekilde kalkarlar hükmü içerisinde, cennet ehli “halidine fiha ebeda” (4/57) hükmüyle de bulundukları mertebelerinde ebedi kalacaklardır. Yani bir alt kattan üst kata geçme imkânları yoktur. Üsttekiler belki alttakileri ziyarete gidecekler, ama aşağıdan yukarıya gitme yoktur. Bunun sebebi de orada, artık gelişme yoktur. Yani akıl, beyin, idrak tasavvur, hal dünyadaki kanaati en üst kanaati kendisi hakkında Hakk hakkında ve âlemler hakkında nasıl bir değer yapısı oluşturmuşsa, o mertebesi ile gidecek, bir daha gelişmesi de yoktur. Ama ariflerin, irfan ehli olanın gelişmesi, orada da devam edecektir. Bu da tabi ayrı bir konudur.

Şimdi tasavvuf ehli olarak, kişiler bazı guruplara bölünmüşler, bu guruplardan bir kısmı, Allah var kul yok, demektedir. Yani bütün âlemde “lâilâhe illâllah” hükmüyle, Allah var, Allah’tan başka hiçbir varlık yok, yani kul da yok hükmündedir. Diğerleri ise kul var, var ama Hakk’tan ayrı, Allah yukarılarda, kul aşağıda, ona ibadet etmekte, diye böyle düşünülmektedir. Tabi bunun dışında da, daha birçok, başka anlayışlar da vardır, Mutezile anlayışı var, Cebriye anlayışı var, o görüştüğümüz arkadaş, o arkadaşın kendi aldığı eğitim itibariyle, kulun yokluğu hakkında, yani bütün fiilleri Allah’ın yaptığı, ve kulun yokluğu hakkında, kanaati vardır. Tabi ki kul genel ma’nâ da yoktur, ama kulluk diye bir mertebe de vardır. İşte bu kulluk mertebesi ile, uluhiyet mertebesi, nerede açığa çıkmakta,? hangi mertebede kul var,? hangi mertebede kul yok,? hangi mertebede uluhiyet mutlak ma’nâ da geçerlidir,? hangi ma’nâ da kulun fiilleri geçerli, ona göre ceza veya mükâfat alsın, işte bu bölümde bu hususlara ait bilgiler vardır. Şimdi onu okuyarak anlamaya çalışalım.

-------------------



Mesnevi-i Şerif A.A. konuk. Birinci cilt sayfa 230 beyt, 606. dan devam edelim.

(606) Biz çenk gibiyiz ve sen mızrap vurursun. Nâle bizden değildir sen nâle ettirirsin.

---------

Bu hitâb Hak Teâlâ’yadır, vücûd-i mahlükat “çeng” denilen çalgıya ve esmâ ve sıfat-ı ilâhiyyeye de mızrâba ve mahlûkâtta zahir olan akvâl ve ef’âl dahi nâleye teşbîh buyurulmuştur.

---------

yani biz çalgı gibiyiz sen de mızrab vurursun. Yani mızrabı vuranın Hakk olduğunu, mızrab vurulduğu zaman çıkan nâmeler inlemeler bizden değildir, sen nâle (nâme) ettirirsin. Kısaca izahı: bu hitap Hakk Teâlâ’yadır, yani Mevlânâ Hz leri öyle bir cuş-u huruş içerisinde kendi varlığının yokluğunu ve varlığında var olanın Hakk olduğunu yani kendisini bir çalgı gibi, yani müdahele edilen bir varlık gibi olduğunu, müdahele edenin de Hakk olduğunu sen bizi inletirsin, hitabeti Hakk Teâlâyadır, vücûd-u mahlûkât çenk denilen çalgıya ve esma ve Sıfat-ı İlâhiye de mızraba yani Esma-ı ilâhiye sıfat-ı İlâhiye’de mızraba benzetiliyor. Mahlûkatta zâhir olan ahval yani kaviller sözler ve ef’âl, fiiller, dahi nâleye teşbih buyurulmuştur. Yani inleme ile misal getirilmiştir.

---------

(607) Biz ney gibiyiz bizden olan neva sendendir. Biz dağ gibiyiz, bizdeki sada sendendir.

---------



Görüldüğü gibi bu beyitler “fenâfillah” mertebesinden söylenmiştir, neyzenin elinde bir ney vardır ancak onu söyleten ve nâğmelendiren neyzendir, eğer o ney nefsin elinde olsa idi o zaman oradan ilâhi değil, nefsani sesler çıkacaktıki, bu el iblisin eli olacaktı. Dağ gibi olan insan-ın bedeni lâtifleşmezse kendisine nasıl seda gelmişse onu yansıtır eğer lâtifleşmiş ise onu yansıtmaz içine alır. T.B.

---------

(608) Biz bürt ve matla satranç gibiyiz. Ey sıfatları güzel olan bizim bürt ve matımız sendendir.

---------



Satranç ma’lûm olan bir oyunun adıdır, bürt galip ve mat mağlûp ma’nâ’sına olarak bu oyunun ıstılahındandır,

yani ey, sıfatları güzel olan Allah’ımız,, heyet-i mecmuası bir satranç tahtası gibi olan bu âlemin üstündeki biz insanların arasında galibiyet ve mağlûbiyet nisbetleri hep senin esmanın ve sıfatının eserleridir.

---------

(609) Ey sen ki, bizim canımızın canısın, biz kim oluyoruz ki ortada senin ile biz olalım.

---------



Ey Zat-ı Azimmüşan, bizim canımızın diriliği yani varlığı sendendir, bir avuç topraktan ibaret olan bizler, varlık noktayı nazarında kim oluyoruz ki senin varlığına karşı bizliğimizi ortaya koyup vücutta sana ortak olalım.

---------

(610) Biz yoklarız, bizim varlıklarımız da yoktur, sen fani gösterici bir vücud-u mutlaksın.

---------



Cenâb-ı Mevlânâ Hakk Teâlâ Hz lerinin Zat-ı Azimmüşanına vücud-u mutlak demek hususunda Şeyh-i Ekber M. Arabi Hzleri ile müttehiddir,

yani aynı görüştedir. Cenâb-ı Mevlânâ Hakk Teâlâ Hz lerinin Zat-ı Azimmüşanına vücud-u mutlak bakın bu iki kelime cenâb-ı Hakk’ı tanımamıza çok büyük bir izah tarzıdır. Zat-ı Azimmüşan yani şanı yüce olanın vücud-u mutlak demek hususunda Şeyh Ekber M. Arabi Hz leri de aynı ifadeyi kullnıyor Allah’ın Zat’ı hakkında vücud-u mutlak diye bu ifadeyi kullanıyor.



Esasen vücut yani varlık hususunda üç itibar vardır, yani bu alemde vücud diye varlık hakkında üç itibar vardır. Birincisi fani olan vücud-u mukayyededir. Yani “kevn” dediğimiz bu madde alemi ki bu vücut eşyayı kevniyenin vücududur. Şey’iyyet dediğimiz kevn dediğimiz sonradan olan dediğimiz ve denilen bu kevniyet vücud-u mukayyettir. Yani kayıtlı bir vücuttur. Önü vardır, sonu vardır, evveli vardır, ölçüleri vardır, bu vücut eşyayı kevniyenin vücududur. Bunun ıstılah-ı ilmisi şartsız şeydir, ikincisi keza fani olan vücud-u camidir. Bu da vücudat-ı kevniyenin menşe-i olup bir suretle mukayyet olmayan vücuttur.

Şimdi bir vücut var ki suret ile mukayyettir. Yani kevn alemi olan bu alem, bir vücut var ki fani olan vücudu camidir, yani fani olan vücudu kapsamına almıştır. Yani fani vücudun kaynağıdır. Bu da vücudad-ı kevniyenin menşe-i olup yani kevni vücudun kaynağı vücuda getiricisi olup bir suretle mukayyet olmayan vücuttur. Yani lâtif vücuttur. Âlem-i sıfatın lâtif olan vücudu ve varlığı bu kabildendir. Yani sıfat âleminin ve esma âleminin vücudu bu kavildendir. Bunun ıstılah-ı ilmisi ise bi şart-ı la şeydir. Üçüncüsü sıfatın sahibi olup bakayı ezeli ve ebedi ile baki olan bir varlıktır ki eltaf-ı lâtif olduğundan künhü ne manen ne de maddeten idrak olunamaz. Bu hususta akıllar ve zekâlar hayrettedir. İşte buna vücud-u mutlak demişlerdir.



Istılah-ı ilmisi yani ilmi terimi lâ bi şart-ı şey’indir. Bu vücut Zât-ı Hakk’ın künhü olup tarife ve tavsife sığmaz.

Şimdi Zât-ı İlâhiyeye gerek Muhiddin-i ibn-i Arabi gerek se Mevlânâ Celâlettin-i Rumi ve diğer büyük tevhid ve tasavvuf bilginleri arifler Allah’ın mutlak vücuduna “Mutlak vücut” demişlerdir. Bu vücudu da üç kısımda ayırmışlardır. Birincisi kevn olan şu gördüğümüz müşahede ettiğimiz vücuttur yani madde vücuttur. Yani kayıda giren vücuttur. İkinci vücut ise bu vücudu meydana getiren nurani ve ruhani vücuttur. Yani alemlerin meydana gelmesine kaynak olan nur ve ruhtan meydana gelmiş bir vücuttur. Ama bu vücut şekli bir vücut değildir, güç olan enerji olan bir vücuttur, bu ikincisidir.

Yani kevn âlemini ortaya getiren kaynak olan bir vücuttur. Diğer vücut ise mutlak vücut diye belirtilen Cenâb-ı Hakk’ın Zât’ı-nın vücudu, ama vücutsuz vücuttur. Vücut dendiği zaman mevcut zannedilmekte, mevcut da madde ma’nâsında oluşmaktadır. Birincisinin izahı gayet kolay yani anlaşımı gayet kolay, işte bu bir vücut yani mevcut, bunu meydana getiren lâtif vücut, onu da anlamak mümkün, yani anlaşılmasa bile en azından idrak etmek mümkündür, ama Vücud-u Mutlağı idrak etmeye insanın aklı ve havsalasının ermesi mümkün değildir. İşte Cenâb-ı Hakk a’maiyette iken a’maiyetten ilk tecellisi, Ahadiyet mertebesine ulaştığında işte bu vücud-u Mutlak ifadesi buraya verilmektedir.

Sıfat ve esma mertebesine intikal ettiğinde Vücud-ı Lâtif olarak belirtilmekte oradan da ef’al mertebesine tecelliye zuhur ettiğinde buna da vucud-u kesif denmektedir. Yani üçüncü vücut kevn vücudu, varlık olarak bu varlığın ismini almaktadır. Böyle kısaca bir ifade ile Cenâb-ı Hakk’a olan yaklaşabilmemiz herhalde daha kolay olacaktır, O’nu tanımadaki halimiz. Tabi bu vücut zuhurlarının altı, yedi zuhuru, bazıları beş zuhuru bazıları yedi zuhuru diye belirtmişler, tabi o vücut mertebelerinde bunlar teferruata geldiğinde bunlar bakılacak şeylerdir. İşte burada o kaydı Ahmed Avni Konuk bu şekilde açıklıyor, Hz Mevlânâ ve Şeyh-i Ekber Muhiddin-i Arabi Hz leri bu tarifte müttefiktirler yani ikisi de bu tarifi yapmaktadırlar diye bize bir ön bilgi vermiştir.



Lâ bi şart-ı şeydir, bu vücud-u Zat-ı Hakk’ın künhü olup yani özü hakikati olup tarif ve tavsife sığmaz.

Sadece bir terim olarak ıstılah olarak bu konuşulmaktadır, bu şekilde varlığı ifade edilmektedir, ama mahiyetinin ne olduğunu insan aklı beşer aklı ile bilmemiz mümkün değildir, tarife sığmaz.



Şimdi vücud-u ammın menşeyi Zattır, yani umumi vücudun aslı hakikati Zatt’tır.

Fani olan vücudad-ı mukayyedenin menşeyi de vücud-u ammdır yani umumi vücuttur ve alem-i sıfattır, vücud-u ammın mukayyet vücud-u mutlakın izafatındandır.

Yani onun isimlendirilmişlerindendir.



Hakk Teâlâ Hz lerine vücud-u mutlak denilmesinden dolayı bir takım zevatın itirazı vardır.

Bakın bu Hazretler böyle kabul etmekle birlikte bazıları da Cenâb-ı Hakk’a vücud-u mutlak tabirinden ve isimlendirmeden dolayı itirazları vardır.



Fakat bunların itirazatı vücud-u mutlakı vücud-u umumi anlamalarından meydana gelir.

Yani vücud-u umumi yani bu gördüğünüz kevn vücudu vücud-u mutlak olarak anlamalarındandır. İşte o arkadaşın dediği gibi âlem her şey Allahtır diyor. İşte o zaman orada kargaşaya düşüyor, vücud-u kevni vücud-u mutlak zannetmesinden kaynaklanıyor.



Böylece itiraz anlayışa aittir, yoksa hakikat Hz pirin Cenab-ı Şeyh Ekberin buyurdukları gibidir. Vücud-u Mutlak tabiri hakkında Futuat-ı Mekkiyenin 2. Ve 6. Bablarında Şeyh Ekber Hz lerinin izahatı ita buyurmuşlardır, yani bu hususta izahat vermişlerdir.

Şimdi tekrar devam ediyoruz.

---------

(611) biz hep arslanlarız fakat bayrak arslanı onların hamleleri vakit vakit rüzgardan olur.

---------

biz bayrakların bezlerine yapılmış arslan resimlerine benzeriz. Bu resimlerin hamleleri ve hareketleri arasıra rüzgar estikçe vaki olur, ilâhi bizim hareketimiz dahi yani sakinliğimiz ve hareketli-liğimiz dahi senin esma ve sıfat rüzgarlarının tesiri iledir.

---------

Burada İran bayrağındaki arslan resminin misali vardır, rüzgar bayrağa vurdukça arslan harekete geçmiş oluyor, işte koşuyor, kılıcı sallıyor gibi.

Bakın bu giriş kulun yokluğu hakkındadır. Belirli bir safhalara geldiği zaman kul kendi mutlak yokluğunu idrak etmesi gerekmektedir. Başka türlü de şirkten kurtulamaz, ikilikten kurtulamaz. Burası İseviyet mertebesidir, iseviyet mertebesindeki fenafillâhtır.

Peygamber hazaratı nasıl bir fiil sürmüşlerse Kur’an’i bilgiler içerisinde genelde biz de miraç etmemiz için seyiri kendi bünyemizde, yani bireysel şümul olarak kendi bünyemizde, idrak ederek sürdürmemiz gerekmektedir. Ama diğer tarafta bütün peygamberan hazaratı bir insanlık ömrü müddetine bunlar yayılarak yaşanmıştır. Ama bizler bu seyiri belirli bir ömrümüz içerisine sığdırıp bunun hakikatlerini yaşamamız gerekiyor. Mutlak ma’nâ da mı, değil ama kişi bunu kendine mutlak görevim diye, kendi kendine bu görevi üstüne alırsa, orası mutlak olur, ve de çok iyi bir iş yapmış olur. Eğer sadece cennete girmek bana yeter derse, tabi o zaman yapacak bir şey yoktur o yeter.

---------

(612) Onların hamleleri zâhirdir ve rüzgar zâhir değildir. O zâhir olmaya asla eksik olmasın.

---------



O rüzgar ile hareket eden arslan resimlerinin hamleleri his gözüyle görünür, fakat rüzgar kesif bir madde olmadığından zahir gözüyle görülmez. Bunun gibi ilahi bizim kesif olan cisimlerimiz görünür, yani şu kesif olan kevn vücutlarımız görünür, fakat senin latif olan esma ve sıfatın zahir gözü ile görülmez. Neden, çünkü latif olduğundan. O hissen görülmeyen sıfat ve esma-ı ilâhiyyenin tecelliyetı bizim üzerimizden asla münkati olmasın.

---------

Şimdi bayrak direği üstünde bayrak sallanmakta, hangi resim ve hangi renk olursa olsun, ama arslanı almış kendisi de oralardan geldiğinden onu misal vermiş, bayrağı rüzgar dalgalandırdığı zaman fiil olarak his olarak dalgalanma görünüyor, ama rüzgar görünmüyor. Tabi ki biz dışarıda isek rüzgar eserek bize vuruyor ise o zaman rüzgarı da hissediyoruz ama kapalı bir yerden bayrağa bakıyor isek rüzgarı göremiyoruz, ama rüzgarın ortaya getirdiği fiili his gözü ile görüyoruz.

Yani senin tecellin bizim üzerimizde devamlı olsun. Diye niyaz etmektedir. Aslında bu zaten devamlı da biz farkında olmuyoruz.

(613) Bizim rüzgarımız ve vücudumuz senin ihsanındır, varlığımız hep senin icadındır.

---------

(614) Yoksa varlık lezzetini gösterdin yoku kendinin aşıkı etmiş idin.

---------



İlâhi biz senin ilminde sabit kıldığın esma ve sıfat-ı ilâhiyenin suretleri idik ve henüz bu suretleri temsil etmekte olan bu vücud-u kesif âlemine gelmemiş idik. Bunların cümlesi şuunat-ı Zât’iyyen olmak itibariyle vücud-u müstakil sahibi olmadıklarından senin zâtının varlığı önünde yok idiler. İşte sen bu yoklara varlık lezzetini gösterdin ve onları kendi Zat’ına aşık etmiş idin zira şuunat-ı Zât’iyyen Zât’ından ayrı değildir. İşte bu aşı ezelidir, bu âlem-i kesifte süver-i ilmiyelerimizi ilmi suretlerimizi temsil eden vücudat-ı unsiriyelerimiz yani bu unsur olan vücutlarımız da zâhir oldu.

---------

Biz yoktuk sen bizi var ettin ve bu yok olan vücud-u varlıkı kendine aşık ettin.

İlâhi diye o muhabbetle rabbına seslenmekte, biz senin ilminde sabit kıldığın esma ve sıfat-ı İlâhiyenin suretleri idik, işte bu kazâ ve kader hükmünde her birerlerimiz bir a’yân-ı sâbitelerimiz vardır, yani ezelde Cenâb-ı Hakk kendi Zât’ında bütün âlemin a’yân-ı sabiteleri vardır, ayrı programları vardır, buna “kazâ” da deniyor, o programlar olmamış olsa bizler zuhur edemeyiz. Herhangi bir şeyin oluşması bir programa bağlıdır bir plân projeye programa bağlıdır. Bir mühendis bir ressam bir heykeltraş ne yapacaksa evvela onun programını aklında yapıyor, yani onun aklında olması o kişinin zâtıyla bir durumda olmaktadır. Yani kişinin zâtına bağlı zâti hakikati olmaktadır proje halinde iken program halinde iken.

A’yân-ı sâbiteleri böyle, a’yanları itibariyle Hakk’tan ayrı bir şeyler değiller, yani öz kaynak programlarımız, işte biz senin ilminde sâbit kıldığın esma ve Sıfat-ı İlâhinin suretleri idik, yani isimlerinin ve sıfatlarının yani isimlerinden ve sıfatlarından meydana gelen bir proje idik burada suretleri demesi maddi ma’nâda bir suret değildir, ilmi ma’nâda program ma’nâsında bu suretten bahsediyor. Henüz bu suretleri temsil etmekte olan henüz daha bu suretleri meydana getirecek bir vücud-u kesif âlemine gelmemiş idik. Yani ruhlar âlemindeki halimizi belirtiyor bu safhada. Bunların cümlesi şuunat-ı Zâtiyyen olmak itibariyle vücud-u müstakil sahibi de değillerdi. Yani Cenâb-ı Hakk kendi Zât’ında bizlerin programını yapmış olduğunda biz Hakk’tan gayri bir şey değildik.

Bu programların cümlesi senin şuunat-ı zâtiyen olmak üzere yani senin Zati şeenlerin zâti özellik zâti hususiyetlerin olmak itibariyle vücud-u müstakil sahibi değildik. Her ne kadar bunlar bizim programlarımız idi ise de, o halde iken, ama biz daha henüz müstakil bir varlık değildik. Yani sende vardık sen olarak sen de vardık. Yani işte o mühendisin kafasındaki proje gibi. Vücud-u müstakil sahibi olmadıklarından yani bizler o programlar müstakil istiklâlleri olmadıklarından senin zâtının varlığı önünde yok idiler. Yani birey olarak yok idiler. Ne olarak vardılar, Hakk ile şuunat-ı İlahi olarak var idiler.

İşte sen bu yoklara varlık lezzetini gösterdin yani program olarak bu a’yân-ı sâbitelere zuhura getirmek suretiyle varlık lezzetini gösterdin ve onları kendi zâtına aşık etmiş idin. Aslında kendi zâtına aşık etmiş demek, bir yönüyle Hakk kendi Zât’ına aşık etmiş çünkü kaynağı Hakk, olduğundan oraya yönelmiş, bir bakıma da bireyin kendini kendi zâtına aşık etmiş, zâten işin aslı da bir değişik yönden öyledir, biz farkında olmadan yani sistem içerisinde vücudumuza aşık varlıklarız. Yani nefsimiz bedenimize aşıktır ama biz bunun farkında değiliz. İşte gayemiz hep nefsimize güzel şeyler yedirmek onu güzel yerlerde gezdirmek gibi düşünceler hep o ana kaynaktan gelmekte yani nefs-i emmaremiz bizim bu vücut varlığımızın aşıkıdır. O yüzden kabir de de ayrılamaz nefsimiz, ruhumuz ayrılır da nefsimiz ayrılamaz.

Çünkü bir ömür boyu bu beden ile birliktelik yaşamış kendi olarak kabullenmiş bedeni kendi olarak kabullenmiş, beden orada kıtır kıtır yense de oradan ayrılamamakta ve o ızdırabı duymaktadır günahkar olan nefsler. İşte bu aşkı ezelidir, bu kesif âlemde yani yoğun, madde âleminde ilmi suretlerimizi temsil eden vücudat-ı unsiriyemiz böylece zâhir oldu. Cenâb-ı Hakk evvelâ a’yân-ı sâbite olarak bütün âlemdeki varlıkların programını yaptı, ana programını yaptı bunlara insan da dahildir, tabi insanın programıyla diğer varlıkların programı arasında çok büyük farklar vardır. Ne yönüyle farklar var, çünkü insanın bir de gayrı mec’ul tarafı vardır, diğer varlıkları gayrı mec’uliyeti yoktur ama insanın gayrı mec’uliyeti vardır. Dolayısı ile insanın programı çok daha değişik bir biri içinde çok hususiyetleri olan bir programdır. İşte bu programla birlikte, bu program ilmi olarak yapıldı sonra ruhlar alemine nakledildi, lâtif bir suret verildi, o lâtif suretlerde unsur vücutlarda zâhir oldular. Âlemdeki bizlerin ana kaynak özet olarak gelişimiz böyledir. Buralarda ifade edilmek istenen şey biz yokuz, ya rabbi sen varsın biz seninle var olduk, ana teması burada işlenmektedir. Yani iki ana hususiyetin bir yönü işlenmektedir.

---------

(615) İn’amın lezzetini esirgeme, mezeni ve içkini ve kadehini esirgeme.

---------

İlâhi bu vücud-u kesif aleminde de bizden ihsanını kesme. O aşkı ezelinin mezesini ve şarabını ve kadehini bizden esirgeme.

---------

Gene Mevlânâ H.z. bir yerde bir tarif yapar, diyor ki; irfan ehli Allah’ın kadehleridir, yani arifler, Allah’ın kadehleridir. Tabi ki şarap kadehi değildir. ne kadehi, irfaniyet kadehidir. Yani o kadehlerden muhabbet-i ilâhiye tahsil edilmekte diğer bir ifadeyle. Tabi ki bunlar birer teşbihtir. İn’amın lezzetini esirgeme, mezeni, içkini ve kadehini esirgeme hani Kur’an-ı Kerim’de geçiyor ya, İnsan suresi 21. Ayette... Rableri onlara şarab'en tahura (temiz şarap) içirmiştir. وَسَقَيهُمْ رَبُّهُمْ شَرَابًا طَهُورًا

Tabi bunların da bir çok yönlerden izahları vardır.

İlâhi bu vücud-u kesif âleminde de bizden ihsanını kesme. Nasıl ki ma’nâ âleminde bize bir ma’nâ verdi sonra onu vücuda döndürdü ve burada yaşamaya başladık, o ezelde daha evvelce vermiş olduğu ilâhi lütfunu bedenleştikten sonra da bizde devam ettir, diyor. O aşk-ı ezelinin mezesini ve şarabını ver kadehini bizden esirgeme. İşte bunlar hep teşbihtir, misaldir. Tasvvufta bunlar çok işlenmiştir, gül, bülbül, şarap, kadeh, meyhane gibi, ama onlar zâhirde bildiklerimiz değildir.

---------



Yüklə 2,1 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   32




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin