Hedefler Bu üniteyi çalıştıktan sonra; 20. yüzyıl başlarında Osmanlı Ekonomik yapısını açıklayabilmek, Milli İktisat anlayışının yükselişi ve temel önerilerini analiz etmek, Milli İktisat Politikası uygulamalarını ve sonuçlarını analiz



Yüklə 106,85 Kb.
tarix29.10.2017
ölçüsü106,85 Kb.
#19580

c:\users\sau\desktop\set\13.png
OSMANLININ EKONOMİK MİRASI


Hedefler

Bu üniteyi çalıştıktan sonra;



c:\users\sau\desktop\set\12.png

20. yüzyıl başlarında Osmanlı Ekonomik yapısını açıklayabilmek, c:\users\sau\desktop\set\12.png

Milli İktisat anlayışının yükselişi ve temel önerilerini analiz etmek,c:\users\sau\desktop\set\12.png

Milli İktisat Politikası uygulamalarını ve sonuçlarını analiz edebilmek,



hedeflenmektedir.



İçindekiler


20.Yüzyıl Başlarında Osmanlı Devleti: Ekonomik ve Toplumsal Yapı

[1908-1922]

      • 20.Yüzyıl Başlarında Ekonomik Yaklaşımlar

      • Milli İktisat Anlayışının Yükselişi

      • Milli İktisat Uygulamaları

      • Osmanlı Devletinin Son On Yılında Sanayinin Durumu


c:\users\sau\desktop\set\13.pngOsmanlı toprak düzeni, küçük aile çiftlikleri düzeni olduğundan aşağı yukarı herkesin, çok düşük gelir düzeyinde de olsa, topraktan gelen bir geçim kaynağı vardı. Genellikle nüfus yoğunluğu ve artış hızı düşük olduğundan, işgücü/toprak oranı da düşük olmuş ve her zaman, tarımdan tarım dışına insan gücü ve artık ürün aktarmak güç olmuştur. Bu nedenle yaygın bir biçimde, genel olarak tarım dışı işler ve özel olarak da sanayi için insan gücü kıtlığı çekiliyordu. Devletin bütün önemli yatırımlarında piyasa dışı mekanizmalarla insan gücü sağlanmaya çalışması bu yüzdendir. Devlet işletmelerinde örneğin tersanelerde köle ve mahkûmların; dokuma atölyelerinde yetimhane çocuklarının, çok zaman ücretsiz veya düşük ücretlerle çalıştırılması olağan üstü durumlarla sınırlı değildi.

İç pazar veya ihracat için üretim yapan kapitalist tip sanayiler genellikle, Avrupa'nın sanayileşmesi ve Avrupa'da ticaretin zaman içinde serbestleşmesinden güç kazandılar. Özellikle nüfus yoğunluğunun göreli olarak yüksek olduğu yörelerde, 19. yüzyılın son çeyreğinde oldukça güçlü sanayilerin ortaya çıktığı görülüyor. Bu sanayiler, büyük çoğunlukla Rum ve Ermeni ve daha küçük ölçüde Yahudi girişimcilerin elindeydi.

Cumhuriyet Türkiye’sine kalacak olan miras açısından önemli olan bu olayı iyi anlamak gerekli. Osmanlı İmparatorluğu'nda, 18. yüzyıl sonlarına kadar, Müslüman ve gayrimüslim "millet"ler arasında büyük bir gelir düzeyi farklılığı yoktu. Şüphesiz, her toplumda olduğu gibi, ırk veya din farklarına dayalı bir iş bölümü vardı: Ermeniler kuyumcu ve duvarcı, Rumlar yiyecek ve giyecek sanayi ve denizcilikle ilgili meslekler, Yahudiler sarraflık gibi dallarda üstün sayılarda bulunuyordu. Ancak bu iş bölümü derin gelir farklılıkları yaratmıyordu. Gelir düzeyindeki farklılaşma, devlete yakınlık derecesine ve askeri veya sivil, "mülki" bürokrasiye ait olmayla ortaya çıkıyordu.

18. yüzyılın sonlarına doğru, Müslüman nüfusla gayrimüslim nüfus arasında hem gelir düzeyi hem de toplumsal bütünleşme açısından zamanla büyüyen gedikler açılmaya başladı.

Bu tarihlerden başlayarak, artan biçimde, Müslüman olmayan nüfusun, Müslüman nüfusa göre zenginlik düzeyinin yükselmesi birçok nedenle açıklanabilir. Müslüman olmayan nüfusun eğitim düzeyi Müslüman nüfusunkinden çok daha erken tarihte yükselmeye başladı. Eğitimin içeriği söz konusu olduğunda da, sanayileşmeyi kolaylaştıracak zihinsel hazırlık; kendi başına düşünme, kişi olarak deneme ve girişimde bulunma, risk alma gibi yetenekleri geliştirmeye daha elverişli eğitim daha önce gayrimüslimlerin eğitim kurumlarında verilmeye başladı. Avrupa dilleri eğitimi de bu nüfusta daha yüksekti.

Batı Avrupa ve Rus ekonomilerinin güçlenmeye başlaması, bu ülkelerden gelen çok sayıda tüccar, gezgin ve kutsal yerler ziyaretçilerinin Osmanlı topraklarında yaşayan gayrimüslim nüfusla temaslarını çoğalttı. Zaman ilerledikçe, muhtemelen karşılıklı ticari çıkarlar gereği, gayrimüslim Osmanlılarla Hıristiyan uluslararasındaki ilişkiler yoğunlaşıp ısınmaya başladı. Güçlenen ekonomileri sayesinde, Avrupa devletleri, İmparatorluk'ta yaşayan gayrimüslim nüfusa yardım etme olanağına kavuşurken, aynı ekonomik güç bu nüfus için de Avrupa toplumlarıyla ilişkiyi çekici kılıyordu. Avrupa ülkelerinin Osmanlı topraklarında ticaret yapan vatandaşlarına tanınan "kapitülasyonlar" zamanla, Osmanlı vatandaşı gayrimüslimlere de verildi. Bu şekilde onların Osmanlı kanunları, mahkemeleri ve vergilerinden bağışık olmaları sağlanıyordu. Avrupa devletleri konsoloslarının sağladığı koruma, iktisadi ve ticari hayatlarına, belki de Müslüman nüfusun sahip olduğundan daha fazla güven ve istikrar sağlıyordu. Bu şekilde, önce aracı tüccar olarak sermaye biriktiren bu sınıflar, zamanla, doğal olarak modern ve kapitalist anlamda sanayilerin de kurucusu oldular. Muhtemelen 19. yüzyılın ilk yarısından başlayarak Müslüman nüfusla gayrimüslim nüfus arasındaki gelir düzeyi farklılaşması hızlanma eğilimine girmişti.

20. yüzyılın başlarına gelindiğinde, ihmal edilemeyecek güçte bir Osmanlı sanayi vardı ve bu sanayi, büyük ölçüde gayrimüslim nüfusun mülkiyetinde ve yönetimindeydi. Bu sınıf gerek yaşam biçimi gerekse çıkarları açısından, kendisini imparatorluktan çok Avrupalı devletlere daha yakın görme eğilimindeydi.

Osmanlı toplumun, kendine özgü nitelikleri nedeniyle gelişmiş bir burjuvaziye sahip olmamıştır. Osmanlı toplumunda, feodal ya da köleci toplumların uzlaşmaz sınıflarının keskin çelişkilerine rastlamak mümkün değildir. Doğu Akdeniz’de haçlılar döneminden beri var olan, Batı ülkeleriyle organik bağlara sahip olan tüccar kolonilerinin üyeleri olan Levanten ve azınlıklar ticaret burjuvazisinin tüm niteliklerine sahiptirler. Ne varki Batılı burjuvazi ile aralarında önemli bir fark bulunmaktadır: batı ülkelerinin ticaret ve sanayi burjuvazisine bağımlıdırlar ve bu yüzden hiçbir zaman ulusal burjuvazi niteliğine bürünmemişlerdir.

Osmanlı geleneksel toprak sistemi onaltıncı yüzyıldan itibaren bozulmaya başlamıştı. Bu bozulma sürecinde reaya –sipahi-saray ilişkileri yerini mültezim, ayan ve ağalarla topraksız köylüler arasındaki ilişkilere bırakmıştır. Osmanlı toprak düzeninin bozulması ile birlikte toprakta özel mülkiyet yaygınlaşmıştı. Yüksek enflasyon dönemlerinde yapılan vurgunlar, faizcilik ve mültezimlerin elde ettikleri servetler tarım sektörüne yatırılmıştır. Ağır vergiler altında ezilerek ekonomik varlığı çok zayıflamış olan ve ucuz kredi kaynaklarından da mahrum bulunan fakir köylü halk elindeki tarlalar alınarak büyük çiftlikler kurulmaya başlanmıştır. Böylece zengin çiftlik sahibi bir ağa sınıfı ile bu sınıfın emrinde ırgatlaşan topraksız köylü sınıfı ortaya çıkmıştır. Başlangıçta büyük toprak sahipliğinin ve toprak ağalığının yasal dayanağı olmamasına karşın Tanzimat ile birlikte topraktaki özel mülkiyet yasal güvence altına alınmıştır.

Yirminci Yüzyılın Başlarında Ekonomik Yaklaşımlar

II. Meşrutiyet ekonomik yaşam açısından daha sonraki dönemlere bıraktığı etki yönünden önemli bazı atılımlara ve düşünce akımlarının doğuşuna da tanık olunmuştur. 2. Meşrutiyet döneminde üç ekonomik düşünce akımının büyüdüğünü ve geliştiğini görüyoruz.

Bunlardan birincisi, Maliye Nazırı Cavid Bey'in koruyucu kanatları altında etkinliğini sürdüren “serbesti” diye adlandırdığımız liberal ekonomi düşüncesidir. İkincisi, Türk ve Müslüman esnaflarla tüccarları örgütlemeyi amaçlayan İaşe Nazırı Kara Kemal ile onun yardımcısı Memduh Şevket'in (Esendal)’ın meslekçi akımı. Bunu bir anlamda korporatizm biçiminde de algılayabiliriz. Üçüncüsü de, İttihat ve Terakki'nin bir anlamda ideologu olarak nitelenen Ziya Gökalp ve Tekin Alp'in öncülüğünü yaptığı “Milli İktisat” akımı. Bu akımın düşünsel temellerini “Yeni Mecmua” ve “İktisadiyat Mecmuası” adlı yayın organlarında bulabiliriz.

Her üç adım da kapitalistleşmeyi sağlayacak bir ulusal burjuvazi yaratmayı amaçlamıştı. Bu nedenle Cavid Bey gayri meşru savaş kazançlarını hoşgörüyle karşılarken, Kara Kemal Bey ulusal nitelikli anonim vb. şirketlerin teşviki için önemli tutarları gözü kapalı kullanmıştır. Ulusal sanayici, ulusal tüccar, romanın bile ulusalının arandığı bu dönemin temel gayeleri haline gelmiştir.

M. Cavid Bey, 1908 devriminden Birinci Dünya Savaşı'nın sonuna kadar ülke ekonomisine damgasını vuran bir kişidir. Bu süre içerisinde belirli aralıklarla Maliye Nazırlığı görevini de üstlenmiştir. Klasik ekonominin serbest piyasa okulundan yetişmiş olan Cavit Bey’in ekonomi politikası Osmanlı ülkesinde sermaye birikimi olmadığı için tarıma önem verirken yabancı sermaye girişinin özendirilerek kalkınmanın sağlanması ve burjuvazin yaratılması temeline dayanır. Benimsediği 19. Yüzyıl İngiliz Klasizmi ve liberalizmiyle toplumsal refahın hürriyet ve istiklalin güvencesi olan ‘menfaat-i şahsiyye’ üzerinde yükseleceğine inanıyordu. Emeği çalıştırarak değer yaratmasını sağlayan sermaye olduğu için, hükümetin görevi sermaye birikiminin sağlanacağı koşulları yaratmaktı. Artan oranlı vergilerden kaçınılarak sermaye temerküzü/birikimi engellenmemeli, geniş yığınlardan azar azar vergi toplanmalıydı. Devlet himayesinin fiyatları arttıracağı için halkın yaşamını zorlaştıracağını savunan Cavit Bey, Osmanlı Ülkesinde devlet eliyle sanayileşmeye kalkışmanın yapmacık bir vasıta olduğunu söyleyerek, uluslar arası işbölümüne göre tarımda uzmanlaşmanın refahı sağlamanın gerçek yolu olduğuna inanıyordu. Tarımın pazara açılmasının sağlanması için de altyapı ve ulaşım yatırımları gerekli olduğundan, yerli ve yabancı sermayenin bu alana yönlendirilmesini gerekli buluyordu.

Milliyetçilik ve devlet müdahalesi ile kalkınma hedefli milli iktisat politikası Alman Kameralizminden etkilenmişti. Milli iktisat politikası, Müslüman-Türk sermaye sınıfının yaratılmasının teşviki ile savaş koşullarının dayattığı finans, iaşe gibi sorunlara çözüm bulma zorunluluğuyla devlet müdahalesine başvurulmasıyla oluşmuştu. Milli iktisat politikası, milliyetçi anlayışla demiryolculuk, bankacılık gibi alanlarda Müslüman-Türklerin yetiştirilmesini sağlamış ve Kurtuluş Savaşı Döneminde bu girişimin yararlı sonuçları görülmüştür.

Mesleki temsilcilik klasik iktisattan esinlenen Osmanlı liberalizmine tepki olarak doğan ve yüzyılların fütüvvet ve lonca geleneği ile o günlerde Osmanlı düşüncesinde etkinlik kazanan ve Fransız korporatizminin sosyo-psikolojik temelini oluşturan solidarist/dayanışmacı yaklaşımın bir bileşimidir. Amaçları Türk ve Müslüman esnaflarla tüccarları geleneksel kurumları içinde örgütlemekti. Bunlar, ekonomik kurtuluşu bu orta sınıfın örgütlenip güçlenmesinde görüyordu.

Milli İktisat Anlayışının Yükselişi

1908’de II. Meşrutiyetin ilanını ve II. Abdülhamit’in tahttan indirilmesini izleyerek İttihat ve terakki partisi iktidara geldi ve Birinci Dünya Savaşı’nın sonuna kadar iktidarda kaldı.

II. Meşrutiyet’le birlikte çok partili bir siyasal yaşama geçildi; 10’a yakın siyasal parti kuruldu. Siyasal liberalizm iktisadî alanda da yankı uyandırmakta gecikmedi. Osmanlı girişimciliğe özendiriliyor, yeni yatırım alanları açılıyordu. “Teşebbüs-i şahsi” özlemi, 19. yüzyıl Osmanlı liberalizminin uzantısı oldu; yeni yönetimle birlikte yabancı sermayeye geniş olanaklar sağlanıyordu.

Osmanlı toplumunda liberal düşünce yarım yüzyıldır gündemdeydi. Tanzimat’la birlikte siyasal ve İktisadî alanlarda liberalizm birçok yandaş bulmuş, Aydınlanma Çağı Fransız düşüncesi Osmanlı liberallerini yönlendiren temel düşünce akımını oluşturmuştu. Liberal Jön Türk hareketi bir bakıma Osmanlı devlet geleneğine başkaldırıyı simgeliyordu. Yüzyıllarca süregelen devlet müdahalesi, narh, tarife, imtiyaz, berat vb ticarî ve iktisadî faaliyetleri kısıtlayıcı yöntemler, rüşvet, iltimas gibi devlet yönetimindeki yolsuzluklar liberalizm özlemini pekiştirmiş; aydın çevrede, Osmanlı devlet geleneğinin kısırdöngüsü çözülmedikçe iktisadî yaşamda önemli atılımların gerçekleşemeyeceği görüşü giderek yaygınlaşmıştı. Sürekli devlet gözetimi ve boyunduruğu altında bulunan bireyin kendi başına, kişisel çıkarını gözeterek, kâr amacıyla çaba sarf etmesi düşünülemezdi; devlet karşısında birey olarak varlığını koruyamayan reayanın girişimde bulunması, sermaye birikim sürecine girmesi beklenemezdi.

Osmanlı devlet geleneğine başkaldıran Jön Türk hareketinin, devrim ertesi iki farklı seçeneği vardı. Aslında, farklı gözükse de her ikisi de özünde “liberalizm”den yanaydı. Ancak, her iki liberalizmin farklı esin kaynakları söz konusuydu. Prens Sabahaddin gibi, toplumbilim ışığında soruna çözüm arayan kesim, muhafazakâr bir düşünür olan Le Play’i izleyerek “teşebbüs-i şahsî ve adem-i merkeziyet” görüşünü benimsiyor, Cavid Bey ve çevresi ise klasik iktisattan esinlenerek devletin İktisadî yaşamın dışında kalmasını, her türlü kayıt ve engelin ortadan kaldırılmasını savunuyordu. Bu iki görüş değişik disiplinlerden yola çıksa da liberal çağın bireyciliğini gündeme getiriyordu. [Toprak, 2012:31-34]

Haziran 1909’da Mehmet Cavit Bey’in Maliye nazırı olması ile birlikte liberal politikaların uygulamaya konulduğu bir dönem oldu. 1908’den Balkan Savaşlarına kadar olan dönemde İttihatçılar reform ve müzakereler yoluyla ekonomik bağımsızlık amacına erişmeye çalıştılar. İttihatçılar ekonomik duruma klâsik liberal bakış açısıyla yaklaştılar. Geleneksel engelleri kaldırmak, ticari işlemlere ve mülkiyete ilişkin mevzuatı modernleştirmek suretiyle (örneğin 1911 tarihli arazi yasası ve 1913 tarihli miras yasası), ticaret ve sanayinin büyümesini teşvik etmeyi amaçladılar. İTC serbest ticareti destekliyor, ancak Osmanlı İmparatorluğu’nun, hammadde üreticisi bir çevre ülke konumuyla Batı Avrupa’nın liberal devletlerinden ya da Amerika’dan esasta daha zayıf durumda olduğunu -ki korumacılık için bir nedendi bu- henüz görmüyordu. Cavit Bey’e göre yabancı yatırım ve dışarıdan ithal edilecek iş yönetim bilgisi ve tecrübesi çok önemliydi; her fırsatta bunların teşviki için elinden geleni yaptı; hatta (birçok Jön Türk için en çarpıcı örnek budur) Japon hükümetine başvurarak uzman gönderilmesini istedi.[Zürcher, 2010:187]

İTC ülke içi ekonomide kapitalistlerin yanında yer aldı. Bunun böyle olduğu 1908 sonrası yılların toplumsal çalkantılarını ve grevlerini bastırma şeklinden ve çıkarmış olduğu, girişimcilerin yararına olan iş ilişkilerine dair yasadan bellidir. Kırsal bölgelerde İttihatçılar toprak sahiplerinin mülkiyet haklarını korudular. (Sulama projeleri, altyapı çalışmaları ve kredi kolaylıkları yoluyla) tarımda yenileşmeyi ve yatırımları etkin şekilde teşvik etmelerine karşın, toprakların yeniden taksimine ya da ortakçılığı sona erdirmeye teşebbüs bile etmediler.[Zürcher, 2010:188]

Hükümet dış ticareti ve yabancı yatırımı teşvik ederken aynı zamanda da vergi denetimini ve tahsilini daha iyi hale getirerek maliyesini düzene sokmaya çalıştı. Sonuç olarak devlet gelirleri yaklaşık %25 yükseldi. Aralık 1909’da Cavit, Osmanlı İmparatorluğu’nun ilk gerçekçi ve modern bütçesini ülkenin mali sorunlarını gizlemeye hiç kalkışmadan açıkladı. Kuşkusuz bu, harcamalara ilişkin tahminlerin de artması gerektiği anlamına geliyordu. İttihatçılar, liberalizm ve ciddi para politikaları karışımının kendilerine Avrupalı güçlerin saygısını ve işbirliğini kazandıracağını ve bunun sonucu olarak da bu güçlerin kapitülasyonlar sayesinde sahip oldukları imtiyazları terk etmeye ve Osmanlılara eşit koşullarda davranmaya istekli olacaklarını ummaktaydılar. [Zürcher, 2010:188]

Bu beklentilerinde hayal kırıklığına uğradılar. Anayasanın yürürlüğe girmesiyle yabancı yatırımlarda olağanüstü bir artış olmadı. Aksine, yabancılar yeni rejimin milliyetçiliğinden ürkmüşlerdi. Avrupalı güçlerle, kapitülasyonlarda değişiklik yapılmasına ya da yavaş yavaş kaldırılmasına dair yapılan görüşmeler bir sonuç getirmedi ve gümrük tarifesini %4 yükseltme girişimleri de ilk önce Avrupalı güçler tarafından engellendi.

En büyük darbe Fransa ve İngiltere’nin 1910’da Osmanlı İmparatorluğu’na uygun koşullarda borç vermeyi reddetmesiydi. Osmanlı borçlarının çoğu, İngiliz-Fransız Osmanlı Bankasının liderliğindeki konsorsiyumlar tarafından Avrupa, bilhassa da Paris piyasalarından temin edilmişti. 1881’den beri borçlara, Osmanlı hükümetinden çok daha güvenilir bulunan Düyun-u Umumiye İdaresi kefil olmaktaydı.

1909-1910’da Osmanlı hükümeti yine borç almak durumunda kaldı. Çok sayıdaki devlet memurunun emekliye sevkedilerek maaşa bağlanması ve devlet dairelerindeki istihdam fazlalığının azaltılması kısa vadede masraflı olmuştu; ayrıca Mahmut Şevket Paşa’nın askerî gücün başı olarak tartışılmaz konumu, Cavit’in aşırı hızla artan asker harcamaları frenlemede güçsüz kalmasına yol açıyordu. Bu yüzden Cavit 11 milyon Türk lirası civarında bir borç alabilmek için Fransa’ya gitti, «Osmanlı Bankası, borçların Düyun-u Umumiye İdaresi tarafından garanti edilmesi ve Osmanlı mali para kaynaklarının Fransızlar tarafından denetlenmesi gibi şartlar öne sürünce, imparatorluğun itibarına ve bağımsızlığına aykırı olduğu gerekçesiyle anlaşmayı reddetti. Sonuç olarak, Osmanlı Bankası’yla olan görüşmeler kesildi. Bundan kısa bir süre sonra Cavit bir başka Fransız konsorsiyumuyla anlaşmaya varmayı başardı. Ancak Fransız hükümeti Jön Türklere hadlerini bildirmek istedi ve bu borcun Paris borsasında işlem görmesini engelledi, İngiltere, bu konuda Fransız hükümetine arka çıkmıştı. Kozların paylaşıldığı bu önemli anda Deutsche Bank, Alman hükümetinin talimatı üzerine, Osmanlılara özel şartları ya da sınırlamaları olmayan bir borç sunabileceğini bildirerek araya girdi. Tam zamanında Cavit’i zor durumdan kurtaran ve İstanbul’un Almanlar hakkında olumlu bir intiba edinmesini sağlayan bir anlaşma imzalandı.

Osmanlı İmparatorluğu’nun yarı sömürge durumuna ve Jön Türk ekonomi politikalarının toyluğuna dikkat çeken ve daha milliyetçi bir ekonomi politikasının savunuculuğu- yapan birkaç kişi vardı. Bunların da başında, Parvus takma adıyla da bilinen Alexander Fielphand geliyordu.

Fielphand, gençken Almanya’ya göç etmiş ve orada sosyalist harekete katılmış olan bir Rus Yahudisiydi. 1905 Rus Devrimi’nden sonra Rusya’ya geri dönmüş ve Troçki’yle birlikte St. Petersburg Sovyeti’nde çalışmıştı. 1912’den sonra İstanbul'a yerleşen Parvus, gazeteciliği, Alman ajanlığını, silah tacirliğini ve Marksist düşünürlüğü birlikte yürütüyordu. Parvus ortodoks bir Marksist olarak Osmanlı İmparatorluğu için sosyalist bir devrimin savunuculuğunu yapmıyor (emekçi sınıfı olmayan bir ülke için devrimi yersiz görüyordu), ama Türk Yurdu dergisindeki bazı etkili makalelerinde, milliyetçi ekonomi politikalarını destekliyor, yerli ticaret ve sanayi burjuvazisinin yaratılmasını savunuyordu. Parvus’un düşünceleri 1913’ten itibaren çok daha ağırlık kazandı.

Ancak “hürriyet ve müsavat” ortamı uzun sürmedi. Yunanistan’ın Girit’i ilhakı, Bulgaristan’ın bağımsızlığı, Avusturya- Macaristan’ın Bosna-Hersek’e girişi, Trablusgarb Savaşı, Balkan Harbi ve Edirne’nin düşüşü, İttihatçıları kısa sürede düş kırıklığına uğrattı. Tüm imparatorluklar gibi, Osmanlı İmparatorluğu da çok kimlikli bir devletti. Osmanlılık, olsa olsa bir üst kimlikti. Sorunlar arttıkça alt kimlikler “Osmanlı” kimliğine üstün gelmeye başlamıştı. Ülke, “düvel-i muazzama”nın da müdahaleleriyle giderek yok olma tehlikesiyle karşı karşıya geliyordu. İşte böyle bir ortamda, Babıâli Baskını diye bilinen gövde gösterisi yaşandı, ittihat ve Terakki iktidara bilfiil el koydu. Bir süre seçimlere gidilmedi. Ülke kanun hükmünde kararnameler ya da o günkü deyişle “kanun-ı muvakkat’larla yönetilir oldu. Bundan böyle liberal düşüncenin “balayı” son bulmuş oluyordu.[Toprak,2012:38]

İttihatçılar imparatorluğun her geçen gün parçalandığına şahidi oluyorlardı. Ülke göz göre göre parçalanmanın eşiğindeydi. Cemiyet, ülkenin yok oluşuna seyirci kalamazdı. 1908 Devrimi ülkeyi istibdattan kurtarmak için oysa şimdi ülke elden gidiyordu. Arka planda kalıp ülkeyi yönetmek artık anlamını yitirmişti. Ordunun da desteğiyle bilfiil iktidar olmak tek çözümdü. Jön Türk Devrimi’nin liberal anlayışı bir kenara bırakılıyordu. Ülke bundan böyle otoriter yöntemlerle yönetilecekti. Böylece Balkan Harbi’yle birlikte yeni bir dönem başlıyordu, ittihatçı hegemonyası, II. Meşrutiyet’in ikinci beş yılına damgasını vuracaktı. Bu hegemonyanın siyasî yönü bir kenara bırakılırsa, en bariz gözlendiği alanlardan biri iktisattı. Bu yıllarda İktisadî düşüncede köklü dönüşümler yaşanacaktı. Bir yandan “klasik iktisat”a olan inanç yitirilirken öte yandan Cihan Harbi’nin zorunlulukları ülkeyi 19. yüzyıl Alman sanayileşmesinin örnek alındığı Milli İktisat politikalarına yönlendirecekti.

Öte yandan Osmanlı’nın sürekli toprak yitirişi ve iktisadın liberalleşerek dünya ekonomisiyle bütünleşmesi, ülkede bölüşüm ilişkilerini gayrimüslimlerin lehine dönüştürmüştü. İmparatorluğun giderek güçlenen orta katmanları bir üst kimlik olarak Osmanlılık konusunda ortak payda bulmakta güçlük çekiyorlardı. Tanzimat reformlarına rağmen devletin dinsel konumu gayrimüslim Osmanlıları tedirgin ediyor ve cemaat kimliklerini pekiştiriyordu. 19. yüzyılda dışa açılma sonucu Osmanlı dış ticareti ve malî yükümlülükleri bu alanlarda etkin olan gayrimüslimleri ve yabancıları Osmanlı topraklarında farklı bir konuma yükseltti. Osmanlı İmparatorluğu’nun 19. yüzyılda şekillenen gerçek “burjuvaları” büyük ölçüde gayrimüslim Osmanlılar, Levantenler ve liman kentlerine yerleşmiş yabancılardı. Osmanlı dışa açıldıkça geleneksel yöntemlerle üretimini sürdüren Müslüman zanaatkâr serbest rekabet koşulları altında görece yoksullaşıyor, kimi yörede zanaatından oluyordu.[Toprak,2012:39]

II. Meşrutiyet liberalizmi, Tanzimat’tan beri süregelen “Müslüman-gayrimüslim işbölümü ”nü daha da belirginleştirdi. İktisadi liberalizm, ticaret alanında on yıllardır faaliyette bulunan gayrimüslim “millet”leri ve yabancıları daha da güçlü kılmış; geleneksel Müslüman Osmanlı sanatkârı ve esnafı, rekabet zihniyetinden yoksun oluşu ve “bir lokma, bir hırka” ile yetinmesi nedeniyle mülksüzleşmiş; yoksullaşmıştı. Değişim süreci, daha 19. yüzyılın başlarında, loncaların çözülüşüyle başlamıştı. Bir tür “sosyal dayanışma” örgütü olan loncaların II. Meşrutiyetle birlikte kaldırılışı, iktisadî liberalizme, diğer bir deyişle ticaret ve girişim özgürlüğüne ortam hazırlarken, usta-kalfa-çırak anlayışının ürünü dikey dayanışmasıyla varlığını sürdürebilen Müslüman küçük üreticiye ölümcül bir darbe vurmuştu. Ekonominin liberalleşmesi bölüşüm ilişkilerinde eşitsizliği derinleştirmişti. II. Meşrutiyet toplumsal katmanların kristalleştiği bir evre oldu. Serbest pazar ilişkileri toplumda gizil kalmış kimi çatışmaları yüzeye çıkarıyor, çatışmalar zaman zaman dinsel ya da etnik kimlik düzeyinde ifade buluyordu. [Toprak,2012:39]

Milli İktisat Uygulamaları

1. Kapitülasyonlar ve Yabancı Şirketlerin Tasfiyesi

Kapitülasyonların kaldırılmasını I. Dünya Savaşı koşulları olanaklı hale getirdi. 1914’te savaş başlayınca, iktidardaki İttihat ve Terakki hükümeti yabancı kişilere ve şirketlere adli, idari, mali, ticari ayrıcalıklar getiren kapitülasyonları kaldırdığını, bundan böyle yabancılarla ilişkilerin devletler hukuku ilkeleri çerçevesinde düzenleneceğini ilgili devletlere bildirdi. Aynı zamanda, Osmanlı yasa ve tüzüklerinden bu ayrıcalıklara ilişkin maddeler çıkarıldı. Böylece kapitülasyonlardan yararlanan, başta savaş ortakları Almanya ve Avusturya olmak üzere, bütün devletlerin itirazına karşılık fiili bir durum yaratıldı; yabancılar Osmanlı uyruklulara tanınan haklardan dahi yararlanamaz duruma düştüler. Gümrük vergileri önce yüzde 15’e, sonra yüzde 30’a çıkarıldı. Kapitülasyonların kaldırılması ile birlikte, imtiyazlı yabancı şirketlerin ayrıcalıkları da sona erdi. İttihat ve terakki yönetimi düşman devletlere ait demiryolları ve denizyolları işletmelerine el koydu ve bunların bir kısmını satın alarak kamulaştırdı; böylece iç deniz ticaretini Osmanlı gemilerine bıraktı. Ama savaş ortaklarına, Fransız ve İngiliz sermayesinin terk ettiği alanlarda faaliyete geçme kapıları açık bırakıldı. Buna karşılık, “finansal sermayenin ‘in hareketleri mali piyasaların denetim altında tutulması yoluyla engellendi. Savaşta yenilgi üzerine imzalanan Sevr antlaşması ile kapitülasyonları güçlendirerek geri getirdi. [Kazgan,2006:46]



2. Duyun-u Umumiye İdaresi’nin Tasfiye Girişimi

1914’te I. Dünya Savaşı başladığında, Düyunu Umumiye İdaresi, düşman devletler safında yer alan İngiliz ve Fransız temsilcilerin ülkeyi terk etmek durumunda kalması üzerine, Osmanlı ve savaş ortakları olan Almanya’yla Avusturya-Macaristan temsilcilerine kaldı. Savaş boyunca iktidarı elde tutan İttihat ve Terakki hükümeti, böylece İdare’yi, Osmanlı çıkarlarına hizmet edecek biçimde kullanabildi. 1918’deki yenilgi üzerine, Osmanlı’daki Almanya’yla Avusturya-Macaristan’a ait bütün varlıklar ve İdare’deki temsil haklan kaldırıldı; aynı zamanda Osmanlı temsilcisi de çıkarıldığı için İdare’ye savaşın galipleri İngiltere, Fransa, İtalya ve tabii Osmanlı Bankası temsilcileri egemen oldu. Böylece İdare’nin Osmanlı’ya karşı hiçbir sorumluluğu kalmamış oluyordu. Sevr Antlaşması’nda ise (1920) en ağır hükümler mali denetime ilişkin olarak maddeleştirilmişti: Osmanlı bütçesini onaylama ve denetleme yetkisinden borçların ödenmesini düzenleyip denetleme yetkisine, vergilerin ve Düyunu Umumiye İdaresi’ne ayrılanlar dışındaki gelirlerin kullanımına; Osmanlı’nın varlıklar, bankalar, cemiyetler ve savaş yönetiminde yer alan kişilere ait fonların yönetimine ilişkin yetkiler galip devletlerin oluşturduğu bir Mali Komisyon’a verildi . [Kazgan,2006:46].



3. Finansal Kurumlar: Milli Bankacılık

Meşrutiyet dönemi İktisadî yaşamında ulusal nitelikte dönüşümlerin oluştuğu bir diğer alan bankacılıktı. “Milli banka” sorunu Jön Türk Devrimi’yle birlikte Osmanlı toplumunun gündemine gelmişti. İttihatçılar kredi kurumlarının ülke ekonomisinde oynadıkları rolü görmekte gecikmemiş, özellikle yabancı sermayenin etkin olduğu bu kesimin denetlenmesi gereğine inanmışlardı.

Osmanlı ile ticaret ilişkisi olan hemen tüm ülkelerin bir ya da birkaç bankasının Osmanlı’da şubeleri vardı. Osmanlı Devleti ile ticaret ilişkisi kuran hemen her Batılı kapitalist ülke Osmanlı Devletindeki karlı para ticaretinden pay kapmak için Osmanlı topraklarında banka şubesi açmışlardır. Ticaretin ve özellikle para ticaretinin çok karlı olduğu bir ortamda, yerli sermayenin gelişememiş olması yabancı bankaların yaygınlaşması sonucunu verdi. Bu alanda ulusal kuruluşlarını gelişmemiş olması yabancı bankaların faaliyetlerini kolaylaştırmış ve genişletme imkânı vermiştir. Yabancı bankalar dolaysız yabancı sermaye yatırımlarına katılmıştır, özellikle tahvil ve hazine bonosu satın alarak devlete borç vermeyi cazip bulmuşlardır. Yabancı sermaye 1914 yılına kadar Osmanlı Devletinde bankacılık sektöründe 9.8 milyon Lira (9.8 İngiliz Sterlini) tutarında yatırım yapmıştır. Bu alanda en büyük pay % 38.2 ile Fransızlara ait idi. İkinci sırada % 33.1 ile İngiliz sermayesi, üçüncü sırada % 19.7 ile Alman sermayesi gelmekte idi.

Yerli sermayeye dayalı ve kalıcı bir bankacılık girişimi, Mithat Paşa’nın 1863’te kurduğu tarım kredi kooperatiflerinin (1888’de) Ziraat Bankası’na dönüştürülmesidir. Kredi faizlerinin serbest piyasada yüzde l00’e ulaştığı bir ortamda Ziraat Bankası’nın sınırlı bir ölçüde de olsa yüzde 6 faizle kredi sağlaması tarım kesiminin yararına bir olgudur. Ek olarak XX. yüzyılın başlarında, özellikle İttihat ve Terakki döneminde, ulusal bankacılığın geliştirilmesi yönünde çabalar harcanmış ve bölgesel bankaların geliştirilmesine çalışılmışsa da bu girişimler sınırlı kalmıştır.

Yabancı bankalar Osmanlı Devletinde ticaretin geliştiği ve tarımsal üretimin pazara açıldığı bölgelerde yabancı ve gayri müslim tüccarlarla işbirliğine giderek tarımsal ve madensel hammaddelerin ucuza kapatılması operasyonuna katılmışlardır. Ulaştırma ve madencilik alanında yatırım yapan yabancı sermayeye aracılık etmişlerdir.

II. Meşrutiyet yıllarında İttihatçıların ulusal bankacılığı benimsemelerinde, devlet bankası görevini üstlenmiş olan Osmanlı Bankası’nın ülke çıkarlarıyla bağdaşmayan tutumunun payı büyüktü. Özellikle Balkan Harbi yıllarında Osmanlı Bankası Babıâli’ye parasal sorunlarda güçlük çıkarmış, İttihat ve Terakki’yi bankacılık alanında yeni çözümler aramaya sevk etmişti. Savaş sırasında Osmanlı Bankası Babıâli’nin karşılaştığı malî bunalımın giderilmesine katkıda bulunmaya yanaşmamış, tersine savaş koşullarından yararlanarak bankaya çıkar sağlamayı amaçlamıştı.

Birinci Dünya Savaşı ile birlikte olaylar bambaşka bir yönde gelişti. Savaş ortamında vurgulanan “milli iktisat” görüşleri ulusal bankacılığı ön plana çıkardı. Osmanlı Bankası’nın yerini alacak “milli sermayeli bir devlet bankası ülkenin İktisadî bağımsızlığı açısından zorunluydu. Ancak, Osmanlı Bankası’nın devlet bankası olarak ayrıcalığı 1925 yılına değin sürecekti. Babıâli, banka ile olan sözleşmesini feshederek uluslararası malî çevrelerde kapitülasyonların kaldırılışının doğurduğu kaygıları daha da derinleştirmek istemiyordu. Kurulacak olan “milli” banka zamanla devlet bankasına dönüştürülecek, Osmanlı Bankası’nın işlevini üstlenecekti. Ama şimdilik temkinli davranmak gerekiyordu.

Ekonominin diğer alanlarında olduğu gibi bankacılık alanında da İkinci Meşrutiyet döneminde bir milli uyanış olduğu görülmektedir. İttihat ve Terakki Hükümetleri ülkede sermaye birikimini gerçekleştirmek, Müslüman-Türk unsurların sanayi ve ticaret sektörlerine girişini teşvik etmek için yerel ve milli bankalar kurulmasına öncülük etmiş bu yöndeki girişimleri desteklemiştir Hükümet para ve kredi piyasalarını millileştirmeyi amaçlamıştır. Özellikle, piyasaya açılmaya başlayan Batı Anadolu’da kurulan milli sermayeli yerel bankalar tütün, pamuk, kuru üzüm, kuru incir, zeytin vb, ürünlerin üreticilerine daha uygun şartlarda kredi açarak köylüyü gayrimüslim ve yabancı tüccarları elinden kurtarmaya çalışmıştır. İttihat ye Terakki Hükümeti çeşitli güçlüklere, engellemelere ve karşı çıkmalara rağmen savaş yıllarında devlet bankası olarak tasarlanan Osmanlı İtibar-ı Milli Bankasını kurmuştur (1917).

Merkezi Dersaadet (İstanbul) olan bankanın kuruluş sermayesi 4 milyon Osmanlı lirasıdır ve faaliyet süresi otuz yılla sınırlanmıştır. Bankanın kuruluş amacı; tamamıyla milli olan bir kredi kurumu vücuda getirerek, finansman sıkıntısının giderilmesi olarak açıklanmıştır. Fakat bankanın Osmanlı Bankasını bir tedavül bankası olmaktan çıkarmayı yani tasfiye etmeyi amaçladığı bilinmektedir. Milli olan bir kredi kurumu yaratmak amacıyla da, bankanın 400 bine bölünmüş hisse senetlerinin sadece Osmanlı tebaasına tahsis edilme şartı getirilmiştir. Gerçekten de, bankanın ana sözleşmesinde pay senetlerinin isme yazılı olacağı, ancak sadece Osmanlı tebaasının bankaya hissedar olabileceği açık ve net olarak belirtilmiştir. Böylece bankanın milli kimliği korunarak, yabancıların kontrolüne girmesi önlenmiştir. [Oktar ve Varlı, 2009:14]

4. Milli Şirketler ve Milli Burjuva

İttihat ve Terakki 1913 Babıâli Baskını ile iktidar ele geçirdiler. İttihat ve Terakki hükümetinin ekonomi ile ilgili olarak aldığı ilk önemli karar, l Ekim 1914'de kapitülasyonların kaldırılmasıydı. Kararda, kapitülasyonların Bâbiâli’yi reformları yapmak için gerekli imkânlardan yoksun ve hükümeti gündelik ihtiyaçlar için bile yabancı kredi almaya mecbur bıraktığı, yabancılara tanıdığı vergi muafiyeti ile Osmanlı devletini zayıflattığı, Osmanlı hukuku dışında hukukî haklar tanıyarak devletin egemenlik hakkı ve gururunu zedelediği açıkça yazılmıştı. Bu kararla sadece yabancı ayrıcalıklar kaldırılmamış, yerli tüccara da serbest ticaret ve gümrük indirimiyle ilgili yeni avantajlar getirilmişti. Ancak ulusal sermaye sınıfını oluşturmak o kadar kolay değildi. Daha önce de belirttiğimiz gibi Osmanlılara ait bir burjuva sınıfı vardı. Fakat bu sınıfın belirgin üç özelliği, "millî burjuva" sınıfı oluşturmaya engeldi: Öncelikle bu sınıf sanayide değil, ticarette (özellikle dış ticarette) gelişmişti. İkincisi, komprador bir başka deyişle "aracı, tefeci" özelliği taşıyorlardı. Üçüncüsü de bu grubu büyük ölçüde Levantenler, Ermeniler, Rumlar vb. gayrimüslimler oluşturuyordu. Böyle bir grubun ulusal nitelikli bir ekonomik devrim yapması elbette düşünülemezdi. Buna karşılık Türk sermayedarlar oldukça cılız kalmaktaydı. Müslümanlar, daha çok iç ticarette küçük ve orta sermayeli esnaf özelliği ağır basan bir zenginler sınıfına sahipti. Bunlar da zayıf, dağınık, örgütsüz ve büyük ölçüde gayrimüslimlere bağımlı bir haldeydiler.

I9l4'le başlayan Birinci Dünya Savaşı yıllarına hâkim olan siyasi tema yerli, Müslüman bir burjuva sınıfını oluşturma zorunluluğuydu. Milliyetçi aydınlar, iktisadî bağımlılığın, serbest dış ticaretin ve komprador sınıfın doktrini olarak gördükleri liberalizme hücum eden yazılar yazmaya başladılar. Temel dayanakları da "Almanya'yı millî ekonomi politikası kalkındırdı, bizi de ancak o kalkındırabilir" teziydi. İttihat ve Terakki yönetimi Müslüman bir "sermayedarlar" grubu oluşturmakta kararlıydı.

Bu nedenle de, millî bir iktisat politikasını hayata geçirmek gerekir. Bu konuda Cavit Bey de yalnız kalmış, onun liberal politikalarına karşılık özellikle Ziya Gökalp ve Tekin Alp'in savunduğu "millî iktisat politikası" tezi uygulamaya konulmuştu. Rum ve Ermenilerin ayrılıkçı tutumları, Levantenlerin vatandaşı oldukları batılı devletlerin Osmanlı'ya savaş açması da bunda etkili olmuştur.

İttihat ve terakki yönetimi, Müslüman sermayedarlar (burjuva sınıfı) oluşturma işine, şirketleşme ve bankacılık faaliyetleri ile başlamıştır. 1917 başlarında İttihat ve Terakki Cemiyetinin desteği ile kurulan İtibar-ı Milli Bankası’nda cemiyetin etkisi çok güçlü idi. Banka, Osmanlı Bankası’nın 1925’de bitecek olan ayrıcalığından sonra onun yerini alma ümidi ile kurulmuştu.

5. Sanayileşme ve Milli Sanayi Politikası

Avrupa’da sanayileşme süreci ya da Sanayi Devrimi İngiltere öncülüğünde 18. yüzyılda başlamıştı. Dış ticaretteki hızlı gelişmeler sonucu 19. yüzyılın ikinci çeyreğinden itibaren Osmanlı topraklarında etkisini gösterdi. Osmanlı zanaatkârı zamanla Batı’nın sınaî mallarıyla rekabet edememiş, loncalar güçlerini yitirerek giderek çözülmüşlerdi. Bu bir anlamda potansiyel sanayileşme sürecine ket vurmuştu. 19. yüzyılın ikinci yarısında Babıâli, sınırlı da olsa, sanayileşmeyi özendirici önlemler almıştı. Sanayi odaları kurma girişiminde bulunulmuş, sanayi mektepleri açılmış, sonuç vermeyen Islah-ı Sanayi Komisyonu deneyi ardından girişimcilere imtiyaz tanınmış, fabrikaların kuruluşları sırasında Avrupa’dan getirtilecek makine, araç ve gereçlerin gümrük rüsumu ödenmeksizin ithaline izin verilmiş, bu fabrikalarda üretilen mallar dâhilî ve haricî gümrüklerden muaf tutulmuştu. Bu arada sanayi alanında bazı düzenlemelere gidilmişti.

Ancak bu teşvik unsurları oldukça dağınık kalmıştı ve genel bir teşvik politikasından söz etmek güçtü. Öte yandan, yukarıdaki teşviklere karşın, Osmanlı hükümetleri girişimcilerin karşısına birçok engel çıkarmıştı. Dönemin kanun ve tüzükleri, imtiyaz sözleşmeleri ve ruhsatnameler girişimcilere sayısız yükümlülük getiriyordu. Diğer bir caydırıcı engel 19. yüzyıl Osmanlı ticaret sözleşmeleriydi. Kapitülasyonlarla yabancı ülkelere tanınan ayrıcalık sonucu, yerli ürünler spesifik (seçici) yüksek oranlı ithal gümrükleriyle korunamıyor, Osmanlı imalat sektörünün gerek duyabileceği hammaddeler alivre vb kredi oyunlarıyla düşük fiyata kapatılıp yurtdışına sevk ediliyordu.

Yukarıda belirtilen nesnel koşulların ötesinde, Osmanlı toplumunda sanayileşmeyi savunan ya da gereğine inanan bir zihniyet henüz oluşmamıştı. Osmanlı devleti tarım ülkesi olarak görülüyordu. Sanayileşme ise alışılmışın dışında bir uğraştı. Toprak sadık, güvenilir bir geçim kaynağıydı. Her zaman üreticinin rızkını veriyordu. Sanayi ise özel bir çaba gerektiriyordu; üstelik insanın denetiminin dışında, pazar değişkenlerine bağımlıydı. Ama yine de, Tanzimat’ın oluşturduğu liberal düşün ortamı sanayileşme sorununu gündeme getirmede gecikmedi. Bu dönemde sanayileşmeden yana birçok Osmanlı aydını kalem oynattılar.

Osmanlı fikir hayatında sanayileşmeyi savunanlar, Devletin kurtuluşunun sanayileşmede olduğunu ileri sürenler İkinci Meşrutiyetten sonra çoğalmaya başladı. İkinci Meşrutiyetle birlikte sanayileşme savunuculuğu dergi ve gazete sayfalarında kalmadı. Gelişen milliyetçilik akımlarının etkisi ile her alanda olduğu gibi iktisadi alanda da milliyetçi bir politika izlemeye başlayan İttihat ve Terakki hükümeti Aralık 1913’de sanayileşmeyi özendirmek amacıyla Teşvik-i Sanayi Kanunu Muvakkatini yürürlüğe koydu. 1914 yılında Teşvik-i Sanayi Kanunu Talimatnamesi ve 1917’de bu kanunun uygulama yönetmeliği çıkarıldı. Böylece sanayileşmenin teşviki amacıyla oldukça kapsamlı bir mevzuat hazırlanmış oldu.

Teşvik-i Sanayi Kanunu yürürlüğe girdikten kısa bir süre sonra Birinci Dünya Savaşı başladı. Osmanlı Hükümeti savaşa girdikten sonra, iktisadi konularda kendini daha serbest hissetmiş olacak ki Kanunda değişiklik yaparak yabancı ı kuruluşları teşvik kapsamından çıkardı. Asıl önemlisi, Kapitülasyonları tek taraflı bir kararla kaldırdığını ilan etti, gümrükleri yükseltti. Böylece Osmanlı sanayi Kapitalist Batının haksız ve eşit şartlarda olmayan rekabetinden kağıt üzerinde kurtulmuş oldu. Ancak, başta sermaye ve girişimci yetersizliği ve savaşın giderek ağırlaşma şartları dolayısıyla bu iyi niyetli, fakat geç kalmış sanayileşme hamlesi başarıya ulaşamadı.

Teşvik-i Sanayi Kanunu kapsamına girecek kuruluşların yararlanacakları teşvikler ve muafiyetler özetle şunlardır:

[a] Fabrikaların kurulması için gerekli 5 dönüm kadar arazi bedava verilecekti.

[b] Fabrikaların kurulduğu arazi ve fabrika tesisatı emlak ve temettü vergilerinden ve belediye harç ve resimlerinden muaf tutulacaktı.

[c] Fabrikaların tesisi ve genişletilmesi için gerekli malzeme ülkede yeterince üretilinceye kadar gümrük resminden muaf tutulacaktı.

[d] Fabrikaların imalatta kullanacağı hammaddeler, yerlisi yoksa gümrük resminden muaf tutulacaktı.

[e] Fabrikaların dışarıya yapacağı satışlardan gümrük resmi alınmayacaktı.

[f] Hükümet kendi ihtiyacı için mümkün olduğunca yerli mamulleri tercih edecekti.

Bu teşvik ve muafiyetler 15 yıl geçerli olacaktı. Teşvik-i Sanayi Kanunu çok önemli teşvik ve bağışıklıklar getirmesine karşılık bazı eksiklikleri de vardı. Bu konuda Kanuna yöneltilen bir takım eleştiriler olmuştu. Bu eleştirilerden özellikle iki tanesi önemlidir.

Kanunda kredi kolaylıkları düşünülmemişti. Osmanlı Devletinde o dönemde etkin bir teşvik politikası yürütülmesi için elverişli şartlarda kredi açacak kuruluşlar yoktu. Dolayısıyla Kanunda bu yönde bir tedbir öngörülmemişti.

Kanun, yeni kurulacak veya faaliyet gösteren ulusal sınai kuruluşları dış rekabete karşı koruyacak tedbirler getirmiyordu. Kanunda sözü edilen teşvik ve muafiyetler dış rekabet için yeterli değildi. Bu konuda önemli bir hususu unutmamak gerekir. Osmanlı Hükümetinin kapitülasyonları kaldırmadan serbest dış ticaret antlaşmalarını askıya almadan etkili koruyucu tedbir uygulaması mümkün değildi. Çünkü Kapitalist Batı Avrupa ülkeleri ile yapılan mali ve ticari antlaşmalar ile Osmanlı Devleti gümrükler üzerindeki hükümranlık haklarından neredeyse vazgeçmişti. Gümrük resimlerini tek taraflı yükseltemiyordu. Fakat yukarıda değindiğimiz gibi, savaşa girer girmez Osmanlı Devleti tek taraflı bir kararla kapitülasyonları kaldırdığını ilan etti, gümrükleri yükseltti.

İkinci Meşrutiyet döneminde sanayinin geliştirilmesi için oluşturulan bu yasal mevzuat ve bu çerçevede uygulanan teşvik tedbirlerinden başka önemli bir girişim, sanayi için gerekli mühendis teknik eleman ve nitelikli işçi yetiştirilmesi amacıyla Almanya’ya işçi ve öğrenci gönderilmesi oldu Birinci Dünya Savaşı yıllarında 10 bin Türk genci Alman fabrikalarında staj yapmak üzere gönderildi. Çeşitli bakanlıklar, sanayi ve ticaret odaları Almanya’ya burslu öğrenci yolladılar. Bunun yanı sıra, teknisyen yetiştirme kurslarının düzenlenmesi anılmaya değer.

7. Osmanlı Devletinin Son On Yılında Sanayinin Durumu:

Osmanlı Devletinin son döneminde sanayinin sayısal dökümünü 1913-1915 yıllarında Ticaret ve Ziraat Vekaleti tarafından Batı Türkiye’de yapılan sanayi sayımlarından ve buna paralel olarak diğer bölgelerde yürütülen anketlerden öğreniyoruz. 1913-1915 sayımı İstanbul ve Batı Anadolu’da sürekli olarak en az 10 işçi çalıştıran işyerlerini ve Teşvik-i Sanayi Kanunu kapsamına giren kuruluşları kapsamakta idi. Bu sayım sonuçları 1917 yılında yayınlanmıştır.

Sayım kapsamına alınan bölgede yukarıda belirtilen nitelikleri taşıyan 282 kuruluş tespit edilmiştir. Bunlardan 264’ü asli, geri kalanı 18’i yan kuruluştur. V. Eldem, sayım istatistiklerinde yer almayan 44 kuruluşu başka kaynaklardan yararlanarak tespit etmiştir. Bunların 27 si madeni eşya sanayinde faaliyet gösteriyordu, geri kalan 17’si silah, deniz tezgahları ve demiryolu atölyeleri idi. Devlete ait bu kuruluşlar İstanbul ve İzmir’ de toplanmıştı. Bu 44 kuruluşta 1915 yılında 7800 kişi istihdam edilmişti ve 2 milyon TL. tutarında üretim yapılmıştı.3’ Sayım kapsamına giren 282 işyerinde yaratılan ürün değeri 7.57 milyon TL. civarında idi. V. Eldem’in hazırladığı milli gelir istatistiklerinde sanayi sektörünün 1914 yılında yarattığı hasıl 22.3 milyon TL. olarak gözükmektedir. Buna göre, 1913-1915 sayımının kapsadığı kuruluşların üretim değeri sanayi sektörü toplam hasılasının yaklaşık 1/3 üne tekabül etmektedir.

Osmanlı sanayinin önemli saydığımız bazı özelliklerini değinmek istiyoruz.

[1] Osmanlı sanayi büyük ölçüde tüketim malları üretiminde yoğunlaşmıştır. Ara ve yatırım malları üreten sanayi dalları yoktur. Gıda ve tekstil sanayi dalları toplam işyerlerinin % 55.4 ünü kapsıyordu. Bu iki sanayi dalının sanayi sektörü toplam üretim değerindeki payı % 82.3 idi.

[2] Osmanlı sanayi tarıma dayanıyordu. Hammaddesi tarımdan sağlanan bir sanayi tesis edilmişti. Bunu doğal karşılamak gerekir. Çünkü Osmanlı’da ekonomik yapı tarıma dayanıyordu. Mevcut sınaî kuruluşlar iç tüketimi karşılamaya yönelik idi. Halkın yaşama düzeyi zorunlu ihtiyaç mallarına talep yaratabilecek derecede idi. Osmanlı’nın mevcut yapısı ile dışarıya sanayi malı satması düşünülemezdi. Kapitalist Batı Avrupa-üreten sanayi dallarında yerli üretim iç talebi karşılamaktan çok uzaktı.

[3] Sanayide aşırı derecede bölgesel yoğunlaşma vardı. Sayım kapsamına giren kuruluşların % 55’i İstanbul, % 22’si İzmir’de toplanmıştı. Büyük sanayinin aşırı bölgesel yoğunlaşması konusu şu şekilde açıklanabilir:

-Büyük sınai kuruluşlar tüketim merkezlerine yakın olmayı tercih etmişlerdir. Sınaî kuruluşlar için gerekli asgari alt yapının sadece İstanbul ve İzmir’de ve bazı Batı Anadolu şehirlerinde olduğu anlaşılmaktadır. Anadolu’da büyük sınaî tesisi oluşturmak için yeterli sermaye birikimi yoktur.

- Sanayide en büyük sermaye payı Rumlara ve Ermenilere aittir. Bu gayri Müslim azınlıklar İmparatorluğun son dönemlerinde kendilerini Osmanlıdan saymamaktalar ve kendi milli devletlerinin arayışındadırlar. Bu nedenle Anadolu’nun içlerini kendileri için güvenli saymamış olabilirler.

[4] 1913-1915 sanayi sayımında sanayinin etnik gruplara göre mülkiyet dağılımı tespit edilmemiştir. Bu konuda değişik kaynaklardan bazı bilgilere ulaşmak mümkün olmuştur. Z. Toprak’ ın Sanayi Dergisinden yaptığı derlemenin sonucu şu şekildedir: 1913-1915 sayımı ile ilgili istatistiklerde yer alan 264 asli kuruluştan 50 tanesi (%18.9) devlete veya anonim şirketlere, 214 tanesi (% 81.1) gerçek kişilere aittir. Gerçek kişilere ait 214 sınai kuruluşun 42 si (%19.6) sı Türk-İslam unsurlarının mülkiyetindedir. Geri kalan 172 (% 80.4) sınai kuruluş gayri müslimlerin elindedir.

[5] Osmanlı sanayinde yabancı sermayenin payı çok düşüktür. Bir açık pazar durumunda olan Osmanlı Devletinde kapitülasyonlarla mali, ticari ve yargı alanında her türlü güvence sağlanmıştı. Yabancı sermayenin Osmanlı topraklarında yatırım yapmaması için güvensizlik adına hiç bir neden yoktu. 0 halde, sanayide yabancı sermaye payının düşük olması nasıl açıklanabilir? Burada iki hususu birbirinden ayırmak gerekir. Söz konusu olan yabancı sermayenin Osmanlı topraklarında yatırım yapmaması değil, sanayi kesimine fazla iltifat etmemesi idi. Yabancı kapitalistler için Osmanlı topraklarında ticaret, ulaştırma ve bankacılık sanayiden daha fazla karlılık vaad eden sektörlerdi. Osmanlı toprakları üzerinde ithalat yerli üretimden daha fazla teşvik görüyordu. Yabancıların bu durumda, kendi ülkelerinde imal edilmiş malları Osmanlı topraklarında pazarlamaları daha rasyonel idi. Sınai üretimin Osmanlı topraklarında yapılması alt yapı, enerji, nitelikli işgücü yetersizliğinden daha pahalıya mal olacaktı.

[6] Osmanlı sanayinin önemli bir özelliği de büyük sınai kuruluşların devlet tarafından tesis edilmiş olmasıdır. Devlet silah ve mühimmat sanayine, denizcilik atölyelerine, dokuma fabrikalarına, ipek imalathanelerine, çini fabrikasına vb. sahip idi. Devlete ait kuruluşların daha büyük ölçekli olduğu anlaşılır. Devletin sınai kuruluşlarının hemen hepsi Ordunun ve Sarayın ihtiyaçlarını karşılamak için kurulmuştur. Ticari mülahazalar ve pazara yönelik üretim düşüncesi rol oynamamıştır.

[7] Sanayi kuruluşlarında çevirici güç yetersiz, teknoloji geri idi. Kullanılan enerji daha çok kol gücüne dayanıyordu.. Çevirici gücün % 75.9’u buhar makinelerinden % 12.8 i petrol kullanan içten yanmalı motorlardan sağlanıyordu. Elektrikli motorların oranı % 6.4 idi ve sadece İstanbul’daki fabrikalarda kullanılıyordu.

KAYNAKÇA

Kazgan, Gülten [2006], Tanzimat’tan 21.Yüzyıla Türkiye Ekonomisi, İstanbul: Bilgi Üniversitesi Yayınları.

Kepenek, Yakup ve Nurhan YENTÜRK [2000], Türkiye Ekonomisi, İstanbul: Remzi Kitabevi.

Oktar, Suat ve Arzu Varlı [2009], “İttihat ve Terakki Dönemi’nin Ulusal Bankası: Osmanlı İtibar-i Milli Bankası”, Marmara Üniversitesi İİBF Dergisi, Cilt 27, Sayı 2:1-20.

Toprak, Zafer [2012], Türkiye’de Milli İktisat 1908-1918, İstanbul: Doğan Kitap.

Zürcher, Erik Jan [2010], Modernleşen Türkiye'nin Tarihi, İstanbul: İletişim Yayınları



Özet

18. yüzyılın sonlarına doğru, Müslüman nüfusla gayrimüslim nüfus arasında hem gelir düzeyi hem de toplumsal bütünleşme açısından zamanla büyüyen gedikler açılmaya başladı. 20. yüzyılın başlarına gelindiğinde, ihmal edilemeyecek güçte bir Osmanlı sanayi vardı ve bu sanayi, büyük ölçüde gayrimüslim nüfusun mülkiyetinde ve yönetimindeydi. Bu sınıf gerek yaşam biçimi gerekse çıkarları açısından, kendisini imparatorluktan çok Avrupalı devletlere daha yakın görme eğilimindeydi.

Balkan Savaşlarında Osmanlı’nın sürekli toprak yitirişi ve iktisadın liberalleşerek dünya ekonomisiyle bütünleşmesi, ülkede bölüşüm ilişkilerini gayrimüslimlerin lehine dönüştürmüştü.

Milliyetçilik ve devlet müdahalesi ile kalkınma hedefli milli iktisat politikası ortaya çıktı. Milli iktisat politikası, Müslüman-Türk sermaye sınıfının yaratılmasının teşviki ile savaş koşullarının dayattığı finans, iaşe gibi sorunlara çözüm bulma zorunluluğuyla devlet müdahalesine başvurulmasıyla oluşmuştu. Milli iktisat politikası, milliyetçi anlayışla demiryolculuk, bankacılık gibi alanlarda Müslüman-Türklerin yetiştirilmesini sağladı.

İktisadi alanda milliyetçi bir politika izlemeye başlayan İttihat ve Terakki hükümeti Aralık 1913’de sanayileşmeyi özendirmek amacıyla Teşvik-i Sanayi Kanunu Muvakkatini yürürlüğe koydu. 1914 yılında Teşvik-i Sanayi Kanunu Talimatnamesi ve 1917’de bu kanunun uygulama yönetmeliği çıkarıldı. Böylece sanayileşmenin teşviki amacıyla oldukça kapsamlı bir mevzuat hazırlanmış oldu.

Sorular

1. Teşviki Sanayi yasası hangi yılda kabul edildi?

[a] 1917 [b] 1908 [c] 1910 [d] 1914 [e] 1901



2. İttihat ye Terakki Hükümeti tarafından savaş yıllarında devlet bankası olarak tasarlanan ve kurulan banka aşağıdakilerden hangisidir?

[a] Ziraat Bankası [b] Osmanlı Bankası [c] İtibar-i Milli Bankası [d] İş Bankası

[e] Sümerbank

3. Osmanlı İmparatorluğu’nun yarı sömürge durumuna ve Jön Türk ekonomi politikalarının toyluğuna dikkat çeken ve daha milliyetçi bir ekonomi politikasının savunuculuğu- yapan aşağıdakilerden hangisidir?

[a] Troçki [b] M.Cavid Bey [c] Parvus [d] M.Şevket Esandal [e] Kara Kemal



4. II. Meşrutiyet sonrasında ortaya çıkan milli iktisat politikalarının en önemli unsuru olan “bireysel girişimcilik” aşağıdaki kavramlardan hangisi ile ifade edilmiştir?

[a] Yed-i Vahid [b] Adem-i Merkeziyet [c] Teşebbüs-ü Şahsi

[d] Kanun-ı muvakkat [e] Korporatizm

5. II. Meşrutiyet sonrasında Fransız korporatizminin sosyo-psiklojik temelini oluşturan solidarist/dayanışmacı yaklaşımın bir bileşimi olan meslekçi akımı aşağıdakilerden hangisi savunmuştur?



[a] Tekin Alp [b] M.Cavid Bey [c] Parvus [d] M.Şevket Esandal [e] Ziya Gökalp

Cevaplar: 1. A 2. C 3. C 4. C 5.D
Yüklə 106,85 Kb.

Dostları ilə paylaş:




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin