Hersey seninle guzel



Yüklə 1 Mb.
səhifə1/15
tarix04.11.2017
ölçüsü1 Mb.
#30629
növüYazı
  1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   15

  HERSEY SENINLE GUZEL

 

 http://www.hezenparastin.com/tr/images/kitap_img/kitap11.jpg



ÖNSÖZ

Yazılışının ilk tartışmasına girerek kaynağı ve akışına, coşturan duygularını kattı. Kapıldığım bu akışın sonuna geldiğimde, bütün akış boyunca ruhundan yükselen sesinin kulaklarımda yankılandığını gördüm ve akışın döküldüğü aşkın bahçesinde çiçeklerle süslenmiş ışık saçan resmi duruyordu gözlerimin önünde. Henüz tarifi yapılamamış bu resim, Mazlum Tekman’ın resmiydi. İçinde yaşadığı özün anlatıldığı bu kitabın, aynı özün ruh kardeşlerine ithaf edildiğini buyuruyordu. Buyruğuna uymak sizce yeterli mi?...

 

Basıldığı Yer:  Roj Matbaası



Basıldığı Tarih: Eylül 2005

 
 


GİRİŞ

 

Suskunluğumun içinde her biri bir yerden bağrışan sesler birbirine çarpıp kulaklarımı götürdüğü halde, dilimden tek bir sözcük bile dökülmeye cesaret edemiyordu. Bir yanım buz tabakasının altında donarken, bir yanım da alevler içinde yanıyordu. Çıkarmaya çalıştığım bütün sesler, neden boğazımda takılı kalmıştı? Hala ezemediğim, içimdeki itirafı zor ürkeklik miydi buna sebep olan? Yoksa onun gözlerine cesaretle bakmaya utanan, başı öne eğik eziklik miydi? Belki de ilk defa altına girmeye çalıştığım böyle bir yükün ağırlığını kaldıramamanın korkusuydu. Ama ne olursa olsun, bu korkunun duygularımı parçalamasına izin vermeyecek, sarsıntının suskunluğunda boğulmayı kabul etmeyecektim. Zor duyulur birkaç sözcük bile olsa, mutlaka söylenmeliydi.



Duymaz diye düşünüp çıkardığım seslere kulak misafiri olmuş olacak ki, benim de anlamaya vakıf olamadığım anlaşılmaz bakışlarla bana bakıyordu. Bakışlarında beni yargılamak ister gibi bir hali vardı. Ama anlayamıyordum bir türlü; suçum neydi ki? Kendisine uzun süredir herhangi bir şaka da yapmamıştım. Üzerime diktiği delici gözlerinde herhangi bir şaka belirtisi de görülmüyordu. Peki nedir böyle ürküten bakışlarla bakması diye kaygı içerisinde düşündüğüm bir anda, sesini fazla yükseltmeden, çok sakin bir hava içerisinde, fısıldar gibi konuşmaya başladı:

‘Pek de iyi yazılmamış sayılı sayfalara beni sığdırabileceğini mi sandın? Abartmadan, ama küçültmeden de olduğu gibi bütün gerçeğimi anlatan koca bir romanın anlatımı bile beni anlatmaya yeterli gelir mi? Hiç saklamaya gerek duymadan, samimice, basitlik ve küçüklüklerimi sebepleriyle birlikte, öfke ve kızgınlıklarımı, kırıldığım ve kırılabileceğim bütün yanlarımı, ağır yükün altında bezdiren tırmanışlar esnasında kan ter içinde kalarak ölesiye bastıran yorgunlukların el ve bacaklarımı nasıl titrettiğini, bunun bende yarattığı iyi-kötü bütün ruh hallerini, ama kopmaz bağlarla bağlandığım değerleri, inanıp bağlandığım bu değerler uğruna her zorluğa isteyerek katlanışımı, bana inanılmaz derecede güç veren ve her an beni kendine doğru çeken büyük hayallerimi ve bitmesini hiç istemediğim, beni yaşama daha sıkı bağlayan coşku ve sevinçlerimi birkaç cümlede toplamadan, tane tane anlatıp, sonlandırmaya bir roman bile yeterli gelir mi sandın?’

Sararıp donmuş halim karşısında acıma duygusuna kapılmış olacak ki, bu sefer daha sevecen bir edaya bürünerek güven veren bir ses tonuyla yumuşakça sordu:

‘Ne o kemikleri çürümüş bir cenazeyi andıran halin? Seni şaşırtıp ürküten bir şey mi söyledim yoksa? Oysa sadece bir hatırlatmada bulunmak istedim.’

Üzerime buz gibi soğuk bir su dökülmüştü sanki, donuyor gibi tir tir titriyordum. Ağzımın suları çekilmiş, kurumuş dudaklarım çatlamıştı. Döndüğü kadar zor duyulur kısık bir sesle şu cümleler döküldü dilimden:

‘Bütün gerçeğinle seni anlatabilen sayılı sayfalara sığdırma cesaretim ve amacım olmadı hiçbir zaman. Buna gücüm de yetmez zaten. Yapmak istediğim, sadece senden biraz bahsetmek ve yürekten anmaktı.’

Kafamdan bin bir şeyin geçip bir anda her şeyin donarak görüntüsünü yüz hatlarıma indirdiği perişan halimin, gözlerimi de yavaş yavaş kararttığını görünce, dudaklarının etrafına ferahlatan bir tebessüm kondurup geçmişte bıraktığı yakın günlerin anılarına dalmaya başladı.

 ...


Kesildikten sonra soyulup iyice temizlenmiş balta sapını andıran meşe ağacıyla, etrafı kapkara olmuş büyük kazanın içinde kaynayan çorbayı durmadan karıştırıyordu Tekoşer. Gür ateşin üstünde fokur fokur kaynayan kazanın içindeki mercimek tanelerini daha pişmeden bir bir parçalamak ister gibi bir hırsla karıştırıyordu. Ayaklarının birçok arkadaşından daha yükseğe kaldırdığı uzun boyu nedeniyle, kendisi için çok alçak gelen ocağın üstünde duran baca duvarının engeline takılıyordu kafası. Kaynayan çorbayı görebilmek için, karıştırırken ikide bir kafasını yarım metre indirmek zorundaydı. Başını sık sık kaynayan çorba kazanının üstüne getirdiğinden, çorbadan yükselen buhar ve alevlerle birlikte gökyüzüne doğru uçup yükselen dumandan gözü kızarmış, esmer yüzü daha da kararmıştı. Her seferinde indirip kaldırırken, başını baca duvarına vurduğundan, kimsenin duyamayacağı kısık bir sesle okkalı küfürler savuruyor, kendisine doğru akıp gelen öfke selini içine akıtıyordu. Bazen öylesine tahammülsüz oluyordu ki, kendisinin de hiç istemediği kırgınlıklara yol açıyordu. Anlamakta güçlük çektiği birbirine zıt ruh hallerinin aynı anda varoluşu, kendisinde sürekli heyecan dalgalarına yol açıyordu. Öfke nöbetine tutulduğunu sanıp yaklaşmaya cesaret edemediğiniz bir anda, kendisine özgü şaka tufanını başlatıp ortalığı kalabalığa boğduğunu görürdünüz.

Bugün, bütün günlerden daha fazla heyecanlıydı. Kimden geldiği belli olmayan fısıltılı, ama çok heyecanlandıran bilgiler alıp başını götürmüştü. Herkes kendisi ile ilgili olan bilginin peşinde koşuyordu. Kendisi hakkında bilgi alan arkadaşlar, daha fazla heyecanlıydılar. Resmi aktarım yapılmadığından, edindikleri bilginin doğru olup olmadığını bir türlü netleştiremiyorlardı. Hangisi doğru, hangisi yanlış belli değildi. Üst üste binen heyecan dalgaları, gittikçe yoğunlaşıyor, nabızlar daha hızlı atmaya başlıyordu.

Normal zamanlarda hiç etkisi olmayan küçük bir espri bile böylesi anlarda herkesi güldürebilmekteydi. İşte tam da bu esnada Tekoşer’in içten tiz sesi mutfağın kapısından süzülüp dışarıda yankılandı:

‘Botan yolcularına çorba, Dersim yolcularına çorba, bizim tesislerde çorbalara para yok.’

Dışarıdan Tekoşer’in sesini duyan Kamuran, koşarak mutfak kapısının önüne geldi. Yüreği kıpır kıpırdı, heyecandan gözleri ışıldıyordu. Yüzünden hiç eksilmeyen gülücük kuşlarından biri inip biri kalkıyordu. Üstünde duran taşkın coşkusallık gömleğinin üstüne bir tane daha giymek ister gibiydi; sevinçten dolup taşıyordu. Bir kelebek kadar hafifti ve durdurulamaz rehvan bir atın hızında koşmaya hazırdı. Her an uçup gitmeye hazır olan bu ruhun sırrını kendisi de çözememişti. Onun durgunlaşıp moralinin bozulduğunu kimse görmemişti. Kolay kolay sinirlenip kırgınlıklara yol açmazdı. Yaşamda dert edilen birçok soruna hiç görmemiş gibi gülüp geçerdi. Moral bozuculuğun çengeline kafasını hiç takmazdı. Kaygısız, bay gamsız, bay dert bilmez edasındaydı hep. Tahammül deryası, yıkılmaz, sağlam bir sabır duvarı gibiydi. Sabır taşlarını bile çatlatan bu ruhun, Kürdün hangi özelliğine ait olduğunu da bilmiyordu. Resmi eğitim ortamlarında, askeri kanun denilen kaldırma sistemi olmasa, hiç kalkıp konuşmaz, belki de buna hiç gerek duymazdı. Ama resmi havanın dışına çıktığı anda da, kendisini kimse tutamazdı. Şuradan bir şaka, şuradan bir espri, buradan bir takılma bulup getirirdi. Herkese yakınlaşmanın bir yöntemini bulmakta ustaydı. Bunu çok içten, güven verici ve samimi yaptığından, rahatlıkla başarabiliyordu. Onda herkesin sevgilisi olmanın yolları çok açıktı. Ruhu kandırmayı bilmeyen, kirlenmemiş bir çocuğun saflığıyla büyüdüğünden, bilinmeyen farklı yüzleri indirmemişti yüzünün üstüne. Tertemiz bir suyun berraklığında ilerlediğinden, herkesin içesi gelirdi. Ruhu güneşin sıcaklığıyla uyanmış, bilinci güneşin ışığıyla aydınlanmıştı. Bunun farkındaydı artık.

Mutfağın kapısında birkaç saniye bekleyip her iki eliyle, birbirine bakan, kırmızı toprakla sıvanmış kapı duvarına tutunmuştu. Başını Tekoşer’den yana eğip gülümsüyordu. Tekoşer, ‘Bizim tesislerde çorbalara para yok.’ sözü üzerine Kamuran’dan gelecek tepkiye çoktan hazırlanmıştı sanki. ‘Geçen seferki gibi su gölünün içinde tane tane duran çözülmemiş çorba ise hiç reklamını yapmaya kalkışma, çünkü bununla düşmanı bile kandıramazsın.’ diyen Kamuran’a, Tekoşer dilinin ucunda hazır duran cevabını beklemeden çıkarıverdi. Belini saran benekli, ipek kadar yumuşak, ince şutiğini göstererek, ‘Bu kazanın içinde kaynayan bütün çorbayı buna vurdum aslanım, buna çorba değil şutik ezmesi de diyebilirsin, Gel kendin gör. Hepsi un ufak, atomlarına kadar parçalanmamış tek bir tane bulursan, hakkımda her türlü öneriyi yapabilirsin. Gerçek enerji, atomlarına kadar parçalanıp çözüldükten sonra pişirilmiş bu çorbamın içindedir. Bununla düşmana da çağrı yapmaya hazırlanıyorum, göreceksin büyük yankı yaratacak.’

Kamuran, Tekoşer’i daha da alevlendirmek için sordu: ‘Yani senden dökülen terden hiç kurumamış bu şutike vurduğun mercimekle mi düşmanı kandıracaksın? Ya kimsenin dayanamadığı terinin kokusunu alıp çorbaya gelmekten vazgeçerse ne diyeceksin?’

‘Bu şutiki yeşil sabunumun köpüğünden kaç defa geçirdiğimi biliyor musun? Hem de fokur fokur kaynayan suyun eşliğinde. Üstelik benim mercimeğim, onlarınki gibi pis kokulu gaz ateşiyle değil, kutsal meşe ağaçlarının gür ateşiyle pişirilmiştir. Hem onlarınkinden daha sıcak, hem de üç dolu tabak vaat ediyorum. Buna dayanmaları mümkün mü?’

‘O zaman bir tabak dolduruver hele, önce tadına bakalım, sonra da kararı verelim.’

‘Bak sen bile dayanamadın.’

Tam da bu esnada dışarıda kar topu savaşını başlatan Gelhat, Serhat Ağrı, Serhat Siirt, Serhat Başkale, Serhat Çele, Mazlum Tekman, Haki, Renas, Zınar, Rubar, Canfeda ve daha birçok arkadaşın tiz tiz yükselen sesleri karşı kayada yankılanarak gelip Kamuran’ın kulağını doldurdu. Kamuran’ı kim durdurabilirdi ki artık? Tekoşer heyecanla peşinden bağırdı:

‘Dur hele önce çorbayı indirelim, beni niye bırakıp gidiyorsun, bensiz olur mu bu savaş?’

Kamuran aceleyle Tekoşer’e yardım ederek çorbayı indirip dışarı fırladı. Tekoşer de kazanın kapağını kapatıp hızla attı kendini dışarı.

Taş gibi sıkıp sıkıp birbirlerine fırlattıkları kartopu oyunu yerini kar kavgasına bırakmıştı. Sağdan soldan, aşağıdan yukarıdan birbirlerinin üzerine yağdırdıkları kar gülleleri kabarıp taşan kavga hırslarını bastırmaya yetmeyince, çok yaşayıp gördükleri meydan muharebesine giriyorlardı. Birbirini tutup karın içine gömüyor, düşüp iyice batmayanların üstüne avuç avuç kar topluyorlardı. Avuçlarla hırsını alamayan kimi arkadaşlar, bu sefer ellerine birer kürek geçirip, bir ölüyü gömer gibi düşen arkadaşlarının üstüne kürek kürek kar atıyorlardı. Karın altından yükselen bağırma ve çığlıklara hiç aldırmıyorlardı. Çünkü her an aynı akıbetin kendilerini de beklediğini biliyorlardı.

Kan-ter içinde kalarak yorgunluktan adeta bitip tükenene dek oyun devam ediyordu. Bir metre yüksekliğindeki karın içinde iyice halden düşüp sırılsıklam olduktan sonra, herkes oyunu bıraktığında, kimileri elbiselerini kurutmak için hızla mangalarda yanan sobaların yanına koşar, kimileri de buna ihtiyaç duymaz, mutfakta ya da kamelyada kalıp bol esprili türlü türlü sohbetlere kaptırırlardı kendilerini. Alevleri, büyük kazanların arkasından süzülüp baca deliğinden göğe uçan kalın meşe ağaçlarıyla sürekli yanan mutfağın ateşi ve kamelyanın ortasında kurulu köy camilerinin sobalarına rahmet okutan, iyi yanınca araba motorlarına benzer sesler çıkaran o koca soba, bu tür sohbetler için biçilmiş kaftandı. Kimse yaşamı çekilmez hale getiren kara aldırış etmiyor, hatta oynadıkları kar oyunlarıyla, karı bir coşku kaynağı haline getiriyorlardı.

Her yıl Kasım ayının sonlarında, ama beklenmedik bir günde aniden yağıp bazen bir adamın boyunu geçene dek yükselen kara alışkındılar. Hiç alışmayan, alışmak istemeyen yoldaşlar da vardı. Her yıl tekrar tekrar gökyüzünden beyaz bir örtü gibi Kandil’in en alt eteklerine kadar inip bir türlü kalkmak bilmeyen bu doğa çılgınlığı, birlikte yıllarca yaşayıp yüreğinin derinliklerine yerleştirdiğiniz birçok can yoldaşınızı da alıp götürmüştür. O an üstünüzde korkunç bir kabus çökmüş, yüreğiniz burkulmuştur. Bunun karşısında eliniz-kolunuz bağlıdır. Üstünüze çöken kabusu kaldırıp sizi o an rahatlatacak bir şey bulamazsınız. Bir çare bulamadan bir o yana, bir bu yana delicesine dönüp dolaşırsınız. Karşınızda sizi yok etmeyi planlayan, düşünüp konuşan canlı bir düşmanınızı da göremezsiniz. O nedenle ödeyeceğiniz vefa borcu, alınacak intikamınız da olmaz o an.

Göklerin kardeşi heybetli Büyük Kandil düşman olamaz elbette. Kürdün yeniden doğuşu ve yaratılışına çekinmesiz kucak açan, diri, ayakta duran Kürdü bağrına basıp onu büyük kötülüklerden korumak isteyen de kendisiydi çünkü. Ama bazen gazaba geldiğinde, bağrına bastığı, korumasına muhtaç yavrusunu bile tanımaz olur, tümden acımasızlaşırdı. Gazabın külahı beyaz bulut kütlesi tepesine indiğinde, deliye döner, çıldırırdı adeta. Kapıldığı öfke selinden, herkes kendini korumak zorundaydı. Tutulduğu öfke nöbetleri, bir haftadan az sürmezdi. Öfke krizindeyken, alıp verdiği buz gibi soğuk ve şiddetle kalkıp inen nefesine kimse kapılmamalıydı. Kuduran tanrısal boğalar gibi, önüne düşen her şeyi alıp götürür, tuz buz ederdi. Öfkesi dindiğinde, takatsiz bir ihtiyar gibi durgunlaşır, sevecen, uysal bir çocuğun sakinliğine bürünerek herkesi etrafında toplamayı başarırdı. Onun kucağında yer edinip yaşamayı göze alanlar, onun iyi kötü her özelliğini biliyor, bildikleri zararlı huyları, hırçınlıkları ve deliliklerinden çekinmiyorlardı. Hatta onun deliliklerine kendi deliliklerini de katarak sırılsıklam olup akıl başa gelene dek onunla kucak kucağa oyuna tutuluyorlardı. İşte bugün de, öyle bir gündü.

Bugünün, bütün günlerden apayrı bir neşesi vardı. Özgür insan Başkan Apo, Kürt halkını ve PKK’yi bundan böyle serbest bıraktığını söylemiş ve ona göre pozisyon almalarını istemişti. Bu mesajdan sonra örgüt, halk, komutan, savaşçı, kısacası herkes buna göre konum almaya başlıyordu. Yeni konuma göre başlayan hazırlıkların getirdiği hareketlilik gittikçe hızlanıyor, bunun manasıyla ilgili toplu ya da ikişer, üçer kişilik tartışmalar sürüp gidiyordu. Yakın duran ABD’nin Irak’a saldırı ihtimali, bunun böyle olmasında başta gelen etkenlerden biriydi. O nedenle hazırlıkların hızla tamamlanması bir zorunluluk oluyordu. Zorunlulukların doğurduğu hareketliliğe herkes çok sevinmişti.

Yeni hareketlilik dönemi, geçen üç yılın durgunluğunu ortadan kaldırıp herkeste büyük dönüşüm ve heyecanlar yaratacaktı. Bunun düşüncesi bile, büyük sabırsızlıklara yol açıyordu. Zaten bir süredir, yeni dönemin görevleriyle ilgili düzenlemeler başlamıştı. Art arda göreve giden arkadaşlar, gelip içtimanın karşısına geçiyor, son veda konuşmalarını yapıyorlardı. Bu aynı zamanda herkesi veda konuşmasını hazırlamaya sevk ediyordu. Sabırsızlığını gizleyemeyen Welat’ın, böyle bir veda konuşması sonrasında, ‘Bana ne zaman sıra gelecek?’ sözüne karşılık bir arkadaş, ‘Seni alkışlayacak kimse kalmadığında, işte o zaman sana sıra gelecek!’ deyince, o da inanmış gibi yaparak, ‘Doğru söylüyorsun vallahi. Ama beni alkışlayacak kimse kalmasa da, bu çok ses çıkaran ellerim başkasına olduğu gibi, bana da yeter.’ demekten kendini alıkoyamadı. Asıl büyük düzenlemenin okunma vakti gelip çatmıştı.

‘Akşam yemeğinden sonra, saat beşte herkes kamelyada hazır olsun.’ dendiğinde, heyecan doruğa yükselmişti. Uzun boylu, kır saçlı komutan Sedat’ın okumaya başladığı düzenleme listesine herkes pür dikkat kesilmişti. Botan, Dersim, Amed, Amanos eyaletlerine dağılımı yapılmış isimler, tane tane söyleyen dilden döküldüğünde, isim sahipleri, daha önce duyumunu fısıltılarla alıp emin olamadıkları yeni yerlerinin kesinleşmesinden kaynaklanan büyük heyecan dalgasına kapılıp gidiyorlardı.

Botan’ın beyaz sayfasına dökülen Mazlum kelimesi gelip kendisinin kulağına dayandığında, her an gülümsemeye hazır kan kırmızı yüzü sevinçle etrafa gülücükler dağıttı. Yüzünde yeşeren pembemsi kırmızı gülleri saklayamamıştı bir türlü, saklamak da istemiyordu artık. Adeta kazanda kaynatılıp bir daha soğumamak üzere damarlarına şırınga edilmiş kanının bu kadar hızlı dolaşımına kendisi de hakim olamıyordu. Onu durmadan bu kadar hızlı, hareket halinde tutan şey neydi? Bunun üzerinde pek durduğu yoktu, hatta hiç aldırış da etmiyordu.

Düzenleme toplantısından sonra, kampın 1 km aşağısına düşen barajdan ağaç dallarına bağlana bağlana taşınan elektrik, her zamanki gibi soğuk ve karanlık şakasını yapmıştı. Sıkılmadan tekrarladığı bir oyundu bu. Belki de sık sık yukarı çıkıp indiğinden sıkıldığı için yapıyordu bunu. Adeta, ‘Siz beni bu kadar yorarsanız, ben de böyle büyük kar dağlarının altında donduran soğuğun karanlık gecelerine terk ederim sizi.’ diyordu. Bunun, kıtlık içerisinde modernliğin kötü cilvelerinden başka bir şey olmadığını bilmeyen yoktu. Sürekli naz yapmaya alışkın, isteksiz parlayan ilkel kapitalizmin şımarık kızına kim aldırış edecekti? Atadan kalma kültürün getirdiği eritilmiş yağlar üstünde hemen oluşuveren ışık baloncuğu, onun indirdiği koyu kara perdeciği bir anda alıp götürmüştü. Dışardan gelen soğuk esintiyle, bir o yana bir bu yana gönülsüz sallanan baloncuktan yayılıp kamelyanın dört köşesine ulaşan sarı ışık demetleri, yerinde hiç durmayan koca gölgeleri duvara yapıştırıp duruyordu.

Işıl ışıl parlayan gözleriyle karşısında duran arkadaşının yüzünü aydınlatıyordu Felat. Gerillaya daha yeni adım atıyor gibiydi. Çocuk gibi, bir o yana bir bu yana dönüp dolaşmaktan kendini alıkoyamıyordu. Sevincinden, taşkın ruhunun denizinde yüzen gemiye binip hızla ulaşmak istiyordu Dersim’in enginliklerine.

Kireçleri pul pul olup dökülmeye başlayan çamurla sıvalı duvarın önünde kimseye çaktırmak istemeden gidip gelen Tekoşer, Kuzey yolcularının sevincine bir türlü katamıyordu kendini. Sanki onun yüreğinden bazı parçaları koparıp görünmeyen yerlere atmışlardı. Duvarın önünde gidip gelirken, her an sönmek üzere olan çıra ışığının kocamanlaştırdığı gölgesi de, kendisiyle birlikte gidip geliyordu. O bir kez daha Güney’de kalacaktı; düzenlemesi Karox alanına yapılmıştı. Bu,onun kabul edebileceği bir şey değildi. Güney’de gerillacılığın yapılamadığına ve yapılamayacağına ikna olmuştu kendi kendine. İçine, kürek kürek kızgın közler dökülmüştü. Gidip görmek istediği Kuzey dağlarının özlemi, onu yakıp yakıp küle çeviriyordu adeta. Zorluklar içerisinde şekillenip birbirine sımsıkı bağlanan yoldaşlık bağlarına, kendinden çözülmez bir düğüm daha atmak istiyordu.

Kendisinin henüz fark etmediği ve kendisine de daha söylenmemiş yakalandığı kalın bağırsak kanseri hastalığı da, onu bundan alıkoyamayacaktı. Kanını kurutup kendisini yiyip bitirmek istercesine saldıran hiçbir hastalığına aldırış ettiği yoktu. Deliliğin gömleğini giyip ortalığa atılmak, avazı çıktığı kadar bağırmak istiyordu. Ama bunu da yapamıyordu. Yapabileceği tek şey, bir avcı gibi bütün duyargalarını harekete geçirip keskin bir nişancı edasıyla, sessizce pusuda beklemek, avını gördüğü anda da, attığı ilk kurşunla alnından vurup yere sermek olacaktı. Zaman hızla ilerlemeye devam ediyordu; durmadan dönen tekerleğini frenleyecek herhangi bir alet de bulunmamıştı henüz.

 

...



 

Bitmek bilmeyen gecenin üstündeki karanlık zırhını delip geçen sabah şafağı, herkesi olağandışı bir hareketliliğin içine sokmuştu. Uzun yolun yolcuları, kahvaltıdan sonra, sırayla kampta kalan arkadaşlarıyla vedalaşıp bir süre daha yoğunlaşmak üzere, kalacakları kampa doğru tek sıra halinde yola koyuldular. Uyumu yakalama yeteneğinden uzak, dağınık ve birbirine karşıt duran yerdeki insan topluluklarını kıskandırırcasına biraraya gelen sayısız yıldız topluluklarının eşsiz uyumuyla, yüksek çatısını süsleyip parıltılar içinde bıraktığı ayazlı gecenin soğuğunda, kristal taneciklerine dönüşüp sertleşen karda yürürken, elleriyle gözlerinin üstünde bir avuç gölge toplamak zorunda kalıyorlardı. Güneşten baş aşağı hızla inip kar taneciklerine çarpan ışık dalgaları, gözleri kamaştırıp göz kapaklarını koruduğu yuvanın üstüne indirmek durumunda bırakıyordu. Fal taşı gibi açıp önündeki meşe ağacına sabitleştirdiği yuvarlak açık kahverengi gözlerinin arasından inip kırmızı dudaklarının üstünde duran sevimli küçük palamut balığının kafası gibi güvenle duran burun deliklerinden hızlı hızlı gidip gelen derin nefesi, burun deliklerinin yan çerçevelerini oluşturan et halkacıklarını bir kaldırıp bir indiriyordu.

Sol elmacık kemiğinin altını oyup geçen merminin bıraktığı silinmez izden ötürü, hiç kesmediği seyrek siyah sakallarını, o güne değin büyük işler görmüş kocaman elleriyle sıvazlarken, telaşsız, sakin bakan gözlerinin ışıklarını kesik kesik Mazlum’un üstüne boşaltıyordu Şahin. Mazlum’un bu denli kendinden vazgeçip ulaşılmaz derinliklere daldığını, biraraya geldiklerinden bu yana görmemişti. Biraraya gelmelerinin üstünden uzun zamanlar da geçmiş değildi henüz. Ama aralarında şaşılacak derecede kuşkudan uzak, güven veren kuvvetli bağlar oluşmuştu. Karşılıklı içtenlik, çıkarsızlık, birbirinin gözlerine çekinmeden, gülümseyerek, yalansız ve samimice bakabilmeleri, aralarındaki güven bağlarını sökülmemecesine perçinlemişti. Aşırı bencilleştirilmiş, birbirini tüketmeye dayalı züppelik dünyasının çoktan dışına çıkmışlardı. Modern uygarlığın kötülüklerinden uzaklaşıp çirkinliklerinden arınmışlardı. Kendilerini gizleyen, yabanlaştırıcı, yalanlı maskeleri yüzlerinin üstüne indirmeye hiç ihtiyaç duymuyorlardı. Birbirini olduğu gibi ve eşiti olarak görmeyen kibirli gözleri çıkarıp atmışlardı. Korkulan sahte tanrıların hiçbirini tanımıyorlardı. Başlarını döndürecek sarhoş edici mülkleri yoktu. Küçük insanları kandıran aldatıcı etiketlere itibar etmiyor, etiketlerin altında tahrip olmuş insani duyguların yerine geçen hastalıklı şişkinliklere de saygı duymuyorlardı.

Parlak güneşin ısıtan ışınları altında yeşil doğanın, binbir bitki bahçesinden gelen güzel kokuların karıştığı, dirilten tertemiz havayı soluyorlardı ciğerlerine. Büyük davanın mimarı ve hiçbir fedakarlıktan kaçınmayan sadık inananların yarattığı kültür mirasının eseri olduklarını biliyorlardı ve güçlerini de oradan alıyorlardı. Işık saçan bilge insanların erdemli özüne inanıyorlardı. Basit de olsa, ilkel insanın doğallığına yakın durmaktan hiç sıkılmıyorlardı. Çünkü eşit insanların en doğal özgürlüğünü tercih ediyorlardı ve çok doğaldılar. Bu doğallık onları çok kısa sürede birbirine olağanüstü yakınlaştırırdı. O nedenle birbirlerini tanımaları için uzun zamanlara gereksinim duymazlardı.

Sessizce hayallerinin otobüsüne binip o an dönmek istemediği uzaklara giden Mazlum’un üstüne indirdiği gözlerini kaldırmak istemiyordu Şahin. Yeni tanımasına rağmen, içtenlikle her şeyini paylaşıp şüphe duymayacak kadar güven duyduğu Mazlum’un yüzeyden pek fark edilmeyen bir derinliğe sahip olduğunu yeni fark ediyordu. Her ne olursa olsun düşünüp hayalini kurduğu şeyi bu kadar yoğunluklu ve kendini katarak yaşayabilen birini, ilk bakışta normal görünse bile, yine de normalin çok ötesinde görmek gerektiğini anlıyordu. Geniş alnının üstünde toplanan sayısız ter kabarcıklarının anlattığı şeyi fark etmiş gibiydi.

Mazlum’un uyanık halde girdiği tatlı rüyasına karışmak istemiyordu Şahin. Ama on dakikalığına verdikleri molayı daha fazla uzatamazlardı. Mazlum’un içine girdiği dünyanın kapağını, kıyamadığı halde açıp Mazlum’u içinden hemen çıkarmak ve görev yerine doğru hızla harekete geçmek zorundaydılar. Şahin, Mazlum’un sakin yüzüne doğru başını çevirip istemeye istemeye, ‘Mazlum heval’ demek üzere dudaklarını tam titretmeye başladığı an Mazlum, sevdiği en tatlı ve en güzel görüntülerin seyrine daha yeni yeni dalmaya başlıyordu.

 

...


 

Amed’e, Dersim’e ve Botan’a gitmek üzere hazırlanıp yoğunlaştırılmış grupların tümü kamelyada hazır bulunuyordu. Unutulmayacak sazlı türkülü muhteşem bir veda gecesi düzenlenmişti. Ülkenin dört bir tarafına ulaşmak üzere uzun yolculuğa hazırlanan o büyük efsanenin yılmayan asi savaşçılarını görüntüleyip tarihe anılarından canlı bir not bırakmak için iyi model bir kamera da eksik edilmemişti.

Çocukça saflığın berrak suyuyla arındırılmış, tertemiz ruhun doğallığında büyüyen, küçücük yüreğine büyük sevgileri yerleştirip bu sevincin selinden içi içine sığmayan, hilesiz, olağanüstü içtenlikli, ışıldayan bir çift kara gözün üstüne düştüğü yuvarlak esmer yüzün sürekli canlı duran gülücük çiçeklerini hiç esirgemeden herkese cömertçe dağıtabilen genç Ferhat, kameranın karşısına geçtiğinde, büyük bir heyecan dalgasına kapılmış, kameraya bakarak yaptığı veda konuşmasını zor bela bitirebilmişti.

Ezilmiş mazlum halkın bütün masumiyet izlerini üstünde taşıyan, bıyıkları daha yeni terlemiş genç Şervan, tarihe kalıcı kılmak istediği kısa söylevini hiçbir kazaya uğramadan başarı ile vermişti.

Bilincinin sarayında kendisine geniş bir yer açıp iç gözlerinin ışıklarını, saz eşliğinde türkü söylemeye hazırlanan komutan Mahir’in üstüne tam getirmeye başladığı an Şahin’in gür, davudi sesi kulaklarını zonklattı. Mazlum kulaklarını doldurup, iç gözlerinin önüne kısa süreliğine indirdiği hayal perdesini yırtıp atan Şahin’in zamansız gür sesinden irkildiğini belli etmemek için, hiç bozuntuya vermeden, ‘Kalkalım mı heval?’ dediği anda bile, kendisine doğru gelen Zınar hala gülümsemeye devam ediyordu.

Hafızasının derinliklerine yerleşip ruhunu nakışlayan bu güzel fotoğraf karelerinin gözlerinin önünde böylesine capcanlı belirmesine şaşırmaya başlamıştı. Onlara dönüp bir ses etse, sesini hemen duyup cevap verirler gibi geliyordu kendisine. Onlardan ayrılalı daha çok kısa bir süre olmasına rağmen, onları nasıl da bu kadar dayanılmaz özlediğini yeni yeni fark ediyordu. Bu yoğun duygu atmosferinden daha tam sıyrılmadığını anlamış gibi sordu Hasan:

‘Bizden habersiz, gizlene gizlene nerelere gidiyordun böyle heval Mazlum?’

Hassas heyecanının yukarı çıkartarak yüzünün üstüne hemen indirdiği ince kan kırmızı perdeyi fazla gizleyemiyordu. Ama sorunun karşılığını da bulmakta hiç gecikmeden, ‘Heval Hasan zaman zaman bu tür yolculuklara çıkmayı severim ben. Kimseye çaktırmadan çekip gitmek, vazgeçemediğim bir alışkanlığımdır.’ dedi. Hasan da hafiften gülerek: ‘O zaman bu meteliksiz yoldaşına bindiğin otobüste bir yer ayırmayı unutma. Ama ön koltuklardan olsa daha iyi olur. Biletin faturası da sana ait, unutma.’

Mazlum da hemen alaya benzer bir tebessümle gözlerinden aşağıya doğru dudaklarının etrafındaki gülücük kuşlarından bazılarını havalandırarak ‘Olur olur, kemerli bir koltuk ayarlarım sana. Hele önce bu görevden dönelim, sonrasının zorluğu mu olur canım’ deyip elinde bir süre tuttuğu portatif kleşini omzuna aldı. Elindeki uzun namlulu Karnas silahını omzuna alıp öne düşen Şahin’i Mazlum, Mazlum’u da Hasan takip edip ilerlemeye başladılar.

 

Yemyeşil ormanlığın içinde kendini pek belli ettirmeden, kıvrıla kıvrıla uzayıp giden patikayı bırakmadan, yüksek meşe ağaçlarının gölgeleri altında sessizce kayıp sık ormanlığın gözlerden uzaklaştırıp kayıplara karıştıran derinliklerine daldılar. Ormanın doğal ahengi içerisinde yükselen seslerin dışında herhangi bir ses duyulmuyordu. İnsan kalabalıklarının sağır eden kulak tırmalayıcı gürültülerinden çok uzaktaydılar. Başını göğe doğru kaldırmış gururlu yüksek dağlar, kadrini bilene bereket pompalayan derin vadiler, doğal, özgür oynaşmalara kucak açmış sık ormanlıklar kendileriyle başbaşa olmanın tadını çıkarıyorlardı.



Her birinin kendine özgü bir bakışı, kendine özgü konuştuğu bir dili vardı. Tek biri bile bir diğerine benzemiyordu. Her birinin kendisine ait bir farkı, kendisini diğerinden ayıran bir tonu, eşsiz bir rengi vardı. Ama hiçbirinin güzelliği, diğerinin güzelliğini gölgede bırakmıyordu. Kendinde gücü bulan hiçbiri, ‘Benim değerim senin değerinden, benim önemim senin öneminden daha fazladır.’ demiyordu. Çıkan bütün farklı seslerine, zıtlık ve benzersizliklerine rağmen, hiçbiri diğerini reddetmiyordu. Birbirlerini ne kadar ilgiyle dinleyip anladıklarını, hiç dışlamadan saygı içerisinde birbirlerini nasıl kabul edip varsaydıklarını, hayranlık uyandıran bir uyum içerisinde ne kadar da güzel ve zengin yaşadıklarını, kendilerini akıllı sananları çatlatırcasına gösteriyorlardı.

Haziran ayı, tırmandığı sağlam merdivenin orta basamaklarını aşıp daha üst basamaklara tırmandıkça, ateşte dövülmüş derisini üstüne geçiren sıcak hava da, yukardan aşağıya doğru hızla inip onu tümden kucağına almaya çalışıyordu. Ama özüyle aşka tutulmuş bahar da, her an gözyaşlarını dökmeye hazır, heyecanlı titreyişler içerisinde, aşkını kaybetmek istemeyen narin bir kız gibi boynuna dolanıp duruyordu. Bütün hilebazlıklara başvurup ucuna taktığı kızgın çengeliyle kendine doğru sürüklemeye çalışan yaza karşılık, bahar da cezbeden güzelliğiyle sarhoş edip yanında tutmaya çalışıyordu ikircikli Haziran’ı. İki çılgın sevgiliyle başı büyük derde giren çaresizleri oynuyordu Haziran. Bir o yana, bir bu yana bakıyordu sürekli. Ama Haziran yazın çengeline takılıp tümden gitmeden, baharla son birkaç kez daha olmanın kurnazlıklarını da iyi biliyordu ve şimdi aşkla, şevkle çılgın güzelin, yani baharın kollarında yuvarlanıp duruyordu. Bahar aşkının deli çocuğu, vadinin derinliklerine indikçe coşkulanıyor, coşkunluğun ağzına getirdiğini yüksek sesle, yırtınırcasına söyleyerek bütün vadiyi kulakları sağır eden gürültüler içerisinde bırakıyordu. Kontrolünü kaybeden sarhoşlar gibi önüne bakmadan sallanıp gidiyor, ürküntü veren yükseklerden atlamanın tadını çıkarıyordu. Yokuş aşağı şiddetle kayarken, önünde duran taşlara, sallanmayı bilmeyen kayalara aldırmıyor, onlarla alay ediyordu. Kendisine karışıldığında da öfkeden kudurup köpürüyor, ağzına doldurduğu kuyruklu küfürleri savuruyordu. Aşırı heyecana geldiğinde kendine hakim olmayı başaramıyor, yüzünün üstüne sabun köpüğüne benzer milyonlarca kar beyaz köpük torbacığını çıkarmadan sakinleşmeyi becermiyordu.

Çırav eteklerindeki kayalıkların altından fışkırıp gelen Kızıldere (Ruye Sor) koluyla birleştiğinde hırçınlaşan Basret deresinin, her bahardaki hali böyleydi. Yazın ortalarına doğru çırılçıplak soyunur, derinliğindeki küçücük çakılları bile her bakana saydırmak istercesine, berraklaşırdı. Yüzeyinde derinliğini yakınlaştıran mercekler tutuyordu sanki. Sakinleşip kendine gelmek için dinlenmeye çekildiğinde, hiçbir şekilde rahatsız edilmek istemiyordu. Büyük çemberdeki yatağının içinde yorgunluğunu atmanın tadındayken, üstüne düşecek ufacık bir cisme bile tahammül etmiyordu. Düştüğünde de cismi hemen yutuyor, öfkesinden küçükten büyüğe doğru yuvarlak dalgacıklar oluşturup ağlamaklı bir sesle çemberini dövmeye başlıyordu. Böylece ne kadar kırılgan ve hassas olduğunu gösteriyordu.

Sayısız destanlara, büyük efsanelere konu olan Gabar’ın bedeninde bir şah damarı gibi inerken, etrafında kendisini hiç yalnız bırakmayan binlerce yaşam şehircikleri kurmuştu. Hayat verdiği bütün canlıların üstünde de aynı hassasiyetle duruyor, derinden sevgisiyle onların üstüne titremediği tek bir anı dahi olmuyordu. Kenarında dal dal olup uzun ince yükselen söğüt ağaçlarının, kuzeyden gelen serin esintinin heyecanıyla nazlı nazlı sallanışını gördükçe hayranlığını gizlemeye gerek duymuyordu.

Şişman gövdesinin üzerinde dalları her yana doğru uzayıp giden asırlık koca çınarın nazik yapraklarına alttan ayna tutmaktan hiç yorulmuyordu. Çınarın hemen bitişiğinde rasgele üst üste atılmış dikenli teller gibi birbirine sıkı dolanan böğürtlen dalları dere boyunca köye doğru çıktıkça büyüyüp kelebekler için yeşil bir ormana dönüşüyordu. Derenin etrafında sonu gelmez şakalaşmalara dalıp, durmadan birbirini kovalayan kırmızı ve beyaz benekli iki kelebek iyice yorulup halden düştüklerinde, ürkmeden böğürtlen dallarının üstüne konmaya başlıyorlardı. Dinlenmelerinin üstünden daha bir saniye bile geçmeden, bütün yorgunluklarından sıyrılıp, tekrar tekrar birbirlerini kovalayıp kaçışıyorlardı. Uzun süre suyun kenarındaki otların arkasına saklanıp kimselere görünmeden berrak suyun aynasında gizli gizli kendi güzelliklerini seyreden sarı ve yeşil renkli iki kelebek daha koşarak gelip kendilerine katılıyor, yaptıklarının aynısını yapmaya başlıyorlardı.

Kelebekler cenneti böğürtlen ormanlığının üstüne çıkıp durgun gözlerle kelebeklerin yaramazlıklarını seyreder gibi sakin duran bahçe duvarı, kayıp düşmesini önlediği harap bahçenin derdindeydi sadece. Bahçenin içinde kıvrandığı dayanılmaz acıların aynısını kendisi de yaşıyordu. Gözlerinin önünde ateşe atılıp cayır cayır yakılan biricik yavrusunun acısıyla saçını başını yolan, deliler gibi kendini toz-toprağa batırıp ağlamaktan gözyaşlarını tüketen çaresiz bir ananın halini andırıyordu harap bahçe. Onun da başına aynı akıbet gelmişti çünkü.

Bedeninin üzerine bırakılan su kanalının üstünde kendisine sahiplik eden fidan boylu yavrusunun nasıl zalimce düşürüldüğüne tanık olmuştu. O günden bugüne, o anın verdiği dehşetten kurtulmuş değildi. Sağ kalmayı başaran yavrularının tümünü de acımasızca elinden alıp götürmüşlerdi. Oysa o, yıllarca yavrularını kendi ak sütüyle emzirmiş, sevgiyle besleyip büyüterek olgunluk çağına getirmişti. Yavrular da, analarının kadrini bilirlerdi. Yorulup dinlenmeden, utanıp sıkılmadan başını yıkar, saçlarını tararlardı. Ekmeğini yedikleri nur elini öpüp öpüp başlarının üstüne koyarlardı. Ama şimdi hiçbirisi yoktu.

Gözlerinin önünde paramparça edilmiş yüreklerin resimleri durdukça, nasıl feryad-ı figan olmasındı? Nasıl yanıp küllere dönmesindi? Nasıl ağlayıp sızlamasındı? Ağlaya ağlaya kurutmuştu gözyaşlarını. Toz toprağa, çamurlara batırıp kaybetmişti güzelliğini. Göğsüne vurup ‘Yaşayan bir ölüyüm, yaşamak istemiyorum.’ diyordu. Ama ölüme inat, son umudunu da hiç yitirmeden hep ayakta tutmaya çalışırdı. Diri tuttuğu umudun büyülü gözleriyle sürekli sağına soluna bakar dururdu. Candan bağrına basmak istediği birilerinin yolunu gözlediğini her halinden belli ederdi.

Kendi renginden şalvarlar giymiş, ayaklarında mekapları bulunan silahlı yiğitlerin kendinden emin, gururlu ve başı dik gelişlerini gördüğünde, çocukça heyecanlara kapılıp bütün takatsizliğine rağmen, büyük bir gayretle ayağa kalkmaya çalışırdı. Ayağa kalkmayı başaramadığını görünce, her tarafı sessiz çığlıklara boğardı. Sessiz çığlıklarını duyup kendisine doğru gelen silahlı yiğitlere, güçlükle kaldırabildiği eliyle sürekli bakıp durduğu bedeninin üstündeki altın sarısı kayısıları gösterirdi ve avuçları çatlamış, arka kısmı damar damar olmuş elini indirmeden yarın, öbür gün tam bollaşıp olgunlaşacak art arda dizili elma, şeftali, armut bahçelerini gösterirdi. Hiç yorulmadan aynı şekilde yarın, öbür gün cennetten hayatın güzel suyuyla dolup taşacak baldan tatlı çeşit çeşit incir türlerini, tutundukları incecik dallarını öldüresiye yoran binlerce taneli koca koca büyüyen kırmızı damarlı sarı narları ve daha kuş yumurtası büyüklüğündeki hesapsız tutmuş erik ağaçlarını gösterirdi. Ve daha binlerce türünü göstermek gayretiyle elini yavaş yavaş götürüp getirirdi ta ki eli düşene dek.

Kabuklarını çatlatan şiş göbeğinin üstünde heybetli bir dağ gibi yükselip etrafına yayılan ceviz ağacının dallarında üç sevimli sincap şirin çocukların saklambacını oynuyordu. Ama onlar saklambaç oyununun sadece çocuklara özgü bir oyun olduğunu kabul etmiyor ve aile boyu katılıyorlardı bu oyuna. Anne, baba, çocuk her biri bir yerden başlardı oynamaya. Küçük bacaksız yeni yeni öğreniyordu cambazlığı. O nedenle ona hem babası, hem de anası eşlik ediyordu. Küçük bacaksız yeni tüylenip gürbüzleşmiş kuyruğunu sırtına alarak dalın ucuna vardığında anasının yüreği ağzına gelirdi. Her an düşüp ölebilir korkusu onda kabuslar yaratırdı. Ama yavrucak korku nedir bilmeden, dalın tam ince ucunda kuyruğunu omzuna alıp iki küçük ayağının üstünde oturduğunda sevinçle minnacık ellerini babasına sallamaya başlıyor, habire burnunu kaşıyarak babasının kendisine bakmasını istiyordu. Babası da oğlunun delikanlılık çağındaki coşkusal ayaklanışını gururla izliyor, üstünden gözlerini ayırmadan kendisine sevgiyle gülümsüyordu.

Babasının kendisine gösterdiği ilginin sevinciyle tam da hoplayıp zıplamak istediği bir anda, cevizin altına doğru üç silahlı adam gelmeye başlıyordu. Afacan yavru, cevizin altından kendisine doğru uçup gelen sesleri duyduğu an, hemen aşağıya bakmaya başladı. Cevizin altına doğru üç silahlı adamın geldiğini görünce heyecana gelip gözleri hafif karardı ve aniden arka ayağı tutunduğu yerden kaymaya başladı.

Oğlunun yuvarlanmaya başladığını gören annesi dehşete kapılıp avazı çıktığı kadar bağırmak istedi. O an babası donup aklını yitirmek üzereydi. Yaşamın baharında ailenin üstüne çökecek beklenmedik bir acıya katlanamazlardı. Hayat dolu kahkahaların yerini, yürek yakan feryatlar alsa, yaşayıp ayakta kalabilecek güçleri kalır mıydı hiç? Ailenin üstüne çökecek acıyı havada asılı tutan iplerin tümden kopmaya başladığı an, küçük yavrunun kararan gözlerinin önünde bu sefer bir umut ışığı çakmaya başladı. Yavru iki eliyle incecik dala sıkıca tutunup boşlukta kalan ayaklarını yukarı çekmeye çalışıyordu ve sonunda başarıp hızla annesine doğru koştu. Babası da şok ve sevincin birbirine karıştığı duygularla yukardan kendilerine doğru hızla gelmeye başladı. Hayata dönme sevinciyle daha birbirleriyle kucaklaşmadan, anne önde, yavru ortada, baba da arkada ardarda dizilip içte labirentleri andıran yuva deliğine doğru koşmaya başladılar. Ama yuva deliğine girmeye gerek duymadılar.

Çünkü silahlı adamların onlara zarar verebilecek hiçbir niyetleri yoktu ve kendilerini, düşünemedikleri kadar seviyorlardı. Birbirine yakın, ortak yanları bile vardı. Silahlı adamlar onlar gibi sadece özgürlüğün ve doğal yaşamın sevdalısı değillerdi. Aynı zamanda özgür sevda ve doğallığın yılmayan savaşçılarıydılar. O nedenle onlara nasıl kıysınlardı? Her üç silahlı adam gelip kendilerine karışmadan geçtikten sonra anladılar silahlı adamların kendilerine kardeş ve doğallıklarının koruyucusu olduklarını. Önceden anlamadıkları için kendilerine lanet okuyorlardı.

Her üç silahlı adam gidip kaynağın başında durdular. Önceden etrafı kontrol etmeyi de ihmal etmemişlerdi. Tekrar tekrar etrafı kontrol etmeye çalıştılar. Ortalık tehlikeli unsurlardan uzaktı, rahatlatan bir sakinlik hakim sürüyordu. Kollarına taktıkları silahlarını indirip özenle su kaynağının duvarına dayadılar. Sırtlarına vurdukları çantalarını indirip su kenarındaki yeşil çimenliğin üstüne bıraktılar. İçlerinde orta boylu, tıknaz olanı hiç beklemeden hemen kolları sıvayıp cennet gözünün derinlerinden fışkırıp gelen gerçek hayatın suyuna ibadet eder gibi eğildi. Avuçlarını batırıp batırıp dolduruyordu. Tümünü avuçlarında toplamak istediği buz gibi suyu, alev alev yanıp terlemiş yüzünün üstüne defalarca indirdi. Yüzünün ateşini söndüren buzdan soğuk hayat suyu, yüzünün üstünde beklemeden şelalecikler biçiminde boncuk boncuk inip tekrar suda kaybolup gidiyordu. Diğerleri de, serinleyip ferahlayan orta boylu tıknaz adamın yaptıklarının aynısını yaptılar.

Fena yanılmış olan sevimli sincapcıklar, sadece mahcup mahcup onları izlemekle yetiniyorlardı.

 

Şahin ile Hasan yüzlerindeki ateşi söndürmenin serin tadına doyamıyorlardı. Enselerinden yükselen alevlere ohlar-vohlar içinde durmadan soğuk su püskürtüyorlardı. Onlar kaz yavruları gibi su oyunundayken, Mazlum, üstünde gerilla çayını demleyecekleri küçük ateş ocağını kurmuş, korkutan gri duman bulutunun üstünde yükselmediği ateşini de yakmıştı. Beklemeden Hasan’ın çantasındaki siyah poşete sarılı, isle kaplı kapkara minik çaydanlığı çıkarıp içine su doldurmuştu. Çaydanlığı, gürleştirdiği ateşin üstüne koyduktan sonra, kışkırtan bakışlarıyla kendisini ısrarla çağıran dut ağacına yönelmekten kendini alıkoyamamıştı. Dut, bereketinin şafağındaydı. Nimetinden faydalanmak isteyenlere cömertliğinin bütün kapılarını ardına kadar açık tutmuştu. Sevgili annesinin kollarında sallanan şeker tadındaki süt beyazı dutlar, gelenin üstüne çekinmeden atlama yarışına giriyorlardı. Yere atlayıp, üst üste binen dutlar, kendiliğinden Mazlum’un eline geliyorlardı. Mazlum tane tane yemeyi bırakmış, avuç avuç indiriyordu mide torbacıklarına. Çok sevdiği şeylerdi bunlar. Sevdiği şeylerin yerde çürümesine gönlü hiçbir zaman razı gelmezdi. Yerde tek bir tane dahi kalmamalıydı. Tümü toplanıp faydalı hale getirilmeliydi. Bunlar kurutulduğunda Manisa’nın çekirdeksizleri bile yanlarında hallerine ağlamaya başlardı. En iyi pekmezin de bunlardan yapıldığını unutmuyordu. Saymaya başlarsa bitiremezdi faydalarını, ama faydalanabildiği sadece yedikleriydi. Mide torbacıkları sinirlenip, ‘Yeter, bizde yer kalmadı.’ diye haykırmaya başladıklarında, onu da bırakmak durumundaydı artık. Ama öyle kolay kolay da vazgeçemiyordu. Avuçlarını doldurup kaynağın dinmeyen gözünde kutsanmaya çalışan arkadaşlarına da götürdü.



Mazlum’un avuçları dut dolu, kendilerine doğru neşeyle geldiğini gören Şahin, mahcup bir edayla hemen kalkıp Mazlum’a doğru yürüdü. Hasan da geriden Şahin’i takip etti. Şahin, Mazlum’un avuçlarına boşalttığı dutları alırken, ‘Ne gerek duydun heval? Kendimiz geliyorduk şimdi.’ Deyince, Mazlum Şahin’in üstündeki mahcubiyet elbiselerini yırtıp atan sözünü çıkarıverdi ağzından:

‘Bunlar kutsal suyun tadıyla tatlandırılmıştır heval. Hem ben onları toplamadım, onlar atıldılar avuçlarımın içine. Onlar ellerimin güvenine koşmuşken, benim onları yerde üst üste yığılı halde bırakıp çürümeye terk etmem doğru olur mu? Getirdiğim bu kadarcığına bile nasıl sevindiklerini görmüyor musun? Bak analarının çok yükseklerde tutup önlerine indirdiği parlak yeşil perdeciklere bile aldırmadan, açıkta bize nasıl da el sallıyorlar. Onların bize dönük çağrısı böyledir. Bu güzel varlıkların çağrısına aldırmazlık, iyi olmayan şeylere işarettir.’

Şahin, arkadaşının söylediklerine hayranlığını gizlemiyordu. Arkadaşının her şeye bu denli ilgili ve kutsallık derecesinde yaklaşması, onu büyülüyordu. Bu, Mazlum’un sık sık yaptığı esprilerden değildi. Bu, onun her geçen gün daha fazla açığa çıkan yönüydü. Gözlerini, gözlerinden ayıramıyordu bir türlü. Ne kadar da çekinmeden, cesaretle bakabiliyordu gözlerinin içine. Gözlerinin içine baktıkça, içindeki gerçek insanı görüyordu ve daha fazla tanımaya başlıyordu. Mazlum’un gözlerinden, kendisinin gözlerine akan kıvılcımların zeka ve sevgiden geldiğini biliyordu. Kalbi fokur fokur kaynayan, mikroplardan arınmış temiz kanı pompalıyordu damarlarına. Kaynayıp köpürdüğü halde taşmayan bu asil kanın, kendi kanına da karışmasını istiyordu Şahin. Mazlum ile Şahin bir süre öylece birbirine bakıp durdular.

Hasan biraz şaşırmış gibiydi, ama bu durgun bakışmanın altındaki duygunun ne olduğunu biliyordu. Çünkü o duygunun akan suyunda, kendisi de yüzüyordu. Mazlum sessiz durgunluğun anlattıklarını bıçak gibi keserek sürdürdü.

‘Bu tatlı varlıkların seslerini hala duymadın mı heval Şahin? Kulağında bir sorun mu var yoksa?’ dediğinde, Şahin hemen kendine geldi. Mazlum’un son sözündeki tebessümle anlatımı anlamıştı, ama altında kalmayı da gurur meselesi yapmıştı. Altında kalmamanın her yolu onun için de açıktı ve beklemeden çıkarıverdi dilinin altındakini, ‘Senin gibi her ağacın, her taşın, her suyun geciktiren seslerine kulak kabartsam, bende kulak mı kalır?’ deyip sürdürmeye çalıştı.

Hasan, Şahin’in sözünü heyecanla keserek daha fazla keyiflenmek için ince atışmayı alevlendirmeye çalışıyordu.

‘Vallahi de kalmaz, billahi da kalmaz. Her kokuyu da almaya çalışsan burun da gider.’ Şahin’e bakıp sürdürdü, ‘En iyisi heval Şahin, sen kulağının bidonunu sadece bir sesle doldur. Anlaşılmaz binbir vızıltıyla doldurursan kulağını, kulağın kulak olmaktan çıkar. Düşün bir kulağın daracık tüpünde binbir ses birbirine karışmaya başlıyor. Bunların kimyasal reaksiyonlara girmesi halinde, kulağın hangi parçacıklara bölüneceğini hiç hesaba kattın mı? Onu da bırak, her beyin hücresinin uyumsuz, sadece cızırtı çıkaran bir sesle uğraşır durumda bırakılması, beyin paşanın başına hangi felaketleri getirir biliyor musun? Kulağını tek bir sese kıble tut, diğer sesleri unut. Sana tavsiyem budur.’ deyip bitirdi sözlerini.

Şahin keyifle onayladı; ‘Sen tanrının kelamından konuştun heval Hasan, doğru sözünle bin yaşa.’ deyip sürdürdü. ‘Öyle ya, kulağımın dar odasında her bir sesin yuvasına yer yoktur heval Mazlum. Kulağımın meydanında binlercesinin değil, sadece iki sesin hafif bir kapışması bile beni katilliğe götürür. Sabırlı bir adamım biliyorsun, ama sabrımın da bir sınırı var. Şimdi de, o tatlı dediğin varlıkların sesine değil, keskin dişlerimin alışık olduğu etlerine gidiyorum.’ dedi. Mazlum’u alt ettiğini düşünüp bunun keyifli rahatlığını yaşıyordu. Gülmemek için kendini zor tutuyordu.

Mazlum, Şahin’in elini tutmuş, onun şirin gözlerinin içine bakıyordu. Gözündeki ışığın uyanık kulağına söylüyordu şimdi, ‘Şahin yoldaşım, sen 16. yüzyıldaki baltaları andıran bu korkunç dişlerinle değil, her varlığın içindeki canlılığı, ruhu, duygu ve aklı gören bu ışık hazinesi biricik gözlerinle bakmayı öğrenirsen, biliyor musun hangi muhteşem dostlukları kazanacağını, o zaman kutsal kitaplardaki melekler bile seni aramaya başlar. Neyse beklemeden koş git o varlıklara. Ama önce dişlerini değil, gözünün içindeki parlaklığı göster onlara’ deyip itekledi Şahin’i.

Hasan, kıs kıs gülmeye devam ediyordu. Şahin bu sefer de başa çıkamamıştı. Dut ağacına doğru ilerlerken Mazlum’a döndü.

‘Bak Mazlum, bunun altında kalmayacağım, görürsün...’

Şahin daha sözünü bitirmeden Mazlum, Hasan’a dönmüştü, ‘Sen ne duruyorsun dört bela!’ deyip Hasan’ı da Şahin’e doğru iteledi, ‘Haydi koşun ve erken gelin, çay kaynamak üzere.’

Hasan, ‘Heval Mazlum sen Şahin arkadaşla çok sevdiğin tatlı varlıklara git, ben hazırlarım yemeği.’ deyince, Mazlum kızıyor numarası yaparak, ‘Bak Doktor sinirimin tellerine basıyorsun, sonra fena olur ha! Hem o sevdiklerime bile karnım toktur şu an. Şahin’i yalnız bırakma, ama erken gelin.’

Hasan’ın diyeceği bir şey kalmamıştı; mecburen Şahin’in ardısıra gitmeye başladı. Hasan ile Şahin dut ağacının altında kaz yürüyüşü biçiminde, dutun kalın gövdesi etrafında başlarını kaldırmadan gidip geliyorlardı. Elleri bir aşağı, bir yukarı inip kalktıkça, çenelerinin hareketi de daha fazla hız kazanıyordu.

Mazlum, ateşin üstünde kaynayan suyun kapağını dövdüğü çaydanlığın haykırışlarına aldırmadan, pet şişesine koydukları yağlı domuz kavurmasını çıkarıp, küçük alüminyum tepsiye boşaltıyordu. Fokurdayan suyu ateşin üstünden indirip yerine kavurmayı bıraktı. Kavurmanın altındaki yağlar hemen cızırdamaya başladı. Kısa bir süre dinlenen suyun üstündeki kapağı kaldırıp, avucuna doldurduğu kaçak demi çaydanlığın içine boşalttı. Daha çaydanlığın kapağını kapatmadan çay, kokusunu etrafa yaymaya başladı. Hiçbir modern kentin evinde ya da etrafı betonla kaplı bahçesinde duyulmayan bir kokuydu bu. Oralarda demlenen çaylar, etrafa bu denli nefis kokular yayıp göndermiyorlardı. Kavurmanın cızırtılarına Mazlum’un kaşığı da karışmıştı. Kavurma da davetkar kokusunu göndermeye başlıyordu sağa sola. On dakika sonra her şey hazırdı. Gerillanın nadir bulduğu, ama o anda varolan kızarmış ekmekler ve bardaklar kavurmanın etrafında yerlerini almışlardı. Çaydan da, namlusundan güzel güzel nefesini alıp vermeye devam ediyordu.

Mazlum ayağa kalkıp gelmeyi unutmuş arkadaşlarını çağırmaya başladı. Her iki arkadaş, daha önce Mazlum’un yaptığı gibi avuçlarını doldurup Mazlum’a doğru gelmeye başladı. Mazlum’un yanına vardıklarında Mazlum, beklemeden sordu ‘Gözlerinizle bakınca daha iyi fark ettiniz değil mi?’

Şahin, ‘Ben gözlerimle değil, dişlerimle gördüm işlerini, dişle dokunmak ve parçalamak daha güzel oluyor.’ dedi. Mazlum kavurmayı göstererek, ‘En iyisi soğumadan, dişlerinizle buna bakın.’ deyip arkadaşlarını sofraya oturttu. Hasan, yan yana getirip dizdiği bardakları doldurmak istedi. Şahin çaydanlığı kapmaya davrandı. Ama Mazlum erken davranıp Hasan’ın parmakları arasında daha çıngırdamaya devam eden bardakların üstüne çaydanlığı getirip boşaltmaya başladı. Bardakların dibini döven tavşan kanı, hızla bardakların üstüne doğru yükselmeye başlıyordu. Mazlum sol kenarında gri taşın üstünde duran şekeri alıp Şahin’e uzattı. Şahin önce kendisinin atmasını istedi, fazla ısrara gerek yoktu. Komando kumaşından yapılmış küçük torbanın içindeki şekerden, meşe ağacından kopardığı etrafı tırtırlı yeşil yaprakla iki kaşık kadar şeker alıp, bardağın içine boşalttı. Mazlum torbayı, Şahin’in eline verdikten sonra kopardığı küçük bir dal parçasıyla çayını karıştırdı. Hasan, Şahin’in elinden şeker torbasını almamaya hala ısrar ediyordu. Şahin de, önce Hasan’ın şeker alması için ısrarından vazgeçmiyordu. Çaresiz Hasan da, Mazlum’u tekrar etti, çayını en son karıştıran Şahin’di.

Onlar öğle yemeğinin keyfine dalmışken, durmadan cıvıldayan bir kuş sürüsü üzerlerinden geçip dut ağacına konmaya başladı. Üzerinde anlaşamadıkları bir düşüncenin sinir edici tartışmasına girmişlerdi sanki. Biri diğerini dinlemiyor, her kafadan apayrı bir ses çıkıyordu. Bundan hiçbir sıkıntı da duymuyorlardı. Hatta kendilerini bu şekilde ifade etmekten de zevk duyuyorlardı. İnsanlara en güzel seslerin birlikteliği, en güçlü birlikteliklerin sesleri böyledir demek istiyorlardı. Zıtlığın inanılmaz uyumunu göstermede ustaydılar. Bağırdıkça kaynaşan, tartıştıkça anlaşan bu varlıkların duygu ve akıldan yoksun olduğunu söyleyen kimdi acaba? Kendini akıllı sanan bir deli mi yoksa? Bu üç doğal insanın uyumu da onlarınki ile özdeş değil miydi? Çünkü kuşlardan hiçbiri onlardan korkmamıştı. Belki de onları, kendilerinden ayrılmaz doğal bir parça biliyorlardı. Üzerlerinden geçip dut ağacına konduklarında çıkardıkları gürültü, onları görmenin sevincinden kaynaklanıyordu. İlk karşılaşmanın heyecanı, çığlık çığlığa bağrışmalara yol açmıştı. Şimdi de bir sessizlik, tıkırtısız bir sakinlik içerisindelerdi. Gözlerindeki doyumu, yüreklerine kadar indirdikleri belliydi. İçlerinden uçmak gelmiyordu. Doğal adamlar kalkıp gitmeden, onlar da hafif kanatlarıyla, minnacık gövdelerini kaldırmayacaklardı havaya. Mazlum, kaynağın sakinleşmeyen gözünde elini yıkıyordu, Hasan çaydanlığı poşete sarıp çantasına yerleştiriyordu, Şahin çantasının ağız kısmındaki halkalı düğümünü sıkıyordu.

Kısa sürede hazırlık işlemleri sona ermişti. Bir süre daha dinlenip hareket edeceklerdi. Fakat Şahin’in dinlenmeye niyeti yoktu. Son günlerde her şeye merak salmış Mazlum’a ilgisini çekecek bir şeyler gösterecekti. Şahin sessizce Mazlum’a yanaştı, Mazlum’a göstereceği şeyin yürek paralayıcı olacağını biliyordu, hüzünlü bir çocuğun edasındaydı. Göstermek istemediği halde, göstermek zorunda hissediyordu olanları.

‘Duymak istemediğimiz, duymaya yüreğimizin dayanamayacağı şeyleri bile belleğimize kazımak zorundayız. Geçmişini genlerinde taşımayan, belleği boş, her şeyi kolay ve çabuk unutan insan toplulukları, her türlü laneti üzerlerine çekmeye müstahaktır. Böylelerinin duygulu insanlar olduğundan bile şüphe etmek gerekir. Kolay unutanlar, uğrunda ölecekleri şeylere sahip olamazlar, sevgileri de sahte olur. Diktikleri umut fidanlarının hiçbiri yeşermez, yeşerip büyüse bile meyvesi olmaz. Ben Halepçe’nin, akıllı modern insanın gazabına uğramış sokaklarında dolaştım, kahrından çatlamaya başlayan o duvarların kenarında kendi kardeşleriyle birlikte sahipsiz, yapayalnız, bir daha uyanmamak üzere yatan o minnacık cansız bedenleri kendi ellerimle kaldırdım. Defalarca kucaklayıp canımdan bir parça vermek istedim onlara. Göz bebeklerimden bana bakan bembeyaz kesilmiş yanaklarının üstüne düşen her damlacıkla, bir hayatın yeniden geri gelmesini istedim. Hala da giden hayatlara ne verebilirim diye düşünüp duruyorum. Giden bütün hayatların bize anlatmak istediği neydi? Gözlerinin son şafağı sönmeden önce ne istiyorlardı bizden’


Yüklə 1 Mb.

Dostları ilə paylaş:
  1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   15




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin