İHL´leri İlk Meclis kurdu!



Yüklə 62,85 Kb.
tarix01.11.2017
ölçüsü62,85 Kb.
#25128

İHL´leri İlk Meclis kurdu!

Doğu ve Batı medeniyetlerinin kavşak noktasında bulunan Türkiye, sahip olduğu coğrafi konumun verdiği zenginlik ve güçle, Avrupa´nın sosyal yaşam standartlarının kıyısında lider ve örnek bir Müslüman ülke olarak öne çıkıyor. Türkiye´yi örnek hale getiren ise tarih boyunca bilimin, fennin, hukukun, adaletin ve siyasetin en mükemmel örneklerine ev sahipliği yapan Anadolu´nun manevi ve kültürel zenginlikle yoğrulan medeniyet hamuru... İmam Hatip Liseleri de işte bu ülkeyi meydana getiren Anadolu insanının içinden çıkan en önemli toplumsal yansımalardan birisi... Kuruluşundan bugüne kadar ortaya çıkış şekli, yapısı, müfredatı, öğrencileri ve mezunlarıyla Türkiye´nin en önemli yapı taşlarından biri olan bu okullar, doğdukları Milli Mücadele yıllarından bugüne kadar, daima gündemde ve sosyal bir gerçek olarak varlıklarını muhafaza ediyor. İmam Hatip Liseleri, hemen her iktidar döneminde olumlu ya da olumsuz bakış açılarıyla şekillenen tartışmaların odak noktası olurken, bugün de gündemdeki yerini koruyor. İmam Hatip Liseleri neden gündemden düşmüyor? Tüm siyasi ve sosyal yaptırım ve engellemelere rağmen bu okullar neden ilgi görmeye devam ediyor? İmam Hatipliler ne istiyor? gibi onlarca soru ve bu okullarla ilgili bilinmeyenler, "Kuruluşundan Bugüne Bitmeyen Çile: İmam Hatip Liseleri" yazı dizimizle cevabını buluyor.

Büyük Millet Meclisi´nde milletin alacağı eğitimi şekillendirmek için yapılan tartışmaların ardından, Maarif Vekili Rıza Nur bugün de aşina olduğumuz bir eğitim müfredatını kamuoyuna açıkladı: "Dini eğitim almış nesiller yetiştirilecek."

Yıl 2005. Türkiye her geçen gün biraz daha çoğalan ahlaki ve sosyal problemlere ev sahipliği yapan bir ülke olmanın buhranını yaşıyor. Televizyonlar, radyolar, gazeteler, artık üçüncü sayfa haberleriyle doluyor. Kapkaç, yankesicilik, dolandırıcılık derken kanunlardan, güvenlik güçlerinden yakasını bir şekilde kurtaran insanları durdurabilecek tek güç olan "vicdanlar" ise yürekleri ve zihinleri bir bir terk ediyor. Bu iç burkan durumu elleri kolları bağlı olarak seyreden politikacılar, eğitimciler, din adamları ve en önemlisi aileler ise çocuklarını ahlak erozyonundan sağ salim çıkarabilmenin çarelerini arıyor. Her gün ortaya yeni projeler, yeni fikirler atılıyor.

Ülkenin bu manzarasını adeta 85 yıl önce gören Türkiye Büyük Millet Meclisi´nin ilk üyeleri, yani Milli Mücadele´nin önderleri ise, o günlerden önlem almak gerektiğini vurguluyordu. Çare olarak ise mühendisinden doktoruna, öğretmeninden marangozuna hangi meslekten olursa olsun herkesin dini eğitim alması gerektiği üzerinde duruluyorlardı. Milletin ahlakı ve vicdanı eğitilmeliydi, bunun tek çözümü de din eğitimiydi ama bu eğitim nasıl olacaktı?

Meclis açıldıktan üç gün sonra eğitim tartışıldı!

Büyük Millet Meclisi, kurulmasından daha bir kaç gün sonra, çok ağır sosyal, siyasî ve ekonomik şartlar altında çalışmalarına rağmen eğitime büyük önem vermiş, özellikle din eğitiminin gerekliliği ve nasıl yapılması hususu Meclis´te uzun uzun müzakere edilmişti. 26 Nisan 1920´de TBMM Reisi Mustafa Kemal´in başkanlığında yapılan ihtisas komisyonlarının kurulmasına ilişkin müzakerelerde, Meclis´e bir önerge sunan Müfit Efendi önergesini savunurken şunları söylemişti: "Tedrisat iki esasa ayrılır. Birisi tedrisat-ı diniye , birisi de tedrisat-ı dünyeviye, yani fünûn (fen bilimleri) ve saireye ait tedrisattır. Bab-ı Meşihat (Diyanet İşleri Dairesi) sırf tedrisatı diniye ile mi meşgul olsun, yoksa program koymak suretiyle medreselerin tedrisatını da iyi bir hale ifrağ etsin (dönüştürsün) mi? Bu ciheti hepimiz derin bir teessür ile düşünüyoruz. Düşünmeye mecburuz."

Aynı müzakerelerde söz alan Antalya Milletvekili Hamdullah Suphi´nin (Tanrıöver) yaptığı konuşma ise çok çarpıcıydı: Suphi´nin "Meclisimiz´e dahil olan ulema-i dinin (din alimlerinin) yetişecek nesillere kâfi bir terbiye-i diniyenin (dini eğitim) verilmesini istemek hususunda nâmütenahi (sonsuz) bir hakkı vardır. Bunu inkâr etmek hiç kimsenin aklından geçmez. Her millet dinî bir terbiye alır. Bizim çocuklarımız da dinî bir terbiye alacaklardır. Bu esas umumi ve mutlaktır." Suphi´nin din eğitiminin milletin tüm çocuklarına nasıl verilmesi gerektiğine ilişkin sözleri, aslında bugün de yapılan din eğitimi tartışmalarının ilkini oluşturuyordu. Suphi, şunları söylemişti: "Meclis-i Ålinin fikrini iki nokta üzerinde celbetmek isteriz, tedrisat dünyanın her tarafında muhtelif şubelere ayrılır. Bir kısmı doğrudan doğruya mahiyeti itibariyle dinîdir; diğeri hayata ait vazifeler ile alaka ve temas üzeredir. Bir kısmının din ile alakadar ve teması yoktur. Din İşleri Komisyonu, dinin tedrisi noktasından arzu ettiğini takrir eder ve Maarif Encümeni´ne (Eğitim Komisyonu) onu teklif eder. Bu kendisinin en sarih hakkıdır. Maarif Encümeni de hayatın maddî işleri noktasından çocuklarımızın deruhte edecekleri vazifeye göre terbiye ve tedris almalarını temin edecek bir program vaz´eder ve bu tatbik edilir. Fakat ikisi de biri birine karıştırılırsa sonu gelmez, birtakım anlaşmazlıklar zuhur eder."

Biz din ile dünyayı ayırırsak geri kalırız

Sivas Mebusu ve devrin önemli bilim adamlarından Mustafa Taki Efendi ise Hamdullah Suphi´nin bu görüşlerine karşılık "Mekteplerden fen bilimleriyle yetişen efendileri adeta bir ecnebi, haşa itikatsız diye görüyoruz. Bu efendiler de, dini eğitim alanları, mutaassıp ve hiçbir şeye yaramaz kabul ediyorlar. Bunun için millet arasında ayrılık, ortaya çıkıyor" görüşünü ileri sürüyordu. Mustafa Taki Efendi, bu iki kaynağın birleştirilmesi gerektiğini, İslam dininin bilimsel gelişmelere engel olmadığını, bilakis teşvik ettiğini bu yüzden de dini eğitim ile fen ve matematik gibi müspet bilimleri aynı müfredatta birleştirmekte hiçbir sakınca olmadığını hatta bunda halkın menfaati olduğunu dile getirmişti. Mustafa Takî Efendi şunları söylemişti: "Şimdiye kadar bizi terakkiden alıkoyan zihniyetin din ile dünya işlerinin ayrı ayrı olduğu anlayışıdır. Diğer dinler gibi bizim dinimiz terakkiyat-ı maddiyeye mani bir din değildir. Bizim dinimiz terakkiyat-ı maddiyeyi mütekafildir... Diğer dinler erbabının terakkiyat-ı maddiyeyi kabule dinleri müsait olmadığından, onlar dinden ayrılmaya mecbur kalmışlardır. Din ile dünyayı ayırmasalardı Avrupa terakki etmeyecekti. Fakat biz din ile dünyayı ayırırsak geri kalırız..."



Rıza Nur: Dinî eğitim almış nesiller yetiştirilecek

Mustafa Kemal´in başkanlığında yapılan oturumdaki bu müzakereler, bugün İmam Hatip Liseleri´nde eğitim gören gençlerin dini eğitim aldıkları için yalnızca imam olabilecekleri yönünde yapılan yorumları değerlendirme açısından ipuçları da taşıyor.

İşte bu müzakerelerin sonunda hazırlanan ve Milli Mücadele kahramanları tarafından yeniden inşa edilen bir ülkede eğitimin nasıl yapılması gerektiğini içeren Medâris-i İlmiye Nizamnamesi, yani "Bilim Medreseleri Kanunnamesi", 8 Mayıs 1921´de İlk Meclis´in Bakanlar Kurulu üyeleri ve ilk Başbakan Mareşal Fevzi Çakmak ile o sırada Türkiye Büyük Millet Meclisi´nin Başkanı olan Mustafa Kemal Atatürk tarafından imzalandı. Maarif Vekili (Milli Eğitim Bakanı) Rıza Nur´un ilk hükümetin programını okurken söylediği "eğitimin amacı dini ve milli eğitim almış nesiller yetiştirmektir" şeklindeki sözleri de bu nizamnamenin ana fikrini de ortaya koyuyordu.

İmam Hatip Liseleri´nin ilk prototipi

Rıza Nur, nizamnâme ile nasıl bir eğitim amaçlandığını açıklarken, müspet ilimlerle donatılmış okullar oluşturulmasının düşünüldüğünü belirtmişti. Nizamname, özellikle din eğitimi konusuna önem verileceğini, ıslah edilmiş olan medreselerin daha da geliştirilip devam edeceğini göstermekteydi. Yani bu nizamname, İmam Hatip Liseleri´nin ilk prototipi olarak kabul edilebilecek olan Cumhuriyetin ilk okullarının müfredatını, bugünün İHL müfredatlarına çok benzer bir şekilde düzenlemişti.

Nizamnameye göre, eğitim süresi 6+6 olmak üzere toplam 12 yıl olarak belirlenen bu okulların haftada 6 gün eğitim yapması öngörülüyordu. Medaris-i İlmiye´de öğretilecek dersler arasında sınıflara göre saati ve ders dağıtımı değişmekle beraber, tarih boyunca okutula gelen derslerin yanında hesap, (matematik) coğrafya, tarih, sağlık bilgisi yazı ve imlâ gibi dersler de konulmuştu.

Kaynaklar: TBMM Tutanakları, Prof. Dr. Halis Ayhan, Türkiye´de Din Eğitimi, Ensar Vakfı Değerler Eğitimi Merkezi (DEM) Yayınları



Aranızdan Farabiler , ibn-i Sinalar çıkacak

İmam-Hatip Liseleri´nin çekirdeğini oluşturan okullardan Daru´l-Hilafe´yi ziyaret eden Atatürk, "Memnuniyetle görüyorum ki eğitim ve öğretim cidden dinî hakikat içerisindedir. İnşallah aranızdan Farabiler, İbn-i Sinalar çıkacak" demişti.

Türkiye Büyük Millet Meclisi Birinci İcra Vekilleri Heyeti´nce hazırlanan ve Başbakan Mareşal Fevzi Çakmak ile TBBM Reisi Mustafa Kemal´in imzasını taşıyan Medaris-i İlmiyye Nizamnamesi´nin en önemli yanı, okulların müfredat programlarını dini ve müspet bilimlerin kaynaştığı bir şekilde düzenlemesiydi. Diğer bir deyişle, henüz "İmam Hatip" ismi geçmese de okulların müfredatı, bugün de İmam Hatip Liseleri´nde okutulan müfredatın benzeri bir şekilde düzenlenmişti.

Atatürk´ün bu nizamnamenin uygulandığı okullardan biri olan Konya´daki Darul Hilafe Medresesi´ni 22 Mart 1923 tarihindeki ziyaretinde söylediği sözler ise oldukça dikkat çekici nitelikte. Diyanet İşleri Başkanı Ahmet Hamdi Akseki´nin hatıraları ve dönemin gazetelerine yansıyanlar, bugün İHL mezunlarını sadece imam ya da müftü olmaya zorlayanların gerekçelerini de çürütüyor. Çünkü bugün Matematik, Fizik, Kimya´nın yanında Kur´an-ı Kerim, Arapça, Hadis gibi dersleri gören İmam Hatip Lisesi öğrencilerinin sadece imam ya da müftü olmak zorunda bırakılmasına karşılık, Atatürk´ün hem dini hem de fen ve sosyal bilimleri aynı anda öğrenen öğrencilerin okuduğu okulu denetledikten sonra söylediği sözler tarihe çok çarpıcı bir kayıt olarak düşülüyor. Atatürk´ün sözleri, 1950´li yıllarda Diyanet İşleri Başkanlığı yapan, Ahmet Hamdi Akseki´nin Din Eğitimi´ne ilişkin hazırladığı rapora ve 23 Mart 1923 tarih, 771 sayılı Hakimiyet-i Milliye Gazetesi´ne "Gazi Darülhilafe Medresesi´nde" başlığıyla şöyle yansımıştı: "Beraberindeki heyetle birlikte okula gelen Mustafa Kemal, teftiş ve mektebin eğitim programı ile öğrenci sayısı hakkında sorular yönelterek okul hakkında geniş çaplı bilgi aldılar. Sınıfın birinde Aksekili Ahmet Efendi´nin "Dinî Dersler" isimli eserinden o günün dersi olan "Kur´ân-ı Kerim´e göre devletin kurulu olduğu esas ikidir. Birincisi adalet ikincisi emaneti ehline vermek." şeklinde ve devamındaki cümlelerden oluşan parçadan oldukça memnun oldular."



İmam-Hatip mektepleri açılıyor

Mustafa Kemal, öğrencilerin en çağdaş ideallerle yetiştiğini görerek memnun oluyor ve medreseden ayrılırken şöyle diyor: "Memnuniyetle görüyorum ki eğitim ve öğretim cidden dini hakikat içerisindedir. İnşallah memleketimizi, milletimizi ihya edecek çağdaş ve gerçek bilim adamları -faziletli öğretmenlerimiz sayesinde-siz olacaksınız. Kıymetli ve gerçek alimlerimizin mevkileri yüksektir. Alimlerimizin, bilim ve irfan erbabının yardım ve irşatlarıyla inşallah İbn-i Rüşd´ler, İbn-i Sina´lar, Farabi´ler, milletimizin içinden çıkarak bu asrın ihtiyaçlarıyla donanmış olarak dini hakikatleri ihya edeceklerdir. Ahmed Hamdi Efendi´yi tebrik ve kendilerine teşekkür ederim. Gördüklerimden memleketin geleceği için memnunum."

Türkiye Büyük Millet Meclisi´nce açılarak sayıları 465´i bulan ve hem fen bilimleri, hem de dini bilimlerin bir arada verildiği bu ilk Cumhuriyet okulları, 1924 yılında Tevhid-i Tedrisat Kanunu´nun kabul edilmesinden bir hafta sonra, dönemin Eğitim Bakanı Vasıf Çınar´ın bir emri ile kapatıldı. Yeni kanunla birlikte ilk kez "imam hatip" ismi de kullanılmaya başladı. Yeni kanun üniversite bünyesinde bir İlahiyat şubesi açılmasını ve din adamı yetiştirmek üzere "İmam Hatip Mektepleri" açılmasını öngörüyordu. Din eğitiminin "İmam Hatip Mektepleri" indirgenmesinin sebebi ise Tevhidi Tedrisat´ın çıkarılmasında pay sahibi olan isimler tarafından oldukça çarpıcı bir şekilde, kanunun çıkarılmasından yaklaşık 25 yıl sonra dile getirilecekti. İmam Hatip Mektepleri´ne ilkokullardan mezun en az 12 ve en çok 15 yaşında bulunanlar alınacaktı. Bu okullarda okutulacak dersler de yine Medarisi İlmiyye Nizamnamesi´ne paralel bir şekilde düzenlenmişti. Bu derslerden bazıları şöyleydi: Kur´ân-ı Kerîm, Tefsir, Hadis, İlm-i Tevhid, Coğrafya, Hesap, Matematik, Hayvanat, Nebatat, Din Dersleri, Ruhiyat, Ahlâk, Türkçe, Fizik ve Kimya, Malumat-ı Hıfzısıhha, Yazı, Beden Eğitimi , Türk Edebiyatı, Hitabet, Arabça ve Tarih.

İmam Hatip Mektepleri bir bir kapatıldı

İmam Hatip Mektepleri, 4 yıllık bir okul olarak planlanmıştı. Ancak, Birinci Meclis tarafından kurulan ve Türkiye´nin ilk ortaöğretim kurumları sayılabilecek ve sayıları 500´e yaklaşan medreselerin kapatılmasına karşılık, sadece 29 yerde İmam Hatip Mektebi açıldı. Bu sayı ise her yıl biraz daha kırpılarak iki yıl içinde 20´ye, 1926-1927 yılında ise Kütahya, İstanbul dışındaki okullar kapatılarak 2´ye kadar düşürüldü. 1931-1932 ders yılında ise bunlar da kapatılarak, İmam-Hatip Mektepleri tamamen kapatıldı. Bu sonuçla bugün de halen geçerli olan ve İmam Hatip Mektepleri açılmasını zorunlu kılan Tevhidi Tedrisat Kanunu´na rağmen, uygulama din derslerinin ve dini mekteplerin kapatılması olarak şekillendi.



İnönü: "Gerçek Müslümanlık sayemizde tecelli edecek!"

Bu mekteplerin kapatılma gerekçesi öğrenci ilgisinin azlığı olarak gösterilse de ve bu iddia bir yönüyle doğruysa da, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim üyesi Prof. Dr. Halis Ayhan, "Türkiye´de Din Eğitimi" isimli kitabında asıl gerekçenin "Mektebin lise kısmının açılmayışı, yalnız dört yıllık bir orta mektep seviyesinde kalmış olması, mezunlarının istihdam alanlarının olamayışı ve bu mektepleri bitirip imam olanlara verilen maaşların komik düzeyde kalması" olduğunu söylüyor. Yine bilim adamları, harf inkılabı ve laikliğin tesisi için yapılan uygulamaları da mekteplere ilgisizliğin sebepleri arasında gösteriyor. Çünkü aynı müfredata sahip medreselerin sayısının üç yıl içinde 500´e yaklaşması halkın ilgisizliği olmadığının kanıtıydı.

Başbakan İsmet İnönü, kanunun yürürlüğe girmesinden bir yıl sonra yani Mayıs 1925´te yaptığı bir konuşmada "Tevhid-i Tedrisat´ın bazılarınca yanlış anlaşılıp kabul gördüğünü gördük, bu işin müteşebbisleriyle takip edenlerinin elbette tek nazarda dinsizlik ithamına maruz kalacakları tabiî idi. On sene sonra bütün dünya ve şimdi bize itiraz edenler muarız olanlar, yahut tuttuğumuz yoldan din namına endişe edenler göreceklerdir ki; Müslümanlığın asıl temiz, en saf, en hakiki şekli bizde tecelli eylemiştir. " Ancak Başbakan İnönü´nün "10 yıl sonra görelim" dediği manzara ise bizzat CHP milletvekillerinin bile isyan edeceği bir dinden soyutlanma manzarasıydı. Çünkü kanunla, İmam Hatip Mektepleri´nin kapatılması bir yana, din dersleri de öğretim kurumlarının programından çıkarılarak, Tevhidi Tedrisat uygulaması kanunun açık hükümlerine rağmen din öğretimini yasaklamak şeklinde uygulamaya konulmuştu. 1946 yılına gelinceye kadar, bu konularda araştırma, yazma ve tartışmalara büyük ölçüde yasaklar getirilmişti.

´Bizi Hıristiyan yapın´ feryadı CHP´lileri bile ayağa kaldırdı

Gençlerin ´Manevi gıdaya ihtiyacımız var. Bizi Hıristiyan yapın´ diyerek Mukaddes Kitaplar Şirketi´ne müracaat ettiğine şahit olan vekiller, 7. CHP Kurultayı´nda, "Neden dinimizin inkişafına lakayt kalıyoruz" diye 

isyan ettiler.

İmam Hatip Mektepleri´nin kapatılmasının ardından tam 16 yıl süren eğitimi ve ülkeyi dinden arındırma dönemi, CHP´nin ve tek parti döneminin son Millî Eğitim Bakanı Tahsin Banguoğlu´nın 3 Ocak 1949 tarihinde, Meclis oturumunda yaptığı konuşmaya ve daha sonra yazdıklarına şöyle yansımıştı: "Lâik değil, materyalist bir eğitim sistemi kurulmuştu. Din dersleri kaldırılmış, meslekî din mektepleri kapatılmıştı. Kitaplarda ve derslerde dinî kavramlara yaklaşmaktan kaçınılır olmuştu. Batıl inançlarla mücadele havası içinde iyi ve masum dinî ahlâk ve âdetler de kötüleniyor, terk ediliyordu. Günah-sevap sözleri ortadan kalkıyordu. Mistik bir dünya görüşünden hızla kaba bir akılcı dünya görüşüne doğru sürükleniyorduk. İnklapçılar bunun her şeye yeteceğini düşünüyorlardı... Millî değerler sistemi içinde toplamağa çalıştığımız kurumların hepsi, dinî hayat, millî ahlâk, örf ve âdet, millî ananeler, millî tarih şuuru, hatta anadili duygusu, genişlemiş bir aydınlar kitlesi içinde iyiden iyiye sarsılmıştı"

Bu dönemde ülkenin ne hale geldiği, yıllar sonra bir milletvekili şahit olduğu bir hadiseyi Meclis kürsüsünden anlatırken çok daha çarpıcı bir şekilde ortaya konacaktı. İmam Hatip Mektepleri´nin kapatıldığı, dinin eğitim hayatından tamamen çıkarıldığı bu dönemle ilgili olarak Demokrat Parti Kayseri Milletvekili İsmail Berdok´un bizzat şahit olduğu olay, tüyleri diken diken ediyordu. Berdok, 1953 yılında Meclis´te Diyanet İşleri Başkanlığı bütçesi görüşülürken, bir kaç yıl önce yaşadığı bu olayı şöyle aktarmıştı: "İstanbul´da iki Türk gencinin Mukaddes Tevrat, İncil Kitaplar Şirketi Müessesesi Başkanı´na yaptığı müracaata tanık oldum. Gençler ´Vicdanımızın manevi gıdaya ihtiyacı olduğunu hissediyoruz. Memleket muhitimiz bize bu gıdayı temin edemiyor. Bizi Hıristiyan yapınız´ diyordu"

Mazhar Osman: "En büyük ıstırapların tesellisi dindir"

Artık din eğitimi ihtiyacının kendini göstermesi ve tartışmaların başlamasının ardından 1947 yılının ilk aylarında Millet Mecmuası da halka ve ayrıca çeşitli alanlarda meşhur olmuş elli kişiye okullarda dini eğitim verilip verilmemesi yönünde sorular sorduğu bir anketi yayınlamıştı. Bu ankete bilim, sanat ve basın dünyasının ünlü isimlerinin verdikleri cevaplar, milletin içinde bulunduğu hali ve beklentilerini göstermesi açısından ibret vericiydi. Ünlü Psikiyatr Mazhar Osman, ankete verdiği cevabında şunları söylemişti: "Dünyada en esaslı terbiye, cemiyet için dindir... Dine lâkayt kalmayı son asırlarda birçok memleketlerde tecrübe edenler olmuş fakat bunun hüsranla neticeleneceği çabuk anlaşılarak eski geleneğe dönülmüştür. Hiçbir din insanlara fenalık edemez, hayatın ıstıraplarına karşı en büyük tesellîyi insanlar inanmada bulur. Dinî terbiye, adamı nefsine, ailesine, vatan ve milletine ve bütün âleme fenalık yapmaktan, ıstırap vermekten korur. Bütün dünyayı dolaşınız, her yerde en yüksek kültürlü adamların bile dine, milliyete ve aile şeref ve an´anesine bağlılığını görürsünüz. Din ve ahlâka hürmet etmesini bilmeyene kanuna saygıyı öğretmek de güçtür"

Aralık 1947´de toplanan 7. CHP Kurultayı´nda yapılan müzakereler ise CHP döneminin son yıllarındaki gelişmeleri göstermesi bakımından ilgi çekiciydi. Çünkü bu kurultayda CHP Sinop Milletvekili Vehbi Dayıbaş, seçmenlerinin isyanını "Kiliselere gidenler, orada ayin yapanlar kendi dinlerine ait bir şeyler okuyorlar. Bizim çocuklar ibadette ne okuyacaklar? İşte bu hususta çocuklarımıza bilgi verilmesini istiyoruz" sözleriyle dile getirirken, Çorum delegesi Abdulkadir Güney ise "Yaptığımız tetkiklerden anlaşıldığına göre, dinini kuvvetlendiren milletler daima sosyal tekâmüle mazhar olmuş, payidar olmuştur; ihmal edenler ise geri kalmışlardır. Bugün bizim dinimizi ve mukaddes kitabımızı bütün dünya milletleri, hayret nazarlarıyla takdir etmekte iken biz, neden dinimizin inkişafına lâkayt kalıyoruz." diye soruyordu.

´Çocuklar Allah´ı bilmiyor´

Seyhan Milletvekili Sinan Tekelioğlu´nun salonda büyük alkış alan şu sözleri ise hiç bir yoruma gerek bırakmıyordu: "Hıristiyan ve Musevî Türk cemaatleri kendileri için mektepler açmışlar orada papazlar yetiştirmişler... Köylülerden işittiğim bilgilerle söyleyeyim ki, köylülerin ölülerini gömecek adamları yoktur. Bugün memleketimizde, kumar almış yürümüş, içki almış yürümüş, Dinsiz bir milletin memleketinde hiçbir korku kalmaz. Anaya babaya, büyüğe itaat kalmadı. Çocuklar Allah nedir deyince Allah´ın ne olduğunu bilmiyor, tanımıyor..." Buna benzer yakınmalardan birisi de Şubat 1948 tarihli Selamet Mecmuası´nda Cumhuriyet gazetesinin başyazarı Nadir Nadi tarafından bile dile getirilmiş, Nadi, köylerin imamsız, camilerin müezzinsiz kalmasından yakınır olmuştu.



Cenaze namazı kıldıracak tek bir kişi bulamadık

Atatürk´ün Konya´da medrese ziyareti sonrasında tebrik ettiği Ahmet Hamdi Akseki´nin 1950 yılında hazırlayarak Meclis´e sunduğu "Din Tedrisatı ve Dinî Müesseseler" başlıklı rapor CHP´nin tek parti iktidarının sonuçlarını da gözler önüne seriyordu: "Yıllardır çocuklarımız hakiki bir din ve ahlak terbiyesinden mahrum olarak içi bomboş ve her hangi bir menfi tesiri kabule müsait bir halde yetişmektedir. -Çocuklarımızın ve gençlerimizin, başka dinlerin ve muhtelif şekillerdeki misyoner propagandalarının içtimaî, siyasî her hangi bir muzır mezhep veya tarikat ve akidelerin menfi tesirlerinden uzak tutulması için çare düşünülmelidir. -Çocuklarımıza gerek mekteplerde ve gerek başka vasıta ile yıllardır din ve ahlak aleyhinde söylenilebilecek ne varsa hepsi söylenmiş, telkin edilmiş ve kıpkızıl bir dinsiz olmaları için her şey yapılmıştır.



Mabetlerimizi şenlendirecek imamlara ihtiyacımız var

Bugünkü gençler komünist olmamışlarsa bunu ailelerindeki kuvvetli din terbiyesine borçluyuz. Çocuklarımızın gençlerimizin her türlü yabancı ve menfi tesirlere bundan sonra da mukavemet edebilmeleri için kendilerine İslâm dininin esaslı ve ciddi bir surette talim ve telkin edilmesi artık bir zarurettir. -Hakiki din adamlarına, mabetlerimizi şenlendirecek bilgili, fazilet sahibi vaizler imam ve hatiplere olan ihtiyacın bir an evvel sağlanması lazımdır.- Yeni nesle mensup birçok gençler de, kendilerinin maneviyâttan tamamen mücerret bir halde yetiştirildiklerini acı acı itiraf etmektedir."

Türkiye´de bir gazetede 1950 yılı başlarında yayınlanan küçük bir haberi alıntılayan Londra´da yayınlanan bir gazete ise o günkü durumu şöyle aktarıyordu: Bir köyde cenaze namazı kıldıracak tek bir kişi bile bulunamamış ve zavallı Müslüman köylü namazı kılınmadan defnedilmiştir. Bunun üzerine halk galeyana gelmiştir" Tüm bu tepkilerin ardından 1947 yılından sonra genelge, yönetmelik alanında bazı hukukî gelişmeler oldu. 1949 yılından sonra da kanunlarda yapılan bazı düzenlemelere dayanarak, 1949 yılının şubat ayından başlamak üzere çeşitli alanlarda din öğretimi yeniden uygulamaya konulmaya başlamış, bazı illerde İmam Hatip kursları adıyla kurslar açılmaya başlanmıştı.

´Ölü yıkayıcısı´ değil profesör oldular!..

Henüz lise kısmı bile olmayan İmam Hatip okullarına sadece dinlerini öğrenmek için kayıt yaptırıp, bin bir fedakârlıkla okuyan ilk mezunlar, bugün birer ´profesör ve din otoritesi´ olarak Türkiye´ye hizmet ediyor.

Prof. Dr. Hayreddin Karaman, Prof. Dr. Saim Yeprem, Prof. Dr. İsmail Karaçam, Prof. Dr. Bekir Topaloğlu, eski Diyanet İşleri Başkanı Tayyar Altıkulaç, eski İstanbul Müftüsü Selahattin Kaya... ve 1951´den bugüne kadar İlahiyat sahasında hizmet veren onlarca kaliteli isim... Onlar, İmam Hatip Okulları´nın ilk öğrencileri ve mezunları olmanın hem bahtiyarlığını, hem de zorluğunu yaşadılar. İstanbul´da Celalettin Ökten, diğer illerde onun gibi bir çok manevi kahramanın "Siz Türkiye´ye lazımsınız" diyerek yetiştirdiği ilk mezunlarla bugünün birer "otoriteleri" olarak ilk İHL´leri konuştuk.

Lise kısmı bile açılmamıştı

İstanbul´da uzun yıllar İl Müftülüğü yapan Selahattin Kaya, 1951´de açılan imam hatip okullarının ilk birkaç öğrencisinden biriydi. Kaya, İHO´na hangi şartlarda ve niçin kayıt yaptırdığını şöyle anlatı: "Biz de bu okullara ne gibi haklar verileceğini bilmeden gittik. Çünkü dini eğitim almak istiyorduk ve başka çaremiz yoktu. Bir de tahsil belgemiz olursa iyi olur diye düşündük. Tabi bu belgeyi alıncaya kadar epeyce zahmet çektik. Örneğin okula kayıt yaptırdıktan sonra paso alacağımız zaman, burası "kurs mu okul mu" diyerek zorluk çıkarıyorlardı. Okula gidip gelirken insanlar "Cenaze yıkayıcısı mı olacaksınız?"şeklinde müstehzi sorular soruyordu. Bir çok aile çocuklarını bu yüzden göndermedi. Biz kayıt yaptırdığımızda henüz bu okulların lise kısmı yoktu, ancak açılmasını ümit ediyorduk. Sonunda lise kısmı açıldı, bu kez üniversiteye giremeyeceğimizi söylediler. Ben Arapça´ya meraklı olduğum için Arap Dili Bölümü´nde okumak istiyordum. Buraya girebilmek için liselerin fark derslerini vererek ikinci bir lise mezunu oldum. Bu şekilde istediğim bölümde okuyabildim.

Sadece 7 ilde açılmasına izin verildiği için, Anadolu´dan gelen arkadaşlarımız da oldu. Onlar da genelde fakir ailelerin çocuklarıydı. Bir çoğu cami köşelerinde, camilerin kömürlüklerinde zor şartlar altında tahsil hayatlarını devam ettirdiler. Bizi bu şartlarda okumaya motive eden şey ise başta Celalettin Ökten hocamız olmak üzere diğer hocalarımızın azmiydi. Hocalarımızın kalitesi de önemliydi. Bir Zekai Konrapa, bir Ali Rıza Salman, bir Hüsrev Hoca gerçekten iyi yetişmiş insanlardı. Hemen hepsi rahmetli oldu. Son devrin alimleriydi onlar. Sonuçta bu okulların Türk halkının İslam´ı hurafelerden arındırılmış olarak öğrenmesinde önemli katkısı oldu. Bizim dinimizin en büyük düşmanı cehalettir. Ayrıca Diyanet İşleri Başkanlığı´nda 80 binden fazla görevli var. Bunların neredeyse tamamı İHL mezunudur. Eğer İHL´ler olmasaydı bu ihtiyaç nereden karşılanacaktı?

Benimle alay eden hocamın oğlu İmam Hatip´te öğrencim oldu

Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Bekir Topaloğlu 1958 İstanbul İHO mezunu. Bugün, Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi olan Prof. Dr. Mustafa Saim Yeprem, Milli Eğitim Komisyonu Başkanı Tayyar Altıkulaç, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. İsmail Karaçam ise Topaloğlu´nun dönem arkadaşlarından bir kaçı. Bu isimler, aynı zamanda Türkiye´ye ´İslam Ansiklopedisi´ gibi bir hazineyi kazandıran kurulun belkemiğini oluşturan isimler. Prof. Dr. Topaloğlu ise 1950´lerde İmam Hatip´li olmayı şöyle anlattı:

"Devlet eliyle açılan bu okullara insanlar tereddütle bakıyorlardı. Çünkü uzun yıllar din eğitimi verilmezken bir anda imam hatip kursu ve ardından da imam hatip okulu açılmıştı. Büyüklerimiz de acaba bu okulda eğitim dine uygun bir şekilde olur mu diye düşünüyordu. Ancak bu tutum çok sürmedi. Halkımızın birinci dünya savaşından itibaren hem ekonomik açıdan, hem din özgürlüğü açısından çektiği büyük ıstıraplar vardı. Biz çocuktuk fazla farkında değildik. Ancak cenazeler kaldırılamıyordu, halkın büyük isteği vardı ve inanacağı emin olacağı bir kurum aranıyordu. Hafızlık müessesesi, Karadeniz bölgesinde gizliden gizliye de olsa devam ediyordu. Ancak bu kadar. Biz de tam bu ortamda, yangından, susuzluktan kurtulmaya çalışan insanlar gibiydik. İmam Hatip Okulları da bir nevi susuzluğumuzu giderdi.

İmam Hatip Lisesi´nin öğretmenleri çeşitli mesleklerden, pek dinle ilişkisi olmayan insanlardı. Bizden üst sınıftaki öğrencilere "Çocuklar siz zekisiniz, terbiyelisiniz, ama bu okula gelmekle kendinize yazık ettiniz çünkü bu okulun lisesi açılmaz" derlermiş. Ancak bizdeki inanç hiçbir zaman sarsılmadı. Sonuçta lise kısmı açıldı. Ardından İlahiyat Fakültesi kapılarını bizlere açtı. Biz de öğretmen olarak tekrar İmam Hatip´lere döndük. Bu sırada çok enteresandır. Beni İHL´den vazgeçirmek isteyen hocalarımdan birisinin oğlu benim İstanbul İmam Hatip Okulu´nda öğrencim oldu.



Hayırseverler okullara sahip çıktı

Maddi imkansızlık İmam Hatip Okulları´nın önünde bir engeldi. Celalettin Ökten Hoca´nın oğlu Prof. Saadettin Ökten, işte bu sırada imdada İlim Yayma Cemiyeti´nin yetiştiğini anlatıyor. Prof. Dr. Ökten "İlim Yayma Cemiyeti o zamanki kadrosuyla moral ve finans bakımından bu işleri üstlendi. İmam-Hatip okullarını maddeten, bana göre daha önemlisi mânen destekledi" diyor. Ökten´in dediği gibi, İstanbul Sirkeci´de bir araya gelen 68 mümtaz hayırsever ve vatanperver insan, millî ve mânevî değerlerimizi ihyâ ederek geleceğe taşımak, ilim ve irfan çalışmalarını destekleyerek yaygınlaştırmak için 11 Ekim 1951 tarihinde İlim Yayma Cemiyeti´ni kurmuştu. Cemiyetin ilk yönetim kurulu ise Başkan Avukat Seniyüddin Başak, Vehbi Bilimler, Nazif Çelebi, Cemalettin Tunç, Avukat Yusuf Türel, Hamid Çağıl, ve Mazhar Sündüs´ten oluşuyordu.



İmam Hatipleri sahiplenen ruh!

Tarih 3 Ocak 1952. İlim Yayma Cemiyeti´nin "5" Numaralı Kararı. İdare Heyeti, Reis, Seniyüddin başkanlığında Nazif Çelebi, Yusuf Türel, Mazhar Sündüs, Hamit Çağıl, Cemalettin Tunç´un huzuru ile toplandı. Pek fakir ve muhtaç oldukları anlaşılan imam hatip mektebi talebelerinin üzerlerindeki elbiselerinin çok eski ve yırtık olduğu görülmüş, talebelik şerefine sığmayan bu halin önlenmesi için, birer kat elbise yaptırılması kararlaştırılarak, kumaşları Ömer Avniyol, Hulusi Topbaş, firması temin edeceğini vaat etmekte, diktirilmesi için Nazif Çelebi´ye selahiyet verilmesine, dikiş ve levazım ücretinin cemiyetimiz tarafından ödenmesine karar verildi.



İMAM HATİP´İN AĞABEYİYDİM

Prof. Dr. Hayreddin Karaman Türkiye´nin "İslam fıkhı" konusundaki parmakla gösterilir birkaç isminden biri. Konya İmam Hatip Okulu´ndan mezun olan Karaman tebessüm ettiren anılarıyla ilk yılları anlattı.

Benim ortaöğretim yaşımda İmam Hatip Okulları yoktu, ancak bu okulların açıldığını duyunca, askere gitmeden tahsilimi yapayım diye hemen Konya´ya giderek okula kaydımı -yaş sebebiyle uzun bir mücadeleden sonra- yaptırdım. Bir yanda vazife, bir yanda okul, bir yanda özel tahsil ve üstüne üslük gelirin yetmezliği katmerli zorluklar idi. Bir de bu okulların geleceğinin belirsiz olması durumu vardı. İmam Hatip mezunlarını hiçbir fakülte ve yüksek okul kabul etmiyordu, ufukta gözüken vazife, okulu bitirir bitirmez köy imamlığı idi. Benim okuduğum yıllarda İmam Hatip Okulunun orta kısmı dört, lise kısmı üç yıl idi, orta kısmı bitirdiğim zaman gerçek yaşım yirmi iki olmuştu ve üç yıldan beri nişanlı idim, lise birde evlendim, okulu bitirinceye kadar iki de çocuğumuz oldu. Geçinebilmek için bir camide cemaatin verdiği maaşla imamlık yapıyor, sabah namazından sonra acele ile kahvaltı yapıp bisikletime atlayarak okula gidiyordum. Dışımızdaki kesim, bize hep şüpheli baktılar; pek azı bizim dinde reform yapacağımızı umuyor ve bekliyorlardı, çoğu ise "Bunlar irticaı hortlatacaklar, bu okullar kapatılmalı, öğrencileri köylere imam olmalı, başka (yüksek) tahsil yapmalarına imkan verilmemeli" diyorlardı.

Hoca beni müfettiş sandı

Okula ilk gittiğim gün -yaş küçültmekle uğraştığım için bir ay kadar gecikmiştim- ders saati idi, boyum posum oldukça gelişmiş olduğundan kapıyı çalıp içeri girince öğrenciler rap diye ayağa kalktı. Hocamız Abdullah Efendi de kalkmaya yöneldi, ben anlık bir tereddütten sonra en hızlı tanınma alameti olarak hocanın elini öpmeye yöneldim, bu sebeple hoca benim talebe olduğumu hemen anladı. Benim gibi okula yaşlı girenler vardı, ben "ağabey" konumunda idim, gerektiğinde sözüm birçok hocadan ve idarecilerden daha fazla etkili olurdu.



İmam Hatip Mektepleri´nin kapatılması kanunsuzluktu

Tek Parti döneminin son Millî Eğitim Bakanı olan Tahsin Banguoğlu, 3 Ocak 1949 tarihinde, Meclis oturumunda yaptığı konuşmada ve daha sonra yazdıklarında İmam Hatip kurslarının açılmasını şöyle anlatıyordu: "Aslında İmam Hatip Mekteplerinin kapatılması bir kanunsuzluk olmuştur. İmam-Hatip Kurslarını 1924 tarihli Tevhid-i Tedrisat Kanunu´nun emredici hükmüne dayanarak açacaktık. İhtiyaç o kadar acildi ki ilk sınıf mezunlarına da bir ehliyet verip onları imam yapmayı düşündük. İmam Hatip Kurslarını önce 10 il merkezinde açabiliyorduk, çünkü ehliyetli hoca bulabilme güçlüğümüz vardı. Hatırlarım, İstanbul´daki İmam-Hatip Kursu´nu teftişe gittiğimde onu Etyemez´ de bir eski sıbyan mektebi binasında açılmış buldum. Kürsüde benim liseden hocam Celal Ökten vardı. Bana yerini vermek istedi. Hocam, ben gene sizin talebenizim, dedim, bir sıraya oturdum. Hoca da yerine oturdu, ama ağlıyordu. Benim de gözlerim yaşlıydı..."



Fişlenme korkusu vardı

CHP yönetiminin halkın dini ihtiyaçlarına daha fazla dayanamayarak pes ettiğinin ipuçlarını veren Banguoğlu´nun bu sözleri şöyle devam ediyor: "Uzun bir kapalı rejim devri sonunda dinî eğitim sahasında meydana gelen bu ilk gelişme o devir tarihimizde bir ilk revizyondu. Bu çok dikenli yolda benim bir hizmetim olabildiyse Allah kabul etsin" Celal Hoca´nın oğlu Prof. Dr. Sadettin Ökten ise o dönemi şöyle anlatıyor: "Bu kursa katılan öğrenciler hem ileri yaşlardaydı , hem de baskıcı rejimden ürküyorlardı. Ayrıca bu kurslara devam edenlerin fişleneceği korkusu nedeniyle kimse gitmeye cesaret edemiyordu."



İmam Hatip Okulları açılıyor

İmam-Hatip Kurslarının, ülkenin din görevlisi ihtiyacını nitelik ve nicelik itibariyle karşılamayacağı, açıldığı günlerden beri bilinmekteydi. 14 Mayıs 1950 seçimleri sonucu iş başına gelen Demokrat Parti iktidarı tarafından, halkın din ve maneviyat alanındaki istekleri dikkate alınarak din öğretimi alanında bazı olumlu gelişmeler başlatılmıştı. İstanbul'da Vefa Lisesi'nden edebiyat öğretmeni olarak emekli olan Celalettin Ökten, uzun süredir İmam Hatip Okulları projesi üzerinde çalışıyordu. Ökten'in oğlu ve Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi emekli öğretim üyesi Prof. Dr. Sadettin Ökten bu konuyu şöyle anlatıyor: "İmam Hatip Okulları projesini babam rahmetli Celaleddin Ökten düşünmüştü. Sadece düşünmekle kalmamış, yazmış, çizmiş, hesaplamış, sonra siyasal iktidar müspet bakınca, Ankara'ya taşımış ve kabul ettirmişti" Celal Hoca'nın İmam Hatip Okulları projesini kabul ettirdiği kişi ise dönemin Milli Eğitim Bakanı Tevfik İleri'ydi. İHL'lerin açılmasının ülkenin menfaatine olacağına inanan Tevfik İleri bu projeyi, sadece kabul etmekle kalmamış, zamanla bu okulları sahiplenen insanlardan biri olmuştu. İleri, 3 Ocak 1951 tarihli Cumhuriyet Gazetesi'nde yayınlanan bir açıklamasında şunları söylemişti: "İmam Hatip Okulları'nın açılması zaruretine inanıyoruz. Çünkü Türk milletine hitap edecek olgun, kültürlü hatip ve imamların yetişmesini arzu ediyoruz"



İstanbul İmam Hatip sembol oldu

Tevfik İleri'nin projeyi kabul etmesinin ardından 13 Ekim 1950 tarihli Müdürler Komisyonu Kararı ile, İmam Hatip Okulları, 1951-52 öğretim yılında ilkokula dayalı dört yıl öğrenim süresi olan okullar olarak öğretime başladı. İstanbul başta olmak üzere Ankara, Konya, Adana, Isparta, Kayseri ve Kahramanmaraş'ta ilk İmam Hatip Okulları açıldı. Bu okulların birinci devreleri 1954-1955 ders yılında mezunlarını verince, ikinci devresi üç yıl olarak açıldı ve böylece yedi yıllık İmam Hatip Okulları, Türk eğitim tarihindeki yerini aldı.

İmam Hatip Liseleri'nin tarihinde gerek mezunları, gerekse Türkiye'nin kalbinin attığı bir şehirde olması nedeniyle İstanbul İmam Hatip Okulu adeta İHL'lerin sembolü oldu. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın da mezunları arasında yer aldığı okuldan yetişen birçok bilim adamı, bugün başta Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi olmak üzere birçok noktada hizmetlerine devam ediyor. İstanbul İmam Hatip Okulu'nu önemli kılan bir başka nokta ise İmam Hatip Liselerinin halk tarafından sahiplenilme sürecinin ilk başladığı okul olması. İlk olarak Samatya Etyemez'deki İmam Hatip Kursu'nun İmam Hatip Okulu'na dönüştürülmesiyle faaliyetine başlayan İstanbul İmam Hatip Okulu, vakit geçirilmeden İstanbul Vefa'da eski bir bina, çevreden toplanan yardımlarla okul haline getirilerek eğitime başladı.

Celal Hoca, 69 yaşında okul inşaatında çalıştı

İstanbul İmam Hatip Okulu'nun ilk mezunlarından biri olan İstanbul eski Müftüsü Selahattin Kaya, ilk İHL'lerin eğitime hangi şartlarda başladığını şöyle anlatıyor: "İlk olarak eğitime Langa'da bir binada, eski bir taş mektepte başladık. Talebe fazlaydı. Bu nedenle sabahçı-öğlenci şeklinde okuduk. Daha sonra Vefa'da eskiden ortaokul olarak kullanılmış bir ahşap konak bulundu. Hiç unutmuyorum. İlk gittiğimiz zaman, bina ahşap olduğu için oldukça çok kötü durumdaydı. Talebeler bilfiil çalıştı. Biz fazla içinde değildik ama özellikle "İhsari kısım" denilen, yani daha önce açılan İmam Hatip Kurslarına katılmış öğrencilerin bulunduğu sınıflardaki ağabeylerimiz ve yurtlarda kalanlar bilfiil çalıştı. Celal Hoca da yaşlılık haline rağmen bir genç delikanlı gibi okulun işleri için koşturuyordu." Kaya'nın bu hatıraları, 65 yaşında öğretmenlikten emekli olan ve sonrasında İmam Hatip Okullarının açılması için mücadele etmeye başlayan Celalettin Ökten'in, 70'e bir adım kalan yaşına rağmen gösterdiği çabasını gözler önüne seriyor.



Tuvaletleri bile temizliyordu

İmam Hatip Okullarında öğretmen olarak da görev yapan Nurettin Topçu, bu okulların açılmasında en önemli payın sahibi olan Celal Hoca'nın hayatını anlatan Mustafa Özdamar'ın "Celal Hoca" isimli belgesel kitabındaki hatıralarında şunları söylüyor: "Bir tatil günü İmam Hatip Okulu'na gittiğim de Celal Hoca'yı tuvalet temizlerken gördüm. 'Hocam bu genç işidir, gençler yapsın' dedim. Gülümseyerek 'Gençler yaptıkları işlerle şahsiyetleri arasında irtibat kurarlar. Yarın tuvalet temizleyip okudum diyerek kompleks sahibi olurlar. Onların gürbüz bir fidan gibi yetişmeleri bizim mesuliyetimizin icabıdır' dedi." Aynı belgesel kitapta, İmam Hatip Liselerinin ilk mezunlarından olan İstanbul İlahiyat Fakültesi eski Sekreteri Ahmet Kahraman ise Celal Hoca'nın taassuba ve onun karşısındaki kayıtsızlığa tahammülü olmadığını anlatarak "Celal Hoca, İmam Hatip Okullarında modern ilimlerle donanmış, asrın ihtiyaçlarının idrakinde ve tavizsiz fakat müsamahakar din adamı yetiştirmek istiyordu" diyor.



Tevfik İleri, İHL'leri neden sahiplendi?

1951 yılında açılan İstanbul İmam Hatip Okulu'nun ilk mezunlarından biri olan İstanbul eski Müftüsü Selahattin Kaya, Tevfik İleri'nin İHL projesini neden sahiplendiğinin ipuçlarını veren anılarını şöyle anlatıyor: İmam Hatip Okullarının açılmasını isteyen ve buraya çocuklarını göndermeye hazırlanan insanlar, maddi olarak imkansızlık içindeydiler. Öğrenciler ya İlim Yayma Cemiyeti'nin verdiği harçlıklarla, ya da bir camiye sığınmışlarsa, o cami imamının maddi manevi desteğiyle okula devam edebiliyorlardı. Babam esnaftı ve evimiz vardı. Ben öyle gider gelirdim ama benim gibi olan öğrencilerin oranı ancak yüzde 20 idi. Diğerleri hep dışarıdan gelenlerdi. Özellikle ilk yıllar bu arkadaşlarımız için çok sıkıntılı geçti. İlim Yayma Cemiyeti yiyecek-giyecek yardımları yaptı. Milli Eğitim Bakanı Tevfik İleri bir gün biz Akaid dersindeyken sınıfımıza geldi ve kendisinin de yokluklar içinde okuduğunu anlattı. Öğrencilik yıllarında sadece tek bir çift ayakkabıları olduğunu ve ağabeyiyle birlikte değişerek giydiklerini söyledi."
Yüklə 62,85 Kb.

Dostları ilə paylaş:




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin