İLİm-felsefe-kur’an işIĞinda iman



Yüklə 2,07 Mb.
səhifə7/31
tarix03.01.2019
ölçüsü2,07 Mb.
#88844
1   2   3   4   5   6   7   8   9   10   ...   31

I. Kur'an-ı Kerim'de Allah'ın varlığını isbat için insanın önemi üzerinde durulmaktadır. Zaten bütün kainatta ne varsa yalnız insana yardım etmek için yaratılmıştır. Biz buna “İtina ve önem verme ile isbat” diyoruz ki, “İnsana verilen önemle isbat” de­nilmesi daha uygundur.

II. Mevcut olan her şeyin yoktan, var edilmesi ve bunlarda­ki esas cevherlerle cemadat'taki hareket ve hayat, canlılara veri­len his ve idraklar ve insana verilen akıl üzerinde durulmakta­dır. Çünkü bunların hepsi, yaratma ve yoktan var etme gücüne sa­hip bir failin varlığının delilidir. Biz buna “yoktan var etme yoluy­la isbat” metodu diyoruz.

Birinci metod iki temele dayanmaktadır:



a- Bu alemde var olan bütün mevcudat insanın varlık yapı­sına uygun olarak yaratılmıştır.

b- Bu uygunluğa irade buyuran zat bunu istemiştir. Yoksa bu uygunluk bir tesadüf eseri değildir.

Mevcudatın bütününün insanın varlık yapısına uygun ya­ratılmasının en bariz örneği gece ve gündüz, güneş ve aydır. Dördü de insana göre ayarlanmıştır.

Mekanı olan yeryüzü bile insana uygun bir tarzda yaratıl­mıştır. Bundan başka hayvanlar, bitkiler, hatta bütün cansızlar ve denizler, bulut, yağmur, hava ve ırmaklar da, yine insana el­verişli ve faydalı bir yönde yaratılmıştır. Dikkatimizi çeken bir husus da insan bedeninin ve hayvanların bütün organlarının insanların hayatı ve varlığının devamı için birçok yönden fay­dalar sağlayacak tarzda yaratılmasıdır. Bütün kainat yalnız in­san varlığının faydası ve menfaatine uygun bir tarzda yaratılmıştır.

İşte bu yönden, Allah'ı tam olarak tanımak isteyen kişi, her şey­den önce, bu kainattaki varlıkların kendisine hangi yönden faydalı olacağını araştırıp bilmelidir.

Yoktan var etme hususuna gelince: hayvanlar, bitkiler, yer, gök, güneş sistemi ve mevcudatın hepsi, bunun örneğidir. Her insan, çok kolay ve rahat bir şekilde, bunun, Allah'ın varlığına delalet ettiğini idrak edebilir.

Yine bu yönden, her kim Allah'ı tam olarak tanımak istiyor­sa, mevcudattaki her şeyin cevheri hakkında bilgi edinmeli, yoktan var olmalarındaki hakikatin özüne muttali olmalıdır. Onları yaratan hakkında düşünmeye çağıran, her şeyde, Al­lah'ın varlığına delalet eden vasıtaları bulmalıdır. Çünkü bir kimse, bir şeyin hakikî cevherini, özünü bilmese, elbette onun gerçek icat edenini, yoktan yaratanım, vücuda getirenini bile­mez. Bu sebepledir ki, Kur'an-ı Kerim'in şu ayet-i kerimesinin düşüncemizi ne tarafa çektiğini dikkatle izlemeliyiz:

Ve onlar Allah'ın göklerde ve yerde, mülkiyet ve tasarruf sahibi olduğunu dü­şünüp idrak etmediler mi? Ve Allah'ın (yoktan yarattığı) herhangi bir şeye bakmadılar mı?”39

İbn Rüşd bunun gibi birçok ayetlerle yoktan var ediliş problemini Allah'ın varlığına delil olarak zik­rediyor diyor ki; “Bu delillerden sonra yaratıcının varlığı orta­ya çıkmıştır. Ancak bu metodlar “havassın” üstün nitelikteki kimselerin yani bilginlerin metodudur. Sadece ihtilaf bu bilgi metotlarının tafsilatıyla ilgili hususlardadır.

Bir kısım bilginler sadece duyular yoluyla elde edilen bilgi­lere rağbet ederken bir kısmı da kıyas ve mantıkî burhanlar so­nucu ortaya çıkan bilgilere rağbet etmektedir.”

Daha sonra İbn Rüşd, zikredilen eserinde, hakim olan ve her şeyi yerli yerinde vaz' eden yaratıcının varlığına delalet eden, bütün mevcudattaki delilleri açıklayarak diyor ki:

“İnsanoğlu, hissedilen herhangi bir şeye baktığı, zaman, onda, öyle bir şekil, yetenek ve vaziyet müşahede etmektedir ki, bu duyulan şeyler, fayda bakımından, kendisine uygun düş­mektedir. Matlûp olan gaye bakımından da tam bir uygunluk içinde olduğu belirmektedir. Hatta bunlarda müşahede edilen şekil, yetenek, tarz ve vaz'iyyet, başka bir suret ve biçimde ol­saydı, elbette bunların bir yararı ve faydası görülmezdi. Bina­enaleyh, kesin olarak şu düşünce ortaya çıkmaktadır:

Bu gaye ve hedeflerin çok itinalı hikmetlere uygun düşme­si, büyük faydaların sağlanmasına yardım eden, hatta onu vaz'eden, o gaye ve hikmet üzere yaratan bir varlığa inanmak­tan başka çare yoktur. Çünkü bu şeklin, miktarın ve vaz'iyyetin, gaye ve hikmet yönünden, birbirlerine uygun düşmesi neti­cesinde elde edilen faydaların bir tesadüf neticesinde meydana gelmesi ihtimali imkansızdır, böyle bir şey düşünülemez...”

Bu hikmet ve gayenin eşyada görünen şekil, miktar ve vaz'iyyetini belirttikten sonra İbn Rüşd, konuyla ilgili olarak, bilhassa insana gösterilen itina ve ihtimam, Allah'ın kudretini isbat hakkında varit olan birçok ayeti kerimeyi delil olarak ileri sürmüş; böylece, savunduğu görüşü kesinleştirmiştir. Sözünü şu cümlelerle bitirmektedir:

“Şayet biz, dikkatinizi çektiğim isbat metodunu açıklamak için bu ayetleri izah ve beyan etmeye kalksak öyle sanıyorum ki, ciltler ihtiva eden kitaplar yazmak gerekir. Bununla beraber, eğer Allah sağlık verirse, ileride, yalnız “İnsana verilen önemin Allah'ın varlığına” nasıl delalet ettiğini daha geniş bir surette izah eden bir eser te'lif ederek Kur'an-ı Kerim'in takip ettiği metodu açıklamaya çalışacağım.” Hayran:

“Bu zat gerçek bir mü’mindir hocam. Acaba yaz­mak istediği bu eseri kaleme alıp almadığı biliniyor mu?”

Ebu'n-Nûr:

“Bu hususta, onun bir şey yazıp yazmadığını bilmiyorum. Ancak, Kur'an-ı Kerim'de, kainatın nizamı, kuru­luşu, gayesi, hikmeti ve insana verilen önem ve ihtimam konu­sunda Allah'ın varlığına delalet eden ayetleri ben derledim ve üzerinde çalıştım. İlmî güç ve kudretimin yettiği kadar kainatın esrarı, tekevvünü ve teşekkülü hakkında asrın yeni keşif ve bu­luşlarına dair bazı izahlarda bulunacağım.” Hayran:

“Sayın Hocam! Konuyu bitirmeden evvel lütfen, İbn Rüşd hakkında ileri sürülen bir ithamı da burada izah ediniz. Ondan sonra yeni asrın ilmine geçelim. Diyorlar ki, İbn Rüşd, insanın şahsiyetini inkar etmekte, ruhun cesedle beraber, fani olacağını ileri sürmüş ve böyle bir inanca sahip olmuştur.”

Öteki dünyada, insan için, haşır, neşir ve hesabın söz konusu olmayacağını söylemiş olmakla itham ediliyor. Elbette bu bir inkardır ve küfre götüren bir hükümdür. Halbuki ben, İbn Rüşd gibi bir bilgin ve Allah'a inanmış bir kimseden böyle bir sözün sadır olacağına inanmıyorum. O halde bu ithamın mahiyeti ne­dir? Lütfen açıklayınız?” Ebu'n-Nûr:

“Onu dinsizlikle, kıyamet gününde insanın karşılaşacağı haşır-neşir ve hesap olaylarını inkar etmekle suç­layan Thomas'dır. (Aguinolu Thomas)40 Bu filozof, İbn Rüşd'ü kı­yamet gününü inkar etmekle ve dinsizlikle itham etmiştir. Fa­kat bizzat kendisinin bile Ruh hakkında mütereddit davranışı gözden kaçmaz. Benim bu husustaki görüşüm şudur: İbn Rüşd'ü ve fikirlerini okuyan, bilen bir kimsenin, onu bu şekilde itham edeceğine inanmıyorum. Thomas haksızdır. İbn Rüşd'ü; asılsız yere suçlamıştır.

Şöyle ki: Eğer İbn Rüşd, Aristo'nun ruhla ilgili:

“Nefis, insan bedeninin vazifesini yapan şeyden ibarettir. Bu beden olmadan nefsin varlığı ileri sürülemez. Cesedin fanî olmasıyla nefsin de fani olması lazım gelir.” görüşüne katılsa bile yine de suçlanamaz. Çünkü “Ruh ve akıl gizlidir. Hakikati­nin ne olduğu hakkında hiç bir görüş ileri sürülemez.” Ve yine “Ruh Allah'ın bir emridir.” sözlerinden de anlaşılacağı gibi, onu bu hususta itham etmek, imansız ve hatta dinsiz olduğunu ileri sürmek yerinde değildir. “Ruh”un hakikatini ancak Allah bilir. Bu, bizim anlayış kabiliyetimizin dışında, aklımızın fevklinde olan bir gerçektir.

“İnsanın fanî olmasına” gelince: İbn Rüşd, bu hususta, “Ba's” yani kıyamet günündeki haşir, neşir ve hesap olaylarını inkar etmiş değildir. Bu da yersiz bir ithamdır. Çünkü “ba's” gününde insanın yeniden yaratılacağı ve kendisine yeni bir ha­yat verileceği Kur'an'da beyan edilmiştir. Böylece cesetlere ye­niden hayat ve ruh verilecektir. İbn Rüşd bunu inkar etmemiş­tir.

Bu sözlerden sonra, oğlum Hayran, şayet Thomas’ın nefis hakkındaki görüşünü tetkik edecek olursan mütereddit bir ta­vır takındığını görürsün. Mesela, insan şahsiyetini açıklarken nefisle cesedin bir yapıdan ibaret olduğunu ifade etmiş, diğer taraftan da “Cisim ve nefis bir tek hakikattir” demiştir. Halbu­ki, başka bir yerde şöyle diyor:

“Nefis, cismî bir hakikat değildir. O ancak ruhî bir varlıktır. Allah tarafından cesedimize konulan bir hakikatten başka bir şey değildir.”

“İşte bizdeki bu ruhî varlık veya ruhî kuvvet, beden fanî ol­duktan (öldükten) sonra, ilelebed devam edecektir.”

“Nefsin müstakil bir şahsiyeti yoktur. Çünkü o, hissetme veya düşünme kudretine sahip değildir. O, bir tayf, bir şua gi­bidir. Latif bir şeydir. Cisimsiz ne bir iş görebilir; ne de herhan­gi bir kudrete sahiptir. Kendi zatında münferit bir şahsiyet ol­ması için elbette onun cisimle ittihadı zarurîdir.” demektedir.

Thomas’ın bu sözleri, nefsin cisme itimat etmesi ve cesetten ayrıldığında idrakinin, düşüncesinin ve iradesinin kesilmesi, doğru veya yanlış olması bizi ilgilendirmez. Çünkü biz, ruh'un, Allah'ın bir emri ve yalnız O'nun bileceği bir hakikat olduğunu biliyor ve buna inanıyoruz. Zira ruh, aklımızın dışında ve fev­kinde olan bir şeydir.

Yalnız burada aklımızı kurcalayan bir soru var. Thomas’ın nefisle ilgili görüşünü öğrendik; acaba o, neden bu kadar sert ve şiddetti bir hücumla İbn Rüşdü itham etmiş ve ortalığı vel­veleye vermiştir?

Her şeyden önce İbn Rüşd'ün söz ve görüşlerine döner de onu tetkik edecek olursak görürüz ki, “öldükten sonra dirilme­yi” inkar etmemiş, bilakis, insanın öldükten sonra, haşir ve neşirle karşılaşacağını ve hesap vereceğini izah etmiştir. Hatta bu­nu inkar edenlere (zındık) demiştir. Şu muhakkaktır ki, Gazaliyle “Bas”ın (öldükten sonra dirilme ve hesap verme) şekli, sureti ve keyfiyeti hakkında münakaşaya girmesinden başka, onu itham edici bir nokta yoktur. Suçlandırmayı gerektirici bir tarafı mevcut değildir, öldükten sonra dirilme konusunda di­yor ki:

“Cisim için ikinci bir yaratılış olacaktır.”

Bu sözün din'e aykırı bir yönü görülmemektedir. Gazali ile yaptığı birçok münakaşalardan sonra ruh'un hakikatinin gizli, bilinmeyen bir şey olduğunu ifade etmiştir.

Nefis hakkında konuşmak, çok zordur. Allah tarafından in­sanlar arasından seçilmiş, ilimde derinleşmiş ve bu konuda ih­tisası olan kimselerin dışında bilen yoktur. Kendisini, “ilimde derinleşmiş” kimselerden sayıp saymadığını bilmiyorum. Ka­naatime göre her ilimde kendisini onlardan sayması doğrudur da yalnız ruh ve nefis bahsinde ve buna benzer diğer müteşabih hükümlerde, kendisini onlardan ayırması gerekir. Çünkü buna benzer ilim ve bilgiler, gizli bir sır olarak kalacak, Allah'dan başka hiç kimse onların hakikatini bilmeyecek ve mesele böyle­ce devam edip gidecektir

“İlimde derinleşmiş kimseler”den murat, anlayış bakımın­dan gerçek îman ve bilgiye sahip olup müteşabihlerde “Vakf” hükmünü ihtiyar edenlerdir. Zira onlar, şu ayeti okuyarak:

Biz, manası anlaşılmayan müteşabih ayetlerdeki hükümlere de inandık. Açık kapalı bütün ayetler Rabbimiz tarafındandır, derler. Bunları ancak akıllan tam, olgun kimseler iyice düşünür ve bilirler.”41

Hayran:


“Thomas’ın nefis hakkındaki görüşünü anlamış bulunuyorum. Acaba Allah'ın varlığı ve bu Kainat’ın yaradılışı hakkındaki düşüncesi nedir? Lütfen bu husustaki fikir ve gö­rüşlerini de anlatır mısınız Hocam?” Ebu'n-Nûr:

“Thomas’ın, Allah'ın varlığı ve kainatın yaratı­lışı hakkındaki görüşlerini duyduktan sonra, Gazalî, İbn Sina ve İbn Rüşd'ün konuştuğunu zannedeceksiniz. Zira Thomas diyor ki:

“Aklımız, bütün bilgileri ve ilmî ölçüleri hasselerimizden alır. Fakat Allah tarafından insanoğluna bahşedilen akıl, öyle bir güç ve kudrete sahiptir ki, bize gelen hissî idrak ve uyarıları kudret gücüyle tertip ve tanzim ederek küllî (tümel) düşünce ve cüz'î fikirlere dönüştürür. Ancak burada bir hakikati izhar etmek zarurîdir: Akıl, yalnız hasseler yoluyla bize intikal eden şeyleri ilmî ölçülere kavuşturmakla yetinmektedir. Bunun öte­sinde olan, hîssin, aleminin gerisinde, metafizik sahada cereyan eden olayları anlamaya güç ve kudreti kafi gelmemektedir. Bu­na muktedir değildir. Doğrudan doğruya hasseler yoluyla elde edilmeyen “Allah'ın varlığı”nı kıyasla idrak mümkündür. Bü­tün kainatı yoktan var eden, yaratan, tek bir, değişmeyen, za­man mefhumu içine alınması imkansız olan bu alemin sırrı, tek kanun ve nizam üzerine onun tarafından vaz' olunan..., gibi hü­kümlerin, bu kıyas yoluyla anlaşılması mümkündür. Ancak bunun ötesinde gaybın sırları ve aklın hakikati gibi meselelerin anlaşılması imkansızdır. Bu acizliği idrak etmek zarurîdir. Ve yine ruh hakkında da bir şey bilmediğimizi itiraf etmek mecbu­riyetindeyiz. Çünkü bizim hasselerimiz, ancak maddi olan şey­leri idrak gücüne sahiptir. Maddî olmayan şeyleri, hatta bu ha­yatın gizli birçok yönlerini bilememektedir. Bir sivrisineğin ha­kikatine vakıf olmaktan bile aciz durumdayız.” Hayran:

“Güzel görüşleri var Hocam!” Ebu'n-Nûr:

“Bundan daha çok hayretini mucip olacak gü­zel görüşlerini Allah'ın varlığı hakkında ileri sürdüğü İstidlal metodunda göreceksin. Aynı şekilde hayranlığın devam ede­cek Hayran! Zira O, bu hususta, “Üç İstidlal” yolunu; Gazali, İbn Sina, İbn Rüşd ve İlm-i Kelam bilginlerinin ileri sürdüğü ispatla­rı aynen kabul edip benimsemiş ve onları savunmuştur. Mesela “hudûs” bahsinde diyor ki:

“Allah'ın varlığını tabiî illetlerle isbat etmek mümkün olan bir hakikattir. Bütün hareketlerin geçmiş bir hareketten meyda­na geldiğini kabul etmek mümkündür. Bütün hareketlerin geç­miş bir hareketten meydana geldiğini kabul etmek gerekir. Bir hareket, kendisinden önce gelen başka bir hareketin neticesidir. Böylece, ilk hareket ettiren bir muharrik'e (hareketleri sağlayan pil'e) bağlanır yahut da, teselsül halinde geçmişe doğru devam edip gider.”

“Bu alemde, tasavvur ettiğimiz herhangi bir şeyin var ol­ması ya mümkündür veya değildir. Mümkün olan “bir şeyin” zarurî olması elzemdir. Zarurî olması yönünden vacib olması gerekir ki, böylece varlığın vacib olduğu hakikati meydana çı­kar.”

“Bu alemde sayılmaları mümkün olmayacak derecede de­liller ayrı ayrı Allah'ın varlığına delalet etmektedir. Cansızların bile, nasıl sağlam bir nizam içinde hareket ettiğini müşahede etmekteyiz. Bunları böyle muntazam bir şekil ve hareket içinde vaz' eden güç, elbette kuvvetli, muazzam bir kudrete; gizli, gö­rünmeyen bir yaratıcıya delalet etmektedir.

İşte bize düşen şey; şu gördüğümüz tabiatın da ilham ettiği gibi, O yaratıcının kudretini ve birliğini parıl parıl parıldayan varlığının her şeyde nasıl tecelli ettiğini anlamaktır. Şu koca ka­inatın insanı hayret ve dehşet içinde bırakan, güzelliğini, hare­ket ve nizamındaki muhkemliğini düşünen insanın, “Tek olan yaratıcıya teslim olup O'na inanmaktan başka çaresi yoktur.”

Thomas; bu alemin yaratılışından bahsederken filozofların (terk müddeti) dedikleri “muayyen bir zaman”a değinmiş, aklın, bu konuda idrak kuvvetini kaybettiğini ve acze mahkûm oldu­ğunu ileri sürmüştür. Fakat sonunda Gazalî'nin görüşüyle bir­leşir ve onun fikirlerini harfiyyen savunur:

“Bundan bahsetmek bir mana ifade etmez. Çünkü “zaman” Mefhumu, bu alem yaratılmadan önce tasavvur edilemez. Bina­enaleyh “zaman”, hareket ve değişmeden başka bir şeyde tasav­vur etmemize imkan yoktur.”

“Alem kadîm irade ile yaratılmıştır”, sözüyle Gazali’ye ay­nen uymakta ve şöyle demektedir:

“Yaradılış, haddizatında ezelî bir mana taşımaktadır. An­cak bu ezelî mana yalnız “irade” için bahis konusudur. Çünkü vaktin tahdidi ancak irade yönündendir ve böylece Allah, murad ettiği alemi halk eder, yaratır.” Hayran:

“Güzel görüşleri var Hocam? İbn Sina, Gazalî ve İbn Rüşd'ün fikirlerine muttali olan Thomas’ın onları eleştirdiği­ni duymuştum. Şimdi ise tam bunun aksini görmekteyim. Na­sıl oluyor da görüşlerini benimsediği bir kimseyi tenkit ediyor?” Ebu'n-Nûr:

“Saint Thomas bazı konularda her ne kadar İs­lam filozoflarına karşı çıkarsa da, İbn Sina, Gazalî ve İbn Rüşd'den birçok şeyler aldığını itiraf eder. Hayran, biz burada onu bir filozof olarak ele alıyor ve İslam filozoflarıyla müşterek olan Allah'ın varlığını, birliğini isbat metotlarını zikrediyoruz. Thomas bunu aklıselim ile biliyordu. Ancak onu burada uzun uzadıya bir kritiğe tabi tutamayacağız. Kendi bilginleri onun kritiğini çok yapmışlar. Akla uyan ve uymayan fikirlerini dermeyan etmişlerdir. Biz burada tek bir hedef güdüyoruz, o da her milletten aklıselim sahibi kimselerin aynı noktalarda bir­leştiklerini sana göstermek, her türlü arzu ve heveslerin baskısından, kurtulmuş saf aklın Allah'ın varlığını nasıl itiraf ettiği­ni, birliğini, eşi ve benzeri bulunmadığını nasıl kabul ettiklerini bildirmektedir. Bu şüphe götürmeyen gerçekte, aklıselim sahi­bi her düşünür birleşmektedir.42

Şans Ve Kader İhtilafı

Hayran:


“Hocam! Hemen hemen birçok İslam filozofların­dan bahsettiniz. Ancak meşhur el-Mearri'den hiç söz etmediniz. Bu zatı da lütfedip anlatır mısınız?” Ebu'n-Nûr:

“Anlatmaz olur muyum? Elbette Ebu'l-Ala el-Mearri'den de bahsedeceğim.43 Ancak ondan bir “filozof” olarak değil de bir “şair” olarak söz etmem daha doğru olur. Çünkü sana anlattığım büyük felsefi meselelerde el-Mearri'nin ileri sür­düğü köklü görüşleri yoktur. Ancak biz, “filozof” kelimesinin lügat manasını ele alırsak; o zaman, Ebu'l-Ala'ya da “filozof” dememiz uygun düşer. Çünkü “filozofun lügat manası “hik­metli seven demektir. Buna göre, şairimiz de “hikmet” i seven ve ondan bahseden bir kimse sayılmaktadır.

Şayet “filozof kelimesini ilmî yönden tahlil edecek olursak, onu “filozoflar” zümresinden saymamız yersiz olur. “Filozof” kelimesinin geniş manası; ilmî temellerle müstakil aklî bir dü­şüncenin kurulması, büyük felsefî meselelerin tümü veya bir kısmı üzerinde araştırma ve tetkik yapılması, böylece ta'lil olunmuş bir felsefî görüşün tekevvün etmesidir.

Felsefe konusunda daha geniş bilgi istiyorsan onu şöyle ta­rif etmek daha uygundur.

“Philosophie” kelimesi aslen yunancadır. İki kelimeden meydana gelmiştir. (Philo) sevgi demektir. (Sophie) ise, “hik­met ve ilim” anlamına gelmektedir. Böylece Philosophie, bilgiyi, ilmi ve hikmeti sevmek anlamına gelir. Bu kelimeyi ilk defa Yunan filozoflarından Pythagoras kullanmıştır. Sokrates'in dilin­de “Neleri bilmediğini bilmek” anlamına gelir. Önceleri, “gerçeği düşünce yoluyla araştıran” felsefe, sonraları bütün bilim dalla­rını kapsayarak “müstakil bir ilim” şubesi olmuştur.

İnsanların yaşadığı şu dünyada cereyan eden olayların, dış­tan ve çevreden, topluma ve ferde ne gibi etkide bulunduğunu inceleyen bir ilimdir. Fakat felsefe ilmi, daha sonraları genellik­le ilkçağ, ortaçağ, rönesans ve on sekizinci yüzyıl felsefesi şek­linde okutulmuştur. Böylece, günümüzün felsefesi şu üç bölü­mün dışına çıkmamıştır.



1- Metafizik: Fizik ötesindeki varlık ve olayları inceleyen, bunlar üzerinde düşünen, “ruhsal bir şeyden ruhsal bir şeye doğru” oluştuğunu savunan bir dünya görüşüdür.

2- Ferdiyetçilik Felsefesi: Topluma değil ferde önem veren, bir nevi ruhsal metafizikçiliğe bir yönden yakla­şan, diğer yönden de uzaklaşan bir ferdî bilimdir.

3- Diyalek­tik Felsefe: Bir nevi maddeciliktir. Her şeyin ve bütün gerçeğin maddeden ibaret olduğunu ileri sürer. Ve “metafizik”in karşı­sına çıkar. Din ve Allah'a İnanmayan, maddeye tapan, onu ilah edinen ve bu görüşü zorla, kuvvetle, insan kafasına yerleştir­mek isteyen, materyalist anlam taşıyan bir fikirdir. İlk defa Herakkitos (MÖ. 576-480) tarafından savunulmuştur. Sonraları, Alman düşünürü Hegel (1770-1831) bu fikri yeniden ortaya atmış ve nihayet Alman Yahudilerinden Kari Marx (1818-1883) tara­fından müdafaa edilmiştir. İşte genç dimağlara tesir eden, onla­rı doğru düşünceden çıkaran bu görüş, ne din, ne ahlak, ne akıl hürriyeti, ne de adet ve an'ane tanır. Bu gibi değerleri, topyekûn ortadan kaldıran, silip süpüren bir düşünce akımı, kısaca maddecilik, veya materyalizmdir. Sürekli bir diyalektik anar­şizmi yarattıktan sonra, ferdin topluma zulmü şekline dönüşür. İşte şairimiz el-Mearri'nin bu üç görüşten birine veya bunlara benzer bir felsefeye sahip olduğu kanaatindeyim!

Görüyorsun ya Hayran! “Gerçeği Düşünme” ve “onun” üzerinde “araştırma” şeklinde bilinen felsefe, hangi manalarda kullanılmış ne gibi değişikliklere uğramış ve nasıl bir hal almıştır. Ama biz yine, “gerçeği düşünme” açısından şairimiz el-Mearri'nin sözlerini ele alarak tahlil edelim. Bakalım onun nasıl bir görüşü var? Bu hususta ne düşünüyor? Zira görüyorum ki, el-Mearri'nin görüşlerini dinlemek için heyecanla beklemektesin. Şayet filozof, bir hakikati, müstakil bir düşünce içinde, bilim fe­cileri üzerine inşa edilmiş felsefî bir mesele olarak tetkik ve ahkik etmekteyse, neticede kesin olarak felsefî bir görüşün tekevvününü sağlamaksa, biz burada şairin doğru veya eğri fikirlerini savunmayacağız. Sadece kendi görüşünü izaha çalışacak, diğer filozoflarla birleştiği ve ayrıldığı konuları karşılaştıracağız.

el-Mearri'nin fikirleri dağınıktır. Toplu bir felsefî görüşünü almak çok zordur. Mevcut olanlar da bazı felsefî meselelere münhasırdır. Bu itibarla el-Mearri'yi, en adil filozoflardan say­mak yerinde olur. Bütün felsefî görüş ve düşüncelerini, şiirleri araşma serpiştirmek suretiyle canlandırmıştır: Fakat bunların arasında bir bağlantı görülmemektedir. Ebu'l-Ala el-Mearri, dünyadan el çekmiş, zahidane bir hayat yaşamaktaydı.

Şansının ona yardım etmemesi, dehşet, hayret, ıztırap, şek ve şüphe içinde yaşamasını sebep olmuştur. Şikayetlerini şuur altında gizleyen, bir kimseydi. Iztıraplarına yalnız şiirleriyle tercümanlık ediyordu. Böylece hatırına gelen her sıkıntı, kin ve nefret bir şiir oluyordu. Edebiyat, dil ve lügat, hatta biraz da felsefe. Bilgili bir insan olan bu şairin her sözü, maskaraca bir olay, bir kin şeklinde ve şiir kalıpları halinde dökülüyordu. Arap şiir ve edebiyatını iyi biliyordu. İçgüdüsünde taşıdığı egoizmi seven bir kimseydi. Bu egoizm bazen zahidliğin arkasına saklanır, bazen de zahidlik, egoistliğin arkasına gizlenirdi. zahidlik ve kendini beğenme hastalığı, sanki çocukların saklambaç oyunları gibiydi. Böyle bir hal ve tavır takınmaktaydı. Bununla beraber, iman konusunda şüpheler içinde kıvrandığını söyler, yardım isterdi. Kendisine, yine şek ve şüphelerinden başkası yardım etmiyordu. Böylece, söz konusu şek ve şüphele­rin onu hakikate doğru sürüklediğini göreceksin. Bu bakımdan şairin bazı felsefî görüşlerinin olması tabidir.

Ancak her sözünü ele alarak onu tam bir filozof addetmek doğru olmaz. İnsanlar arasında sıkıldığını ve ıztırap içinde ol­duğunu görünce, hemen bunu bir şiir kalıbına dökerek ortaya atardı. Bu sözlerinde biraz iman, biraz da şek ve şüphe vardı. Şimdi biz, şairin bütün söylediklerini ele alarak, onu müstakil aklî düşünce kabul ederek halis tefekkürle felsefî bir görüş elde etmek için ömürlerini sarf eden, böylece ortaya, toplu, açık, bir­birine bağlı aynı hedeflere yönelmiş, aynı neticelere varan bir felsefî sisteme sahip filozoflar zümresinden mi sayalım?

el-Mearri'nin “Divan'ı, “Risalet il-Gufran” ve “Dai ed-Duat” adlı kitaplarını tetkik edecek olursak - bu üçünden başka fikri­ne tercüman olan başka bir eseri de yoktur - bunlarda, müsta­kil, birbirine bağlı, derli toplu, fikir bulmak imkansızdır. Ne varlık bilimine (metafizik), ne ahlak bilimine, hatta ne de toplum bilimine (sosyoloji) dair herhangi bir şey görememekteyiz. An­cak onlarda bulacağımız şey, karanlık bir görüş içinde, şüpheci, daima kaynayan bir volkan halinde nefret, kin, alay, istihza. Yükseklerden bu lavları fışkırtan bir yanardağ halidir.

Burada şairin şüpheci ve mütereddit, hali üzerinde fazla durmak istemiyorum.

Mearri gibi içi, kahramanların ve büyük insanların hırsıyla dolu, hayatının ilk çağında kör alan, çirkin yüzlü, uzlet hayatı­na mahkûm, hareket ve çeviklikten mahrum, midesinden şika­yetçi, hazım imkanlarından yoksun, dünyadan ayrı zahidce bir yaşayış içinde, şan, şeref, izzet kapıları kendisine kapalı, insan­lardan usanmış, bıkmış, hatta onlardan nefret etmiş, Allah'ın rahmetinden umudunu kesmiş bir insanı düşün, Hayran!

Evet, böyle bir durumda olan Ebu'l-Ala gibi şair, elbette, şek ve şüphe içinde çalkalanacaktır. İnsanların değişik hayat ve şanstan gelen şek ve şüphesiydi bu. Böyle bir şüpheden ancak sıddıklar kurtulabilmektedir. Çünkü onlar, kader ve kazanın nereden geldiğini bilir ve imkan dahilinde onu defetmeye çalı­şırlar. Bu imkana sahip olmadıkları zaman da gam ve keder çekmez, Allah'ın rahmetinden ümit kesilmeyeceğine, ona bağlı kalmakla hakiki saadet ve şerefe, ebedî sıhhat ve zenginliğe sa­hip olacaklarına inanırlar. Evet, bu şek, insana şu yalancı haya­tın cefasından açılan bir pencereden girmektedir. Dünyadaki sıhhat, zenginlik, uzun ömürlü olmak, şan ve şeref bakımından şanssızlığa uğramak hastalık, fakirlik, kısa ömürlülük, zillet ve meskenetin pençesi altında ezilmeye mahkûm olmak gibi se­beplerle bu hayattan şikayet etmek ve böylece şek ve şüphe alevleri içinde yanmaktır. İşte insanı, duçar olduğu bu musibet­ten kurtaracak tek yol Allah'a îman'dır. Bunu anlayan sıddıklar zümresi ve bu idrake sahip her insan, ancak iman yoluyla kur­tarıcı devayı bulmuşlardır. Çünkü onlar, her şeyden şüphe et­seler de yalnız Allah'ın varlığından şüphe etmemişlerdir.

İşte şair Ebu'l-Ala el-Mearri de bunlardan biridir. Çünkü bunlar, Allah'ın varlığını ve birliğini her yaratıkta müşahede etmekte ve ona delalet eden işaretleri görmekte ve bunu anla­maktadırlar. Yeri gelince bu hususu daha geniş bir surette izah edeceğim. Bunu unutma. Çünkü delilleriyle anlatacağım.” Hayran:

“Ebu'l-Ala, şüphe konusunda ne kadar ileriye git­miştir?” Ebu'n-Nûr:

“Biraz önce izah ettiğim gibi, şek ve şüphenin sebebini anlattıktan sonra bunu açıklamıştım. Bununla beraber, her bedbaht insanın düştüğü bu şek ve şüpheyi izah ederken şairin buna hangi yönden musab olduğunu da kısaca ifade et­miştim. Şimdi ise Allah'a imanından bahsedeceğim ve bu şek ve Şüpheyi, içinden püsküren ateşle, nasıl söndürdüğünü, iman'la huzur ve sükûna nasıl kavuştuğunu izaha çalışacağım.

Evet! Ebu'l-Ala her şeyden şüphe etmişti... Yalnız bir şey müstesna: Allah'ın varlığı. Çünkü aklına, bu hususta, zerre ka­dar şüphe kondurmuyordu. Eğer sana bunun zıddını söyleyenler olursa, onlara inanma. Çünkü şiirleriyle bunu beyan edece­ğim. El-Mearri, kaza, kader, irade hürriyeti, yaradılışın hikmeti, ruh'un hakikati, öldükten sonra dirilme ve orada verilen hesabın mahiyeti hakkında şüphe izhar etti. Yalnız, Allah'ın varlığı­na ve birliğine inanıyordu. Çünkü sağduyulu bir akla sahip olan şair, tek varlığa inanmanın gereğini kavramıştı... Aklı, her ne kadar Allah'ın birliği ve zatının mahiyeti konularında zaafa düşecek kadar yorulmuş idiyse de, hudus (sonradan yaratıl­ma), kadîm, yoktan var etme, zaman ve mekan tasavvuru gibi bahislerde acze düşmüşse, şek ve şüphesi bunlar üzerinde dur­muş, şanssızlık eseri bu yola sürüklenmişse de, Allah'a olan sağ­lam imanı yine de sarsılmamıştır.

İşte Mearri'nin felsefesi bundan ibarettir. Eğer bizzat bunu daha yakından görmek ve bu hakikate muttali olmak istiyor­san, Divan’ına dön, bak. Şiirlerine hakim olan fikirleri öğren. Aralarında mukayese yap. Onlara nazar et, düşün! O zaman el­de edeceğin netice ve nihayet varacağın sonuç, yukarıda söyle­diklerimin dışına çıkamaz.”

Hayran:

“Bu açıklamanın hayret edilecek kadar önemi var. Halbuki, söylediklerine göre, Ebu'l-Ala, zayii bir iman sahibiydi. Onun hakkında birçokları böyle yazmıştı. Çünkü şiirleri bunu gösteriyormuş Hocam!” Ebu'n-Nûr:

Ebu'l-Ala'nın şiirlerini okuma iştiyakı bu yön­den ileri gelmektedir. Çünkü kader ve kazanın musibetinden şikayet eden yahut onun hikmetinden şek ve şüpheye düşüldü­ğünü gösteren her şiirde şans ve talihin yer değiştirmesi bahis konusudur. Dünyada hiç bir insan yoktur ki, duçar olduğu mu­sibetten şikayet etmesin. Musibet, ister malına, ister organların­dan birine, ailesine, çoluk çocuğuna veya yakınlarından birine isabet etsin, insan, şikayet etmekle içindeki sıkıntıyı gidermek ister. Bilhassa bu şikayetden zevk duyar.

Ebu'l-Ala da şikayetlerini şiirlerinde izhar ediyor, onlarla açıklamaya çalışıyordu. Şimdi bizim, burada, bu şiirleri ele ala­rak, onun îman veya küfrüne hükmetmemiz doğru olmaz. Öte­ki şiirlerinde açıklanan hususlarla beraber, mukayese yaparak, meseleyi izah etmemiz yerinde bir hareket olur. Gerçi şiirleri arasında, musap olduğu şek, şüphe ve mütereddid havayı, her şeye şüpheci bir gözle baktığını açıkça görürüz. Ama bunun yanında Allah'a itimat ve güvenini daima muhafaza ettiğini, ona çok değer verdiğini de fark ederiz.

Bakınız, şu mısrasında ne diyor?
“Zulmetmez o kalb ki sahibinde zerre kadar akl ola”
Evet, Hayran! Bir insan, “aklı selim” dediğimiz özelliğe sa­hipse, elbette onun kalbi incinmez ve herhangi bir zulümle kar­şılaşmaz. Görülüyor ki, tbu'l-Ala, aklına çok fazla ehemmiyet veriyor, ona itimat hususunda hiç şüphe etmiyor. Şu beyitlerin­de, akla verdiği önemi, çok bariz bir şekilde görebilirsiniz.
“Görmeden kabul etme verilen haberi

Doğruluğuna onun aklın ermedi mi?”


Bir başka beytinde diyor ki:
“Gördüğün aynalar doğru göstermiyorsa eğer

Kendin için bir düşünce aynası hemen buluver.”


Bir başka beytinde de:
“Koşarak beni doğru yola çağırana inanırım,

Aklımdan başka bir şey dikilirse onu bırakırım.”


Bu mısralarıyla akla verdiği önemi görüyorsun.

Çok sabırlı bir zat olan ve mahrumiyet içinde yaşayan şair, “akıl” ile Allah'a inanmış, onu her benzerinden tenzih etmiş; O'nu, ezelî, ebedî her şeye kadir, her şeyi bilen, her şeye hayat veren, tek yaratıcı ve öldükten sonra yeniden hayat verici ola­rak tanımış ve inanmıştır. Biz bunu anlayıp idrak ettikten sonra onun imanından şüphe mi edeceğiz? Bilhassa şu beytini işittik­ten sonra:


“Bir ses işitiyorum bir tek bilenden

Bırak artık da günlerimi yalnız geçireyim ben.”


Şair burada bize, Allah'a ve onun birliğine îmanla yalnız yaşadığını ifade etmek istemektedir. Diğer beytinde diyor ki:
“Gelir geçer milletler ara arda,

Kalan sadece yüce Tanrı'dır.

Gecikir belki arzular ama

Dünyada ebedî kalmak imkansızdır.”


Diğer şiirlerinde, “Allah'ın her şeye kadir olduğunu” ve bu kudretiyle “ölüyü dirilttiğini” ve “diriyi öldürdüğünü”, her şe­ye hayat verdiğini, insanı ölü bir madde yaptığını, sonra yeni­den o maddeye hayat verdiğini” belirtir:
“Bir tuhaf güç içice koymuş cevherleri

Giderince olur birer donuk eşya gibi.”


Hayran:

“Ama hocam, ben onun şöyle bir şiirini ezberle­miştim:

Dediniz ki bize “O, yaratıcıdır, bilir.” “Doğru söylersiniz” dedik biz de “öyledir.” Mekansız sandınız siz onu Zamansızdır da. Ama dinleyin bunu: “Gizlidir manası bu sözün Bildirir akılsızlığımızı bizim...”

Bu, bir iman zaafının işareti değil mi? Ebu'n-Nûr:

“Hayran, neden sen bu mısraları ezberliyor­sun da;
“En, büyük Allah ona hiç bir şey kıyas olmaz

Oldu, olacak sözü yanına yaklaşmaz.”


Mısralarını ezberlemiyorsun?

“Sizin, yeni yetişen nesillerin hep şüpheli şeylere karşı za­afınız var. Fakat neden hatırınıza gelmedi? Önceki derslerimizde, uzun uzadıya, zaman ve mekan hususunda konuşmuştuk. Zaman ve mekan mefhumunu izah etmiştik. Akim, bu iki mef­hum hakkında hayalî bir kuruntu içinde olduğunu, yanlış ta­savvurlarla dolu bulunduğunu, zaman ve mekan mefhumunu tasavvur etmede aklımızın acze düştüğünü, güç ve kudretinin kafi gelmediğini ifade etmiştik.

İşte sözü geçen beyitlerle murat edilen mana; zaman ve me­kanı aklımızın tasavvur edemeyip, bu konuda acze düşmesidir. Çünkü, bu alem yaratılmadan önce, zaman ve mekan ta­savvur etmemize imkan yoktur. Zaman ve mekan, bu alemle il­gilidir. Gazali’nin dediği gibi, kainata tabi olan zaman ve mekan'dan başka veya önce bir zaman ve mekan tasavvur edile­mez. Böyle bir tasavvur, hakikat değildir. Hayalî bir kuruntu­dur. Ebu'l-Ala da, yukarıdaki şiirlerinde aynen Gazalî gibi, bir hükme işaret etmek istemiştir.

Bu sözleri söyledi diye, Ebu'l-Ala'yı, küfürle suçlarsak ona karşı haksızlık yapmış oluruz. Çünkü Allah'ın varlığını inkar etmemiştir ki, onu küfürle itham edelim. Biraz önceki beytinde de izah ettiğimiz gibi, O, Allah'a inananlardandı. Yani, Allah'ın ezelî olduğunu, bizim anladığımız gibi, sonradan yaratılanlarla O'nu kıyas etmenin caiz olmadığını, mahlûkatta hiç bir şeye benzemesine imkan olmadığını söylüyordu. Çünkü mahlûkatta zaman ve mekan manası olsaydı haddizatında bizim bunu tasav­vur etmemize ihtiyaç kalmazdı!. Biz, bir cismi ancak mekan ve zamanı ile tanıyabilmekteyiz. Ama Allah, bu mahlûkatın muttasıf olduğu niteliklerden münezzehdir

Onun ölümden sonra diriliş konusundaki görüşü de aynı böyle, şüpheciler daha çok onun şu beyitlerini ezberliyorlar;

“Günler o kadar kırdı ki bizi Bir kaseye döndük, imkansız yapılması. Olduğu gibi kalsaydı eğer şu bedenin Telef olduktan sonra çalışırdık onun telafisi için.”

Şu beyitleri ise hiç ezberlemiyorlar:
“Savrulunca kemiklerim yel gibi bir bir

Toplamak onları yeniden Allah için zor değildir.

En güzel şekilde yaratan yoktan bizi

Emreder ölünün dirilmesini, haşri, neşri.

Öldükten sonra elbet dirilir emretmişse mülkün sahibi

Elimizde değil bizim şerri defetmek imkanı.

Korktuklarımızın en tuhafı hafiften gelen sesle;

İşte geldiniz uyuyanlar haydin haşre.

Ah yaşasaydık keşke sonsuz bir hayatla

Ya ölseydik kalkmayarak bir daha.”


Sonra bir mü’min olarak Allah'a şöyle yalvarır:
“Gidişim dünyadan bir hayra dönüşecekse eğer

Rabbim ne olur beni çabucak götürüver.

Öbür dünyadaki akibetim şerse şayet,

Alma canımı Tanrım biraz olsun tehir et.”


Artık bu şairin herhangi bir şekilde îman zayıflığı ile itham edilmesi doğru değildir. Allah'a ve ahiret gününe îmanı bizzat kendi söz ve fikirlerinden açıkça anlaşılıyor.

Biraz da bu fikirleri, muhtelif beyitlerde ifade ettiği görüş­lerini birbirleriyle karşılaştırarak mukayese edelim.

“Kırılan cam” gibi olan cismimiz hakkında kullandığı:

“Fakat bunu o anda yeniden yapmamız imkansızdır” sö­züyle kıyamet gününü inkar ettiği ileri sürülemez. Çünkü din bilginleri, Allah'a iman eden birçok alimler, müştereken derler ki:

“Kıyamet günü yeni bir yaradılış olacaktır.” Hüküm böyle olduğuna göre şairimizin kasdettiği mana da budur. O halde, bu sözün onu imansızlıkla ve kıyameti inkar etmekle suçlandırıcı bir delil olmadığı meydana çıkmaktadır.

Diğer şiirindeyse; aklen kıyamet gününün vaki olacağını ileri sürer:


“En güzel şekilde yaratan bizi

Emreder ölünün dirilmesini, haşrî, neşri.”


Diyen şair kıyamet gününe aklen de inanmış bir kimsedir. Çünkü burada ilk yaratan ve yarattığı cisme şekil ve suret veren O olduğuna göre, bizi yeniden yaratacak ve hesap soracaktır. Bak Hayran, Şair bu hususu aklıyla kabul ettiğini ifade etmektedir... Artık sen bu iki beyt arasındaki müşterek manayı düşün.

Ebu'l-Ala’nın Ruh hakkındaki görüşüne gelince... Diyor ki:


“Bedenin varacağı yer en sonunda topraktır,

Bilmem ki ruhlar nereye gidecektir?

Ruh bir bedenle buluşursa ölmez bir daha

Fena illetine tutulan bedenler ölür amma.

Rüzgarsan eğer, ey rüzgar dur.

Ateşsen şayet, ey ateş sön

Ölünce ruhum, aklımı da birlikte alıp gidiyor,

Bak görebilirsen eğer, ama görülmüyor.

Uçunca havada korkunç bir yolculuk başlar

Bedenimse kara toprağın bağrına dalar.”


İşte hiç bir zaman şairimizin îmanını zedelemeyen sözler... Bu şiirlerde belirtilen fikirler, aşağıdadır:

Ruh, cesedden ayrı bir varlıktır. Cesedde bulundukça, hapsedilmiş gibi, elem ve ıztırap çekmektedir. Ceset ise hayatın ıstrap ve cefasını çeker. Böylece Ebu'l-Ala, ruh'un ne olduğunu bilemiyor. Acaba cesedden ayrı müstakil bir varlık mıdır? Yok­sa cesedin hayattaki görevini yapmak için onunla beraber mi geldi? Ve yine onunla beraber fani mi olacak? Sonra şair başka bir soruyla karşılaşıyor ve soruyor: Acaba ruh dediğimiz hayat cevheri ateş midir? Yoksa hava mı? Eğer bunlardan biriyse, ya sükûn bulup yerinde kalmasını yahut ateşse sönmesini istiyor... Fikirleri ve görüşleri budur. Ne tarafa çevirirsek çevire­lim, bu görüşlerde îmanı zedeleyici herhangi bir şüpheye rastlayamayız.

Böylece Ebu'l-Ala el-Mearri'nin Allah'a nasıl saygı gösterdi­ğini anlamış bulunuyorsun. Evet! Kaderin gizliliklerine hayret ve dehşetle bakmasına, hayata karşı nefret duyguları besleme­sine, bela ve musibetlere duçar olmasına rağmen sabırlıydı. Al­lah'a inanan kimselerin en sadıklarından biriydi o...44


Yüklə 2,07 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   10   ...   31




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin