İLİm ve sohbet meclisleriNİn gereğİ ve edepleri



Yüklə 141,62 Kb.
səhifə1/3
tarix10.02.2018
ölçüsü141,62 Kb.
#42579
  1   2   3

İLİM VE SOHBET MECLİSLERİNİN GEREĞİ VE EDEPLERİ

* Din ancak ilim sayesinde hakkıyla yaşanabilir. Bu sebeple sadatlar ilme, özellikle kişiye lazım olan ilmihale çok önem vermişlerdir.

Hangi ilim?

İlmin, bilmenin önemini vurgulamayan hiç bir dinî sohbet, hiç bir tartışma yok. İman ve yaşantıyla ilgili her konu dönüp dolaşıp ilme, bilgiye bağlanıyor. Anlıyor ve kabul ediyoruz; bilmekle, öğrenmekle yükümlüyüz.

Ama neyi?

Yaşadığımız çağa “bilgi çağı” deniyor. Gazeteler, kitaplar, dergiler, bilgisayar, internet ve her türünden kitle iletişim araçları ile bir bilgi sağanağı altında yaşıyoruz. Hayatımızla ilgili veya ilgisiz her konu üzerine, müthiş vurgular yapılıyor. Herkese göre kendi sunduğu bilgi çok önemli, hatta en önemlisi. Ve biz sade insanlar, neyi ne kadar öğreneceğimizi şaşırmış olarak bir selin önünde sürüklenip gidiyoruz.

Sonuçta öyle bir hale geldik ki, artık hayatî bilgilere de kayıtsızız. Oysa bilgiye kayıtsızlık hayata, hayatın ötesine kayıtsız kalmak demek.

Bir müslüman olarak bu konuyu yerine oturtup, beynimizi ve kalbimizi bir düzene sokmamız gerekiyor. Ancak bu şekilde dünyamızı ve dünya sonrası yaşantımızı düzene koymuş ve riskten korumuş oluruz.



Herkese Farz Olan İlim

“Şüphesiz, ilim öğrenmek erkek-kadın her müslümana farzdır.” (Beyhakî, İbnu Mâce, Tabarâni, Heysemî) hadisini her müslüman biliyor; ancak farz olan bu ilmin hangi ilim olduğu tam olarak bilinmiyor.

Hadis, farz-ı ayn ilimden bahsetmektedir. Farz-ı ayn ilim, her müslümanın bizzat öğrenmesi ve bilmesi gereken ilimdir. Bu ilmi ona farz kılan Allahu Teâlâ ve O’nun Rasulü’dür. Akıllı olup büluğ yaşına ulaşan her müslüman bu ilimlerden sorumludur. Çünkü bu durumdaki bir insan, iman ve ibadetle yükümlüdür. Helâl ve harama dikkat etmesi gerekmektedir. Görevli melekler tarafından amelleri yazılmaya başlanmıştır. Amele yükümlü olan bir kimseye ilk gereken iş, yapacağı işin ilmini öğrenmektir.

Temel kaide şudur: Yapılması farz olan bir şeyin ilmini bilmek de farzdır. Bu şeyleri temelde üç ana gruba ayırabiliriz: (Gazâli, İhyâ, I, 25)

* İnanılması şart olan esaslar.
* Yapılması icap eden farzlar.
* Terkedilmesi gereken haramlar.

Bunlarla birlikte vacip, sünnet, mendub, müstehab, mübah, mekruh ve müfsid olan ameller mevcuttur ki, onların bilinmesi farzlardan sonra gelir.



Önce İmanın Bilgisi

Farz olan ilimlerin başında, imanla ilgili konular gelir. Bunlara kısaca akâid ilmi denir. Allahu Teâlâ’nın zat ve sıfatları, peygamberler, kitaplar, melekler, kader, kaza, ahiret, hesap, ceza, Cennet, Cehennem gibi konular, bu ilmin esasını oluşturur. Bunların gerçeği her müslüman tarafından bilinmelidir. Bu esaslara topluca ve kısaca iman etmek, mü’mini mesuliyetten kurtarır. Ancak her birini derince incelemek, bildiklerini yakîn hâline getirmek, taklidi tahkike çevirmek, iman ettiklerini görürcesine kabullenmek, yapabilenler için büyük bir fazilettir.

Akâid ilmi temelde kalbin iman ve kabulüyle ilgilidir. Bu kabul ve teslimiyet her kalpte aynı seviyede değildir. Kalbin, manevi yönden sıhhat ve hastalık durumuna göre bu ilimdeki hazzı ve nasibi değişir. Yani iman nuru ve kalbin şuuru artar ve eksilir.

Kalple ilgili ilimler sadece imanla ilgili konular değildir. Kalpte meydana gelen ve kalple işlenen bir çok büyük günah vardır ki, onları bilmek ve kalbi onlardan temizlemek de farzdır. Şirk, riyâ, kibir, ucub, hased, aşırı dünya sevgisi, cimrilik, tamah, insanları küçümseme gibi hastalıklar bunların başında gelir. İnsanların çoğu, bunları ihmal eder, yeterince öğrenmez. Hatta bunları öğrenmenin farz olduğunu çoğumuz bilmiyor. Onun için çok kimse, namazın zahirî bütün farz ve edeblerini öğrendiği halde, batınî (kalbimizle ilgili) farzlardan huşû ve huzuru hiç önemsemez. Ayrıca, namazın sevap ve faziletini ortadan kaldıran gösteriş, amelini beğenme, ameline güvenme, yaptıklarıyla övünme, gaflet gibi mânevi hastalıklara hiç aldırış etmez, onları tedavi yoluna gitmez.

Allâme İbn-i Âbidin (Rh.A.), “Reddü’l-Muhtâr” adlı meşhur fıkıh kitabında bu konuya şöyle dikkat çekiyor:

“İhlası öğrenmek, ucbu, hasedi ve riyâyı bilmek farz-ı ayndır. Kibir, cimrilik, kin, hile, gazap, düşmanlık, tamah, böbürlenme, hiyânet, yağcılık, hak söze karşı kibretmek, kalp katılığı, uzun emelli olmak gibi kötü ahlâklar da aynı hükümdedir. İmam Gazâlî’nin belirttiği gibi, hiç kimse bunlardan tamamen kurtulmuş değildir. Bu durumda, onlardan herhangi birine müptelâ olan insanın onu öğrenmesi ve tedavi edip kalbinden gidermesi farz-ı ayındır. Bu da ancak, onların ne olduğunu, sebeplerini, alâmetlerini ve tedavi yollarını bilmekle mümkün olur. Çünkü, kötülüğün ne olduğunu bilmeyen kimse, içine düşer.” (İbn-i Âbidîn, Reddü’l-Muhtâr, I, 126)

Şâfiî fakihlerinden Allâme İbnu Hacer el-Heytemî’nin de dikkat çektiği gibi; (İbn-i Hacer el-Heytemî, ez-Zevâcir an İktirâfi’l-Kebâir, I, 49) kalpte işlenen bâtınî günahlar, azalarla zahirde işlenen günahlardan daha tehlikeli, daha devamlı ve daha tesirlidir. Çünkü şirk, riyâ, kibir ve hased gibi batınî günahlar, işleyeni zalim ve fasık yaptığı gibi, aynı zamanda iyi amelleri de yok eder. Diğer günahlar arada bir yapıldığı halde, kalbe yerleşen günahlar ona müptelâ olan kimseden hiç ayrılmaz. Mesela bir hırsız devamlı başkasının malını çalamaz. Bir içki müptelâsı durmadan şarap yudumlayamaz. Bir eşkiya, dakika başı yol kesip can yakamaz. Halbuki kibirli bir insandaki kibir ve kendini beğenme hali, ondan hiç bir halde ayrılmaz. Hasedle içi yanan kimse, bir an olsun ondan kurtulamaz. Öyle ki, otururken, yürürken, konuşurken, yerken, içerken, herhangi bir iş yaparken, hatta namaz kılarken, sohbet ederken, zikir çekerken bile bu hastalık kendisini gösterir. Dış azalarla işlenen günahlar, güzel bir tevbe ve istiğfarla temizlendiği halde, kalbe yerleşen günahlar, ancak tevbe, istiğfar ve güzel bir terbiye ile temizlenebilir. Şu halde, bu tür günahları tanımak ve sakınmak, diğerlerinden daha önemlidir.

“Halbuki onlar, ancak, ihlasla Allah’a ibadet etmekle emrolundular.” (Beyyine/5) âyeti, ihlasın farz olduğunu beyan eder. İhlâs farz olduğu gibi, onu ortadan kaldıran ve zedeleyen şirk, riyâ, gösteriş, kendini beğenme, böbürlenme, kibretme gibi şeyleri bilmek de farz olmaktadır.

Temel kâide şudur: “Bir farzın yerine getirilmesini temin eden şeyler de farzdır.” (Sühreverdî)

Sonra Amellerin Bilgisi

İmandan hemen sonra namaz farz olduğundan, her mükellefin namazla ilgili farzları ve namazın kılınış şeklini öğrenmesi farzdır.

Namazın evelinde gerekli olan taharet şekillerini, namaza mani olan pislikleri ve bunları giderme yollarını, abdest ve guslün farzlarını öğrenmek de farzdır.

Namaz içinde farz olan kıraatı yerine getirmek için, yeterli miktar Kur’an âyetlerini düzgün bir şekilde öğrenmek ve ezberlemek de farzdır.

Namazla mükellef olan bir kadının, adet ve hastalık kanının şekil ve hükümlerini, doğum yapıp lohusalık halini gördüğünde onunla ilgili hükümleri öğrenmesi farzdır.

Ramazan ayına ulaşan bir mü’minin, oruçla ilgili gerekli bilgileri, orucu bozup, kaza ve keffâreti gerektiren durumları öğrenmesi ve hastalık, yolculuk, ihtiyarlık, hamilelik gibi dinen kabul edilen bir mazereti yoksa, oruç tutması farzdır.

Ailesini geçindirmekle yükümlü olan bir mü’minin rızkını helâlinden kazanması farzdır. Bunun için, meşgul olduğu mesleğin ve kazancının içine haram karıştırmamak da farzdır. Hepsinden evvel, bir işe veya ticarete girecek bir mü’minin o iş ve ticaretle ilgili dini hükümleri öğrenmesi farzdır. Bu öyle bir mühim konudur ki, haram mal her türlü ibadeti etkilemektedir. Öyle ki, midesinde haram gıda, üzerinde haram eşya bulunan bir insanın kıldığı namaz, çektiği zikir, gittiği hacc, verdiği sadaka ve yaptığı duâ hiç bir fayda vermeyecektir. Bu konunun önemini Hz. Rasûlullah (A.S.) şöyle belirtmiştir:

“Helâli aramak, her müslümana farzdır.” (Tabarânî, Beyhakî, Heysemî)

Hz. Ömer (R.A.), kendi zamanında esnaflar için şu talimatı yayınlamıştır:

“Bu çarşı ve pazarımızda, ancak (alış-verişle ilgili) dinî hükümleri iyi bilen kimse ticaret yapsın. Aksi takdirde, isteyerek yahut istemeyerek faiz yer, harama girer.” (el-Mekkî, Kûtu’l-Kulüb, I, 129-130)

Kazandığı mal, zekât verecek nisaba ulaştığı zaman, zekâtla ilgili hükümleri bilmek ve zekâtını vermek farzdır.

Maddi durumu daha ileri seviyeye çıkan bir mü’min, hacc aylarında hac farizasını yerine getirecek imkâna ulaştığında, haccı öğrenmesi ve yerine getirmesi farzdır.

Harama düşme tehlikesi olan ve maddi imkanları bulunan bir kimsenin, nikahın şartlarını öğrenip evlenmesi ve ayrıca nikahı düşüren şeyleri bilmesi farzdır.

Hanımını boşayan bir erkeğin, ona karşı bundan sonra nasıl davranacağını ve hukukunun ne olduğunu bilmesi farzdır.

Her müslümanın, kendisine haram kılınan düşünce, fiil ve fikirleri öğrenmesi farzdır. İmam Gazâlî’nin (Rh.A.) dikkat çektiği gibi; (Gazâlî, İhyâ, I, 26) bid’atların yayıldığı, batıl fikir ve cereyanların her yanı sardığı, haramların güzel bir şey gibi anlatıldığı bir beldede büluğ çağına gelen bir genci, bu haramlara karşı bilgilendirip onlardan korumak gerekir. Çünkü haram fiil ve fikirler, kalbe ve beyne işlemeden giderilmelidir; yoksa tedavileri çok zor olur.

Her mükellefin, anne-baba hukukunu ve onlara karşı gereken vazifelerini öğrenmesi farz-ı ayndır.

Her mü’minin, kimleri Allah için sevip, kimlere Allah için buğz edeceğini öğrenmesi, kimlerle birlik içinde hareket edip kimleri terketmesi gerektiğini bilmesi farzdır.

Her mü’minin, kendisini Hakk yolunda sevk ve idare eden imam, mürşid veya halifeye, yani “ülû’l-emr” sıfatında olan kimseye karşı vazifelerini bilmesi ve gereğini yerine getirmesi farzdır.

Zengin ve imkânı olan müslümanların, farz olan dini ilimlerin korunması ve yayılması için gerekli müesseseleri kurmaları ve korumaları farzdır. İlmi ve ilim ehlini sevmek de farzdır.

Bu ilimlerin her mükellef tarafından bilinmesi farz olduğu halde, günümüzde ihmal ve gaflet biribirine eklenince, ortaya Rabbini tanımaz, dinini yaşamaz, edebini ve haddini bilmez, kendi menfaatından başka kimseyi sevemez bir sürü insan çıkıverdi. Bütün bu arızalar ve cehalet giderilmeden hakkıyla ne din yaşanabilir, ne de tasavvufun neşesine ulaşılabilir.

Öyleyse ilme koşmalıdır. Meclis ve halkalarımızda ilim konuşulmalıdır. Çantamızda, masamızda bir kitap bulunmalıdır. İlim bir çeşit zikirdir. Rahmet sebebidir. İlim halkası Cennet bahçesidir. İlmin bir kelimesi de kıymetlidir. İlmin başı Allah sevgisi, sonu edebtir. İlmin edebiyatını yapıp edebinden uzak kalmak felakettir. Kişiyi Hakk’a yaklaştırmayan ilim, kuru bir zahmettir. Gerçek âlim, âlem için bir rahmettir.1

İlmihâl

İlmihal kapsamına giren bilgiler, dinin mükellef saydığı herkesin öğrenmesi gereken bilgilerdir. Çünkü her müslümanın dinî hayatını tanzim ederken lazım olanı bilmesi bir borçtur.

Dolayısıyla ilmihal denince, bir kitap türünden önce İslâm’ın bir müslümanın hayatına tatbiki anlaşılmalı ve bu mantık üzerinden ilm-i hal denen bilgiler öğrenilmelidir.

İlmihal (ilm-i hâl), içinde bulunulan duruma dair bilgi demektir. Gündelik hayata dair dinî bilgiler bütününe bu ismi vermek adet olmuştur. Osmanlı Anadolusu’nda temel dinî bilgileri içeren kitaplar bu isimle anılmaya başlanmış, böylece yaygınlaşmıştır.

İslâmî bir kavram olarak ilmihal, kişinin kendisine, yaratıcısına ve çevresine karşı nasıl davranacağını belirleyen, günlük ihtiyaçlara cevap veren asgari bilgiler toplamını ifade eder.

İlmihal muhteva çerçevesi belirlenirken genellikle “Cibrîl Hadisi”nden istifade edilmiştir. Bu hadis, Hz. Peygamber s.a.v.’e sahabilerle bulunduğu bir sırada Cebrail a.s.’ın gelip din hakkında bazı sorular sorması, bu soruları Hz. Peygamber s.a.v.’in cevaplaması şeklindedir. Bu sorular “İman nedir?”, İslâm nedir?” ve “İhsan nedir?” şeklinde vuku bulmuş, böylece dinin üç temel unsuru olan inanç, ibadet ve ahlâk gündeme getirilmiştir. İşte ilmihal kitapları bu üç esastan hareketle ve bu hadisi delil alarak telif edilmişlerdir.

İlmihal kapsamına giren bilgiler, dinin mükellef saydığı herkesin öğrenmesi gereken bilgilerdir. Çünkü her müslümanın dinî hayatını tanzim ederken lazım olanı bilmesi bir borçtur. Dolayısıyla ilmihal denince, bir kitap türünden önce İslâm’ın bir müslümanın hayatına tatbiki anlaşılmalı ve bu mantık üzerinden ilm-i hal denen bilgiler öğrenilmelidir.

Başucu kitap ihtiyacı

Bir kitap türü olarak ilmihalin tarihî seyri incelendiğinde, eldeki mevcut bilgilere bakarsak, ilmihal ismi verilen eserlere ancak yakın dönem Osmanlı’da rastlanılmaktadır. Fakat çağlar boyunca değişik isimler altında yazılan başucu eserler bu sahadaki ihtiyaca cevap vermişlerdir.

Son yarım asırda ülkemizde Hanefî mezhebine tabi olan müslümanların en çok kullandığı ilmihali yazan Ömer Nasuhi Bilmen hazretlerine göre, iyi bir ilmihalde bulunması gereken en önemli özelliklerden biri, ne çok basit ve kısa yazılması ne de çok uzun ve ayrıntılı olmasıdır. İyi bir ilmihal, bu ikisinin ortası olmalıdır. O şöyle der:

“Bilindiği gibi İslâm dininin içerdiği hükümler başlıca şu dört kısma ayrılır:

• İtikada ait hükümler,
• İbadetlere ve muamelata ait hükümler,
• Helala, harama, mübah ile mekruha ait hükümler,
• Ahlâka ait hükümler.

Bu dört kısım hüküm hakkında pek ayrıntılı, mükemmel kitaplar yazılmış olduğu gibi, pek kısa, basit kitaplar da yazılmıştır. Bununla birlikte bu dört kısımdan her biri çok kere başka başka kitaplar halinde yazılmış, bu dört kısmı bir araya toplayan eserler nisbeten az bulunmuştur.

Elbette ayrıntılı eserlere ihtiyacımız yok diyemeyiz. Fakat öyle uzun uzadıya yazılmış eserleri okumaya, onlardan kendisi için en lüzumlu meseleleri ayırt etmeye de herkesin gücü yetmez. Mesleği ve vakti de buna elverişli olmaz. Pek kısa yazılmış eserler ise ihtiyacı yeteri derecede karşılayamaz, maksadı temin edemez. Hele bu gibi eserler pek kapalı ibarelerle yazılmış bulunursa istenilen faydaların elde edilmesi büsbütün güçleşir.”

Günümüzde oldukça çeşitlenmiş olan ilmihal kitaplarının yanında, oldukça zayıf kalan ilmihal eğitimimize geçmeden önce Fahr-i Kâinat Efendimiz s.a.v. rehberliğinde İslâm’ın nasıl öğretildiğini görelim.



İlk dönemde dinî eğitim

Efendimiz s.a.v.’in tebliğ hayatı Mekke ve Medine olmak üzere iki safhadan oluşur. Siyasî ve sosyal şartlar farklı olduğu için süreçler de farklı gelişmiştir.

Fahr-i Kâinat Efendimiz s.a.v. peygamberliğinin ilk günlerinde Hz. Ebu Bekir r.a.’ı İslâm’a şöyle davet etmişti:

“Ben Allah’ın rasulü ve nebisiyim. Beni emirlerini insanlara tebliğ etmem için gönderdi. Seni Hak olan Allah’a çağırıyorum. Vallahi o Hak’tır. Ey Ebu Bekir, seni bir olan, ortağı bulunmayan Allah’a davet ediyorum. O’ndan başkasına ibadet etmemeye, O’nun emirlerine boyun eğmeye çağırıyorum.” (İbn İshak)

Hz. Hatice, Hz. Ali, Hz. Ömer, Hz. Osman ve diğer ilk müslümanları da -Allah onlardan razı olsun- bu sözlere yakın ifadelerle İslâm’a davet etmiş, önce Allah’ın bir olduğunu öğretmişti. Sonra da kulluğun gereği olarak abdest almayı ve namaz kılmayı, ayrıca Allah’ın kullarına yakışan dürüstlüğü ve ahlâkı…

İlk Müslümanlar Mekke’de Efendimiz s.a.v. ile gizlice görüşüyor ve O’ndan İslâm’ı öğreniyorlardı. Özellikle Dârü’l-Erkâm denilen toplanma yeri bu yönüyle hem ilk okul, hem de ilk mescid hükmündeydi. Orada gizlice toplanıp Kur’an okuyorlar, İslâm’ın hükümlerini öğreniyorlar ve namaz kılıyorlardı. Dışarıdan geçenler duymasınlar diye sureleri gizlice okuyorlardı. Nitekim daha sonra müslümanlar emniyete kavuşmalarına rağmen bu günlerden kalan bir sünnet olarak öğle ve ikindi namazları cemaatle kılındığında gizli okumaya devam ettiler.

Efendimiz s.a.v.’den İslâm’ı öğrenen sahabilerin her biri yeterli bilgiyi öğreniyor ve kendi ibadet hayatlarının yanında, özellikle müşriklerle girdikleri tartışmalarda onlara galip geliyorlardı. İmana, ibadetlere, adalete ve sosyal hayata dair hükümleri en ince ayrıntısına kadar öğreniyorlar, bilmediklerini Efendimiz s.a.v.’e soruyorlardı. Bu sayede Efendimiz s.a.v. ile birlikte diğer müslümanlar da İslâm’ı tebliğ ediyorlardı. Bunu bizzat Efendimiz s.a.v. buyuruyor, kendisinden duyduklarını diğer insanlara iletmelerini söylüyordu.

Efendimiz s.a.v. hac mevsiminde Medine’den gelen altı kişiyi İslâm’a davet etmiş ve onlar da ertesi sene, ilk Akabe Biatı denilen görüşmeye sayıları artarak gelmişlerdi. Bir sonraki sene sayıları yetmişi geçmişti. Allah Rasulü s.a.v. de onlarla birlikte Mus’ab b. Umeyr r.a.’ı İslâm’ı öğretmesi için göndermişti. Mus’ab r.a. Medine’ye varır varmaz kolları sıvamış ve İslâm devletinin ilk merkezi olacak bu şehrin insanlarına İslâm’ı öğretmişti.



İlk öğretmenler: Ashab-ı Kiram

Hicret’ten sonra Medine’de müslümanlar rahatladılar ve İslâm’ı baskı altında kalmadan öğrendiler. Bu konuda Sahabe-i Kiram efendilerimiz çok gayretlilerdi. Her fırsatta Allah Rasulü s.a.v.’e sorular soruyorlardı. Onlar sormadıklarında da Allah Rasulü s.a.v. çoğu zaman bir soru ile konuşmaya başlıyor, dikkatleri konuya yönlendiriyor ve sonra meseleyi izah ediyordu. Zaten her yeni hüküm O’nun tarafından mescidde insanlara tebliğ ediliyor, sonra da Medine sokaklarında duyuruluyordu. Nitekim içkinin haram olduğu böyle duyurulmuş, sonrasında Medine sokaklarında dökülen şaraplar akmıştı.

İslâm’ın yayılışı ve öğretilmesi de Sahabe-i Kiram ile oldu. Onlar dinimizi öğretmek için ilk olarak komşu kabilelerden başlayarak topluca gitmişlerdi. Hatta bazı seriyyeler (küçük bir birlikle yapılan sefer) bu öğretmen sahabilere saldırılması sonucu gönderilmiştir. Medine’de dinin öğrenilmesinde Suffe Ashabı denilen yoksul ve Mescid-i Nebevî’nin bitişiğinde yaşayan sahabilerin payı büyüktür.

İslâm tarihi bir süreç olarak göz önüne alındığında başlangıç dönemi olan Asr-ı Saadet’te dinî ihtiyacın karşılanması, doğrudan vahiyle ve bizzat Hz. Peygamber s.a.v. ile olmuştur. Sahabe karşılaştığı problemleri Allah Rasulü s.a.v.’e arz etmiş, duruma göre çözüm bazen vahiy şeklinde, bazen de Hz. Peygamber’in bir sözüyle olmuştur. Sahabe ve sonraki nesil olan Tâbiûn döneminde ise Kur’an-ı Kerim’in yanında sahabenin Hz. Peygamber s.a.v.’den ve tâbiûnun sahabeden duydukları ile ortaya çıkan problemler çözüme kavuşturulmuştur. Böylece Kur’an ve Sünnet, karşılaşılan sorunlarda iki ana kaynak olmuştur. Bu süreçte ayet ve hadislerin yorumlanmasında içtihad veya fetvanın da kaçınılmaz olarak devreye girdiğini belirtmemiz gerekir.

Diğer taraftan bu anlama ve yorumlama sırasında değişik anlayışlardan hareketle farklı ekollerin ve mezhepleşme sürecinin de başladığı görülür. Nitekim İslâm’ın ilk üç asrı bitmeden bugüne ulaşan itikadî ve amelî hak mezhepler teşekkül etmiş durumdadır.

Mezheplerin oluşmasından önceki döneme ait, fıkhî konuları içeren birtakım risaleler günümüze ulaşmakla birlikte asıl yazma faaliyetinin mezheplerin teşekkülünden sonraya denk geldiği görülmektedir. Bu sürecin ilk örnekleri arasında Ebu Hanîfe rh.a.’in (v. 150/767) el-Fıkhü’l-Ekber, el-Fıkhü’l-Ebsat, er-Risâle, el-Âlim ve’l-Müteallim ve el-Vasiyye adlı beş eseri gelir. Ancak bunlar fıkhî konuları değil de inanç konularını içermektedir. Ebu Hanîfe rh.a. de dahil olmak üzere mezhep imamlarının fıkhî konulardaki içtihatları kendilerinden sonra öğrencileri tarafından derlenmiş ve böylece ilk yazma faaliyeti başlamıştır. Bununla birlikte Ahmed b. Hanbel rh.a.’e (ö. 241/855) Kitâbü’s-Salât ve Kitâbü’l-Eşribe (Namaz Kitabı ve İçecekler Kitabı) gibi risaleler atfedilmektedir. Yine onun fıkıh, akaid ve ahlâka dair sorulara verdiği cevaplar bazı talebeleri tarafından Mesâil adıyla bir araya getirilmiş ve bu derlemelerden bazıları günümüze ulaşmıştır.



İlk ilmihaller

İslâm dünyasının her yerinde olduğu gibi müslüman çoğunluğun yaşadığı Anadolu’da da halkın bilgilenme ihtiyacına dönük olarak sade bir üslupla yazılmış akaid ve temel bilgileri içeren küçük fıkıh kitaplarıyla karşılaşıyoruz. Osmanlı’daki âmentü şerhleri, inanç esasları ve ilmihal bilgilerini içeren eserler bu meyandadır. İbadet ve muamelâtla ilgili bütün konuları içeren eserlerin yanında yalnızca namaz, oruç veya hacla ilgili kaleme alınmış risâlelere de rastlanmaktadır. Mev’ize, irşad ve nasihat türü eserler de ilmihallerde yer alan ahlâk ve adap ile ilgili konuları anlatan kitaplar arasında yer almaktadır.

Doğrudan ilmihal başlığı altına girmeyen bu tür eserlerin her biri, ilmihalle amaçlanan dinî bilgiyi vermeyi esas alan eserler olarak işlev görmüşlerdir. Bazen bu tür eserler sonradan yeni başlıklar eklenmesiyle genişletilmiş, böylece ilmihal kitaplarının oluşum süreci yaşanmıştır. Bahsedilen bu süreçte zaman zaman inanç, ibadet ve ahlâk esaslarının bir araya geldiği görülmektedir.

Bütün bir İslâm coğrafyası göz önüne alındığında -bugün elimize geçmeyenler bir yana- farklı dillerde on binlerce ilmihal yazılmıştır. Allah dostlarının bile bu konularda kaleme aldıkları birçok eser vardır. Mesela Seyyid Yahya Şirvanî, Cemal Halvetî, İmam-ı Rabbanî, İsmail Hakkı Bursevî ve Mevlanâ Halid Bağdadî gibi zatlar akait sahasında eserler yazmışlardır. (Allah cümlesinin sırrını mukaddes kılsın.)

İlmihallerde esas, yukarıda da belirttiğimiz gibi sade bir dille inanç, ibadet ve ahlâka dair konuların anlatılmasıdır. Mesela âmentü diye bildiğimiz esaslar bir cümleden meydana gelir ve Cibril hadisindeki ifadelerin “Allah’a, meleklerine, kitaplarına … inanıyorum” şeklinde uygulanmış halidir.

Yine kolay ezberlensin diye manzum -şiir halinde- yazılmış (Arapça, Farsça, Türkçe, Kürtçe) birçok ilmihal de günümüze kadar ulaşmıştır. Osmanlı döneminde yazılmış, yazarı belli olmayan Mızraklı İlmihal de üslubunun kolaylığı sebebiyle Türkçe konuşulan bütün İslâm coğrafyasına yayılmış; mekteplerde, camilerde okutulmuştur. Günümüzde de yaygın biçimde okunmaya, okutulmaya devam edilmektedir.

Yine Osmanlı’nın son yıllarında Mehmet Zihni Efendi’nin kaleme aldığı Ni’metü’l-İslâm çok kısa sürede büyük yaygınlık kazanmıştır. Günümüzde en çok okunan ilmihalin sahibi Ömer Nasuhi Bilmen hazretleri de Büyük İslâm İlmihali’ni, Nimetü’l-İslâm ve İbn Abidin hazretlerinin oğlunun Arapça kaleme aldığı ilmihal olan Hediyyetü’l-Alâiyye’yi esas alarak günümüz şartlarına göre yazmıştır.

İlmihalsiz dindarlık olur mu?

Yukarıda belirttiğimiz gibi İslâm’ın temel hükümleri itikad, ibadetler ve muamelat, helal, haram, mübah, mekruh ve ahlâka dairdir. Onlarca ciltlik eserlerden küçücük namaz hocalarına kadar her eser bu konuları detaylı yahut kısaca ele almaktadır. Bu konuların her birinin önemi anlaşılmalı ve öğrenilmesi için gayret sarf edilmelidir.

Ömer Nasuhi Bilmen hazretleri Büyük İslâm İlmihali’nin önsözünde ilmihalin gerekliliğini şöyle anlatır:

“Müslümanlar için her hususta bilgi sahibi olmak bir vazifedir. Din hususunda bilgi ise ‘İlmihal’ adını alarak en birinci vazifeyi teşkil eder.

Her müslüman için en büyük vecibedir ki, mensup olduğu mukaddes İslâm dini hakkında yeterli derecede bilgi sahibi olsun, bu bilgisine göre dinî vazifelerini yapsın, dinî hayatını düzenlesin.

Zaten bütün insanlığın bir manevi ruhu karşılığında olan dine, din bilgisine ihtiyaç duymaması düşünülemez. En eski zamanlardan beri gerek ilkel kavimlerden gerekse medeni milletlerden hiçbiri yoktur ki dine bağlı bulunmuş olmasın.”

Günümüzde, müslüman değilken ihtida edip müslüman olan kişilerin İslâm öncesi ve sonrasındaki hayatında maalesef önemli bir değişiklik olmuyor. Bunun temel sebebi İslâm’ın kuldan istediği görevlerin ve bütün bir hayat tarzının yeterince öğrenilmiyor olmasıdır. Biz müslümanlar İslâm olmuş kişilere dinimizi öğretemiyorsak bu konudaki eksikliğimizi görmemiz gerekiyor. Aynı şekilde aileden müslüman olan fakat kul olarak görevlerini yerine getirmeyen milyonlarca kişi, kimi zaman çeşitli sebeplerle dine yöneliyor, dinine muhabbet beslemeye başlıyor. Ancak yine günlük hayatında bir değişiklik olmuyor. Dolayısıyla “ilmihalsiz bir dindarlık” ortaya çıkıyor.

Ebubekir Sifil, Semerkand dergisi Ekim 2001 sayısında kulluk sahasını ve gereklerini şöyle izah ediyordu:

“İslâm dairesine giriş itikad ile, orada kalış ise fıkıh ile mümkündür. Kelime-i şehadeti dil ile ikrar, kalp ile tasdik etmek suretiyle ‘kurtuluş gemisi’ne ilk adımı atan kişi, o andan itibaren hayatını ilahî emir ve hükümlere riayet ederek yaşama konusunda Yüce Yaratıcı’ya söz vermiş oluyor. Hayatı O’nun muradı doğrultusunda yaşamak, ancak O’nun emir ve yasaklarını hakkıyla kavramak ve detaylarıyla hayata intikal ettirmek suretiyle mümkün olur. İşte bunu sağlayacak olan, ancak ve yalnız fıkıhtır.”


Yüklə 141,62 Kb.

Dostları ilə paylaş:
  1   2   3




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin