İSLAMİYETİN DOĞUŞUNDAN GÜNÜMÜZE İBN HALDUN’UN MÜLK TEORİSİ PERSPEKTİFİNDEN ORTA DOĞU GELİŞMELERİNE BAKMAK
Prof. Dr. Hüseyin EMİROĞLU *
ÖZET
İbn Haldun, mülk teorisinde ‘tekçi’ (monist) karakterde merkezi siyasal yapıların nasıl inşa edildiğinin kavramlarını ve safhalarını ortaya koymuştur. İbn Haldun’un inşasını öngördüğü merkezi siyasal yapı, ‘güç devleti’ olarak tanımlanabilir. O’na göre, siyasal gücü ve refahı (ekonomik kaynakları) tek elde toplayan güç devletinin inşası, dünyada istikrarın, adaletin ve refahın varlığı için zorunludur. Güç devletinin inşa edilememesi, siyasal parçalanmanın ve merkezsizleşmenin hâkim olduğu bir dünya sistemine yol açmaktadır. Böyle bir dünya sistemi, istikrarsızlığa, adaletsizliğe ve halkların yoksullaşmasına daha yakındır.
İslamiyet’in doğuşu öncesinde Orta Doğu, çevrede yer alan merkezi siyasal yapıların etkisi altında parçalanmış ve edilgen bir siyasal kimliğe sahiptir. İslam, bir din olarak Tevhid inancını ortaya koyduğu gibi, yeryüzünde siyasal iktidarın ve refahın Müslümanların hâkimiyetinde olacağının da müjdesini vermiştir. Bu müjde doğrultusunda Müslümanlar, siyasal tarihte görülmedik bir hızda, en geniş anlamdaki Orta Doğu’yu tek bir siyasal çatı altında birleştirmişlerdir. Orta Doğu’da Müslümanlar tarafından inşa edilen merkezi siyasal yapılar, gerek içeriden gerekse dışarıdan çözücü/parçalayıcı tehditlerle karşılaşmalarına karşın, modern döneme kadar, İslam medeniyet havzasındaki ‘tekçi temsil gücünü’ korumuşlardır. Orta Doğu, 20. yüzyılda tam bir siyasal merkezsizleşme içine itilmiştir. Orta Doğu ve Müslümanların yaşadıkları merkezsizleşme olgusu, kendi siyasal geleceklerini belirleyememe ve refah kaynakları üzerinde hâkimiyetlerini kaybetmelerine yol açmıştır. Orta Doğu ve Müslümanların siyasal geleceklerine ve refah kaynaklarına sahip olabilmelerinin en önemli şartı, yeni bir merkezileşme süreci yaşamaları ve İslam medeniyet havzasında ‘güç devletini’ inşa etmelerine bağlıdır.
Anahtar Kelimeler: Mülk teorisi, merkezileşme, merkezsizleşme, Orta Doğu, güç devleti.
A GLANCE AT THE MIDDLE EASTERN DEVELOPMENTS FROM THE PERSPECTIVE OF IBN KHALDUN’S THEORY OF DOMINION (MULK) FROM THE BIRTH OF ISLAM TO THE PRESENT
ABSTRACT
In his theory of dominion, Ibn Khaldun puts forth the concepts and phases of how central political structures with a monist character are constructed. The central political structure envisaged by Ibn Khaldun can be defined as a “state of power”. According to him, formation of a state of power that gathers the political power and welfare (economical resources) in one hand is essential for the presence of stability, justice and welfare in the world. The lack of such a state of power leads to a world system in which political fragmentation and decentralisation prevail. Such a world system is prone to instability, injustice and impoverishment of people.
Pre-Islamic Middle East had a passive political identity fragmented under the central political entitites lying at the periphery. As a religion, Islam not only propounded the unity but also heralded that power and welfare in the world would be in the hands of Muslims. In accordance with this glad tidings, Muslims united the Middle East with the ever-largest frontiers under a single political roof at an unprecedented speed. Although the Muslim central political structures in the Middle East faced a number of disruptive threats from both inside and outside, they maintained their “monist representative power” in the basin of Islamic civilisation until the moderrn age. The Middle East was pushed into a complete political decentralisation in the 20th century. The phenomenon of decentralisation in the Middle East made Muslims unable to determine their own future and lose their domination over the sources of welfare. The principal stipulation for the Middle East and Muslims in order to own their political future and sources of welfare is to experience a new centralisation process and build the “state of power” in the basin of Islamic civilisation.
Keywords: Theory of dominion, centralisation, decentralisation, Middle East, state of power
GİRİŞ
İbn Haldun, göçebe ve medeni toplumların oluşturdukları siyasal yapıların karşılıklı etkileşim süreçleri neticesinde ‘merkezi siyasal yapıların inşa’ edildiğini ‘mülk teorisinde’ ifade etmiştir. İbn Haldun, mülk teorisinde bu süreci yöneten temel kavram ve safhaları ortaya koymuştur. ‘Mülkleşme-Merkezi inşa’ olarak ifade edebileceğimiz bu sürecin bazı anahtar kavramları şunlardır: ‘asabiyet’, ‘riyaset’, ‘refah’, ‘mülk’, ‘tagallüp mülk’, ‘mütegallip melik’ ‘merkez-merkezkaç güç ilişkisi’, ‘güç devleti’, ‘merkezi siyasal yapı’ ‘din’, ‘mezellet-inkıyad’. İbn Haldun’un mülk teorisinde, siyasal merkezi inşa etme çabasındaki bütün merkezkaç unsurların hem birbirlerine karşı, hem de kendilerinden önce aynı safhalardan geçerek merkeze konuşlanan siyasal güce karşı ‘döngüsel’ bir çatışma dinamiği sergiledikleri betimlenmiştir. Merkeze konuşlanan güç ile merkezi ele geçirmeye çalışan merkezkaç unsurlar arasındaki çatışma dinamiğinin düzeyini, merkez gücün sahip olduğu kapasite büyüklüğü ve güç unsurlarını etkin bir şekilde kullanabilme kapasitesi ile merkezkaç güçlerin mücadele sürecini yönetme yetenekleri belirlemektedir. ‘Mülkleşme süreci’ bir anlamda siyasal aktörler arasında ‘başat güç’ olma mücadelesi olarak nitelenebilir. Mülkleşme süreci, merkezkaç unsurlardan bir tanesinin tek başına (başat güç olarak) ‘mülkü’ ele geçirmesi ve güç kaynakları (refah) üzerinde belirleyici bir hâkimiyet tesis etmesidir. İbn Haldun, mülkleşme süreci sonucu ortaya çıkan siyasal yapının ‘tekçi’ (monist) karakterde olduğuna işaret etmektedir. ‘Tekçi’ karakterde merkezi inşa eden güç, diğer merkezkaç unsurların tabiatlarında bir farklılaşmayı (nispi güç kapasitelerinin büyümesini) denetim altında tutabildiği oranda hâkimiyetini sürdürülebilir kılmakta ve çevrede ‘dinginliği’ sağlamaktadır. Merkezi inşa eden güç ya da güçlerin zayıflaması, merkezkaç unsurların yeni bir çatışma dinamiği başlatmasına sebep olmaktadır. Bir siyasal coğrafi alanda içsel ve dışsal dinamiklerin etkisiyle ‘mülkleşme sürecinin’ yaşanmaması/yaşanamaması bir yönüyle ‘siyasal parçalanmanın’ sürdürülebilir bir nitelik kazanmasına sebep olmaktadır. Mülkleşme sürecini şekillendiren temel kavramların olumlu kullanımı siyasal merkezin inşasını imkân dâhiline sokarken, olumsuz kullanımı ve yarattığı etkiler tam bir ‘siyasal merkezsizleşme’ sonucunu doğurmakta ve sürekli bir çatışma dinamiği yaratmaktadır. ‘Merkezsizleşme süreci’, hem içsel hem de dışsal dinamiklerin etkisi altında gelişebilmektedir.
Bu çalışma, Orta Doğu’da İslam dininin doğuşundan kısa bir süre sonra Hz. Muhammed’in kurduğu devleti, mülkleşme sürecinin referans noktası olarak almaktadır. Hz. Muhammed, ortaya koyduğu Tevhid inancının yanında Müslümanlara, ‘tekçi karakterde (monist)’ dünya hâkimiyetinin müjdesini de vermiştir. Bir anlamda, İslam dini ile Orta Doğu, dünya politikasında ‘edilgen’ konumundan çıkarak ‘merkez siyasal aktör’ rolünü üstlenmiştir. Modern döneme kadar karşılaştığı bütün iç ve dış tehditlere rağmen, dünya sisteminde siyasal güç merkezinin İslam çatısı altında Orta Doğu eksenli inşası, bu müjdenin gerçekliğini ortaya koymuştur. Bu süreçte değişmeyen olgu, Müslümanlar tarafında yaşanan Orta Doğu eksenli mülkleşme/merkezileşme mücadelesinin sürekli çözücü/öldürücü iç ve dış tehditlerle karşılaşmasıdır.
Bu çalışma, İbn Haldun’un mülk teorisinde ortaya koyduğu kavramların ve safhaların Orta Doğu’daki mülkleşme/merkezileşme sürecini açıklamakta sahip olduğu imkânların yanında, iç ve dış tehditlerin yarattığı tehlikelerin ortaya çıkardığı çatışma dinamiğinin yol açtığı (olası) merkezsizleşme olgusunun kökenlerinin anlaşılmasında hangi ölçüde bir çözümleme imkânı sunduğunu incelemeyi amaçlamıştır.
İBN HALDUN’UN MÜLK TEORİSİ VE MERKEZİN İNŞASININ KAVRAMSAL ÇERÇEVESİ
İbn Haldun, ‘bedevi’, ‘hadari/medeni’, ‘asabiyet’, ‘riyaset’, ‘merkezileşme’, ‘merkez-merkezkaç güç ilişkisi’, ‘mülk’, ‘devşirme’, ‘güç devleti’, ‘merkezi siyasal yapı’ ‘din’, ‘mezellet-inkıyad’, ‘refah’, ‘mütegallip melik’, ‘tagallüp mülk’ vb. gibi kavramlar çerçevesinde siyasal yapıların gelişim süreçlerini/morfolojisini ‘mülk/merkezileşme teorisi’ çerçevesinde ele almıştır. Bilindiği üzere İbn Haldun, ‘organizmacı devlet/medeniyet’ görüşüne sahiptir. İbn Haldun’a göre tarihsel süreçte, siyasal yapılar sürekli değişim ve dönüşüm içerisindedirler. Bu değişim ve dönüşüm, siyasal yapıların kendi içlerinde yaşandığı gibi, aynı zamanda, kendilerini çevreleyen siyasal entitelerle de işbirliğini ve/veya çatışmayı zorunlu kılmaktadır. Bu karşılıklı etkileşim, eşitler arasındaki ilişki düzeyinden (riyaset safhasından), diğer siyasal entitelerin hâkimiyet altına alındığı (tagallüp mülk safhasına) yeni bir sürece evrilme sonucunu doğurmaktadır/doğurma potansiyeline sahiptir. İbn Haldun’un mülk teorisinde ortaya koyduğu kavramsal çerçeve, tarihin akışının ‘siyasal merkezin inşası’ yönünde ‘deterministik’ bir nitelik taşıdığı şeklinde ele alınabileceği gibi, tam tersi bir sonuca ulaşmak da mümkündür. Bu başlık altında, ana hatlarını ele alacağımız İbn Haldun’un mülk/merkezileşmesi teorisi, 20. Yüzyılda Orta Doğu’daki güç yapılanmasının oluşum sürecini anlamak, gerek 20. Yüzyıl boyunca gerekse 21. Yüzyılın ilk çeyreğinde yaşanan şiddet/çatışma ortamına hangi düzeyde katkıda bulunduğunu çözümleme noktasında büyük önem taşımaktadır.
Bu tarz bir çözümleme çabasında ilk olarak, teorik çözümlemenin içeriği ve anahtar kavramları ortaya konulmalıdır.
İbn Haldun Mukaddimesi’nde, sahip olmak, tasarrufta bulunmak anlamına gelen ‘mülk’ kelimesini ‘devlet’ karşılığında kullanmaktadır. İbn Haldun’un mülk karşılığı olarak ifade ettiği devlet, ‘monist karakterde’ yani siyasal iktidara ve refah olgusuna (ekonomik kaynaklara) tek başına sahip olan kurumsallaşmış bir ‘siyasal yapı’dır. Bu bağlamda İbn Haldun, siyasal tarihin herhangi bir aşamasında ulaştığı güç kapasitesi açısından merkezi ya da merkezkaç unsurları denetleme kapasitesi artan siyasal entiteleri ‘merkezileşmiş devlet’ olarak nitelememektedir.
Bu çerçevede İbn Haldun mülk teorisinde, devletin oluşum aşamalarına geçmeden önce, niçin insanların kendi özgürlüklerinden vaz geçerek devlet adı verilen bir siyasal yapılanmayı gerçekleştirme çabasına girdiklerini açıklamaktadır. İbn Haldun’a göre mülk insan için tabi bir mansıptır. Çünkü insanlar için yaşamak ve var olmak, zaruri ihtiyaçlarını temin etmek üzere bir araya gelmeleri ve ait oldukları topluluğun diğer bireyleriyle yardımlaşmaları sayesinde mümkündür. İnsanlar bir topluluk meydana getirdikleri zaman, zorunluluk onları muameleye ve ihtiyaçları gidermeye, her birinin ihtiyaç duyduğu şeye el atmaya ve muhtaç olduğu şeyi diğer birinin elinden çekip almaya davet eder. Çünkü hayvani tabiatta, birbirine saldırma ve zulmetme hususu mevcuttur. Öbürü ise, elindekini karşısındakine vermemek için mukavemet edecektir. Böylece mukateleye müncer olan bir çekişme durumu ortaya çıkar. Bu da kargaşaya, kan dökmeye ve neslin kesilmesine sebebiyet verir, insanların ortadan kaldırılmalarına yol açar. İnsanların yekdiğerine yönelttikleri tecavüzleri engelleyen bir hâkim olmadan kargaşa içinde bekaları ve yaşamaları imkânsızdır. Bundan dolayı bir müeyyideye muhtaç olmuşlardır. Bu müeyyide başlarındaki hâkimdir. Bu hâkim de beşeri tabiatın icabı olarak mütehakkim ve kahir olan meliktir. İbn Haldun’a göre devletin oluşumunun temelinde yatan düşüncenin, topluluk halinde yaşayan insanların ‘güvenlik’ ve ‘adalet’ endişeleri olmasıdır. Bunu sağlayacak kuvvet ise yaptırım gücüne sahip bir yöneticidir (hükümdar, melik, kral vb.) (İbn Haldun, 1988: 537).
İnsanlarda var olan bu güvenlik ve adalet endişelerinin giderilmesi mülk’ün (devletin) oluşumunu zorunlu kılmaktadır. Ancak, yeryüzündeki (ya da uluslararası politikadaki) gelişmelerin kaotik/anarşik bir ortamda meydana geldikleri düşünüldüğünde mülkleşme sürecinin nasıl ve hangi unsurların etkisiyle ve kimler tarafından sağlanacağı sorunu ortaya çıkmaktadır. Bu soruları cevaplama sürecinde iki anahtar kavram ortaya çıkmaktadır: 1. Bedevi (Göçebe)-Hadari (Medeni), 2. Asabiye.
İbn Haldun’a göre, milletlerin ve toplumların hallerinde görülen farklılıklar sadece onların geçimleri hususundaki yol ve mesleklerinin farklı oluşundan ileri gelmektedir. Çünkü insanların bir araya toplanmaları sırf geçimlerini sağlamak amacıyla yardımlaşmak içindir. Toplumların ekonomik girişimlerindeki farklılıklar onları bedevi ya da hadari (medeni) bir yaşam tarzını seçmeye zorlamaktadır (İbn Haldun, 1988: 415).
Mülkleşme sürecinin bir diğer önemli kavramı olarak asabiyet, bir kabilenin fertleri arasındaki yardımlaşmayı ve dayanışmayı temin eden his, ruh ve şuura denir. Asabiyet, kabile hamiyeti ve akrabalık gayretidir. İbn Haldun’a göre himaye, müdafaa ve hak arama, asabiyet sayesinde mümkün olur. Âdemoğlu, insani tabiatın gereği olarak her içtimada, insanların yekdiğerine olan tecavüzlerini menedecek bir yasakçıya ve hâkime muhtaçtır. Yasakçı ve hâkim olan şahsın, söz konusu asabiyetle öbürlerine galip gelmesi ve mütegallip olması zaruridir. Bu ‘tagallüp mülktür’ (hükümdarlıktır). Bu riyasetten (liderlikten) fazla ve onun ötesinde bir şeydir. Düşünür, daha sonra mülkleşme sürecini ortaya koyarken de bu süreci açıklamakta faydalı olacak bir ayrım noktası ortaya koymaktadır: ‘Tagallüp mülk’ ve ‘Riyaset’. İbn Haldun bu iki kavram arasındaki farkı şu şekilde açıklamaktadır. Bu, riyasetten (liderlikten) fazla ve onun ötesinde bir şeydir. Zira riyaset beylikten ibarettir ve riyaset sahibi rehberdir (metbudur). Verdiği hükümleri, kendisine tabi olanlara zorla tatbik edemez, onlara baskı yapamaz. Mülk ise, tagallüp ve zorla hükmetmektir. Asabiyet sahibi, bir rütbeye ve kademeye ulaşınca, onun üstündekini talep eder. Bey (şef) ve rehber olma rütbesine ulaşır ve tagallüp ve kahra yol bulursa, artık bunu bir daha terk etmez. Mülki tagallüp asabiyetin gayesidir (İbn Haldun, 1988: 450-451).
İbn Haldun, asabiyetin nihai gayesi olan ‘tagallüp mülkün’ oluşum sürecini şu şekilde açıklamaktadır: Bir kabilenin içinde çeşitli aileler ve birçok asabiyetler vardır ama bunlar içinde öbürlerinin tümünden daha kuvvetli bir asabiyetin var olması da zaruridir. En kuvvetli olan asabiyet diğerlerine galip gelir, onları kendine tabi kılar, böylece asabiyetlerin hepsi bu asabiyetin içinde kaynaşır, büyük bir asabiyetmiş gibi bir hale gelir. Söz konusu en kuvvetli asabiyet ve (aile) için, kendi kabilesi üzerinde hâkimiyet ve tagallüp kurma durumu hâsıl olunca, tabiatının gereği olarak kendisinden uzak olan diğer asabiyetler üzerinde de hâkimiyet kurmak ister. Şayet üzerinde hâkimiyet kurulmak istenen asabiyet, hâkimiyet kurmak isteyen asabiyetin dengi olursa veya onun hâkimiyet kurma isteğine karşı koyacak güçte ise, artık ortada birbirine denk iki savaşçı güç ve eş kuvvete sahip iki hasım var demektir. Eğer iki asabiyetten biri öbürünü mağlup eder ve onu kendine tabi kılarsa, bu durumda yine mağlup asabiyet galip asabiyetle kaynaşır. Galip ve metbu asabiyetin sahip olduğu tagallüp kuvveti daha da artmış olur. Artık bu durumdaki asabiyet, ilk gayeden daha yüksek ve daha ötede olan bir tagallüp ve tahakküm peşinde koşar. Böyle devam edip giderken, nihayet ihtiyarlık durumundaki diğer bir hanedanlığın kuvvetine denk bir kuvvete ulaşır. Şayet ihtiyarlık halindeki bir devleti yakalarsa, bu devletin kendini savunacak ve tecavüzlere karşı koyacak asabiyet sahibi taraftarları ve devlet adamları da bulunmazsa, (gelişmekte, ilerlemekte ve gücünü artırmakta olan asabiyet) onu istila eder, hâkimiyeti onun elinden çeker ve mülk tamamen ona ait olur. Eğer (gelişmekte olan) asabiyetin kuvveti son haddine erer, fakat bu durum, diğer bir devletin ihtiyarlama haline rastlamazsa, sadece asabiyet sahipleri ile kuvvetini arttırma ve üstünlüğünü ortaya koyma ihtiyacı içinde bulunan diğer bir devlete tesadüf ederse, bu devlet o asabiyetin sahiplerini kendi taraftarları ve (evliyası) arasına düzenli bir şekilde yerleştirir ve onun vasıtasıyla karşılaştığı zorlukların üstesinden gelir, güçlük çektiği maksatlarını gerçekleştirir. (İlerlemekte olan söz konusu) bu asabiyet bu durumda, müstebit ve müstakil mülkün altında ve gerisinde bir mülke sahiptir. (Devlet içinde, devlet gücüne ulaşamamış bir kuvvettir). Böylece açık bir surette ortaya çıkan şudur: Mülk, asabiyetin gayesidir. Asabiyet, gayesine ulaştığı vakit, içinde bulunulan zamanın verdiği imkân ve şartların müsaadesine göre ya istibdat ve istiklal veya müzaheret ve destek verme yolu ile kabile için mülk hâsıl olur. Eğer asabiyeti ve bunun sahibi olan kabileyi bir takım mânialar gayeye varmaktan alıkoyarsa, durumu hakkında Allah hükmünü verene kadar yerinde durur (İbn Haldun, 1988: 451-452).
İbn Haldun’a göre asabiyetin ulaşmaya çalıştığı nihai gaye mülk olmasına karşın bu sürecin tamamlanmasının önünde bazı engeller vardır. Bunlar şunlardır: 1) Refahın oluşması ve kabile mensuplarının nimetlere dalmaları asabiyetin mülk haline gelmesine engel olur. Şöyle ki, belli bir kabile, sahip olduğu asabiyete dayanarak az çok bir galibiyet elde ederse, o nispette nimete sahip olur, bolluk ve nimetler içinde yaşayanların bolluğuna ve nimetlerine iştirak eder, galibiyeti ve devlete verdiği destek sayesinde nimet ve refahtan kendisine bir sehim ve hisse ayrılır. Eğer o devlet, sahip olduğu hâkimiyeti, ne çekip almaya ne de onda ortak olmaya kimsenin tamah edemeyeceği derecede kuvvetli ise, söz konusu kabile onun velayetine boyun eğer, yüksek hâkimiyetini kabul eder, devletin gelirlerine ortak kılınmasına ve bolca nimetler tahsis edilmesine kanaat eder. Mülkü elde etmek için kavgaya girişmek veya bunun yollarına başvurmak gibi ileri derecede şeyler talep etmez. Kendileri için hâsıl olan refah ve bol imkânlar ölçüsünde bahsedilen hususlarda parlak bir hayat yaşarlar, bolluğa ve nimete tabi olan konularda cazip şeylere önem verirler. Bunun neticesinde bedevilikten gelen sertlikleri ve kabalıkları ortadan kalkar, asabiyetleri ve kahramanlıkları zayıflar. Birbiri peşinden gelen nesillerinde asabiyet, cesaret ve kahramanlık gittikçe eksilir. Bu durum asabiyetin yıkılışına kadar böyle devam eder. Refaha ve nimet içinde gömülü olma haline arız olan hususlar, tagallübe esas teşkil eden asabiyetin tesirini kırar. Asabiyet inkıraza uğradı mı, yeni haklar yanında koşması bir yana, kabile elde olanı müdafaa imkânının bile gerisinde kalır, öbür milletlerin yemi olur (İbn Haldun, 1988: 453-454). 2) Bir kabile için mezellet (küçük görülme) ve inkıyad etme (başkalarına boyun eğme) halinin meydana gelmesi mülke engel olan hususlardandır. Mezellet ve inkıyad asabiyetin tesirini ve şiddetini azaltır, mukavemetini kırar. Zaten kabile mensuplarının içinde bulundukları zillet ve boyun eğme hali, asabiyeti kaybetmiş olmalarının bir delilidir. Şüphesiz ki, (ağır vergi, resim, harç ve cizye gibi) borç altında bulunan kabileler, bu hususta mezellete razı olmadıkça söz konusu vergileri elleriyle vermeyi kabullenmezler. Zira borç ve vergilerde haksızlık ve zillet vardır (İbn Haldun, 1988: 454-456). 3) İyi hasletlerde yarışmak mülkün alametlerindendir. Bunun tersi mülkü elden çıkarmanın emarelerindendir. İnsan olması itibariyle hayra ve hayır nevinden olan hasletlere daha yakındır. O, sırf insan olması bakımından, mülk ve siyaset kendisinde mevcut olmuştur. Zira mülk ve siyaset, hayvanlara değil, sadece insanlara hastır. Hayır ve iyi olan bir şey siyasete (ve devletin umumi politikasına) uygundur. Şanın, üzerine bina edildiği bir aslı ve kökü vardır. Onun hakikati bu esasla gerçekleşir. Bu da asabiyet ve aşiretten ibarettir. İyi ve güzel hasletler, kendisine asabiyet mevcut olan şahıslarda mülkün de mevcut olduğuna şahitlik eder. Bir milletin sahip olduğu mülkün inkıraza uğrayacağı ve harap olacağı yolunda Allah’tan izin çıktığı vakit, Hakk Taala söz konusu mülk sahiplerini kötü şeyler yapmaya, rezalet nevinden olan şeyleri benimsemeye ve bunun yollarını tutmaya sevk eder. Böylece kendilerinde var olan siyasetin faziletleri tamamen kaybolur. Mülk ellerinden çıkıp başkalarına geçinceye kadar faziletler eksilmeye devam eder durur. Kabilelerin ve asabiyet sahiplerinin, uğrunda yarıştıkları ve sahiplerinde mülkün varlığına şahitlik eden kâmil hasletlerden ve mükemmel meziyetlerden biri de âlimlere, salihlere, eşrafa, hasep sahiplerine, esnafa, tüccara ve gariplere ikramda bulunmak ve hakkı olan durumlarına göre halka muamele yapmak ve herkese hakkı ne ise onu vermektir (adalet ve müsarat). İnsanlara, hak etmiş oldukları durumlara göre muamele yapmak herkese hakkı ne ise onu vermek, doğru ve dürüst olmanın icabıdır, adalet de budur. Bir kimsenin asabiyet sahiplerinde, bu gibi hususların mevcudiyetinden, onların umumi siyasete hazır ve aday oldukları bilinir ki, mülk de budur (İbn Haldun, 1988: 458-461).
İbn Haldun’un ortaya koyduğu mülkleşme sürecini engelleyen ya da kesintiye uğratan bu engeller aşıldığı takdirde güçlü asabeye sahip olan aile riyaset aşamasından mülk aşamasına geçmiş kabul edilmekte ve bu süreçte var olan yöneten ve yönetilenlerin aynı toplumsal tabanda yer aldıkları yatay siyasal yapılanma tarzı dönüşüm geçirmektedir. Mülkleşme sürecinin bu aşaması birçok bakımdan yönetenlerle yönetilenlerin birbirlerine yabancılaşması sonucunu doğurabilecek bir dönemdir. Bu dönemin başlangıcında mülk, asabiyetin devam etmesi şartıyla bir milletin bir boyundan diğer boyuna geçmektedir. Bunun nedeni, onlar için, mülkün, ancak keskin ve tesirli galibiyetten ve öbür milletlerin kendilerine boyun eğmelerinden sonra hâsıl olmasıdır. O vakit galip milletten bu işe bizzat girişen ve tahtı taşıyanlar iş başına geçerler. İş başına geçtikten sonra ilk aşamada sınırlı sayıda mevki olmasından dolayı en yakınlar iktidar mevkilerine getirilir. Bazı kabileler iktidarın dışında kalır. Hadarilik en yüksek noktaya doğru ilerledikçe iktidardaki kabile mensupları bedevilik hasletlerini kaybederler ve yozlaşırlar. Ancak iktidardan uzak tutulan kabileler hadariliğin yozlaştırıcılığından uzak kaldıklarından bedeviliğe ait özelliklerini korumuş olurlar. İlk önce devleti bizzat idare edenler ortadan kalkarken, aynı kabilenin öbür kollarında bol bol asabiyet bulunur. Daha evvel bu mülk, kendi asabiyetleri cinsinden olan galip bir kuvvet tarafından onlardan men olunmuştu. Bunların galibiyeti bilinmekte olduğundan çekişme ortadan kalkar, kavga son bulur, bu suretle de devlet işlerine hâkim olurlar. Artık mülk onların tarafına geçmiştir. Bütün bunların aslı ve esası sadece asabiyete dayanmaktadır. Asabiyet ise nesilden nesile farklılık göstermekte, refah ise mülkü eskitmekte, yıpratmakta ve ortadan kaldırmaktadır. Bir hanedanlık yıkılınca, sadece onların asabiyetleriyle müşterek bir asabiyeti bulunan, kendisine boyun eğilen ve teslimiyet gösterilen bir boy, bunların içinden iş başına gelir. Çünkü öbür asabiyetlerin hepsine galip gelmenin alametleri bu boyda görülmüştür (İbn Haldun, 1988: 463-465).
Mülkün söz konusu boya geçmesiyle yeni bir safhaya girilmektedir. Bu safhada yabancılaşma çok daha hızlıdır. Çünkü devlet kurumlaşma sürecini tamamladıktan ve işler yoluna girdikten sonra asabiyete ihtiyaç duymayabilecektir. İbn Haldun bu noktada şu açıklamaları yapmaktadır: Başlangıçta büyük hanedanlıklara boyun eğmek insan nefsine zor gelir, onun için galebeye dayanan kavi bir kuvvetle halkın boyun eğmesini temin etmekten başka yol yoktur. Devletteki mülke mahsus nisap sahiplerinin riyasetleri istikrar kazanıp ardarda gelen birçok nesil birbirini takip eden hanedanlar boyunca hanedan mensuplarından birinden öbürüne veraset yolu ile geçer hale gelince, insanlar başlangıç durumunu unuturlar. Söz konusu nisap sahiplerinde riyaset rengi koyulaşır, (hükümranlıkları sağlamlaşır), hanedan mensuplarına inkıyad etmek ve teslimiyet göstermek dini inançlarda kökleşir (devlete itaat ve sadakat, dini bir inanç haline gelir) halk hanedan mensupları ile beraber onların (iktidarı, hâkimiyeti ve) işi için, tıpkı imani hakikatler üzerinde mukatele ettikleri gibi savaşırlar. Bu takdirde hanedan mensupları (iktidarları ve) işleri hususunda büyük ölçüde asabiyete ihtiyaç duymazlar. O hanedana itaat Allah’tan gelen değiştirilemez ve aksi düşünülemez (ilahi) bir ferman gibi telakki edilir. Bu takdirde hanedan mensupları kendilerine mahsus olan devlet ve iktidarlarına, ya asabiyet veya asabiyet izzetinin gölgesinde yetişmiş olan “kullar” ve “taraftarlar” (devşirmeler) ile hâkim olurlar veya kendi neseplerinin haricinde olan ama velayetlerine dâhil bulunan (asabiyetler ve) asabelerle (ve yabancı ırktan kabilelerle) malik olurlar (İbn Haldun, 1988: 480-481).
İbn Haldun’un üzerinde durduğu bu nokta yani, hükümdarın azatlılara ve devşirmelere dayanarak kavmine-asabiyet sahiplerine karşı üstünlük kurması mülkleşme sürecinin çok önemli bir safhasını oluşturmaktadır. Düşünür bu süreci aşamalara ayırarak şu şekilde ortaya koymaktadır: Devletin başında bulunan zatın hâkimiyeti sadece kavmi ile gerçekleşir. Zira durumu hakkında kendisine arka çıkanlar ve asabesini teşkil edenler onlardır. Hükümdar onlara dayanarak devletine başkaldıranların mukavemetini kırar, memleketindeki valileri, devletindeki vezirleri, mal ve vergi toplayan tahsildarları onlar arasından seçer. Çünkü galibiyet ve zafer hususunda kendisine yardımcı, hâkimiyeti konusunda ortakları ve diğer önemli devlet işlerinde paydaşları (hissedarları) onlardır. Devletin birinci tavrı mevcut olduğu sürece durum budur. Sonra devletin ikinci tavrı gelir, bu tavırda hükümdarın kavmine karşı müstebit ve müstakil olma, mecdi ve şanı sadece kendine tahsis etme hali ortaya çıkar. Kavmini eli ile kendisinden uzaklaştırır, defeder; böylece onlar da, hakikat-i halde onun düşmanları haline geçmiş olurlar. Bu yüzden hâkimiyetini onlara karşı müdafaa etmek ve onları ortaklıktan vazgeçirmek için, onların neslinden ve nesebinden olmayan diğer bir takım taraftarlara ve yardımcılara ihtiyaç duyar. Bunlara dayanarak onlara karşı üstünlük kurar, onları bir yana bırakarak devlet işlerinde sadece bunlara vazife verir. Bu surette berikiler kendisine ötekilerden daha yakın olurlar, daha özel yakınları ve taraftarları (kulları) haline gelirler, daha fazla tercihe ve makama şayan bir vaziyette bulunurlar. Zira esas itibariyle hükümdarın kavmine ait olan hâkimiyetin ve ortak olmaları dolayısıyla ülfet etmiş oldukları makam ve mevkilerin yine o kavme karşı müdafaası hususunda hükümdarın uğrunda canlarını feda edenler artık berikilerdir. Bu yüzden devletin başındaki hükümdar artık bunları halis dost bilir, daha fazla ikramını ve ihsanını bunlara tahsis eder. Kavminden birçoğuna vermiş olduğu şeylerin mislini bunlara da taksim eder. Önemi büyük olan vezirlik, komutanlık ve vergi toplamak gibi devlete ait makam ve mevkilere bunları tayin eder. Şahsına mahsus olan ve kavmine değil, sadece zatına inhisar eden memleket ve mülkle ilgili unvanları da bunlara tevzi eder. Zira artık onun yakın taraftarları ve samimi dostları bunlardır. Bu durum, devletin harap olmakta olduğunu ilan eder, devletteki müzmin hastalığa alamet teşkil eder. Zira galebeye esas teşkil eden asabiyet artık bozulmuştur. Bu durumda aşağılanmış olma ve sultanın düşmanca davranışlarına maruz kalma sebebiyle devlet ehlinin (ve hanedan mensuplarının) gönülleri kırılmıştır, onun için hükümdara karşı kin beslemekte ve başına felaketlerin gelmesini kollamaktadırlar. Bunun vebali ve zararı devlete ait olur. Artık devletin bu hastalıktan şifa bulmasından ümit kesilmiştir. Zira geçmişe ait hususlar (ve hatalar), devletin varlığını ve kalıntılarını ortadan kaldırana kadar müteakip nesillerde pekişerek ve kök salarak devam eder. Bu durumda devlet, onu kurandan, izzet ise bunu temin etmiş olandan başkasına geçmiştir (İbn Haldun, 1988: 529-530).
İbn Haldun’un ele aldığı bu safha, yöneten ve yönetilenlerin aynı toplumsal tabanda yer aldıkları dönemin bütünüyle geride kaldığı, merkezileşmenin çok ileri boyutta yaşanmasına karşın devletin ihtiyarlamaya ve mülkün zayıflamaya başladığı bir döneme işaret eder. Artık bu dönemde hükümdar yavaş yavaş bütünüyle devşirmelerin etkisi altına girmeye başlar. Bu durum, güçlü hükümdarlar döneminde etkisini çok fazla hissettirmese veya gelebilecek olası zararlar sınırlanabilse de küçük ve zayıf hükümdarlar döneminde daha da güçlenerek devam eder ve devletin tedavi kabul etmez hastalıklarından biri haline dönüşür (İbn Haldun, 1988: 533-535).
Bir kabilenin ya da kabile içindeki bir ailenin riyaset aşamasından mülk aşamasına (merkezi yönetimin güçlenmesi sürecine) geçerken bu süreci hızlandıran bazı unsurları vardır. Riyaset sahipleri de, genellikle başlangıç aşamasında, bu unsurları kullanarak hâkimiyetlerini sağlamlaştırmaya ve meşruiyet zemini kazanmaya, var olan meşruiyetlerini güçlendirmeye çalışırlar. Bu unsurlardan birincisi, ‘din’dir; ikincisi ise, başlangıç aşamasında devletin güçlenmesine yol açan ‘refah’tır.
İbn Haldun’a göre ‘din’ unsuru mülkün tamamlanması için en önemli şartlardandır. Din (konumuz bağlamında İslam), medeni nitelikleri teşvik etmesine karşın, bağlılarına tavsiye ettiği bazı emirler ve yaşam tarzında, bir anlamda, medeni bir toplumda zühd hayatı yaşama yani şehrin bozucu etkilerinden korunma yönündeki çabalarla toplumu dışardan gelecek tehlikelere karşı ayakta tutma işlevini görmektedir. İbn Haldun bu noktalarda şu görüşleri ileri sürmektedir: Mülk, sadece tagallüble hâsıl olur. Tagallüb de sadece asabiyete ve arzuların mutalebe (hak isteme) üzerinde birleşmesine dayanır. Kalpleri bir noktada toplama ve kaynaştırma sadece, dinini tesis hususunda Allah’tan gelen bir yardımla mümkün olur. Kalpler batıl heva ve heveslere, dünya meyline çağrılırsa, rekabet hâsıl olur, ihtilaflar yaygınlaşır. Hakk’a döndürülür, batılı ve dünyayı reddeder ve Allah’a yönelirse, cihetleri ve (gayeleri) birleşir, rekabet ortadan kalkar, ihtilaflar azalır, yardımlaşma ve dayanışmanın güzel bir şekli ortaya çıkar, bu suretle devlet büyümüş olur (İbn Haldun, 1988: 485-486).
İbn Haldun, din’in rekabeti ortadan kaldırmasının yanında onları ortak bir hedefe yönlendirerek mülkleşme (merkezileşme) sürecini hızlandırma yönünde işlev gördüğünü ifade etmektedir. Din’in güçlendirdiği asabiyetin kendisinden daha güçlü asabiyetlere ya da bedevi (sert, dayanıklı, korkusuz, savaşkan) karakterini koruyan toplulukları da yenebileceğini şu şekilde ortaya koymaktadır: Dini renk, asabiyet sahipleri arasında mevcut olan rekabeti ve hasedi ortadan kaldırır, yönleri sadece Hakk’a çevirir. Bunun neticesinde, durumları hakkında kendileri için ileriyi görme hali hâsıl oldu mu, artık önlerinde hiç bir şey duramaz, çünkü hedef birdir, aynı şeyi herkes müsavi surette istemekte ve onun için canlarını da feda etmektedir. Ele geçirmeyi istedikleri hanedanlık mensupları ve devlet tebaası onlardan kat kat fazla olsa bile, bunların batıl sebebiyle maksatları yekdiğerine zıttır. (Refah ve nimet içinde) ölümden sakındıkları için de birbirini yardımsız ve desteksiz bırakma durumundadırlar. Bunun için, sayıca çok bile olsalar onlara mukavemet edemezler. Daha doğrusu onlar bunlara mutlaka galip gelirler. Bu suretle berikiler, kendilerinde var olan refah ve zillet sebebiyle yok olmaya duçar olurlar. Bir devlete ve (hanedana), eli ve hâkimiyeti altında bulunan sayıca kendisine denk veya kuvvetçe kendisinden fazla olan aşiretlere, din sayesinde onlara galip gelir. Kendisinde esasen mevcut olan kuvvete ilaveten, gücünü bir kat daha artıran din vasıtasıyla, asabiyet bakımından kendisinden daha fazla ve bedevilik bakımından (vahşilik) daha şiddetli olan söz konusu nitelikteki aşiretleri yenebilir (İbn Haldun, 1988: 486-487). Bu ifadelerden de anlaşıldığı üzere İbn Haldun mülkün tamamlanmasında ve kuvvetlenmesinde (merkezileşmenin tamamlanmasında) din’e çok önemli bir rol biçmektedir.
Din’in mülkleşme sürecine yapmış olduğu bu pozitif katkının yanında onun kadar birincil önemde olmasa da ‘refah’ unsuru önemli bir role sahiptir. Ancak dinin özüne sadık kalındığı sürece mülkün tamamlanmasına ve kuvvetlenmesine hizmet etmesine karşın, refah ise başlangıç aşamasında mülke kuvvet katmaktadır, ancak daha sonraki aşamalarda ise mülkü zayıflatıcı bir niteliğe bürünmektedir. Bu ise merkezileşmenin giderek zayıflaması sonucunu doğurmaktadır. İbn Haldun, refahın bu çürütücü etkisine işaret ederken, aynı zamanda onun mülkün tabiatında olan bir özellik olduğuna işaret etmektedir (İbn Haldun, 1988: 500-501). Bu bağlamda devletin geçirdiği aşamaları değişik bakış açılarından üç safhada ortaya koyarak açıklamaktadır. Üç safhada devam eden bu süreç boyunca refah, başlangıç safhalarında tüm toplumsal katmanlar tarafından paylaşılan bir zenginlik olmasına karşın, son safhada sadece yöneten/hâkim sınıfın faydalandığı yönetilenlerin uzak tutulduğu bir niteliğe bürünecektir. Mülk bu süreç sonucunda başlangıçtaki konumunu kaybedecek, ihtiyarlamaya yüz tutacak ve sonunda, içsel ya da dışsal boyutlu darbelerle ortadan kalkacaktır (merkezi yönetim çözülecektir). Sisteme yeni unsurların dâhil edilmesi belki devletin ömrünü biraz daha uzatabilecektir. Ancak bu tür bir devlet için yıkılış kaçınılmazdır.
Mülkleşme sürecine ışık tutması açısından bu üç aşamada devlet İbn Haldun’un ifadeleriyle kısaca şu safhalardan geçmektedir: Birinci safhada mülkün tabiatı gereği şan ve ihtişamı bir tek kişinin inhisarına almasını gerektirir. Şan (ve mecd), asabe arasında müşterek olduğu ve onu temin için hepsinin çabası birleştiği vakit, başkalarına tagallüp ve bölgelerini savunma hususunda örnek bir arzu ve azim ortaya koyarlar, yurtlarını hırsla ve cesaretle müdafaa ederler. İzzet ve itibar hedefine hep birlikte yönelirler, şan ve şereflerini tesis uğrunda ölümü bile seve seve göze alırlar, kendilerini tehlikeye atmayı, şanlarının bozulmasına tercih ederler. İkinci safhada ise bunlardan biri, şanı inhisarı altına aldı mı, kendi asabiyetine mensup öbür şahısları bertaraf eder, dizginlerini çeker, onları bir yana bırakarak bütün servete ve hazineye tek başına sahip olur. Bu yüzden öbürleri gaza konusunda tembellik ve gevşeklik gösterirler. İtibarları sarsılır, nüfuzları zayıflar, zilleti ve köleleştirilmeyi benimser bir hale gelirler. Bunlardan sonra gelen ikinci nesil bu durum içinde yetiştirilmiş olur. Bunlar, sultan tarafından kendilerine ihsan edilen şeyleri koruma görevini yapmanın ve yardımda bulunmanın ücreti olduğunu sanırlar, bunun ötesine akılları ermez. (Asabiyet sahibi olma sıfatı ile devlet gelirlerine sultan kadar hak sahibi olduklarını kavrayamazlar). Hâlbuki çok az kimse ücret karşılığı kendini ölüme atar. Üçüncü safhada artık söz konusu husus devletin bir zaafı haline gelir, hanedanlığın şevketini kırar. Devlet zaaf ve ihtiyarlık sahasına doğru seyreder. Zira asabiyet sahiplerindeki metanet ve dayanıklılığın ortadan kalkmış olması sebebiyle artık asabiyet de fesada uğramıştır (İbn Haldun, 1988: 502). Bu safhalar, mülkleşme sürecini yaşamakta olan bir kabile ya da ailenin riyaset ve mülkleşme (merkezileşme) sürecinde yaşanan davranışlarının niteliklerini açıklamaktadır. Bu safhada göze çarpan en önemli nokta ilk safhada, tüm kabile ya da aile fertlerinin ‘ortak hedefe’ varmak amacıyla tüm tehlikeleri de göze alarak ‘birlikte’ hareket etmeleridir. Sonuçta elde edilen zenginlik yine ortak refahın sağlanması amacıyla harcanmaktadır. İkinci safhada, başlangıçta aynı toplumsal tabanda yer alan yöneten ve yönetilenler artık ayrışmaya başlayacak ve mülk tek bir ailenin malı haline gelecektir. Artık refah ve onun paylaştırılması bir ailenin tekelindedir. Asabiyet zayıflama sürecindedir. Üçüncü safhada ise bu nitelikler daha da pekişerek devam edecek ve devleti çöküşe götürecektir.
İbn Haldun’a göre, devlet ve hanedanlıkların ömrü üç nesli (120 yıl) aşmaz. Yukarıda bahsettiğimiz üç safhanın karşılığı olarak üç nesil boyunca riyaset aşamasından mülk aşamasına geçilmekte ve mülkün birtakım çürütücü (bozucu) etkilerinden dolayı da devlet zaafa uğramakta, sonuçta çökmektedir. Mülkleşme sürecinin ya da merkezileşmenin en yüksek noktası ikinci nesile rastlamakta ancak, devletin zayıflama ve çöküş sürecini başlatarak merkezi yönetimin dağılmasına yol açan gelişmelerde bu dönemde meydana gelmektedir [İbn Haldun, 1988: 505-507].
İbn Haldun’un mülkleşme süreci konusunda ortaya koymuş olduğu teorik ifadeler üzerinde buraya kadar yapmış olduğumuz incelemelerden bir çerçeve çizerek şu sonuçları ortaya koymak mümkündür: Her medeni toplumun temeli bedeviliktir. Bedevi toplulukların en önemli özelliği kuvvetli bir asabiyete sahip olmasıdır. Asabiyetin nihai gayesi ise mülktür. Ve her asabiyet sahibi topluluk çeşitli süreçlerden geçerek mülkü elde etmeye yani kendi etrafında merkezi bir siyasal yapılanmaya dönük mücadele verir. Bu mücadele üç nesil boyunca üç farklı safhadan geçer. İlk neslin mücadele ettiği birinci safhada, merkezileşme yönünde asabiyete dayanılarak önemli adımlar atılır. İkinci neslin dönemi olan ikinci safhada merkezileşme belirli bir ailenin tekelinde doruk noktasına varır. Ancak bu noktada başlangıçtaki asabiyetin kuvveti zayıflamıştır. Devleti elde tutan aile asabiyete başlangıçtaki kadar ihtiyaç duymamakta, çevre’ ye karşı merkezi devşirme unsurlarla ayakta tutmaktadır. Fakat bu dönem merkezi yönetimin zayıflamaya başladığı bir dönemdir. Üçüncü neslin temsil ettiği üçüncü dönem ise devletin ihtiyarlamaya yüz tuttuğu, merkezi yönetimin dağılma yönünde hızla yol aldığı bir safhadır. Üç nesil boyunca süren bu üç safhanın belirgin karakteri de, başlangıçta devletin gücüne güç katan ve toplumsal tabanda ortak bir zenginliğe yol açan refah unsurunun ikinci ve özellikle de üçüncü aşamalarda (nesilde) devletin çürümesine ve merkezi yönetimin dağılmasına yol açan bir işlev görmesidir. Din ise her üç safhada da merkezi yönetimin güçlenmesi yönünde bir rol üstlenmiştir.
Dostları ilə paylaş: |