Kendisine şu cevabı yazdım: “Gerçeğe kavuşan Hülya, Aylar önce sorduğun o malûm soruyu unutmuş değildim. Fakat daha önemli mevzular, bunun tehirine sebep olmuştu. Demek, nasip bugüneymiş



Yüklə 173,12 Kb.
səhifə1/3
tarix02.08.2018
ölçüsü173,12 Kb.
#66104
  1   2   3

III. Bölüm
HÜLYA, GÖNDERDİĞİ son mektuplarından birinde şöyle diyordu: “Sizi yeterince meşgûl ettiğimin farkındayım. Her defasında ‘bu son olsun, başka bir şey sormayayım’ diye karar veriyorum. Ama, o günlerde mutlaka bir problemle karşılaşıyor ve size yazmaya mecbur kalıyorum.

Bildiğiniz gibi, size ilk mektubumda kadın-erkek eşitliğini sormuştum. Geçen zaman içinde ‘artık bu konuyu bir tarafa bırakayım’ diye karar verdim. Ama, geçen gün öğretmenler odasında, bir çay sohbetinin tamamı bu tartışmayla geçti: Kadın-erkek eşitliği söz konusu mudur, değil midir? Tartışmaya yer yer ben de katıldım. Bilmem bu konuda birşeyler yazmayı düşünür müsünüz?”

•••


Kendisine şu cevabı yazdım:
Gerçeğe kavuşan Hülya,

Aylar önce sorduğun o malûm soruyu unutmuş değildim. Fakat daha önemli mevzular, bunun tehirine sebep olmuştu. Demek, nasip bugüneymiş.

Şunu hemen ifade edeyim ki; “Kadın-erkek eşitliği söz konusu mudur?” şeklinde bir soruya hemen “evet” veya “hayır” demek çok zor. Çünkü, soru bu hâliyle yeterince açık değil. Onu bir başka soru ile açmak gerekiyor. “Nerede? Hangi konuda? Ne yönden?” gibi.
Eğer, “hukukî açıdan” soruluyorsa, cevap olarak “evet” diyebiliriz.

Eğer, “her hususta,” denilirse, o zaman, bu soruya cevap vermeye gerek kalmayacaktır. Zira, cevabı sorunun içindedir. Madem ki, iki ayrı cinsten söz ediliyor, öyleyse mutlak eşitlik nasıl düşünülebilir?

Aynı cins, renk, şekil ve olgunlukta iki elmayı yan yana koyup, “Bunlar birbirine eşit mi?” diye sorabiliriz. Ama, aynı mantık içerisinde, “Kadın erkeğe eşit midir?” diyemeyiz. Kadınla erkeğin eşit oldukları sahalar bulunduğu gibi, erkeğin kadını çok gerilerde bıraktığı, yahut onun çok gerisinde kaldığı sahalar da mevcut. Onun için, mes’eleyi sadece bir tek kelimeyle çözümlemek mümkün değil.

Eğer, “aile içindeki hâkimiyet yönünden, kadınla erkek eşit midir?” deniliyorsa, müsaadenle, bu konuyu mektubumun sonuna bırakacağım.

Şayet, “Kadınla erkek arasında insanlık itibarıyla”, yani iyi insan, üstün insan olma noktasında, “bir fark var mıdır?” diye sorulursa, o zaman şunu hemen belirtmek isterim:

Hâkimiyet başka, üstünlük ve fazilet daha başkadır. Bu ikincisinde, hemen çalakalem, şu yahut bu üstündür, demek çok zordur. Çünkü, ister kadın, ister erkek olsun, her insan Allah’ın kuludur. O, hangi kulunu üstün tutuyor, daha çok seviyorsa ve hangi kulundan râzı ise, üstünlük ancak onundur. İlâhî ferman olan Kur’an’a baktığımızda, üstünlük ölçüsü olarak, karşımıza “cinsiyet”in değil “takvâ”nın çıktığını görüyoruz. Evet, Allah indinde üstünlüğün ölçüsü takvâdır.

Nedir “takvâ”?

En kısa ifâdesiyle, Allah’dan korkmak; günahlardan sakınmak; O’nun razı olmadığı hareket, tavır, hâl ve sözlerden uzak durmak. O’nun rızasına ermeyi en büyük maksat bilip, bunu kaybetmekten son derece korkmak.

İşte kim böyle yaparsa, üstün insan, faziletli insan odur. Bu noktada cinsiyete itibar edilmemiştir.

Takvâ dendi mi, hemen “sâlih ameli”de hatırlıyoruz. Sâlih amel; yani hayırlı, güzel işler görmek... Onda da cinsiyete itibar edilmiyor. Meselâ; okunan her Kur’an harfine karşılık on sevap verilmişse, bu bütün insanlar için böyledir. Kadına daha az, erkeğe daha çok sevap söz konusu değil.

Soruyu bir de psikolojik yönden ele alabilir ve şöyle sorabiliriz:

Kadınla erkek arasında psikolojik yönden farklılık mevcut mudur?

Bu soruya hiç tereddüt etmeden, “elbette” diye cevap verebiliriz. Şimdi, sana bu iki cins arasındaki ruhî farklılıkları, kısaca sıralamaya çalışacağım. Hemen belirteyim ki, yazacaklarım benim şahsî tahmin veya kanaatlerim değil, bu konuda mütehassıs ilim ve fikir erbabının görüşlerinin bir hülâsası olacak.

Kadınla erkek arasındaki psikolojik farklılık, kendini çocukluk çağından itibaren göstermeye başlar. Erkek ve kız çocukların oyuncakları farklıdır. Bir kız çocuğu, en çok, “oyuncak bebekler”i sever. Henüz evlilik nedir bilmediği o yaşlarda, bebeklerini bağrına basar, öper, elbiselerini değiştirir, beşikte sallar ve uyutur. Günün büyük bir kısmını onlarla geçirir. Erkek çocuk ise, taksi, uçak, tabanca gibi oyuncaklara daha fazla rağbet gösterir.

Bu çocuklar büyüdüklerinde, bu defa sohbetleri değişir. Erkeklerin toplantılarında daha çok iş hayatı yahut politika konuşulurken, kadınlarda ön sırayı ev eşyaları ve örgüler alır.

Kabiliyet yönünden de iki cins arasında bâriz bir fark var. “Erkek, terkip ve tahlilde, kadın ise taklit ve ezberde daha ileri”. Bir misâl ile anlatmak gerekirse; erkek, bir mimarî eseri ortaya koymakta, onun bütün bölümlerini güzelce yerleştirmekte, kadından daha ileri... Kadın ise, o eserin herhangi bir bölmesini ince nakışlarla süslemekte, erkekten çok daha hassas.

Erkek dış âleme daha açık. Şefkatte kadından geri, ama teşebbüs kabiliyetinde ileri. Kadın ise, erkeğe nisbeten daha içe dönük... Bunun en büyük faydası, yavrusuna ve yuvasına göstereceği ihtimam...

Bu iki cinsin zaafiyetleri de farklılık gösteriyor: Erkekde, tahakküm ve baskı hastalığı mevcut. Kadında ise, gösteriş ve “desinler” belâsı...

Kadının en bâriz bir özelliği de hassasiyeti... Buna “teessürîlik” deniliyor. Kadın, çevresinin tesirinde kalmakta erkekten daha hassas... Dolayısıyla, telkine kapılmaya, aldatılmaya ondan daha müsait. Yaldızlı sözlere kanmakta daha zavallı.

Kadında sezgi gücü, erkekten çok kuvvetli...

Değişikliğe daha çok ihtiyaç duymakta... Yenilik ve heyecana daha çok âşık. Vücut büyüklüğü itibariyle ve güç-kuvvet yönünden kadın, erkekten genellikle daha geri. Bunun neticesi olarak, sığınma ihtiyacı kadında kendini daha fazla hissettiriyor.

Ama bazılarında bu ihtiyaç, aşağılık kompleksine dönüşüyor; bu da erkeklik kompleksi olarak kendini gösteriyor.

Kadın, hayat arkadaşına -ona nisbetle- daha çok bağlı. Ondan daha vefâlı.

Dünya sevgisinde ve şehvette erkekten çok ileri. Dolayısiyle, şeytana âlet olmaya daha müsait.

İşte Hülya! Kadını bu psikolojisi içinde değerlendirmeli, onun erkekleşmesine değil, ideal bir kadın olmasına çalışmalıyız.

Etrafımıza şöyle bir göz atalım. Bütün canlılarda bedenler ve ruhlar arasında mükemmel bir uygunluğun mevcut olduğunu göreceğiz.Her ruh, kendi bedeninde rahattır. Ceylan ruhunu arslan bedenine sokmak ve onu arslanca davranmaya zorlamak, en başta o sevimli ruha zarar verir. Her kükreyişte ruhundaki letâfetten birazını kaybeder, her hamlede kendi öz güzelliğinden bir parçayı harab eder.

Bunun bir başka türlüsü, erkekle kadın arasında geçerli... Bu iki cinsin bedenlerindeki farklılık, ruh yapılarında da görülüyor.

Bunu bilmezlikten gelip, kadın-erkek eşitliği diyerek kadını erkekçe davranışlara itmek, en başta kadına zarar verir.

Aslında, bu vâdide gösterilen kasıtlı ve yoğun faaliyetler, bir bakıma hiçbir şeyi değiştirememiştir. “Hüküm çoğunluğa göre verilir,” kâidesinden hareketle şöyle diyebiliriz: Kadınlar, yine fabrikatör olmaktan çok işçi, hâkim olmaktan çok kâtip, âmir olmaktan çok sekreter, pilot olmaktan çok hostes, patron olmaktan çok tezgâhtardırlar. Zira, yaratılışı değiştirmek mümkün değildir.

Evet Hülya! Maalesef, kadına lâyık olduğu yeri bir türlü veremedik. Ya, onun zaifliğini bir suçmuş gibi değerlendirdik; onun rızkı bize bağlıymışçasına, kendisine aşırı derecede hükmetmeye kalktık; ona haksız muamelelerde bulunduk. Yahut, kendisine çok fazla fırsat verdik, onu erkekliğe heveslendirdik ve mahvettik.

Şimdi biraz da aile içerisindeki hâkimiyet meselesi üzerinde durmak istiyorum.

Her iki cinsin de yaratıcısı, sahibi, mâliki olan Allah, Kur’an-ı Kerim’inde şöyle buyuruyor:

Erkekler kadınlar üzerine hâkimdir (idarecidir). Çünkü Allah-ü Teâla onların bazısını bazısı üzerine tafdîl buyurmuştur (üstün yaratmıştır). Ve (erkekler) mallarından infâk etmektedirler (kadınlara harcamaktadırlar). Saliha kadınlar itaatlidirler. Allah-ü Teâla’nın hıfzı sayesinde gaybı (kocalarının gıyabında, ırz ve mallarını) muhafaza ederler.” (Nisâ Sûresi/34)



Bu âyet-i kerime hakkında yapılan özlü bir tefsiri takdim ediyorum:

Erkekler, kadınlar üzerine hâkimdir. Aile içerisinde hâkimiyet, yani aile fertlerini koruyup gözetme vazifesi, erkeğe verilmiştir. Âyetten, erkeğin bu vazifeyi yapmak üzere kadından daha üstün kılındığı anlaşılmakla beraber, açıkça “erkekleri kadınlardan üstün kılmıştır” yerine “bazısını bazısından üstün kılmıştır,” buyurulmasının da, daha başka mânâları vardır. Şöyle ki, bu tarz ifadeden anlaşıldığına göre, gerek kadının gerek erkeğin birbirinden üstün tarafları vardır. Aile çatısı altında, her iki tarafın üstün meziyetleri birleştirilir ve böylelikle ailenin ihtiyaçları yanında, saadeti de temin edilmiş olur.



Yine bu tarz ifadeden şu mânâ da anlaşılmaktadır:

Her erkek, her kadından üstündür,” diye bir hüküm vermek doğru olmaz. Bazı kadınların müstesna bir yaratılışa sahip oldukları, yine bazı erkeklerin de, erkeğe ait hususiyetleri taşımada, bazı kadınlardan daha kifayetsiz oldukları ayrı bir gerçektir.



Bununla beraber, aile en küçük bir cemaat olması itibariyle, onun her halükârda bir hâkimi olacaktır. Bu hâkim, her zaman ve her şart altında, yine erkektir. Bunu da âyetin devamından anlıyoruz.

Erkekler için “Ve mallarından infak etmektedirler” yâni çoluk çocuğun ve hanımın nafakalarını temin etmektedirler, buyuruluyor ve âyet-i kerime;

Onun için, iyi kadınlar itaatkârdırlar” diye son buluyor.



Demek ki, aile içerisinde, hâkimiyet hakkı erkeğe verilmiş; kadının da, ancak, kocasına itaat etmekle “iyi kadın” olabileceği ifâde buyrulmuş...

Bu hâkimiyet meselesiyle ilgili olarak, Peygamberlik, imâmet gibi birçok vazifelerin de, erkeklere verilmiş olduğuna ayrıca dikkat çekmek isterim. Ama bu demek değildir ki, her erkek, her kadından mutlaka üstündür. Âyetin tefsirinde de ifade edildiği gibi, fazilet ve meziyette, erkekleri çok gerilerde bırakan Hazret-i Fatıma (r.a.) gibi nice müstesna kadınlar yaratılmıştır.

Senin için söylemiyorum, ama bu tip soruların arkasında genellikle “İlâhî adalete itiraz” havası hissettiğimden, bu konu üzerinde de biraz durmak istiyorum.

Şunu hemen ifade etmek isterim: Eşitlik başka, adalet daha başkadır. Cenab-ı Hakk’ın şu âlemdeki icraatı ve tasarrufu, “eşitlik” üzerine değil, “adalet” esasına göre cereyan ediyor.

Şöyle bir düşünelim: Eğer mutlak eşitlik olsaydı, ya her şey yoklukta kalırdı veya sadece bir cins varlık yaratılırdı. Zira, ikinci cins yaratıldığında eşitlik bozulurdu.

Demek ki eşitlik, sadece hayal ve vehim sahasında söz konusu; akıl, kalb ve vicdanda yeri yok.

Bedenimizdeki organlar arasında da eşitlik söz konusu değil. Ama her organ niçin yaratılmışsa, o vazifeyi görebilmesi için, gerekli bütün özellikler, kendisine adaletle verilmiş. Bu çok önemli husus, maalesef çoğu zaman gözden kaçıyor.

Serçe ile kedinin eşit olmadıkları malûm. Ama, her ikisinde de ilâhî adalet bütün berraklığı ile okunmakta... “Kedilik” mahiyeti neyi gerektiriyorsa ruh hâletinden, diş ve tırnak yapısına, vücut çevikliğine kadar hepsi “âdil” olarak verilmiş; hiçbirşey noksan bırakılmamış. Aynı şekilde, “serçelik” mahiyeti de neyi icab ettiriyorsa, ona da o kabiliyetler ve o vücut yapısı eksiksiz takdim edilmiş.

İşte adalet budur. “Niçin o serçe oldu, bu kedi?” diye, bir soru sormaya kimsenin hakkı yoktur. Sorulursa, “Allah böylece irâde buyurmuştur” diye cevap verilecektir. Aksini irâde buyursaydı, o soru yine sorulacaktı. Bununla beraber, şunu ifade etmek isterim. Ne o serçe, ne de o kedi, başka bir âlemde “hayvan olma” imtihanına tâbi tutulmuş da, o imtihanı kazanmış değiller. Tâ ki, bu başarılarına karşılık, kendilerine verilen “hayat makamını” az veya çok bulabilsinler. Onlar daha düne kadar, tâbiri câiz ise, yokluk karanlıklarında Allah’ın lütfunu gözlemekle meşgûldüler. Hiçbir hakları yokken Cenâb-ı Hak onlara, sırf bir lütuf olarak, şu hazır bedenlerini ve ruhlarını ihsan etti.

Onlar da bunu şuuren biliyormuşçasına, hâllerinden memnun olarak sürdürüyorlar hayatlarını... Ruhlarında, kadere itirazın zerresi dahi bulunmuyor...

Kadın veya erkek yaratılma meselesini de, bu misâle kıyas ediniz. “Niçin kadın yaratıldım?” diyeceğinize, diğer canlı ve cansız varlıklara bakıp, ilâhi takdirden kendinize düşen hisseyi rıza ile karşılayınız.

Kaldı ki, önemli olan her zaman için âkıbettir, neticedir. “Erkekler mutlaka cennete, kadınlar cehenneme gidecek” diye, bir hüküm olmadığına göre, her iki cins de, kendilerine verilen ömür sermayesi ile, ebedî saadetlerini kazanmak için azamî gayret göstermek durumundadırlar.

Yarın bu saadeti kaybedecek insanların, bu gün şu veya bu cinsten olmaları bilmem ki ne mânâ ifade eder?..

Bu vesile ile senin çok önceleri sorduğun bir soruya da kısaca temas etmek isterim:

Bütün insanların, gerçeği bulma hususunda eşit şansa sahip olup olmadıklarını” sormuştun. Soru, bir yönüyle ilâhî adaletle ilgili. Bu konuda daha önce, “Bir Kader Sohbeti” adlı kitapçıkta birşeyler yazmıştım. İstersen bakabilirsin.



Hülya, şu gerçeği hiçbir zaman hatırından çıkarmamalısın. İnsan, Allah’ın kuludur. Bedenindeki her organı ve ruhundaki her hissi, her duyguyu, her kabiliyeti ona Allah ihsan etmiştir. Bu kâinat sarayı, Allah’ın mülkü ve şu âciz insan da, O’nun nazlı bir misafiridir.

Gerçekten çok nazlı misafirleriz; öyle değil mi? Hergün milyarlarca hücre değiştiriyoruz, farkında bile değiliz... Üzerinde bulunduğumuz yerküre, müthiş bir sür’atle yol alıyor; hiç aklımızdan geçmiyor bile. Kanımız her nefes temizleniyor, biz ise bu çok önemli faaliyetten habersiz, kendi işimizle meşgûl oluyoruz. Hangi organımız ağrıyorsa, ancak onun varlığını hatırlıyoruz. Diğer bütün organlarımızdan çok uzaklarda gibiyiz... Kısacası, gerek iç âlemimizde gerekse şu kâinatta bizimle ilgili olarak, hergün sonsuz işler görülmekte, nihayetsiz faaliyetler sürdürülmekte... Biz ise bütün bunların kaygısını çekmeden kendi hususî işlerimizin peşinde koşmaktayız.

İşte, bizi öyle rahmet ve inayetiyle besleyen Rabbimiz, âhirette de bizlere adaletle muamele edecektir.

Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurulur:

Allah, hiç kimseye, gücünün üstünde bir şey teklif etmez.”



Bu hüküm, gerçeği bulma konusunda da geçerli... Her insan, Allah’ın kuludur, onun “mevcut şartları içerisinde, gerçeği ne ölçüde bulabileceğini” en iyi bilen Allah’dır. Ve o kuluna, buna göre muamele edecektir. Onu, bilmeye güç yetiremeyeceği şeylerden mes’ûl tutacak değildir.

Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” âyeti, bir yönüyle de bu meselemize ışık tutmakta...



Mahkeme-i Kübra’da, o büyük hesap gününde, herkes, zengin-fakir, âlim-câhil, İslâm’dan haberdar veya gâfil her grup insan, kendi hususî şartları içerisinde hesaba çekilecekler. O gün, zerre kadar hayır ve şer neticesiz kalmayacak. İlâhî adalet, bütün haşmetiyle tecelli edecek.

Kimbilir, belki de “gerçeği bulmada herkes eşit şansa sahip mi?” gibi sorularla kadere bir nevi itiraz eden bazı insanlar, o gün azaba lâyık görülürken, -güya müdafaa ettikleri- o biçareler, mazur görülecek “necat ehli” olacak ve azaptan kurtulacaklardır.

Öyle ise, sen gerçeği anlatmaya elinden geldiğince çalışmalı, gayret göstermeli, ama Allah’ın âdil olduğuna da bütün ruhunla itimat etmelisin. Diğer insanlara şefkat ederken, kendini mânen tehlikeye atmamalı ve onların Allah’ın kulu olduklarını hatırından çıkarmamalısın.

Son olarak sana, zulmün tarifini de yazmak istiyorum. “Zulüm, başkasının mülkünde, onun izni olmaksızın tasarruf etmek” demektir. Bütün insanların Rabbi, Mâliki, İlâhı ancak Allah’dır. Öyle ise, O’nun insanlar üzerindeki hiçbir tasarrufu, hiçbir icraatı, hâşâ zulmün târifine girmez.

Bunu çok iyi bilmeli ve mutlak âdil olmanın, ancak, ilmi, kudreti, hikmeti, rahmeti,... sonsuz olan Allah’a mahsus olduğunu’da unutmamalısın...

Bu kadarı şimdilik yeter zannederim.

Selâmlar...”

•••


Bir süre sonra, şu mektubu kaleme aldım:
Gerçeğe kavuşan Hülya,

Kadın-erkek eşitliği konusunu, geçen mektubumun sonunda noktaladığımı sanıyordum. Fakat bir olay üzerine, sana bu hususta birşeyler daha yazmaya karar verdim. Geçenlerde bir özel dershanenin kendi kursiyerleri için çıkardığı, -güyâ- rehber niteliğindeki bir dergiye göz gezdiriyordum. Dergide geçen bir yazı, beni hayli düşündürdü. Yazıda, “erkek ve kız öğrencilerin birbirleriyle alâka kurmalarının yadırgınmaması gerektiği”, “bunu yapanların geri düşünceli kimseler oldukları” işlenmeye çalışılıyordu. O yazı münasebetiyle, modern Avrupa cemiyetinin şu üç prensibini hatırladım. Vaktiyle bir kitapta okumuştum:
1. Kadınlarla erkeklerin eşit olmaları,

2. Kadınların, geçim yönünden erkekten bağımsız hâle getirilmesi,

3. Geçim yönünden erkeğin baskısından kurtulan kadını, diğer erkeklerle münasebette daha hür hâle getirmek.

Bunlardan ilk ikisi vasıta, üçüncüsü ise ana hedefti.

Kadın-erkek eşitliğini sık sık nazara verenler, bizim kadınımızı bu üçüncü noktaya bir türlü getirememişlerdi. Ondaki nâmus ve sadâkat duygularını istedikleri ölçüde zedelemeye muvaffak olamamışlardı. Ve bundan fevkalâde rahatsızdılar. İşte sözünü ettiğim yazının sahibi de, bunlardan birisi olsa gerekti.

Bu vesileyle şunu söylemek isterim:

Genellikle bir kız 12-13, erkek ise 14-15 yaşlarında bülûğa eriyor; biri anne, diğeri baba namzedi oluyorlar.

Kendilerine namus duygusunun ve hâyâ şuurunun, bu yaşların çok öncesinde verilmesi gerekiyor. Halbuki malûm çevreler, bunun yaşını, tâ kızın evleneceği tarihe kadar uzatıyorlar. Sanki nâmus mükellefiyeti ancak o noktada başlıyormuş gibi. Yine o ana kadar, her türlü gayri meşru münâsebetin normal karşılanması lâzımmışçasına...

Şu mantığı anlamak mümkün değil:

Bir kız, yabancı bir erkekle, bekârlığında niçin dolaşabiliyor da evlendikten sonra kendisine bu kapı kapanıyor? Meselenin en can alıcı noktası budur, zannederim. Bütün kadınların bütün erkeklerle istedikleri gibi düşüp, kalkmalarını candan arzu eden, ama, bunu söylemek cesaretini gösteremiyenler, meseleyi gençlik plânında savunmayı tercih ediyorlar. Zira, bunda muvaffak olurlarsa, asıl hedeflerine olduça yaklaşabileceklerdir.

Dergide okuduğum o yazı, gençliğimiz üzerinde oynanan oyunların sadece küçük bir nümûnesi. Bu oyunlar bana şeytanın bir yeminini, bir ahdini hatırlatır.

Kur’an-ı Kerim’de, şeytanın Âdem (a.s.)’a secde etmediği ve bu yüzden kovulduğu, lânetlendiği zikredildikten sonra, o kovulan şeytanın şöyle dediği nakledilir:

Celâlin hakkı için kullarından bir mukadder pay alacağım. Onları gerçekten saptıracağım.”



Ve bu sözler şöyle biter:

Çaresiz, onlara emredeceğim de Allah’ın yarattığını (aslından çıkarak) değiştirecekler.”



Bu son ifade için yapılan bir tefsiri, aynen naklediyorum:

Kadını erkek, erkeği kadın yapacaklar. Nikâhı bırakıp zinaya sapacaklar. Vazifeden kaçıp oyuna gidecekler. Doğruluğu budalalık, eğriliği hüner sayacaklar. İyiye kötü, kötüye iyi diyecekler. İmar edilmesi gerekeni tahrip, tahrip edilmesi lâzım geleni imar edecekler. Tevhidden çıkacak, bâtıl dinler ve fikirler peşinde koşacaklar.”



Bu satırları yazarken aklıma âniden şu soru geldi: “Hülya’nın, bu mektubu arkadaşlarına da okuyabileceğini unutuyorsun. Bakalım onlar, şeytanın varlığına ne ölçüde inanıyorlar?”

Bunun üzerine, şeytan hakkında kısa da olsa birşeyler yazmaya karar verdim.

Önce, şeytanın bir hilesini güzelce ortaya koyan şu vecizeyi takdim edeyim:

Şeytanın en büyük bir desîsesi; kendini, kendine tâbi olanlara inkâr ettirmesidir.”



Madem, şeytandan bahseden birçok âyet-i kerime mevcut ve bir tek âyeti dahi inkâr etmek insanın imanını götürebilmekte. Elbette, şeytan bu kanalı işletecek ve kendini inkâr ettirmeye çalışacaktır. Bu nasıl bir oyundur ki, insan şeytanı inkâr etmekle onun safına otomatikman geçmekte.

Etrafımıza şöyle bir bakalım:

Dağ, taş, toprak, bitki, hayvan, bulut, şimşek ve nihayet güneş, ay ve yıldızlar hayalimizden bir bir geçsinler.

Bunların hepsi maddî varlıklar olduğu halde, birbirlerinden ne kadar farklılık gösteriyorlar, değil mi?

Şimdi bir de gözle göremediğimiz yer çekimini, X-ışınlarını, radyoaktiviteyi ve nihayet melekleri, cinleri, şeytanları düşünelim.

Bu ikincilerin de birinciler gibi, birbirinden çok farklı şeyler olduklarını dikkate alalım ve şöyle devam ettirelim düşüncemizi:

Ateş topraktan ne kadar ayrı ise, şeytan da âdemoğlundan o kadar farklı olmalı...

Karanlık ışıktan ne kadar uzak ise, cinler de meleklerden o kadar ayrı olmalı...

Vaktiyle, evrimcilerin ruhu inkârlarına karşı kaleme aldığım bir yazıdan, kısa bir bölümünü sana aktarmak istiyorum:

Birisi yaratılışa inanan, diğeri evrimi savunan iki insanı, hayâlen yanyana getiriniz. Ve sorunuz başka bir evrimciye:

Bu adamların hangi organları yaratılışa inanıyor, yahut evrimi kabul ediyor? Elleri mi, ayakları mı, ciğerleri mi, mideleri mi, kanları mı, beyin hücreleri mi?”

Sorunuza karşılık ister istemez ‘hiçbiri’ diyecektir.

O halde bu zıt görüşlerin sahipleri kimlerdir?’ şeklindeki sorunuza bilmem ne cevap verecektir?”



İşte Hülya! bu misâlimizde, yaratılışı kabul eden yahut evrimi savunan o insan ruhunu, nasıl göremiyor ve mahiyetini bilemiyorsak, onu yoldan çıkarmaya çalışan ve yine o ruh gibi görünmeyen şeytanı da, gerçek mahiyetiyle, anlıyamıyoruz. Şu var ki, onun mahiyetiyle kavranamaması, inkârına yol açmamalı.

Sana önemli bir husustan söz edecek ve üzerinde biraz düşünmeni isteyeceğim:

İnsan, bir çiçeği veya güzel bir kokuyu “kelimelerle” sevmez; bu işi kelimesiz yapar. Ama, bu sevgisini başkasına aktarmak istediği zaman, hissiyatını kelimelere dökmeye mecbur kalır.



İşte kelimesiz seven ve korkan ve yine kelimesiz inanan o insan kalbine, şeytan musallat olmakta, onunla kelimesiz konuşmakta ve ona bir takım telkinlerde bulunmakta... İşte şeytanın bu telkinlerine “vesvese” deniliyor.

Bir insan, bir başkasına yanlış fikirler aşılamak istediğinde, arada kelimeler vasıta oluyor.Bu yüzdendir ki o şahıs, kendisine telkinatta bulunan kimseyi biliyor ve tanıyor.

Ama, insanın şeytanı aynı ölçüde bilip tanıması mümkün olmuyor. Eğer imânı kuvvetli değilse, o vesveseleri kendi kalbinin veya aklının imâl ettiğini zannederek, şeytanı inkâra sapabiliyor.

Her ne ise.. Biraz saded harici oldu... Yine asıl konumuza dönelim:

Şeytan, ettiği yemin icabı, insanların yaratılışını değiştirmeğe gayret gösteriyor. Kadını erkekleştirmeğe, erkeği de kadınlaştırmağa çalışıyor. Şeytanın bu vâdideki telkinlerine kapılmamamız için Peygamber Efendimiz (s.a.v.) bizleri şöyle ikaz ediyor:

Buharî’de nakledildiğine göre:

Nebi (s.a.v.) erkeklerden kadınlaşanlara ve kadınlardan da erkekleşenlere lânet etti ve ‘Bu gibi kimseleri evinizden kovunuz’ buyurdu.”



Halbuki, kadından beklenen, hâkimiyet ve kabadayılık değil; şefkat, merhamet, nâmus, iffet, sadakat, itaat, tevazu ve nezâket gibi güzel huylardır.

Yüklə 173,12 Kb.

Dostları ilə paylaş:
  1   2   3




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin