Ce ilk düzenli Rus donanması oluşturulmuştur



Yüklə 1,09 Mb.
tarix07.01.2022
ölçüsü1,09 Mb.
#86728

ce ilk düzenli Rus donanması oluşturul­muştur. Ancak 1711'de Baltacı Mehmed Paşa kumandasındaki Osmanlı kuvvet­lerinin kazandığı Prut Zaferi'nden son­ra Azak'taki donanma imha edildi ve ka­le tekrar ele geçirildi. 1713 Edirne Ant-laşması'yla Osmanlilar'a bırakılan Azak 1736'da tekrar Rus idaresine girdi ve Belgrad Antlaşması'na (1739) göre istih­kâmları yıkılmak şartıyla Rusya'ya ter-kedildi. Bu tarihten itibaren çevresi mil­le dolan ve önemini giderek kaybeden Azak, yakınındaki Rostov'un gelişmesiy­le buraya bağlandı.

XX. yüzyılın başlarında yeniden önem kazanan Azak, 1920 ve 1941'lerde bura­da teşkil edilen Rus donanması ile böl­genin savunmasında önemli rol oynama­ya başladı.

BİBLİYOGRAFYA:

BA. TD, ar. 370, s. 490; Ebü'1-Fidâ, Takvî-mü'i-buldan (nşr. Ch. Schier), Dresden 1845, s. 29-288; İbn Battûta, Seyahatname, I, 364 vd.; Evliya Çelebi, Seyahatname, II, 113-122; E. D. Clarcke, Voyages en Russie et en Turquie, Paris 1813, II, 93 vd.; W. Heyd, Histoire du coın-merce du Leuantau Moyen age, Leipzig 1936, Ii, 178, 188-191; A. Nimet Kurat, IV-XV!1I. Yüz­yıllarda Karadeniz Kuzeyindeki Türk Kavim­leri ue Devletleri, Ankara 1972, s. 131; Ahmed Refik, "Onuncu. Asır Açık Deniz Meselesi ve Azak Muhasarası", TOEM, XVI (1926). s. 261-275; M. Cavid Baysun, "Azak", İA, II, 85-89; H. İnalcık, "Azak", El2 (İng). I, 808; GSE, I, 588-

589. rri

liffiıl Mustafa L. Bilge

A'ZAMİ, Ahmed İzzet (bk. AHMED İZZET el-A'ZAMİ).

Azamiye külliyesi

Bağdat'ta

İmâm-ı Âzam'ın kabri etrafında teşekkül eden külliye.

J

150 (767) yılında Bağdat'ta vefat eden İmâm-ı Âzam Ebü Hanîfe, Âzam sıfatı­na izafetle bugün Âzamiye olarak anı­lan semte defnedilmiş ve kabri üzerine kerpiçten bir mezar yapılmıştı. Selçuklu Veziri Şerefülmülk Ebû Saîd el-Hârizmî 459'da (1067) mezarın üzerine bir tür­be, yanına da bir medrese inşa ettirdi. Türbe çok uzaklardan görülebilen mu-karnas külâhlı Selçuklu tarzı kubbeli bir yapıya sahipti. Medrese ise Nizâmiye'den dört ay on üç gün önce 27 Cemâziyelâ-hir 459'da (15 Mayıs 1067) hizmete açıla­rak Bağdat'ta kurulan ilk Selçuklu med­resesi olmuştur.



Şah İsmail'in Bağdat'ı istilâ etmesin­den sonra harap olan İmâm-ı Âzam Tür­besi İle medrese Kanunî Sultan Süleyman tarafından cami, imaret, ribât* ve ha­mam ilâvesiyle 1534'te yeniden yaptırıl­mıştır. 50.000 metrekarelik bir alanda etrafı surlarla çevrili olan İmâm-i Âzam Külliyesi, Mimar Sinan'ın eserlerini gös­teren listelerden birinde yer almakta ise de üzeri çizilmiş olduğu için Mimar Si­nan'ın bu eserle olan bağlantısı şüpheli­dir. Sah Abbas'ın işgali sırasında ikinci defa zarar gören İmâm-ı Âzam Türbe­si, Sultan IV. Murad"ın 1639'da Bağdat Seferi sırasında yeniden elden geçiril­miştir. Külliyenin dökülen çinileriyle mi­narenin altın kaplamalı külahı 1802'de Süleyman Paşa, cami 1816'da Dâvud Pa­şa, türbe 1839'da Sultan Abdülmecid ta­rafından tamir ettirilmiştir. Külliyenin ta­mamını ise 1871'de Pertevniyal Valide Sultan ve 1903-1910 yıllarında da Sultan II. Abdülhamid yeniden yaptırmışlardır. Zengin vakıfları sebebiyle düzenli kad­rolara sahip olan Âzamiye Külliyesi'ne ayrıca çok sayıda kandil, şamdan ve ha­lı gibi kıymetli eşyalar da hediye edilmiş-

tir. Irak hükümeti tarafından 1948 ve 1959 yıllarında yapılan tamirlerde mi­mari ve süslemede birtakım değişiklik­lere gidilmiş, külliyeyi çeviren sur duvar­ları, taçkapılar, medrese, imaret, hamam ve batı revakları yıkılarak yerine modern tarzda yeni avlu duvarları, sembolik iki taçkapı ile ek binalar inşa edilmiştir.

Günümüze gelebilen şekliyle İmâm-ı Âzam Camii, etrafı çifte revaklarla çevri­li, 34X17 m. ölçülerinde dikdörtgen plan­lı bir harime sahiptir. Batıdaki revaklar kaldırılarak bu mekân kadınların namaz kılması için ayrılmıştır. Harimi saran di­ğer revaklar, içte on iki mermer sütun, dışta on üç kalın paye dizisiyle, bunları birbirine bağlayan kemerler üzerine otu­ran yirmi altı küçük kubbeyle örtülmüş­tür. Kubbe geçişlerindeki taşkın süsle­melerle dış cephedeki çiniler son tamir­de yapılmıştır. 1.5 m. kalınlığında, 8 m. yüksekliğindeki duvarlarla çevrilen hari-min mihrap önü bölümü 15 m. çapında büyük bir kubbeyle örtülüdür. Osmanlı döneminde sivri kemerli pandantiflere yaslanan kubbeler, bugün at nalı kemer ve Mağrib üslubuyla işlenmiş mukarnas-Iı geçişlerle desteklenmektedir. Kuzey­de sıralanan dört sütunla kuzey duvarı arasında mahfil yer almaktadır. Harime revaklardan açılan kapılarla girilir. Du­varlar yarı yükseklikten, kemerler sütun başlıklarından itibaren kubbe kilit taşı­na kadar bütün mekânlar ince işlenmiş terrakota (terracotta) taklidi mukarnaslı süslemelerle bezenmiştir. Duvarları kap­layan 2 m. yüksekliğindeki İznik çinileri ise sökülerek yerlerine mermer kaplan­mıştır. Ayrıca 5 m. boyundaki çinili mih­rap da kaldırılarak yerine çifte sütunçe-ii, dışa taşkın yuvarlak kemerli ve antre-laklı Bizans mozaikleri şeklinde süslen­miş bir mihrap oturtulmuştur.

Caminin kıble duvarına bitişik olan İmâm-ı Âzam Türbesi, külliyenin IV. Mu-rad zamanında yapılan tamirle günümü­ze ulaşabilen tek elemanıdır. Harim ve doğu revaklarından iki kapıyla geçilen kare mekân, 7 m. çapında bir kubbeyle örtülüdür. Duvarlar pandantiflere kadar mermerle kaplıdır. Kıble duvarında iki pencere mevcuttur. Harimden geçilen ka­pının üzerinde yedi beyitlik 1322 (1904) tarihli kitabe bulunuyordu. Yüksek kas-naklı kubbe, dıştan iri motifli sır altı tek­niğiyle yapılmış çinilerle kaplıdır. Miğfer biçimindeki kubbe madenî bir alemle sonuçlanmaktadır. İmâm-ı Âzam'ın ah­şap iskeletli gümüş kaplamalı yüksek sandukası, yine gümüş palmetlerle taç-landınlmiştır.

Türbenin doğusunda bulunan ve re-vaktan geçilen minare kare kaideli, silin-dirik gövdelidir, Tamamen tuğladan ya­pılan minarenin mukarnas altlıktı bir şe­refesi vardır. 1974 yılında caminin batı­sındaki mezarlık kısmına aynı tipte ikin­ci bir minare daha yapılmıştır. Bağdat'­taki mozaik çinilerle süslü tuğla minare geleneği burada da devam etmiştir.

Türbenin yanından başlayıp harimin kıble duvarı boyunca uzanan İmâm-ı Âzam Medresesi'nden bugün sadece bir iki duvar parçası kalmıştır. Klasik Türk medrese mimarisiyle ele alınan revaklı iki katlı medresenin yerine modern bir ilahiyat fakültesi binası yapılmıştır. Ay­rıca yüzlerce hücresi bulunan imaretle Sultan II. Abdülhamid'in yaptırdığı rüş-diye binası da yıkılarak yerine misafir­hane İnşa edilmiştir.

Selçuklu ve Osmanlı döneminde büyük bir dikkatle korunan İmâm-ı Âzam Kül­liyesi, mimari asaletini kaybetmiş olma­sına rağmen, bugün de binlerce cemaati ve ziyaretçi siyle eski ihtişamını devam ettiren manevî bir merkez durumunda­dır.

BİBLİYOGRAFYA:

Makdisî. Ahsenü't-tekâsîm, s. 130; Evliya Çe­lebi, Seyahatname, VI, 325-326; Abbas el-Az-zâvû Târthu'l-'lr&k beyne'l-İhtilâieyn, Bağdad 1935, II, 75, 163, 174; Sâî, Tezkiretul-ebnİye, s. 24; Beşir Fransis, Bağdad: TârîhuhS. oe Sşâ-ruhâ, Bağdad 1959, s. 16-17; Hâşim el-Azamî, Târîhu câmici'l-İmâmİ'i-Aczam ve mesâcîdi'l-A'zamiyye, Bağdad 1964, i, 31; Mustafa Ce-vad. "Evvelü Medrese fi'l-'lrâk; Medıesetü'l-İmâm Ebî Hanîfe", Mecelletü't-Mu.'allimi'1-Ce-dîd, sy. 6, Bağdad 1940, s. 297; Aydın Bolak, "Bağdad", Lâle, sy. 5, İstanbul 1987, s. 16-21 (Âzamiye Külliyesi'nirı yeni durumunu göste­ren resimleri • m

İffll AtîDÜSSELÂM Ul-UÇAM

302

ÂZAMİYYE


İmâm-ı Azam Ebû Hanîfe'ye

(ö. 150/767)

nisbet edilen bîr tarikat

(bk. EBÛ HANÎFE).

AZAP

Allah'ı tanımayan veya



emirlerine karşı gelenlere

dünyada ve âhirette verilen

ilâhî ceza.

Arapça'da azâb "terketmek, vazgeç­mek, vazgeçirmek" gibi mânalara gelen azb kökünden isim olup "işkence, ezi­yet ve elem" anlamında kullanılır. Elem ve ıstırapların bir kısmı beden, bir kıs­mı da ruh üzerinde etkili olduğuna gö­re azap hem maddî hem de mânevi bir elem ve ceza niteliği taşır.

Kur'an ve Hadiste Azap. Kur'an'da tü­revleriyle birlikte 490 defa geçen azap, genellikle ilâhî emirlere karşı gelenle­re verilen cezanın adı olarak kullanılır. Kur'ân-ı Kerîm'de azap mânasında ge­çen başka kelimeler de vardır. Bunlar­dan en çok tekrarlananlar nâr, cehen­nem, ricz, be's ve ikâbdır (Ebü'1-Bekâ, s. 191). İlgili âyetlerin incelenmesinden an­laşıldığına göre ilâhî azap dünyada, ka­bir hayatında ve âhirette olmak üzere üç safhada gerçekleşir. Kâinatın yegâne yaratıcısı, yöneticisi ve dolayısıyla sahibi olan Allah kullarından dilediğine azap etmeye muktedir olmakla birlikte (el-Mâide 5/40; el-Ankebût 29/21) O aza­bının inkâra ve isyana karşılık olduğunu bildirmiştir (el-A'râf 7/96; et-Tevbe 9/ 95; Yûnus 10/8, 70i. İlâhî buyrukları ta­nımayanlara, peygamberlerini alaya alıp yalanlayanlara, kâfirlere, fâsıklara, zu-

lüm ve haksızlık yapanlara, hak dine gir­dikten sonra dönenlere, işledikleri gü­nahlar sebebiyle bir ceza ve azap olmak üzere çeşitli felâketler gönderilerek dün­yada helak edildikleri muhtelif âyetler­de beyan edilmiştir. Bilhassa Nûh, Hûd, Salih, Lût ve Şuayb peygamberlerin in­karcı kavimleri çeşitli şekillerdeki felâ­ketlerle azaba uğratılmış, kimi yerin di­bine geçirilerek, kimine gökten taş yağ­dırılarak (el-Ankebüt 29/40), kimi suda boğularak (el-İsrâ 17/ 103), kimine yağ-munfeiâketi verilerek (el-A'râf 7/84) bun­lar maddî cezaya çarptırılmış: Kur'an'a inanmayan Ehl-i kitap ile münafıklarda olduğu gibi kimine de zillet damgası vurularak kıyamete kadar manevî aza­ba mâruz bırakılmıştır. Yine Kur'ân-ı Ke­rîm kâfirlerin sahip olduğu gelip geçici dünya nimetlerinin aslında kendileri için bir azap olduğunu (et-Tevbe 9/851 ha­ber vermiş, bu şekilde maddî imkânla­rın insan bedenine haz vermesine kar­şılık ruhu için ıstırap kaynağı olabilece­ği, manevî mutluluğun madde ile değil Allah'a bağlanmakla gerçekleşeceği ve Allah yolunda harcanmayan servetin sa­hibini azaba sürükleyeceği anlatılmak istenmiştir (et-Tevbe 9/35İ.

İnkarcı ve isyankârların dünyada ilâhî, azapla cezalandırılmalarını, pişmanlık du­yup girdikleri sapık yoldan dönmelerini ve rablerine yönelmelerini sağlamak gi­bi gaye ve hikmetlere bağlayan Kur'ân-ı Kerîm (el-En'âm 6/64; en-Nahl 16/53; es-Secde 32/21), açık bir ifade ile ol­masa bile, ölümle başlayıp tekrar dirili­şe kadar sürecek olan kabir hayatında da sözü edilen kişiler için azabın devam edeceğine işaret eder, ancak ayrıntılı bil­gi vermez (bk. el-Mü'minûn 23/100; el-Mü'min 40/46; Nûh 71/25).

İman edip ilâhî buyruklara uyanların dışında kalan insanlarla cinler, inkârla-

nnın derecesi ve günahlarının büyüklü­ğüne bağlı olarak asıl azabı âhiret âle­minde göreceklerdir [en-Nisâ 4/145; en-Nahİ 16/88). Bu azap tekrar dirilişle baş­layacak ve cehenneme girişle son şekli­ni alıp devam edecektir. Yine Kur'an'da belirtildiğine göre peygamber gönderil­meyen topluluklara azap edilmeyecek (el-İsrâ 17/15); buna karşılık Allah'ın hu­zuruna çıkacaklarına inanmayıp âyetle­rini inkâr eden kâfirler, Kur'an'a sırt çe­viren yahudiler, hıristiyanlar, münafık­lar, müşrikler, peygamberlerin bir kıs­mına inanıp diğerlerini inkâr edenler şiddetli azaba uğratılacaklar (el-Kehf 18/ 105-106; en-Nisâ 4/139, 145, 161, 172, e!-Mâide 5/72-73; Âl-i İmrân 3/151; el-Ahzâb 33/73); bunların yanında yetim­lerin mallarını haksız yere yiyen, mümi­ni kasten öldüren, iffetli kadınlara ifti­ra eden ve Kur'an'da belirtilen sınırlan (hudûdullah) aşıp peygamberlerin bildir­diklerine aykırı davranan -büyük günah sahibi- müminler de azaptan kurtula­mayacaklardır (en-Nisâ 4/10, 14, 93, 97; el-Mâide 5/94-95; en-Nûr 24/23, 63). Sözü edilen bu zümreler, kısaca kâfirler ve âsi müminler, azaplarını Allah'ın dile­diği sürece kalacakları cehennemde çe­keceklerdir (Hûd 11/106-107; en-Nebe' 78/23). Kur'an'daki cehennem tasvir­lerinden anlaşıldığına göre fizyolojik ve psikolojik nitelikli olmak üzere iki türlü uygulanacak olan azabın ilki yakıcı ateş­ler, dondurucu soğuklar, demir topuz­lar ve zincirler, ateşten yatak, örtü ve elbiseler, kaynar sular, zakkumdan ve dikenli ağaçlardan yiyecekler, katranlar, dar hücreler gibi vasıtalarla gerçekleş­tirilecek (en-Nisâ 4/55; İbrâhîm 14/16-17,49; el-Kehf 18/29; el-Hac 22/19-21 ; el-Furkân 25/13; es-Sâffât 37/62; el-Mü'min 40/71-72; el-İnsân 76/4, 13); azabın ruhlara en şiddetli ıstırabı vere­cek olan ikinci türü ise bu azaba müs­tahak olanların Allah'ı görmekten ve O'nunla konuşmaktan mahrum bırakı­larak ilâhî lanete uğratılmaları şeklinde vuku bulacaktır [el-Bakara 2/161-162; Âl-i İmrân 3/77]. "Acıklı, büyük, şiddetli, aşağılayıcı, sürekli, uzun süreli" gibi ni­telikler taşıyan cehennem azabının kâ­firler için "ahkâb" adı verilen uzun de­virler süreceği, bunun kâinatın ömrü ka­dar sürekli olacağı, fakat ilâhî iradeye bağlı olarak sürenin uzatılıp kısaltılabi-leceği (el-En'âm 6/128; Hûd 11/107; en-Nebe' 78/23), Kur'an'da veriien bilgiler arasında yer alır.

Azaptan korunmak için sık sık dua etmelerini müminlere tavsiye eden (Müs-

lim, "Mesâcid", 128, 132) ve azabı ilâhı iradeye bağlayan (Buhârî, "Tevhîd", 31; Tirmizî, "Şıfatü'l-kıyâme", 3) hadislerde de dünyada, kabir hayatında ve âhiret hayatının muhtelif safhalarında uygula­nan azap çeşitlerinden söz edilir {Müs­ned, II, 134; III, 288; Müslim, "Cennet", 67). Hadislerde âhiret azabına nisbetle daha hafif olarak nitelenen {Müsned, I, 238) dünya azabı, Hz. Peygamber'in mâ­ruz kalmaktan endişe ettiği bir azap tü­rü olarak gösterilmiştir {Müsned, VI, 66). İlâhî rahmete nail olan ümmetinin âhi-retten çok dünyada azaba uğratılacağı­nı belirten {Müsned, IV, 410) Hz. Peygam­ber, kaza, cinayet ve savaşlarda vuku bu­lan ölümleri, veba gibi bulaşıcı hastalıkla­rı, deprem ve sel felâketlerini, iç anlaş­mazlıkları dünyevî azaplar arasında say­mıştır (Müsned, IV, 418; VI, 64; Tirmizî, "Cenâ'iz", 66). Genellikle kabirde geçti­ği için kabir azabı olarak da bilinen ber­zah* alemindeki azap hakkında âyetle­re nazaran hadislerde daha ayrıntılı bil­giler mevcuttur. Konuyla ilgili hadislerde belirtildiğine göre âsi müminlerle kâfir­ler kabir sıkması, meleklerce dövülerek işkenceye uğratılmaları ve cehennemde­ki yerlerinin devamlı surette kendileri­ne gösterilmesi şeklinde çeşitli azapla­ra çarptırılacaklardır (Buhârî, "Cenâ'iz", 82, 87-91; Müslim, "Cennet", 68, 70; Tir­mizî, "Cenâ'iz", 67). Hadislerde, iman ve iyi amelleri sayesinde âhiret azabı gör­meden cennete girecek olan müslüman-lar yanında, günahından tövbe edenlerin, Allah'ı devamlı olarak ananların, Mes-cid-i Nebevî'de arka arkaya kırk vakit namaz kılanların da azaptan kurtulacak­ları haber verilir {Müsned, 1, 271; III, 155; IV, 217; Tirmizî, "Da'avât", 6, "Şıfatü'1-kı-yâme", 12). Ayrıca bazı hadislerde ince­den inceye hesaba çekilenlerin ve kötü­lükleri ağır basanların mutlaka azaba uğratılacakları (Müslim, "Cennet", 79) bil­dirilir. Yine hadislerde belirtildiğine gö­re cehenneme girenlere farklı derece­lerde azap edilecektir. Peygamberleri öl­dürenler, sapıklığa önderlik yapıp top­luma bu şekilde yön verenler ve zalim devlet başkanları en şiddetli azaba mâ­ruz bırakılacaklardır (Müsned, I, 375, 407; II, 55). Müslüman olmamakla birlikte Hz. Peygamber'i himaye eden ve dolayı­sıyla İslâmiyet'in yayılışını destekleyen Ebû Tâlib'e ise hafif bir azap uygulana­caktır {Müsned, I, 290). Cehennemdeki-lerin kimi ayak bileklerine, kimi dizleri­ne, kimi de beline ve göğsüne kadar ateşe gömülecek (Müsned, III, 13; Müs­lim, "Cennet", 33), kâfirlerin bedenleri

büyültülerek farklı şekillere sokulacak­tır (Müslim, "Cennet", 44,45; Tirmizî, "Şj-fatü Cehennem", 3).

Azap konusu İslâm literatüründe dün­yada, kabirde, âhiret hayatının çeşitli safhalarında ve cehennemde olmak üze­re dört açıdan ele alınarak işlenmiş, ay­rıca azabın sürekliliği üzerinde de du­rulmuştur. Dünya azabını uyarı ve helak mahiyetinde olmak üzere iki şekilde mü­talaa etmek mümkündür. Uyarı azabı, Yûnus peygamberin kavminde olduğu gibi ilâhî buyruklara uymayan topluluk­ların gerçeği görüp kabul etmelerini sağ­lamak maksadıyla mâruz bırakıldıkları felâketler türündendir. Kişilerin karşılaş­tığı hastalık vb. bazı 'âfetleri de bu grup içinde ele almak mümkündür. Helak aza­bı ise Nûh, Hûd, Salih ve Lût peygam­berlerin kavimlerinde görüldüğü üzere inkarcılık ve isyankârlıkta direnen mil­letleri mahvedip geride kalan insanlara müessir bir ibret vermek gayesini taşı­yan azaptır (ÂIûsî, XV, 36). Dünyevî aza­bın bir kısmı Allah tarafından konulan içtimaî kanunlara uymamanın tabii bir sonucu, bir kısmı da ilâhî gazabın neti­cesi olarak meydana gelir ki helak aza­bı bu ikinci türdendir (M. Reşîd Rızâ, IV, 294).

Âhiret Azabının Mevcudiyeti. İslâm bil­ginlerinin büyük çoğunluğu kâfirlerle âsi müminler için kabir ve âhiret azabının vuku bulacağı görüşünde birleşmişler­dir. Bazı Mürcie mensuplarıyla bir kısım filozoflar (Ebû Bekir er-Râzî, s. 96; İbnü'l-Vezîr, s. 366), daha çok aklî gerekçelere dayanarak yaratıcının kullarına azap et­memesi gerektiğini ve âhiret âleminde bunun fiilen gerçekleşmeyeceğini iddia etmişlerdir. Bunların ilâhî adalet ve hik­mete uygun olmadığı temel düşünce­sinden hareketle âhiret azabının gerek­sizliğini ispat etmek için getirdikleri de­lilleri şu noktalarda toplamak mümkün­dür: ı. İnkarcı ve isyankârlar azabı hak etse bile ilâhî lütuf ve mağfiret onların affedilmesini gerektirir. Nitekim azap bir vaîddir (tehdit). Vaîdden dönmek ise bir lütuf ve kerem örneğidir (Eş'arî, Ma-kalât, s. 146-148). 2. Azap, uygulayana fayda sağlamayan, uygulanana ise za­rar veren kötü bir fiildir ve hakîm olan Allah'ın böyle bir fiili işlemesi abestir. 3. Allah hem kâfirlerin iman etmeyecekle­rini haber vermiş (el-Bakara 2/6-7), hem de onları iman ve itaat etmekle mükel­lef tutmuştur. Ayrıca şeytanı yaratmak suretiyle günah işlenmesine elverişli bir ortam hazırlamış, böylece kullarının in-

303

kâr ve isyanına sebep olmuştur. Buna göre kendi iradesiyle hazırlayıp meyda­na getirdiği bir neticeden cebir altında­ki kullarını sorumlu tutup azap etmesi kötü bir fiildir ve böyle bir fiili işlemek Allah'a yaraşmaz. 4. İnsanlar aynı kabi­liyette yaratılmamışlardır. Akıl ve zekâ seviyesi ileri derecede olanlar kendileri­ni bir tehlikenin bekleyebileceğini düşü­nerek iman ve itaat etseler bile bu se­viyenin altında bulundukları için kendi­lerini azaptan kurtaracak itaati göste­remeyen insanların büyük çoğunluğu kö­tü akıbete uğrayacaktır. Halbuki bu du­ruma düşmelerinin sebebi kendileri de­ğil Allah'ın onları böyle yaratmasıdır. Şu halde Allah hikmete uygun olmadığı için kullarına azap etmeyecektir (Fahreddin er-Râzî, II, 54-56; Mûsâ Bigiyef, s. 14, 35, 59).



Azabın varlığı ve uygulanmasıyla ilgili oiarak öne sürülen bu tür itirazlara İs­lâm âlimleri muhtelif cevaplar vermiş­lerdir. Allah'ın lütuf, kerem ve mağfiret sahibi olduğunda şüphe yoksa da bü­tün semavî kitaplarda yer alan hâkim telakkiye göre inananla inanmayanın, Allah'a itaat edenle O'na isyan edenin eşit tutulmaması ilâhî adalet ve hikme­tin gereğidir. Kur'ân-ı Kerîm'in çeşitli âyetlerinde, Allah'ın lütuf ve keremine güvenerek inkâr ve isyana düşülmeme­si konusunda bütün insanlar uyarılmak­ta (Lokman 31/33; Fâtır 35/5; el-Hadîd 57/14; el-İnfitâr 82/6), iyilerle kötülerin hem dünya hayatında hem de âhirette farklı muamelelere tâbi tutulacakları ıs­rarla belirtilmektedir. Beşerî adalet ve hukuk sistemlerinde de aynı ayırımın gözetildiği bilinmektedir. Diğer semavî kitaplara paralel olarak Kur'ân-ı Kerîm de cehennemin insanlar' ve cinlerle do­lacağını (Hûd 11/119; es-Secde 32/13), yetmiş defa af dilenseier bile kâfirlerin affedilmeyeceğini (et-Tevbe 9/80), Al­lah'ın bağışlayıcı olması yanında azabı­nın da şiddetli olduğunu (el-Htcr 15/50) haber vermektedir. Âhiret azabını ka­bul etmeyenlerin bu azabı cezalandıran için faydasız görmeleri de isabetli değil­dir. İslâm literatüründe bir adı da azap olan ceza, her şeyden önce adaletin ye­rine getirilmesine ve suçlunun ıslah edil­mesine yöneliktir. Kişinin yaratana ve yaratılmışlara karşı olan görevini yerine getirmeyişi Kur'an'da manevî bir hasta­lık olarak nitelendiriimiş (el-Bakara 2/ 10), böylelerinin azabı görünceye kadar inkârlarından vazgeçmeyecekleri belirtil­miş (Yûnus 10/96-97) ve azabın bu has-

304


taiığı iyileştiren yegâne ilâç olduğuna işaret edilmek istenmiştir. Buna göre insandaki inkarcı ruh halini gidermesi azap için yeterli bir fayda olarak müta­laa edilmelidir. Söz konusu azap dünya hayatında uygulanmışsa bir uyarı fonk­siyonunu icra eder. Âhiret âleminde âsi müminlere uygulanmışsa onların cen­nete kabul edilmelerini sağlar. Kâfirlere uygulanmışsa adaletin tecellisine ve bel­ki arınıp bir gün bu cezadan kurtulma­larına vesile olur (aş. bk.). İlâhî gazabın tecellisi bir yana, bazı İslâm düşünürleri de inkâr ve isyanın ruhta tabii bir tesir meydana getirdiği görüşündedir (M. Re-şîd Rızâ, XI, 301). Câhiz, M. Reşîd Rızâ gibi bazı ilk ve son devir bilginlerinin savunduğu bu görüşe göre selim fıtrat­larına ve Allah'ın koyduğu kanunlara ay­kırı davranarak günah işleyenierin ruh­larında meydana gelen kir kendilerini tabii bir yolla cehenneme iter, cehen­nem de onları âdeta cezbeder. Bundan dolayı inkarcı ve isyankâr kullara azap etmek hem bir adalet hem de rahmet olarak düşünülebilir. Nitekim günahkâr­lardan ilâhî azabın geri çevrilmeyeceği anlatılırken Allah'ın geniş bir rahmet sa­hibi oluşuna temas edilmesinde de (el-En'âm 6/147) böyle bir hikmet aramak mümkündür.

İnsanların inkâr ve isyana düşebilecek­leri bir ortamda yaratılmaları ve farklı zihnî kabiliyetler taşımaları esasına da­yanan itirazlar da son derece sathî ve temelsizdir. Zira insanların tamamına yakını bazı ferdî farklılıklara rağmen iyi ile kötüyü birbirinden ayırabilecek sağ duyuya, yükümlülük ve sorumluluk şu­uruna, irade ve yapma gücüne, ayrıca peygamberlerin irşadına mazhar olmuş­tur. Bazı kötümser düşünürlerin aksi yöndeki kanaatlerine rağmen insanlığın ortak telakkisi de aynı yöndedir. Genel İslâmî anlayışa göre kişi eğer peygam­berlerin irşadına mazhar olmamışsa aza­ba da mâruz kalmayacaktır (Âlûsî, XV, 39-41). Bazı Şiî fırkalarla Hâriciler'in dı­şında kalan İslâm âlimlerinin çoğunlu­ğuna göre akıldan yoksun olanlarla ço­cuklar sorumlu tutulmayacak ve azap görmeyeceklerdir [Eş'arî, Makâlât, s. 55, 110-111),

Hâricîler'in tamamı ile bir kısım Mu'te-zile ve Şîa bilgini istisna edilirse kelâm-cıların büyük çoğunluğu kabir hayatın­da azabın vuku bulacağı hususunda bir­leşirler (Eş'arî, ei-İbâne, s, 247; Nesefî, vr. 243b; İbn Teymiyye, IV, 284}. Her ne ka­dar Ebü'l-Hasan el-Eş'arî ve Ebû Ya'lâ

Mu'tezile'nin kabir azabını inkâr ettiği­ni naklederlerse de {Makâlât, s. 430; el-Mu'temed, s. 178) Mu'tezile kaynakları bu iddiayı İbnü'r-Râvendî'nin kendileri­ne yönelttiği bir itham olarak değerlen­dirip reddeder (Kâdî Abdü I cebbar, s. 730-734), İnkarcılara ve gıybet etmek, koğu-culuk yapmak, ibadetlerin gerektirdiği maddî temizliğe uymamak, mazlumlara yardımdan kaçınmak gibi günahlar işle­yen müminlere uygulanacak olan (Buhâ-rî, "Cenâ'iz", 82, 89; İbn Receb, s. 46-50) kabjr azabının kâfirler ve âsi müminler için devamlı, küçük günah işleyen mü­minler için ise geçici olduğu görüşünü benimseyenler olduğu gibi (Lekânî, s. 222), kıyametin'.kopmasından itibaren dirilişe kadar geçecek süre içinde bu­nun bütün insanlardan kaldırılacağını söyleyenler de vardır (İbn Receb, s. 46-49, 50-58). Bazı Mu'tezile âlimlerinin bu azabın sadece ruhî olacağını ileri sür­melerine karşılık kelâmcılann çoğunlu­ğuna göre hem ruhî hem bedenî olacak­tır (Eş'arî, Makâlât, s. 430). Bu, ya ruhla beden arasında bir ilişki kurularak veya bedenin parçalarında, azabın hissedil­mesini sağlayacak kadar bir hayat ya­ratılarak gerçekleşecektir (Ebû Ya'lâ, s. 178; Ramazan Efendi, s. 225; kabir azabı hakkında daha geniş bilgi için bk. kabir).

Âhirette insanlara uygulanacak olan asıl azap cehennemde vuku bulmakla birlikte yeniden dirilişle başlayıp cehen­neme girinceye kadar geçecek olan her safha kâfirler ile âsi müminler için bir nevi azap halini alacak ve bunlar yakla­şan kötü akıbetlerini ıstırap içinde bek­leyeceklerdir (İbn Kesîr, II, 4-14).

Bazı âlimler, ateşten yaratılan şeyta­nın ve cinlerin ateşle cezalandırılmala­rının bir azap teşkil etmeyeceğini göz önünde bulundurarak bu yaratılıştaki kâ­fir ve âsilerin dondurucu soğukla (zem-herîr, bk. el-İnsân 76/13), insanların ise ateşle azap edileceklerini kabul etmiş­ler (İbnü'l-Arabî, II, 289; IV, 385); bunun­la birlikte en büyük saadet olan cemâl-i ilâhîyi müşahede etmekten ve Allah'a yakın olmaktan mahrum bulunmayı da en ıstıraplı azap olarak telakki etmiş­lerdir (İbn Receb, s. 153; M. Reşîd Rızâ, X, 536i.

İslâm âlimleri, âhiret azabının kişinin cismanîveya ruhanî varlığının hangisine uygulanacağı konusunda farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Haşviyye'ye mensup bazı âlimler azabın sadece bedene uy­gulanacağını savunurken Selefiyye'nin önde gelen âlimleriyle Ehl-i sünnet, Şîa

ve Mu'tezile kelâmcılarının çoğunluğu azabın hem bedenî hem de ruhî olaca­ğını kabul etmişlerdir (İbn Teymiyye, İV, 282-283; Muhammed Ahmed Abdülkâdir, s. 347, 358). İbnü'l-Arabf de bu görüşe katılır [el-FûtûMt, IV, 385, 450, 451). İs­lâm Meşşâr filozofları ise âhiret hayatı­nı sırf ruhanî bir hayat kabul ettiklerin­den azabın da yalnız ruhî olacağını ileri sürmüşlerdir (bk. İbn Sînâ, s. 291-295). Azabın sadece bedenî olacağını söyle­mek, hem bazı naslar hem de ruhsuz bir bedenin idrakten yoksun olacağı re­alitesi karşısında isabetsiz göründüğü gibi onun sadece ruhî olacağını ileri sür­mek de Kur'an'da tereddüde yer bırak­mayacak açıklıkta yapılan maddî cehen­nem tasvirlerine aykırı düşmektedir. Ak­lî ve naklî hiçbir zaruret bulunmadığı halde bunca nassı te'vü ederek cismanî azabı inkâr etmek de isabetli kabul edi­lemez. İnsan kavramı ruhla bedenden meydana gelen bir varlığı ifade ettiğine ve ilâhî emirlere bu şekliyle muhatap ol­duğuna göre azabın hem ruhî hem de bedenî olması akla daha uygun görün­mektedir (Kazvînî, s. 77|.

Azabın Ebediliği. Cehennem azabının ebediyeti hakkında İslâm öncesi dinler­den beri çeşitli görüşler ileri sürülmüş­tür. Sâbiîler'le Brahmanizm'e mensup olanların cehennem azabının 7000 de­vir (asır) süreceğine ve bir gün mutla­ka sona ereceğine inandıkları nakledilir (Makdisî, I, 197-198). Kur'ân-i Kerîm, ya-hudilerin azabın sayılı günler devam et­tikten sonra sona ereceğine inandıkla­rını haber vermiştir (Âl-i İmrân 3/24). Ancak bu akîde Ahd-i Atîk'te bulunma­yıp Hz. Musa'dan yedi asır sonra vuku bulan Bâbil esareti sırasında ve sonraki devirlerde İran kültürü, Hıristiyanlık ve İslâmiyet'in etkisiyle teşekkül eden âhi­ret inancının bir sonucudur. Âhiret inan­cının kesin olarak yer aldığı Hıristiyan­lık'ta ise azabın ebedî olacağı kabul edi­lir. Nitekim Ahd-i Cedîd'de, "Fâni olan yiyecek için değil, ebedi hayatta baki olan yiyecek için çalışın" denilmektedir (Yuhanna, 6/27; ayrıca bk. Matta, 25/ 31-34).

Âsi müminler ve kâfirler için azabın ebedîliği konusunda İslâm âlimlerinin görüşleri birbirinden farklıdır. Ehl-i sün­nete ve bazı Şîa fırkalarına göre cehen­neme giren müminler, ister küçük ister büyük günah işlemiş olsunlar, eninde so­nunda oradan çıkacaklardır (Eş'arî, Ma­kâlât, s. 294; İbn Bâbeveyh, s. 90-91). Bazı Eş'arî âlimleri ise Ehl-i sünnet'in dışın-

daki mezhep liderlerinin ebediyen azap göreceklerini iddia etmişlerdir (Bağda­dî, s. 242). Haricîler, Mu'tezile ve bunla­rın görüşüne uyan bir kısım Şia'ya göre de kendi mezheplerinden büyük günah işleyen müminlerle muhalif mezheplere mensup olanların tamamı için azap ebe­dîdir (Eş'arî, Makâlât, s. 54-55, 274, 474; Kâdî Abdülcebbâr, s. 674 vd.). Bunların mezhep taassubundan kaynaklanan süb­jektif iddialar olduğu açıktır.

Kâfirlere uygulanacak azabın ebedîli­ğine gelince, her ne kadar Cehm b. Saf-vân ile Ebü'l-Hüzeyl el-Allâf dışındaki bütün İslâm âlimlerinin bu azabın ebe­dîliği üzerinde ittifak ettiği nakledilirse de (Eş'arî, Makâlât s. 474; İbn Hazm, el-üsûl, s. 43] aslında konu ile ilgili olarak bir ittifak veya icmâdan söz etmek ol­dukça güçtür. Çünkü İslâmiyet'in ilk de­virlerinden günümüze kadar farklı gö­rüşler benimseyen âlimler var olagel­miştir (Taberî, XII, 71; İbn Kayyim, s. 286; Robson, s. 386). Bu görüşleri iki nokta­da toplamak mümkündür. 1. Âhirette kâfirlere uygulanacak olan azap ebedî­dir. Ehl-i sünnet'in çoğunluğu ile Mu'te­zile. Şîa ve Haricîler bu görüşü benim­semiştir (Eş'arî, Makâlât, s. 474; Tabâta-bâî, XI, 24). 2. Söz konusu azap uzun asırlar devam ettikten sonra bir gün so­na erecektir. Ashaptan Hz, Ömer, Hz. Ali, Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Mes'ûd, Abdullah b. Amr, Ebû Hüreyre. Câbir b. Abdullah ve Ebü Saîd el-Hudrî; tabiîn­den Abd b. Humeyd, Şa'bî ve İshak b. Râ-hûye'nin dahil olduğu (İbrahim b. Hasan, s. 473) selef âlimlerinden başka Cehm b. Safvân, Ebü'l-Hüzeyl el-Allâf ve bazı Şiî fırkalarla Mevlânâ Ceiâleddîn-i Rûmî (Müsâ Bigiyef, s. 17), İbn Teymiyye. İbn Kayyim e!-Cevziyye, İbnü'l-Vezîr ve İs­mail Hakkı İzmirli gibi önemli bir grup âlim bu görüşün savunucuları arasında yer almaktadır (Taberî, XII, 71; Eş'arî, Ma-kâlst, s. 475; İbn Hazm, el-üşûl, s. 45; a.mlf., el-Fasl, IV, 145; İbn Kayyim. s. 286). Bunlardan Cehm b. Safvân ile Ebü'l-Hü­zeyl el-Allâf diğer âlimlerden farklı ola­rak âhiret hayatını sonlu kabul ettikle­rinden cennet nimetleri yanında cehen­nem azabının da sona ereceği görüşü­nü savunurlar. Çünkü onlara göre hadis olan hiçbir nesne ve olay sonsuz olarak devam edemez. Cehm ile Allâf in âhiret âlemini sonlu kabul ederken ileri sür­dükleri delillerin kuvvetli olmadığına işa­ret etmek gerekir. Zira hadis nesnele­rin meydana gelişi kendiliklerinden de­ğil Allah'ın yaratmasıyla gerçekleştiğine

göre onların varlıklarının sürdürülmesi de Allah'ın kudret ve iradesiyle olacak­tır; bu ise hiçbir şekilde muhal değildir. Mu'tezile'den Câhiz ile Sümâme b. Eş-res'in, Ehl-i kitap çoğunluğunu cennete girecekler arasında gördükleri doğru ise (Ebû Ya'lâ, s. 277), bunların da bir bakı­ma azabı ebedî kabul etmediklerini söy­lemek mümkündür. Bittîhıyye adı verilen fırka mensupları da cehennemin ebedî olarak devam edeceğini, fakat burada bulunanların zamanla içinde bulunduk­ları ortama intibak edeceklerini ve bu şekilde cehennemin bir azap yeri olmak­tan çıkarak içinde bulunanların nimet göreceği ebedî bir yurda dönüşeceğini kabul etmişlerdir (Eş'arî, Makâlât, s. 475). Daha sonra Muhyiddin İbnü'l-Arabî de bu görüşü benimsemiş ve geliştirmeye çalışmıştır {el-Fütûhât, III, 98, 99; IV, 327-328). Abdülkerîm el-Cilfnin de bu kana­ati paylaştığı nakledilir (M. Reşîd Rızâ, VIII, 70]. Azabın ebedîliğiyle ilgili olarak İbnü'l-Arabî'ye nisbet edilen görüşler, bu görüşleri nisbet edenlerin şahsî yo­rumları sebebiyle olacaktır ki farklılık­lar arzetmektedir. Onun el-Fütûhâtü'I-Mekkiyye'sinde yer alan kanaati şöy­ledir: Cehennem ebedîdir, içinde bulu­nan kâfirler de ebediyen orada kalacak­lardır. Ancak belli bir süre azap edildik­ten sonra aşırı elemin tesiriyle bir nevi bayılma ve uyku haline girecekler, belli bir süre sonra uyanacak, tekrar azap edilecek ve yine bayılacaklardır. Baygın­lık sırasında elem hissetmeyeceklerdir, Bu durum birkaç defa tekrarlandıktan sonra bir daha bayılmayacak, fakat Al­lah'ın, gazabından çok fazla olan rah­meti sayesinde elem de hissetmeyecek­lerdir. Bu onlar için bir nevi unutulma ve terkedilme halidir. Artık onlara mad­dî bir azap uygulanmayacaktır. Bu on­lar için bir nimet yerine geçecek; za­man zaman da azaba mâruz kalma kor­kusu kendilerini saracak, bu da onlar için azap yerine geçecektir. Bu durum sonsuz olarak devam edecektir (III, 96-99; IV, 174-175; krş. Şa'rânî, II, 183).

Azabın ebedî olacağını savunan İslâm âlimleri çoğunluğunun dayandığı delil­leri şöylece özetlemek mümkündür: 1. Kur'an'da kâfirlerin ebedî olarak cehen­nemde kalacakları özellikle "hulûd" ve "ebed" kelimeleriyle ifade edilmiş, azap­larının hafifletilmeyeceği, aksine arttırı­lacağı, azabı tatmaları için tenlerinin ve­ya vücutlarının devamlı surette yenilene­ceği ve hiçbir şekilde cennete giremeye­cekleri belirtilmiştir. Hadislerde de aynı

305

bilgiler mevcuttur. Su halde azap ebedî­dir (İbn Kayyim, s. 292-293; Şerhu'l-eAki-deti't-Tahâviyye, s. 425-426). Z. Kur'an'da belirtildiğine göre (Hûd 11 / 107) Allah'ın dilemesi müstesna olmak üzere gökler ve yer devam ettiği müddetçe azap da sürecektir. Âhiret hayatı ebedi" olduğu­na göre orada göklerin ve yerin varlığı da ebedî olacaktır. Âyette geçen "gök­ler" ve "yer" anlamındaki kelimelerle dünyadaki değil âhiretteki gökler ve yer kastedilmiş olmalıdır. Aynı âyette her ne kadar azabın devamı istisna kaydıy­la ilâhî iradeye bağlanmışsa da yüce Al­lah azabı sona erdireceğini beyan etme­miş, hatta aksini bildirmiştir. Âhiret ha­yatının ebedî oluşu dikkate alınırsa söz konusu istisna, "gökler ve yer var oldu­ğu müddetçe" şeklindeki ifadenin his­settirebileceği zaman sınırlandırmasını ortadan kaldırmaya yönelik olmalıdır. Aksi takdirde bir sonraki âyette aynı ka­yıtlarla zikredilen cennet nimetlerinin de sona ereceğini kabul etmek gerekir ki bu hem nimetlerin kesintisiz olacağına dair bilgi ile çelişir, hem de âhiretin ebe­dîliği fikrine ters düşer. Şu halde ilâhî iradeye bağlanan istisna kaydı ebedi­yeti teyit edici olarak kabul edilmelidir (Taberî, XII, 71; Halîmî, I, 461; Fahreddin er-Râzî, XVIII, 64-65). 3. Azabın uzun de­virler boyunca devam edeceğini "ahkâb" kelimesiyle ifade eden âyet (en-Nebe1 78/23] ya ehl-i kıble ile ehl-i tevhîd hak­kındadır veya bu kelime "ardı arkası ke­silmeyecek, sonsuza kadar peş peşe sü­rüp gidecek olan sonsuz devirler" anla­mına gelmektedir. Söz konusu âyetteki "ahkâb", sonlu uzun asırlar anlamında olsa bile ebediyet ifade eden âyetler da­ha çok ve daha sarihtir; binaenaleyh ter­cihe şayan olan onların ifade ettiği hü­kümdür (Taberî, XII, 70-71 ; XXX, 89; EI-malılı, VIII, 5542). 4. Hadislerde sadece âsi müminlere şefaat edileceği ve cehen­nemden yalnız bunların çıkacağı haber verilmiştir. Kâfirler de çıkacak olsa şefa­atin müminlere tahsis edilmesinin bir mânası kalmazdı. Bunun yanlışlığı ise ortadadır (Kurtubî, s. 511-512; İbn Kayyim, s. 293; Şerhu'l-'Akideü't-Tahâuiyye, s. 425-4261. S. Allah kâfirleri affetmeyeceğini açıkça belirtmiş, âhirette azabı gördük­ten sonra tövbe etseler bile bunun ka­bul edilmeyeceğini açıklamıştır. Bu hu­sus azabın sona ereceği düşüncesiyle çe­lişir durumdadır (Âlûsî, 1, 141, 143). 6. İlâ­hî rahmet dünyada herkese şâmil olduğu halde âhirette sadece müminlere tahsis edilmiştir, kâfirlerin nasibinin ise sade­ce ateşten ibaret olduğu ifade edilmiştir



306

(Elmalılı, IV, 2825). İlâhî rahmetin gazap­tan geniş olması ise azabın mutlaka so­na ereceği mânasına gelmez. Bunu aza­bın hafifletilmesi, nimet gibi telakki edil­mesi veya azap görenlerin rahmete nâii olanlara nisbetle daha az sayıda olması tarzında yorumlamak mümkündür (Âlû­sî, 1, 140). 7. Kâfirler için azabın ebedî olacağı hususunda ashap, tabiîn ve Ehl-i sünnet âlimleri ittifak etmişlerdir. Bu konuda ihtilâf çıkaranlar ise bid'at ehli­dir. İcmâa aykırı olan görüş ise yanlıştır (İbn Kayyim, s. 292; Mustafa Sabri, s. 112). 8. Kesin naklî deliller varken aklî veya zayıf bazı naklî delillere dayanarak aza­bın sona ereceğini ileri sürmenin dinî bir değeri yoktur. Bu sebeple de Allah'ın kullarını azaba uğratmasında mutiaka bir hikmet aramak isabetli değildir. Eğer hikmet aranır ve ebedî azabın hikmete aykırı olduğu kabul edilirse uzun asırlar sürecek azabın da hikmete aykırı olma­sı gerekir. Zira ebedî azaba dayanama­yan âciz kullar uzun devirler sürecek olan azaba da dayanamaz (Âlüsî, ), 141; Mustafa Sabri, s. 22, 23, 50, 108). 9. Allah kâfirleri ebedî olarak azapta bırakaca­ğını haber vermiştir (vaîd). Azabı sona erdirecek olursa sözünden dönmüş ve gerçek dışı beyanda bulunmuş olur ki bu Allah hakkında muhaldir (Müsâ Bigi-yef, s. 36). 10. Allah'ı inkâr edip ona eş tanımanın cezası ancak ebedî olarak sü­recek bir azap olabilir. Daha hafif bir ce­za işlenen suça denk düşmez. Kur'ân-ı Kerîm'de de işaret edildiği gibi (el-En'âm 6/28) kâfirler dünyada ebedî olarak kal­salar bile küfür ve inkârlarına devam eder, durumlarında bir değişiklik mey­dana gelmezdi. Bu onların ebedî bir in­kâr psikolojisi içinde olduklarını göste­rir. Ebedî inkâra ebedî azap cezasının verilmesi de mâkul ve mantıklıdır (Mak-disî, I, 201-202; İbn Kayyim, s. 294).

Kâfirlere uygulanacak azabın sona ere­ceğini kabul eden âlimlerin dayandığı de­liller de şöylece özetlenebilir: 1. Kur'ân-ı Kerîm'in üç âyetinde cehennemde kalı­şın ebedî olmadığı açıkça belirtilmiştir. Bunlardan biri, şakilerin (kâfirlerin) gök­lerle yerin devam ettiği müddet kadar cehennem ateşinde kalacaklarını, fakat Allah'ın dilemesi halinde bu sürenin kı-saltılabileceğini haber veren âyettir (Hûd 11/107]. En'âm sûresinde (6/128) yer alan diğer bir âyet de aynı mahiyette­dir. Üçüncü âyet ise azgınların cehen­nemde "ahkâb" süresince bekleyecekle­rini bildiren âyettir (en-Nebe' 78/23). Bi­rinci âyette yer alan "gökler ve yer" ke-

limelerinden kastedilen, dünya hayatın­daki gökler ve yerdir. Çünkü âyetin de­vamında belirtilen Allah'ın dilemesine bağlı istisna kaydı bunu göstermekte­dir. Eğer karşı grubun iddia ettiği gibi âhiretteki gökler ve yer kastedilmiş ol­saydı bu istisna aynı zamanda âhiret hayatının da sona ereceğini ifade etmiş olurdu. Halbuki âhiret yurdunun ebe­dî olduğunda, Cehm b. Safvân ve Ebü'l-Hüzeyl el-Allâf gibi isimler dışında, bü­tün İslâm âlimleri ittifak etmiştir. Gerek bu âyette gerekse konuyla ilgili üçüncü âyette söz konusu edilen şakiler ve az­gınlardan (et-tâgin) maksat, âsi mümin­ler değil kâfirlerdir. Çünkü üçüncü âye­tin devamında azgınların azaba çarptı­rılmalarının sebebi açıklanmış, onların âhirette hesaba çekileceklerine inanma­yan ve Allah'ın âyetlerini yalanlayan kim­seler oldukları bildirilmiştir (en-Nebe' 78/26-28]. Hûd süresindeki (11/107) şa­kilerden maksat da kâfirlerdir (bk. Tâ-hâ 20/123; el-A'lâ 87/11-12). Zira şaki tevhid ehli statüsü içinde mütalaa edi­lemez. Bunlar gibi cehennemde kalışla­rı Allah'ın dilemesine bağlı kılınan kişi­lerin de kâfir olduklarını bizzat kendile­rinin itiraf ettiği belirtilmiştir (el-En'âm 6/128-130i. Son âyette yer alan "ahkâb" kelimesi ise "peş peşe gelen sonsuz de­virler" mânasına alınamaz. Çünkü bu, azlık bildiren çoğul (cem'u'l-kılle) kelime­lerden olup sonlu yılları ifade eder (İb-nü'l-Arabî, IV, 391). Hûd süresinde (11/ 107) şakilere verilecek azabın göklerle yer var olduğu sürece devam edeceği belirtildikten sonra, "ancak rabbinin di­lediği hariçtir" buyurulmuşsa da bu is­tisna ile Allah'ın azap süresini uzatmayı mı yoksa kısaltmayı mı irade edeceğine dair bilgi verilmemiştir. Bununla birlik­te aynı istisna ardından gelen âyette cennet ehli hakkında da yapıldıktan son­ra âyetin devamında, "Bu bitmez tüken­mez bir lutuftur" denilerek cennet ha­yatının sonsuzluğu kesin olarak tasrih edilmiştir ki cehennem azabı hakkında böyle bir beyan yoktur. Buna göre 107. âyette yer alan şakilerin azap süresi ile ilgili istisna, ilâhî iradenin günün birin­de bu azabı sona erdireceği, 108. âyet­te geçen cennet ehli hakkındaki istisna ve bunun devamındaki açıklama ise ilâhî iradenin cennet hayatını ebediyen sür­dürme yönünde tecelli edeceği fikrini vermektedir. Bu yorum Allah'ın rahme­tinin her şeyi kuşatmış olduğu müjdesi­ne daha uygundur. Nitekim ashaptan Hz. Ömer, Abdullah b. Mes'ûd, Abdullah b. Amr, Ebû Saîd el-Hudri de söz konu-

su âyetteki istisna kaydını bu şekiide yorumlamış ve cehennemin bir gün so­na ereceğini kabu! etmişlerdir. Adı ge­çen sahâbîlerle bunların görüşüne uyan bir kısım tabiîn, yukarıdaki iki muhkem* âyetin cehennemde kaiışı "ebed" ve "hu-lûd" kelimeleriyle mutlak olarak ifade eden bütün vaîd âyetlerini tahsis ettiği­ni kabul etmişlerdir (Taberî, XII, 71; Fah-reddin er-Râzî, XVIII, 63; fbn Kayyim, s. 288-292], Kâfirlerin cehennemden çıkma­yacaklarını ve azaplarının hafifletilmeye­ceğim bildiren âyetler ise cehennemin yok olmayacağını değil cehennem var ol­dukça azabın devam edeceğini gösterir (İbn Kayyim, s. 95). Cehennem yok olun­ca azabın devam etmesi mümkün de­ğildir. Binaenaleyh mutlak olan bu nevi âyetleri dikkate alarak azabın hiçbir za­man sona ermeyeceğine hükmetmek isa­betli sayılmaz. Yorumları üzerinde du­rulan yukarıdaki üç âyetin dışında, azabı konu edinen diğer âyetlerde de azap Al­lah'ın dilemesine bağlı kılınarak kayıtlan-dınlmıştır (meselâ bk. el-A'râf 7/156). Aza­bın kendisi ilâhî irade ile kayıtlı olunca devam süresinin de kayıtlı olması tabii­dir (İbnü'l-Vezîr, s. 353; Mûsâ Bigiyef, s. 34, 42-43). 2. Hadislerde hiçbir hayır işle­meyen ve azaptan kurtulmak dileğinde bulunan cehennemliklerin buradan çı­karılacakları belirtilmiştir (Buhârî, Tev-hîd", 24; Tirmizî, "Şıfatü Cehennem", 10; Ibn Kayyim, s. 297, 309). Bunu bütün azap görenlere teşmil etmek mümkündür (İbn Kayyim, s. 303-310). 3. Azaptan söz eden bazı âyetler onu "bir gün"ün azabı ola­rak niteler. "Bir gün"ün süresi hakkın­da çeşitli görüşler ileri sürmek müm­kün olsa da "gün"ün belirli bir zaman parçası olduğu şüphesizdir. Buna karşı­lık naslar cennet nimetleri için "bir gü­nün nimeti" tarzında bir ifade kullan­mamaktadır. Bu da azabın geçici, nime-tinse devamlı olduğunu gösteren delil­lerden biridir (ibn Kayyim, s. 3071. 4. Rah­meti bütün yaratıkları kuşatmış olan Al­lah, yaratıklarına rahmet sıfatıyla mua­mele edeceğini vaad etmiş (el-En am 6/ 12; el-Mü'min 40/7), rahmetinin dünyada olduğu gibi âhirette de gazabını geçece­ğini haber vermiş (Buhârî, "Tevhîd", 55), yüce zâtını güzel isim ve sıfatlarıyla ta­nıtırken kullarına karşı şefkatli olduğu­nu ısrarlı bir şekilde vurgulayan isim ve sıfatları bulunduğuna dikkat çekmiştir. Esmâ-i hüsnâdan, inkarcılarla isyankâr­ları cezalandıracağına işaret eden "mün-takim" ile bir anlamda "kahhâr" ismi dı­şında kalanlar yüce Allah'ın affediciliğini, müşfik, rahman ve rahîm oluşunu tekit

eden isimlerdir (bk. esmâ-i hüsnA). Es­mâ-i hüsnâ içinde gafur, gaffar, rah­man ve rahîm isimleri bulunmasına kar­şılık muâkıb (ceza veren), gazbân (gazap eden) ve muazzib (azap eden) isimlerinin yer almayışı, azabın ebedî olmayacağını gösteren bir delil olarak kabul edilmeli­dir. Zira rahmet O'nun zâtından ayrıl­mayan kadîm ve ezelî bir sıfattır. Azap ise O'nun sıfat ve isimlerinden olmayıp kulların yaptıkları kötülüklere karşılığı­nı veren ad! sıfatına bağlı fiilinin bir so­nucudur. Ezelî ve ebedî olan ilâhî isim ve sıfatların devamlılığı esastır. Azap "şer" olması itibariyle de Allah'a atfedi­lemez. Cenâb-ı Hakk'ın zâtı ve sıfatları mutlak kemal özelliğine sahiptir, fiilleri ise sırf hayırdır. Azabın dayanağı olan ilâhî gazap Allah'tan ayrılması imkânsız olan zatî bir sıfat olmadığına göre aza­bın devamlılık arzetmesi gerekli değil­dir. Öyleyse gazap da onun neticesi olan azap da arızîdir, rahmet ise zatî bir sı­fat olduğu için devamlıdır (İbn Kayyim, s. 301, 304). Nitekim ilâhî rahmet dün­yada gazabını aşmıştır. Yüce Allah rah­met sıfatıyla tecelli ederek kullarını ha­yat sahnesine çıkarmış, kendilerine tür­lü nimetler vermiş, günah işlemelerine rağmen lutfunu esirgememiştir. Eğer günahlarından dolayı kullarını cezalan­dıracak olsaydı dünyada canlı bir varlık bırakmazdı (en-Nahl 16/61; Fâtır 35/45). Dünyada her yaratığa şâmil olan bu ilâ­hî rahmet âhiretteki rahmetin yüzde bi­ri olduğuna (Buhârî, "Rikâk", 19) ve ga­zabını aştığına göre âhiretteki rahmeti­nin gazabını aşmaması nasıl mümkün olur (ibn Kayyim, s. 313). Azap ebedî olur­sa ve ilâhî rahmet kâfirleri kapsamına almazsa bu rahmetin her şeyi kuşattığı ve gazabı aştığı nasıl söylenebilir (Müsâ Bigiyef, s. 47; İzmirli, s. 9, 30). 5. Bazı ha­dislerde belirtildiğine göre {Müsned, II, 451, 482; 111, 362; Buhârî, "Rikâk", 18; Müslim, "Münâfikün", 71), cennete gire­cek olanlar işledikleri ameller sebebiyle değil Allah'ın rahmet ve ihsanı sayesin­de bu nimete nail olacaklardır. Buna gö­re cehennem ehlinin de ilâhî bir lutfa mazhar olmaları gerekir. 6. Azabın ebe­dî olacağı konusunda ümmetin ihtilâfı vardır. Zira ashap, tabiîn, tebeü't-tabiîn ve her asrın ulemâsından az da olsa bir grup azabın ebedî olmadığı görüşünü savunmuştur (Makdisî, I, 201; İbn Kay­yim, s. 286-288; Musa Bigiyef, s. 76-77). Şu halde bu görüş bid'at kabul edile­mez. 7. Azap inkâr ve isyan edenlere yö­nelik bir vaîddir. Ehl-i sünnet âlimleri­nin de kabul ettiği gibi Allah'ın vaîdin-

den dönmesi mümkün olup bu, lütuf­kârlığına ve affediciliğine daha uygun­dur. Cenâb-ı Hak Kur'an'da va'dinden dönmeyeceğini açıkladığı halde vaîdin-den dönmeyeceğini bildirmemiştir. Şu halde vaîdini yerine getirip getirmeme­si ilâhî iradesine bağlıdır. Va'd kulun Al­lah'tan talep edeceği hakkı ise vaîd de Allah'ın kuldan talep edeceği hakkıdır, dilerse bağışlayarak hakkından vazgeçe­bilir. Vaîdinden dönen övgüye lâyık olur. Allah ise her türlü övgüye en çok layık olandır. Yerine getirilmesiyle getirilme­mesi açıkça belirtilmeyen bir vaîdde bu­lunması ise insanları kötülükten alıko­yup iyiliğe yönelmelerini sağlama gaye­sine yönelik olmalıdır (Fahreddin er-Râ­zî, II, 57-58; İbn Kayyim, s. 311-313). Vald-den dönmeyi yalanla aynı şey kabul et­mek (Mustafa Sabri, s. 19), Allah'ın affe­dici olmadığını söylemenin bir başka ifa­desidir. Çünkü affetmek, işlenen bir su­ça verileceği beyan edilen cezadan vaz­geçmek demektir. Vaîdde de durum ay­nıdır. 8. İnsanları günahları sebebiyle ce­zalandırmak yerine affetmek, adalet ye­rine lutufla muamele etmek Allah'a da­ha çok yaraşır (İbn Kayyim, s. 302, 310). Nitekim o bütün günahları affedeceğini müjdelemiştir. Şirki bağışlamayacağını beyan etmesi ise affetme tarzının de­ğişik olmasıyla ilgili bir husustur. Yani bazı günahları azap etmeden affeder, şirki de azap ettikten sonra affeder (Mû­sâ Bigiyef, s. 54). Zira Allah'ı inkâr edip ona ortak koşmanın kul üzerindeki men­fi tesirlerini gidermek azap etmeyi ge­rektirebilir. Uzun devirler boyunca uy­gulanan azap sonunda hastalığın iyileş­mesi ve günah kirlerinin temizlenme­siyle azabın da sona ermesi gerekir. Zi­ra azap böyle bir gaye taşıyorsa mak­sat hasıl olmuştur, kahrının tecellisi gi­bi bir sebepten ötürü ise o da gerçek­leşmiştir. Buna göre ebedî olarak de­vam edecek elîm bir azapta hiçbir hik­met ve fayda yoktur. Allah ise hikmetsiz ve abes iş yapmaktan münezzehtir (Fah­reddin er-Râzî, XVIII, 63; ibn Kayyim, s. 300-306, 308). Kur'ân-ı Kerîm'de inkarcı­ların yeniden dünyaya gönderilmeleri ha­linde bile küfür ve isyanlarına devam edeceklerinin belirtilmesi, uzun devirler boyunca azap görmelerinden önceki du­rumlarıyla ilgilidir. Asırlarca azap gör­dükten sonra kâfirlerin inkâra devam etmeleri muhtemel değildir, çünkü ateş onların inkarcı halini yok edecektir. Aksi takdirde inkârın insana ait zatî bir vasıf kabul edilmesi ve bu sebeple insanın ondan sorumlu tutulmaması gerekir. 9.

307


Ebedî olarak sürecek azap ilâhî adalete aykırıdır. Çünkü kısa bir ömür içinde iş­lenen sonlu günahlara verilecek olan ce­zanın da sonlu olması gerekir. Allah ve­recekleri cezaların suçlara denk olması­nı kullaj-ına emretmiş ve cezalandırma­da aşırı gitmelerini yasaklamışken ken­disinin, ebediyete nisbetle çok kısa bir süreyi kapsayan dünya hayatında suç işleyenleri sonu gelmeyen bir azapla ce­zalandırması mâkul değildir (Makdisî, I, 200; Fahreddin er-Râzî, II, 56; XVIII, 63].

Azabın ebedî olmadığını benimseyen âlimlerden İbn Kayyım ile Mösâ Bigiyef gibi bazı müellifler, cehennemin eninde sonunda yok olacağını ve kâfirlerin de cennete gireceğini kabul ederler (İbn Kayyim, s. 297-298, 305, 308-309; Mûsâ Bigiyef, s. 8-9). Bunlardan İbn Kayyim, kâfirlere uygulanacak olan azabın ebe­dî olacağını savunanlarla sona ereceğini kabul edenlerin görüşlerini tartışırken, açıkça belirtmemekle birlikte, inkâr ve isyan suçunun gerektirdiği kadar azap gördükten sonra kâfirlerin de cennete girebileceklerine işaret eder. O bu konu­da iki önemli delile dayanır: 1. Hz. Pey­gamber, kalplerinde zerre kadar hayır bulunanların şefaatçıların şefaatıyla ce­hennemden çıkarılmasından sonra, hiç­bir hayır İşlemeyen bazı cehennemlikle­rin (kâfirlerin) Allah'ın rahmetiyle bura­dan çıkarılıp cennete gireceklerini ha­ber vermiştir (Buhârî, "Tevhîd", 24). Yi­ne Hz. Peygamber, cehennemin dürül-mesinden sonra cennet için yeni bazı in­sanlar yaratılacağını bildirmiştir (Müs­lim, "Cennet", 38, 39) ki bunlar hiçbir ha­yır işlemedikleri halde cehennemden çı­karılanlar olmalıdır. 2. Cennete sadece temiz ruhluların gireceği, inkâr ve isya­nın kirlettiği kirli ruhluların (kâfirlerin) bu­raya giremeyeceği doğrudur. Ancak in­kâr ve isyanın kötü tesirleri azap saye­sinde temizlendikten sonra kâfirlerin de Allah'ın rahmetiyle cennete girmelerine izin verilebilir. Kötülüğü ve kirliliği hiç­bir şekilde yok olmayacak olan varlıkları yaratıp sorumlu tutmak hikmetle bağ­daşmayacağına göre, kâfirlerin yaratıl-masıyla gözetilen hikmet gerçekleşince Allah'ın bunları yeniden yaratarak ruh­larındaki inkârı imana, isyanı da itaate çevirmesi, böylece cennete girebilecek hale dönüştürmesi mümkündür (İbn Kay­yim, s. 308-309). Mûsâ Bigiyef ise iman-küfür arasındaki sınırı kaldırarak ve ba­zı nasların zahirî mânalarını indî yorum­lara tâbi tutarak azabın dahi vuku bul­mayacağını ileri süren bir tutarsızlıkla

308

herkesin cennete girebileceğini söyler [Rahmet-i İlâhiyye Burhanları, s. 8-9 ve tür. yer.).



Netice. Azabın ebediyeti konusunda her iki gruba mensup âlimlerin dayan­dıkları naklî ve aklî delillere karşı taraf­larca ileri sürülen birçok itiraz vardır. Bunların bir kısmı objektif olmadığı için problemin çözülmesine yardım etmek­ten uzaktır. Öyle görünüyor ki kâfirler için azabın ebediyeti problemi iki yön­den önem kazanmaktadır. Kâfirin ebe­diyen azapta kalacağını ve hiçbir şekil­de cennete giremeyeceğini savunanlar Kur'an'daki "hulûd" ve "ebed" kelime­lerine dayanmaktadır. Ancak sadece bu iki kelimeye dayanarak böyle bir hükme varmakta çeşitli zorluklar vardır. Çünkü hulûd sözlükte, "değişikliğe uğramadan bir yerde uzun müddet beklemek" anla­mındadır. Ebed de "sonsuzluk" mânasın­da değil "uzun süren zaman" anlamında kullanılır (Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, "hld" ve "ebed" md.leri; M. Reşîd Rızâ, I, 234; VI, 78-79; Vlll, 68, 99). Keiâmcılar ise Kur'an'da yer alan bu kelimeleri terim-leştirerek bunlara sözlük anlamlan dı­şında sonsuzluk ve ebediyet mânası ver­mişlerdir. Halbuki Kur'an'da bir mümini kasten öldürmek suretiyle büyük günah işleyen veya Allah'a âsi olan müminler için de "hulûd" kelimesi kullanılarak ce­hennemde kalacakları belirtilmiştir (en-Nisâ 4/14, 93). Eğer hulûd ebediyet mâ­nası taşısaydı büyük günah işleyen mü­minlerin de Mu'tezile'nin öne sürdüğü gibi cehennemde ebedî olarak kalacakla­rını ve hiçbir zaman buradan çıkamaya­caklarını kabul etmek gerekirdi. Halbu­ki Ehl-i sünnet âlimleri arasında mü­minlerin bir süre azap gördükten son­ra cehennemden çıkacakları noktasında icmâ vardır. Şu halde "hulûd" ebediyet değil uzun süre anlamındadır. Esasen "hulûd" kelimesine bu mânayı vermek, Ehl-i sünnet ile Mu'tezile kelâmcıları ara­sında önemli bir münakaşa konusu olan büyük günah ile iman ve inkârın sınırı problemlerine çözüm getiren bir kapı açar. Zira âsi mümin işlediği günah ka­dar azapta kaldıktan sonra cehennem­den çıkar, kâfir ise daha şiddetli ve uzun müddet azapta kalır, böylece iman ve inkâr farklı cezalara çarptırılmış olur. "Ebed" kelimesi de aynı mânada olup kâfirler için bu sürenin daha uzun ola­cağını belirtmiş ve tekit etmiş olabilir. Cennetin devamlı olacağı ise açık bir şe­kilde "dâim" kelimesiyle belirtilmiş (er-Ra'd 13/35] ve kesintiye uğramayacağı

açıklanmıştır. "Hulûd" ile "ebed" kelime­lerinin sonsuzluk mânasında olmadığını gösteren bir başka husus da kâfirlerin cehennemde kalışlarının "mesvâ", "lübs" ve "müks" kelimeleriyle ifade edilmiş ol­masıdır. Bu üç kelimenin ilki "durak, ko­naklama yeri", diğer ikisi ise "belli bir müddet beklemek ve gecikmek" anlam­larındadır. Mâlik adındaki cehennem mu­hafızının kâfirlere "bekleyeceksiniz" de­mesi (ez-Zuhruf 43/77), cehennemden "konaklama yeri" diye bahsedilmesi (en-NahI16/29; el-Ankebût 29/68) ve ölüm­den haşre kadar insanların kabirde ge­çirdikleri sürenin "lübs" kelimesiyle an­latılması (Yûnus 10/45), âhiret azabının sonlu olduğunu göstermektedir. Aynı kelimeler cennet ehli hakkında kullanıl­mamıştır. "Lübs" ayrıca "ahkâb" ile bir arada kullanılarak cehennemin cennet­ten farklı bir devam sürecine tâbi oldu­ğuna işaret edilmiştir. Kur'an'da cennet ehlinin buradan "çıkarılmayacakları" be­lirtilirken (e!-Hİcr 15/48} cehennem ehli için aynı ifade kullanılmamış, oniarın ce­hennemden çıkmak istedikleri zaman "çıkamayacakları" (el-Mâide 5/37) ve çık­malarına dair hükmü vermenin Allah'a ait olduğu (el-Mü'min 40/11-12) bildi­rilmiştir. İki ifade arasındaki fark açık­tır. Azabın ebedî olduğunu kabul etmek aklen de zaruri değildir. Nitekim azabın ebedî olarak devam edeceğini savunan­lar bile bunu "akıllarına sığdıramadık-İannı" itiraf etmektedirler (Mustafa Sab-ri, s. 15). Problemin ikinci yönünü oluş­turan kâfirlerin cennete girip gireme­yecekleri konusuna gelince, her ne ka­dar bununla ilgili naslarda açıkça "Kâ­firler cennete asla giremeyeceklerdir" denilmemekte, bunların "deve (veya ha­lat) iğnenin deliğinden geçinceye kadar cennete giremeyecekleri" belirtilmekte {el-A'râf 7/40) ve bunu da kâfirler için cennete girişin çok zor gerçekleşeceği mânasında anlamak mümkün görülmek­teyse de cennetin Allah'a şirk koşanla­ra haram kılındığını açıkça bildiren âyet (el-Mâide 5/72) karşısında kâfirlerin ora­ya girebileceklerini söylemek oldukça güçtür. Böyle önemli bir konuda İbn Kayyim'in yaptığı gibi, mânaya delâleti açık olmayan bir iki hadise ve birtakım aklî istidlallere dayanmak isabetli gö­rülmemektedir. Gerçi Zemahşerî gibi ba­zı Mu'tezile âlimleri, "suçluyu ve günah­kârı bağışlamanın akıl nazarında güzel bulunduğu" ilkesinden hareketle en bü­yük suçu işleyen kâfirleri bağışlamayı hikmetin en güzeli kabul ederler {el-Keş-şâf, I, 375); Fahreddin er-Râzî gibi bir

kısım Sünnî âlimler de "ilâhî iradenin hiçbir kayıtla bağlı olmadığı" esasını dik­kate alarak Allah'ın muttaki müminleri cehenneme, buna karşılık kâfirleri cen­nete koyabileceğini nazarî olarak müm­kün görürler {Tefsir, XII, 136). Ancak bu nevi aklî hükümleri nasların önüne ge­çirmek mümkün değildir. Eğer âhiret âlemi kâfirler için bir mükellefiyet yur­du haline getirilip iman ve itaat etmek­le yükümlü tutuldukları tasavvur edilir­se, asırlar boyu süren bir azap içinde bu yükümlülüklerini yerine getirdikten son­ra, "erhamü'r-râhimîn" olan Allah'ın, tıp­kı dünyada kullarını yalvarıp yakarma­ları, günahlarından tövbe edip temizlen­meleri için belâ ve musibetlere mâruz bırakmak suretiyle cezalandırdığı ve ne­ticede af dileyenleri bağışladığı gibi (el-Enam 6/40-4 I) kâfirleri de bağışlayabi­leceği söylenebilir. Bütün bunlara rağ­men âhirette kâfirlere yapılacak mua­melenin mülkünde yegâne tasarruf sa­hibi olan yüce Allah'ın iradesine bağlı ol­duğuna inanmak en isabetli hüküm ol­sa gerektir. Ehl-i sünnet çoğunluğunun ilk devir İslâm âlimlerinin aksine azabın ebediyeti görüşünü tercih etmesini, II. (VIII.) yüzyılda başlayan katı bir tekfir*-ciliğin giderek yaygınlaşması ve muhte­lif mezheplerin elinde güçlü bir silâh ha­line getirilmesine bağlamak isabetli gö­rünmektedir.

İslâm âlimlerinin çoğunluğuna göre, dinen yasak sayılan bir fiili işleyen kim­se dünyada dinin koyduğu cezaya çarp­tırıldığı takdirde âhirette ayrıca azaba uğratılmayacaktır. Çünkü ceza suçun ke­fareti sayılır. Hanefîler'e göre ise had, kısas vb. müeyyideler suçun dünyevî ce­zası olup âhiret azabını kaldırmaz. Âhi­ret azabından kurtulmak için ayrıca sa­mimi bir tövbe gereklidir.

BİBLİYOGRAFYA:

Râgıb el-İsfahânf, el-Müfredât, "hld", "flh", uebed" md.leri; Müsned, I, 238, 271, 290, 375, 407; II, 55, 134, 451, 482; III, 13, 155, 288, 362; IV, 217, 410, 418; VI, 20, 64, 66; Buhârf, "Tev-hîd", 19, 24, 31, 55, "Rikâk", 18-19, "Cenâ'iz", 82, 88-89; Müslim, "Mesârid", 128, 132, "Cen­net", 33, 34-36, 38, 39, 44, 45, 67, 68, 70, 79, "Münâfikün", 71; Tirmizî, "Da'avât", 6, "îmân", 17, 18, "Cenâ'iz", 66, 67, "Şıfatü cehennem", 3, 9, 10, 12, "Şıfatü'l-kıyâme", 3, 12; Hayyât, el-İntişâr (nşr. Albert N. Nader), Beyrut 1957, s. 12; Taberî, Tefstr, XII, 70-71; XXX, 7-8, 89; Ebû Bekir er-Râzî, Resâ'ii feisefıyye (nşr. P. Kraus), Kahire 1939, s, 96; Eş'arî, Makâl&t (Rİt-ter), s. 54-55, 110-111, 144-148, 274, 294, 430, 474-475;. a.mlf., ei-İbâne (Fevkıyye), s. 247; Makdisî. Kitâbü'l-Betf ue't-târîh, I, 197-198, 200-202; İbn Bâbeveyh, RisâleLü'l-i'Ukâ-dâü'l-lmâmiyye (trc. E. Ruhi Fığla!ı|, Ankara

1978, s. 90-91; Halîmî, el-Minh&c, I, 461; Kâdî Abdülcebbâr. Şerhu'l-Uşûii'l-hamse, s. 674-693, 730-734; İbn Sînâ, en-rlecât, Kahire 1357/ 1938, s. 291-295; Bağdadî, üşûlü'd-dîn, s. 238-242; İbn Hazm, ei-Faşl İUmeyre), IV, 127, 145, 148; a.mlf., el-üşûl üe'l-fürû.\ Beyrut

1984, s. 43-45; Ebû Yala, el-Mu'temed ft uşû-li'd-dîn (nşr. VedT Zeydân Haddad], Beyrut 1974, s. 178, 180, 277; Nesefî. Tebşıretü'l-edİl-le, Kayseri Raşid Efendi Ktp., nr. 496, vr. 2341'-235b, 243b; Zemahşerî. el-Keşşâf, Beyrut, ts. (Dârü'l-Ma'rife], I, 375; İbn Rüşd, el-Keşf'an menâhici'l-edilie, Kahire 1968, s. 152-155; Fahreddin er-Râzî, Tefsir, II, 54-56, 57-58; XII, 136; XVIII, 63-65; İbnü'UArabî, ei-FütÛhât, 11, 289, 298; III, 97-99; IV, 174-175, 327-328, 385, 391, 403, 450, 451; Kurtubî, et-Tezkire fî ahuâli'i-meutâ ve ümûri'l-âhire, Kahire 1407/ 1987, s. 480-482, 5\1-5\2;'şerhu'I-'Akideti'L-Tahâoiyye, s. 423-426; İbn Teymiyye, Mec-mû'u fetâuâ, IV, 282-284; Nîsâbûrî. Ğarâ'ibul-Kur'ân (Taberî, Tefsir içinde), XII, 77-78; İbn Kayyım el-Cevziyye, Hâdi'l-eruâh, Kahire, ts. (Mektebetii Nehdati Misr), s. 95, 286-314; İbn Kesîr. en-Nihâye (Zeynî), II, 4-14, 355; İbn Re-ceb, Ehuâlü'l-kubûr ue ahuâlü ehlihâ ile'n-nüşûr(nşr. Ebû Hacir Muhammed Zağlûl], Bey­rut 1405/1985, s. 46-49, 50-58, 153; a.mlf., et-Tahuîf mine'n-nâr, Beyrut 1405/1985, s. 153; İbnü'l-Vezîr. lşârü'1-hak cale't-ha!k, Bey­rut 1403/1983, s. 339, 352*, 353, 366; Hızır-bey, el-Kaşîdetü'n-nûniyye, İstanbul 1297, s. 85; Kazvînî, Müftdü'i-'ulûm ue mübîdü'l-hü-mûm (nşr. M, Abdülkâdir Atâ), Beyrut 1405/

1985, s. 77; Şa'rânî, el-Yeuâkît ue'i-ceüâhir, Kahire 1378/1959, II, 183; Ramazan Efendi, Şerh "alâ Şerhi'l-'Akâ'id, İstanbul 1320, s. 221-226; Lekânî, İthâfü'l-mürtd, Kahire 1375/ 1955, s. 222-223; Ebü'I-Bekâ. cl-Külliyyât, Bu­lak 1281, s. 191; Şevkânî, Fethu'l-kadîr, Kahire 1383/1964, II, 525; Âİûsî, Rûhu'l-me'ânT, 1, 139-141, 143; XI, 301; XII, 32; XV, 36, 39-41; XXIX, 15; M. Reşîd Rızâ, Tefsîrü'l-menâr, Beyrut, ts. (Dârü'l-Ma'rife), I, 125, 147, 234; III, 42; IV, 164, 294; V, 164; VI, 78-79; VII, 418; VIII, 68, 70, 99, 414; IX, 222; X, 47, 536; XI, 301, 392; XII, 162; Mûsâ Bigiyef. Rahmet-i İtâhiyye Bur­hanları, Baku 1911, s. 8-9, 14, 16, 17, 18, 19, 28, 34, 35, 36, 42-43, 47, 54, 59, 76-77; Mus­tafa Sabri, Yeni islâm Müctehidlerinin Kıymeti İlmİyyesi, İstanbul 1335r,/l337, s. 15, 19, 22-23, 29, 49, 50, 60, 95-96, 107-108, 111, 112, 117; İzmirli, Nârın Ebediyet oe Devamı Hak­kında, İstanbul 1341, s. 3, 6-7, 9, 17-18, 20, 21-22, 24, 30; Elmalılı. Hak Dini, I, 231-232; IV, 2825; VIII, 5284, 5433-5434, 5542; Tabâta-bâî, el-Mîzân fî tefsTnl-Kur'ân, Kum 1393-94/ 1973-74, XI, 24; XX, 168; İbrahim b. Hasan, et-Tefsîrü'i-me''sûrcan "Ömer b. ei-Hattâb, Bey­rut 1983, s. 473; Muhammedi er-Rîşehrî, Mtzâ-nü'l-hikme, Kum 1362-63 hş./1403-1405, VI, 103-105; Muhammed Ahmed Abdülkâdir, "Akl-detü'i-ba'ş ue't-âhire,.iskenderiye 1986, s. 203, 333-347, 355-365; James Robson, "Is the Mos-lem Hell Eternal", MW, XXVIII (1969), s. 386-393; Th. W. Juynboll, "Azâb", İA, II, 80-81; Mu.F, "Hudûd" md.; Halim Sabit Şibay, "Ce­hennem", İA, III, 45-47; D. B. Macdonald. "Kı­yamet", İA, VI, 779; A. J. Wensinck - A, S. Trit-ton, "cAdhâbal-Kabr", £/2(İng.}, I, 186-187.

ffil YusufŞbvki Yavuz

AZAPKAPI

İstanbul'da

Galata'nın sur kapılarından biri (bk. GALATA).

AZAPKAPI CAMİİ

İstanbul'da

Unkapanı Köprüsü'nün

Şişhane tarafındaki ayağı yanında

XVI. yüzyıla ait cami.

J

Kapılarından birinin üstünde bulunan, ancak kırıldığı için 1941'de eski kalıbı­na göre Reîsülhattâtîn Kâmil Akdik ta­rafından yeniden yazılan manzum kita­besine göre 985 (1577-78) yılında Sad­razam Sokullu Mehmed Paşa tarafından yaptırılmıştır. Bu sebeple Sokullu Meh­med Paşa Camii adıyla da anılır. Mimarı Koca Sinan'dır. Cami fevkanî olarak ya­pıldığından altında gözler halinde geniş bir bodrum bulunmaktadır. Vaktiyle Ga­lata surlarının Tersane'ye komşu ucun­da ve sur duvarlarının hemen dış tara­fında deniz ile sur arasındaki dar kıyı üzerinde inşa edilen cami, buradaki ka­pıdan dolayı Azapkapı Camii adıyla ta­nınmıştır. Cenevizliler devrinde Porta di San Antonio olarak adlandırılan bu ka­pı, XVI. yüzyılda Tersane'nin Kasımpa­şa'ya gelmesiyle Tersane hizmetindeki Türk asıllı Bahriye azeblerinin (azebân-ı Tersane) kışlasının o çevrede olmasından dolayı Azapkapısı adını almıştır. Daha sonraları Yenikapı olarak adlandırılmış, XIX. yüzyılda köprü yapılmasından sonra da Köprükapısı olarak tanınmıştır. Her­halde köprü ile birlikte gayet süslü bi­çimde geçen yüzyılın Batı üslûbunda ye­niden yapılan ve bir zafer takını andı­ran bu kapı, Galata surları yıktırılıncaya kadar durmuştur.



Azapkapı Camii Galata ile İstanbul ara­sındaki bağlantı iskelesinin başında ya­pıldığından şehrin en hareketli ve kala­balık yerlerinden birinde bulunuyordu. 1222 (1807) yangınında zarar gören ve minaresi de kısmen yıkılan cami kürsü kısmından itibaren yeniden yapılmıştır. Balkan ve I. Dünya savaşlarından az ön­ceki yıllarda Azapkapı Camii'nin tami­rine başlanarak birçok kısımları sökül­müş, fakat peş peşe gelen felâketler yü­zünden çalışmalar durdurularak bu çok değerli sanat eseri uzun yıllar bir hara­be halinde kaderine terkedilmiştir. Ca­minin bir ara tamamen yıktırılıp temelle-

309


rinin yeni yapılan Unkapanı Atatürk Köp-rüsü'ne destek olması bile düşünülmüş­tür. Ancak 1938'e doğru başlayan büyük çapta bir tamir ile cami ihya edilerek 1941 'de tekrar ibadete açılmış, 1955'te minare şerefesi yeniden yapılmıştır. 1941 tamirini belirten Latin harfli bir kitabe sol taraftaki girişin üstünde bulunmak­tadır.

Azapkapı Camii, Haliç kıyısında pek sağlam olmayan bir zemin üstünde ku­rulduğuna ve bugüne kadar önemli bir hareket göstermediğine göre büyük bir ihtimalle zemine çakılmış sağlam ve uzun kazıklarla emniyete alınmış oima-lıdır. Kayıkların ve insanların yoğun bi­çimde toplandıkları bir yerde bulundu­ğundan alt katında tonozlu mahzenler yapılmış, böylece cami yükseltilmiştir. İki merdiven son cemaat yerine çıkışı sağlar. Bu kısım bir sıra pencere ile ay­dınlanan, üstü tek meyilli çatı ile Örtülü, dikdörtgen biçimli kapalı bir mekân ha­lindedir. Ancak son cemaat yerinin esas cephesinin Mimar Sinan'ın tasarısında ne biçimde olduğu bugün anlaşılmamak­tadır. Buranın aslında galeri biçiminde sütunlu ve açık olduğu da düşünülebi­lir. Cami harimi hemen hemen kare şek­linde olup yalnız mihrap kıble tarafında dışarı taşkın bir çıkıntının içindedir. Mi­mar Sinan burada Edirne Selimiye Ca-mii'ndeki sistemi daha ufak ölçüde uy­gulamış, orta kubbeyi sekiz payenin taşı­dığı kemerler üzerine oturtmuştur. Kub­be baskısı dört tromp ve dört yarım kub­be ile karşılanır. Kubbeyi çevreleyen se­kizgen ile dış beden duvarları arasında küçük ana bölümler yer almıştır.

Azapkapı Camii otuz yıldan fazla ha­rabe halinde kaldığından zengin süsle­mesinin büyük kısmını kaybetmiştir. Ka­pıların mermer söveleri geçmeli renkli taşların kullanılması ile ahenkli yapıl­mıştır. Kapı ve pencere kanatları da gü­zel ahşap eserlerdir. Ajurlu olarak mer­merden işlenen minber, kapısı, yan ka-

natları ve külahı ile kendi cinsinin en gü­zel örneklerindendir. Çevre mekânlarının içindeki mahfiller ile mermer mihrap da aynı itinalı ve ahenkli işçiliğe sahiptir. Önceleri cami içinde çinilerin bulunduğu da bilinmektedir. Bunların çoğu çalındı­ğından, 1941 tamirinde yeni Kütahya çi­nileri konulduğu gibi kalem işi nakışlar da tamamen yeniden yapılmıştır. Kub­be yazısı son devir hattatlarından Ha­lim Efendi'nin eseridir. 1936'da bir kıs­mı hâlâ duran renkli alçı pencerelerin yerlerine de yenileri konulmuştur.

Azapkapı Camii'nin değişik bir özelli­ği de minaresinin yerleştirilişidir. Son cemaat yerinin kuzey tarafında yükse­len bir mekândan, sivri kemerli ve yük­sek bir köprüye oturan kapalı bir geçit­ten minare kürsüsüne geçilir. Sonradan yapılmış olması mümkün olmayan böy­le bir mimari çözüme niçin lüzum görül­düğü da anlaşılamamaktadır. Çünkü Ev­liya Çelebi de minareyi böyle gördüğü­ne göre en azından XVII. yüzyıl başların­da da bu kemer vardı. Zaten köprünün altındaki kısımda görülen yapı eleman­ları (kum saati, kemerin nisbet ve biçimi), bunun klasik devre ait olduğunu açık­ça göstermektedir. 1826'dan sonra, yal­nız pabuç kısmından itibaren minarenin gövdesi ve şerefesi XIX. yüzyıl zevkine göre, çok ince olarak ve şerefe çıkma­sı boğumlu biçimde yapılmıştır. 1955'te bu gövde yıktırılarak yine aynı incelikte fakat şerefe altı mukarnasl: (stalaktitli) olarak yeniden inşa edilmiştir. Böylece şerefe caminin mimarisine uydurulmuş, fakat gövde hatalı bir biçimde Sinan devrine göre ince kalmıştır. Azapkapı Camii minaresi altında eski bir de çeş­me vardır. Caminin tam arkasında, bel­ki onun evkafından olarak kagir iki dük­kân dizisi bulunuyordu. Bunlar 1985'te tamamen yıktırılmıştır. Bu cami evka­fından olan az ilerideki Yeşildirek Ha­mamı ise birçok değişikliğe rağmen gü­nümüzde hâlâ ayaktadır.

BİBLİYOGRAFYA:

Ayvansarâyî. Hadîkatü'l-ceuâmi', II, 37; Sâî, TezkireLü'l-ebniye, tür.yer,; C. Gurlitt, Die Bau-kunst Konstanlinopeis, Berlin 1909-12, s. 83; A. Gabriel. "Les mosquees de Conslantinople", Syrta [1926], s. 391-392; Konyalı. İstanbul Âbide­leri, s, 11-13; a.mlf.. Mimar Koca Sinan'ın Eser­leri, s. 32-41; E, Egli, Sınan, Stuttgart 1954, s. 98-101; Semavi Eyice, "İstanbul Minareleri", Türk San'atı Tarihi Araştırma ve İncelemeleri, İstanbul 1963, I, 72; G. Goodvvin. A Hİstory of Ottoman Architecture, London 197], s. 285-287; W. Müller-VVİener, Blldtexlkon zur Topographie Istanbuls, Tübingen 1977, s. 378-379; N. N., "Tamirleri İkmal Edilen Âbideler", Arkitekt, istanbul 1944, s. 4-8; S. Batur, "Osmanlı Cami­lerinde Sekizgen Ayak Sistemi", Anadolu Sa­natı Araştırmaları, sy. 1, istanbul 1968, 5. 148-150, 158; E. Hakkı Ayverdi, "Azapkapısı Ca­mii", İSLA, III, 167£-1679. ı—ı

İffl Semavi Eyice

AZAPKAPI ÇEŞMESİ ve SEBİLİ

İstanbul'da

Azapkapı Camii yanında

XVIII. yüzyılda yapılmış

çeşme ve sebil.

L

Galata'nın Tersane tarafında Azapka­pı önünde, Haliç'teki en önemli iskele­lerden birisinin başında ve Azapkapı Ca­mii'nin kıbleye göre sol tarafında kuru­lan bu manzume, çeşmenin kitabesin­den öğrenildiğine göre Sultan 1. Mahmud tarafından annesi ve II. Mustafa'nın zev­cesi Sâliha Sultan adına, 1145 (1732-33} yılında Hacı Âmâ mahallesinde yaptırıl­mıştır. Çeşmeler ve sebil üstündeki üç tarih XVIII. yüzyılın ünlü şairlerinden Sey-yid Vehbî'nindir. Suyolcuzâde Mehmed Necib Efendi'den öğrenildiğine göre çeş­melerle sebillerin kitabelerinin hattatı ise Eğrikapıiı Mehmed Râsim Efendi'dir.



Sultan Mahmud, Galata'nın su ihtiya­cını karşılamak üzere Taksim şebekesi­ni yaptırmış ve buradan beslenmek üze­re annesi için bu çeşme ile kendi adına Tophane Çeşmesi'ni inşa ettirmiştir. Bel­gelenmesi mümkün olmayan bir halk söylentisi Azapkapı Çeşmesi'nin yapımı­nı, su getirirken testisini kıran küçük bir kız çocuğunun Valide Sultan'ın dikkatini çekerek saraya aldırılmasına ve zaman­la bu kızın Sâliha Sultan adıyla padişah zevcesi ve annesi olmasına bağlamak­tadır. Şehrin en hareketli bir köşesin-. de bulunan bu âbidevî sebil ve çeşme, genellikle usulden olduğu gibi bir sıb-yan mektebi ile beraberdi. Ancak bura­da mektep bunların hemen yanına ay­rı bir bina halinde yapılmıştı. Çeşmenin varlığı ile de Galata'nın bu köşesi yakın tarihe kadar Çeşme Meydanı adıyla ta-

nınagelmisti. 1910'lu yıllarda sebil-çeş-me tamir edilmek üzere kısmen söktü­rülmüş, fakat araya savaş yıllarının gir­mesi, arkasından da istanbul sularının evkaftan belediyeye devri üzerine bir daha ilgilenen olmadığından tamamen harap olmak üzere perişan bir duruma girmişti. Ancak 1954 yılında Azapkapı sebil ve çeşmelerinin ihya edilmesi ger­çekleşmiş ise de tam önünden geçirilen ana trafik yolu yüzünden bu zarif eser çukurda ve ihtişamına yakışmayan bir çevrenin ortasında kalmış, bu arada se­bil kadar değerli olan ve onunla bir bü­tün teşkil eden mektep de yıktırılmıştır.

Azapkapı Meydan Çeşmesi değişik bir plana göre yapılmıştır. Bir cephesi orta­da iteri taşkın üç pencereli bir sebil ile iki yanında birer çeşme bulunmaktadır. Diğer üç cephe ise sadece düz mermer kaplıdır. 1952-1953'te eski gravürleri ile fotoğraflarına göre ihya edilen alt yüzü işlemeli geniş saçak ahşap bir çatı ha­linde yükselir. Ortada yüksek kasnaklı bir kubbe ile etrafında sekiz kubbecik sıralanır. Sebilin üstünde de aynı tarzda küçük bir kubbe vardır. Azapkapı sebil-çeşmelerinin en dikkate değer tarafı, esas cephesinde mermer üzerine kazı­lan kabartma işlemeleridir. Bu yüzde hiçbir satıh boş kalmayacak şekilde zen­gin dal kıvrımları, çeşitli çiçekler, sta-laktitler, çanaklardan çıkan fidanlar ve meyvelerle çok zengin fakat zarif biçim­de bezenmiştir. Bu taş bezemenin ara­sında uzun kitabe metinleri de yer alır. Sebillerin tunç şebekeleri de mermer işlemeye uygun biçimde dökülmüştür. Azapkapı Sebili'nin taş tezyinatı, klasik devir Türk sanatının sadeliğine aykırı düşecek derecede yüklü olmakla bera­ber gözü rahatsız etmez. Kullanılan mo­tiflerin aralarında Batı sanatından sız-

mış bazı unsurların da varlığı, Türk sa­natında Lâle Devri üslûbu olarak adlan­dırılan yabancılaşma safhasına işaret etmektedir. Ancak bu yabancılaşma kla­sik Türk zevkine henüz çok aykırı düş­memektedir. Böylece Azapkapı Sâliha Sultan Sebil ve Çeşmesi'ni Türk sanatı­nın bir devrini temsil eden en değerli ve güzel eserlerinden biri olarak görmek mümkündür.

Azapkapı sebil ve çeşmelerinin hemen yanında bulunan ve onların ayrılmaz bir parçasını teşkil eden sıbyan mektebi de benzerleri arasında sanat değeri en yük­sek olanlarından biri idi. Altında vakıf dükkânları bulunduğu için üst katı işgal eden mektep, muntazam taş ve tuğla sıraları halinde yapılmıştı. İçinde dersha­ne kapısı üstünde yer alan manzum ki­tabesinde 1146 (1733-34) tarihinde yap­tırıldığı bildiriliyordu. Çeşmeye bakan tarafında üç kemerli bir cîhannümâ bu­lunan esas ders odası kagir bir tonozla örtülü idi. Bu odanın alçı süslemeü bir ocağı ve duvarlarında kabartma tezyi­nat vardı. Bu güzel sıbyan mektebinin 1957 yılında yıktırılması sanat tarihi ba­kımından bir kayıp olduktan başka ya­nındaki sebil-çeşmenin yalnız bırakılma­sı ile de bu küçük manzumenin bütün­lüğü bozulmuştur.

BİBLİYOGRAFYA:

Halil Ethem [Eldem], Camilerimiz, istanbul 1932, s. 68-69, rs. 51, 53; İzzet kumbaracılar, İstanbul Sebilleri, İstanbul 1938, s. 35; Konya­lı, İstanbul Âbideleri, s. 13-14; Azapkapı Çeş­mesi (Sular İdaresi neşriyatı), İstanbul 1954; Naci Yüngül. Taksim Suyu Tesisleri, istanbul 1957; Semavi Eyice. "İstanbul'un Ortadan Kal­kan Bazı Tarihi Eserleri, IV", TED, XII (1981-82), s. 847-852. ı—ı

I#J Sumavi Eyice

AZAT

"Kendi benlik ve sıfatlarından fâni olmuş" anlamında



bir tasavvuf terimi.

L J


Farsça'da "hür, kurtulmuş, serbest, ba­şına buyruk" mânasına gelir. Tasavvuf­ta sâlik*in benliğinden ve sıfatlarından fâni olup Hakk'ın zât ve sıfatlarıyla be­ka bulduğu mahviyet makamı için kul­lanılan bir terimdir.

İnsan neye gönül verirse onun kulu olur. Arifler Allah'tan başkasına gönül vermediklerinden O'ndan başkasının ku­lu olmaktan (rıkku'l-ağyar, nkku'l-esbâb) azat olmuşlardır. Gerçek hürriyet kâmi!

mânadaki kulluktur. Allah'a tam anla­mıyla kul olan, O'ndan başkasına kul ol­maktan kurtulur, azat olur. Bu bakım­dan maddî ve süflî arzuların köleleştir-mediği kimselere de azat denilmiştir.

Azat olmayı dinî sorumluluklardan kur­tulmak mânasında anlayanlar da olmuş­tur. Cüneyd-i Bağdadî, bazı kişilerin ken­dilerinden dinî tekliflerin düştüğü bir dereceye ulaştıklarını iddia ettiklerini, ancak zina ve hırsızlık yapanların bu tür sözler söyleyenlerden daha iyi durumda bulunduklarını ifade etmiştir. Öte yan­dan nefsinin kulu olmaktan kurtulan kimse dinin emir ve yasaklarını külfet­le ve zoraki bir şekilde değil hevesle ve zevkle yerine getirir. Onun için bu tür görevlerin külfeti ondan düşer, o da azat

Olur (bk. HÜRRİYET; UBÛDİYYET).

Kölenin serbest bırakılarak hürriyetine kavuşturulması da Türkçe'de azat keli­mesiyle ifade edilir (bk. köle).

BİBLİYOGRAFYA:

Attâr. Tezktretü'l-eoliyâ3, s. 350, 532, 719; Sühreverdî, cAu&rtfü.'l-mac&rlf, Beyrut 1966, s. 75; İbnü'l-Arabî, el-Fûtühât, IV, tür.yer.; Tehâne-vî. Keşşaf, I, 320; H, 1551; M. Fuad Köprülü. "Âzâd", K II, 83-85.

Süleyman Uludağ

AZAZÎL


îslâmî literatürde şeytan veya iblisin bir diğer adı.

Azâzîl yahudi ve hıriştiyan kaynakla­rında azazel, azael, hazazel şeklinde ge­çer. Kur'an'da ve VVensinck'in tasnifini yaptığı hadis eserlerinde bu kelimeye rastlanmaz.

İslâm sûfîlerinden Hailâc azâzîli, "hem göklerde hem yerde dâî idi, gökte me­leklere dâîlik yapmaktaydı" şeklinde tav­sif ederek azâzîlin gökte meleklere iyi­likleri, güzellikleri gösterdiğini, yerde ise "insanların dâîsidir" demekle insanlara çirkinlikleri, kötülükleri öğrettiğini açıkla­maktadır. Hallâc'a göre. "İblisin adı onun adından türemişti-, sonradan azâzîl şek­linde değiştirildi". Hallâc'ın görüşü doğ­rultusunda Kazimirski ile Massignon'un da şeytan yahut iblis şeklinde anladık­ları azâzîl, ister istemez cin-melek ko­nusuyla yakından ilgili bulunmaktadır. Muteber hadis kitaplarında bulunmayıp tefsirlerde İbn Abbas'a dayandırılan ba­zı rivayetlere göre, üreyip çoğalmakla meleklerden ayrılan ve cin-şeytan kü­mesine giren varlıklar, aslında insanlar gibi iyisi, kötüsü bulunan cinnîlerdir. İb-

311


üs, aslı cin olan (bk. el-Kehf 18/50), an­cak meleklerin arasına girip çıkan, Hz. Âdem'e secde meselesinde meleklerin aksine emre itaat etmeyen (bk. el-Baka-ra 2/34; el-A'râf 7/11; el-Kehf 18/50), böylece onların arasına katılmaktan ve­ya Hz. Âdem'le birlikte bir yeryüzü cen­neti olan Aden'de bulunmaktan mene-dilen (bk. el-A'râf 7/13, 18) bir varlıktır. Onu melek iken sonra itaatsizlik yapmış bir varlık olarak görmek yanlış olur (bk. hârÛt ve mârût). Çünkü melekler itaat­sizlik yapmaz, yüce Allah'a isyanda bu­lunmazlar (bk. et-Tahrîm 66/6). Ancak cinlerden şeytanlaşanlar olduğu gibi cin-nî şeytan zümresinde iken imana gelen­ler de bulunabilir. Câhiliye devri Arapla-rı'nda da hayır ve şer ile ilgili cinler hak­kında inanışlar vardı. Hz. Peygamber, "resûlü's-sekaleyn" (insan ve cinlerin pey­gamberi) olması dolayısıyla cinlere Kur'an sûreleri öğretip onları müslüman yap­mış bir peygamber olarak bilinir. Bu ko­nuda melekler ve er-rûh (bk. el-Meâric 70/4; en-Nebe' 78/38; el-Kadr 97/4) münasebeti de göz önünde bulundurul­malıdır.

Hallâc, kendisine has bir görüşle, azâ-zîl kelimesindeki aynın, "iblisin gayesi­nin ululuğu"na, zânın "himmetinin ziya-deliği"ne, elifin "ülfetinin büyüklüğü "ne, ikinci zânın "zühdünün derinliği"ne, yâ­nın "kendi ululuk ve yüksekliğine sığın-masf na, lamın "ıstırap ve imtihanında-ki mücadelesi "ne işaret ettiğini ileri sü­rer. Azâzîl ile iblisi tam bir aynilik için­de gören Hallâc, azazîlin Âdem'e neden ve ne gibi bir mantıkla secde etmediği­ni ve böylece Allah tarafından niçin la­netlendiğini açıklamaktadır. Yine Hal­lâc. iblise azâzîl denmesinin sebebi ola­rak onun kendi saltanatı içinde "azledil­miş" olmasını da düşünmekte ve onun diğer vasıflarını sıralamaktadır.

İbranî dilinde azazel, "Tann'nın kuv­vetlendirdiği" anlamına gelir. Azazel hak­kındaki en eski yahudi kaynaklı rivayet, mevsuk sayılmayan Enoch (Hanuk: Hz. İdrîs) kitabında görülmektedir. İnsan tü­ründen olan kızların güzelliğine kapıla­rak Hermon dağı üzerinde yere inmiş 200 meleğin reisleri arasında onun adı Azael (Enoch, VI, 7) ve Azaze! (Enoch, LX!X, 2-4) olarak geçmektedir. Bu, Tev­rat'ın Tekvîn kitabının altıncı babında söz konusu edilen "Allah oğullan" kıs­sası ile ilgilidir. Bu kıssaya göre insan türünden olan kızlar ile birleşmelerin­den peyda olan devlerin yeryüzüne saç­tıkları kötülükler yüzünden tufan suları dünyayı kaplamadan Önce Allah bu me-

312


lekleri cezalandırmış, bu arada Azazel'in de ellerini ve ayaklarını büyük melekler­den Rafael'e bağlatarak Dudael'deki bir çukura attırmıştır (Enoch, X, 4-6). Ya­hudiler arasında mevcut olup İsrâiliyat edebiyatı vasıtasıyla Câhiliye devri Arap­ları arasında da yayılan, karanlık gece­lerde yolculara türlü eziyetler eden sa­yısız çöl cinlerinden birinin bu Azazel ol­duğuna dair inanış, muhtemelen bu tah­rif edilmiş kıssadan gelmektedir.

Tevrat'ta biri Rab, öteki Azazel'e su­nulacak iki keçiden bahsedilmektedir (Levîliler, 16/8-10). Bu keçilerden ilki bir kurban iken ikincisinin Azazel'e, İsrâilo-ğullan'nın günahını çöle taşıması, halkı günahlarından temizlemesi için gönde­rildiği anlaşılmaktadır. Azazel'in burada tabiat üstü ruhanî bir varlık olarak ka­bul edildiği görülmektedir. Çöl, cinlerin ve ruhanî varlıkların meskeni olarak bi­lindiğinden (Levililer, 13/21, 17/7), kötü­lükten onu geldiği yere iade ederek kur­tulmak istenmektedir. Dolayısıyla Aza­zel, Enoch kitabında yeryüzüne indiği, yaptıklarından dolayı lânetli olarak son güne kadar kalmaya mahkûm edildiğin­den bahsedilen çöl cini olmalıdır.

BİBLİYOGRAFYA:

Ebû Hanîfe. et-Fıkhü'l-ekber, Haydarâbâd 1321, s. 25; Câhiz. Kitâbul-Hayevân, VI, 193 vd.; Hallâc-i Mansûr, KîtâbuL-Tauâstn (trc. Ya­şar Nuri Öztürk), İstanbul 1976, s. 109-112, 114-118; Zekeriyyâ b. Muhammed el-Kazvînî, cAcâ*ibü'1-mahiakât (nşr. Wüstenfeld), Göttin-gen 1848, s. 55-63; Süyûtî, el-Habâ'ik fî ah-bâri't-melâ*ik (nşr. Abdullah es-Sadîk), Kahi­re, ts. (Matbaatü Dâri't-Te'lîf), s. 56 vd.; V. Ka-zimirski. KMbü'l-Luğateyni'l-'Arabiyye ve'i Fıranseviyye, Bulak 1875, s. 300; DB2, s. 81 ; G. Davidson, A Dicüonary of Angels, London 1967, s. 63-64; Cevad Ali, el-Mufaşşal, V, 706 vd.; L. Massignon, La Passion d'al-Hosayn ibn Mansour al-Hallâj, Paris 1975, III, 330; "An-gelology", JE, I, 583-597; A. Câmİ Baykurt. "Azâzîl", İA, II, 90; A. J. Wensinck. "tblîs", a.e., V/2, s. 690-692; D. M. Macdonald. "Melâike", ae., VII, 661-664; A. S. Furat. "Şeytan", a.e., XI, 491-493; T. H. Gaster, "Azazel", IDB, I, 325-326; Sh. Ahi, "Azazel", EJd., III, 1000-1002; Eb. Nestle, "Azazel", ERE, II, 282-283; G. Vajda, "'Azâzîl". E/2(Ing.),l,8Il. rrı

ffîl Salih Tuğ

AZEB


Osmanlı askerî teşkilâtında

kara ve deniz hafif piyadeleri için

kullanılan bir tabir.

Arapça'da "bekâr" mânasına gelen azeb kelimesi, XIV-XVI. yüzyıllarda Bizans, La­tin ve İtalyan kaynaklarında "korsan, de­niz haydudu" karşılığı kullanıldığı gibi.

Mısır'da şehir muhafazasında görev alan askerî bir grup da bu adla anılmıştır. Anadolu Selçuklularında, Akkoyunlular'-da ve deniz kuvvetlerine sahip sahil bey­liklerinde de azeb askerî sınıfı yer almak­taydı. Meselâ Enverî, Aydınoğlu Umur Bey'in donanmasında azeblerden oluşan piyade kuvvetinin bulunduğunu bildir­mektedir {Düsturnâme, s. 21,27,31,34).

Osmanlılar'da ise azebler yeniçeri teş­kilâtından önce kurulmuş ve hafif okçu olarak orduya katılmıştır. Daha sonraki dönemlerde de öncü kuvvet mahiyetin­de savaşa katılan azebler, Türkler ara­sından ve belirli avarız" haneleri karşı­lığında vilâyetlerden kefilli olarak ma­halle imamları ve kethüdaları tarafından toplanırdı. Azeb alınacak kimselerin güç­lü kuvvetli ve savaşabilecek kabiliyete sahip olması gerekmekteydi.

Azebler, kara ve deniz azebleri olmak üzere ikiye ayrılıyorlardı. Kara azebleri XVI. yüzyılın ortalarına doğru kale mu­hafazasında kullanılmaya başlanmış ve böylece maaşlı bir sınıf haline gelmiştir. Kale azeblerinin mevcudu kalelerin Öne­mine göre değişiyordu. Azebler, yeniçe­rilerde ve diğer ocaklarda olduğu gibi "orta" adı verilen gruplara ayrılıyor ve her ortanın başında reis, odabaşı ve bay­raktar bulunuyordu. Bütün ortaların ida­resi de azebler ağası ve kâtibin elinde idi. Azeb ağası azeblerin başkumandanı demekti: kâtip ise azeblerin isimlerini ve tahsisatlarını kaydederdi. Eyaletlerde­ki azebler beyler beyinin maiyetinde se­fere katılırlardı. Kara azebleri, kale mu­hafızlığından başka zaman zaman köp­rücülük ve lağımcılık hizmetlerinde de kullanılmışlardır. Deniz azebleri, görev yaptıkları yerlere göre Tersâne-i Âmire ve donanma azebleri olarak ikiye ayrılı­yorlardı. Donanma azeblerinin bölükba-şısı olan reis onların kumanda ve ida­resiyle görevliydi ve terfi edince harc-ı hassa reisi (kaptan) olurdu. Reisliğe yük­selen bir azeb kaptan olmazsa sırasıyla terfi ederek vardiyanbaşı, hünkâr gemi­si reisi olur ve Tersâne-i Âmire kethü-dâlığına yükselirdi. Tersâne-i Âmire hiz­metine girince ulufe* alan azebler za­man zaman yoklamaya tâbi tutulmak­taydılar. XVI. yüzyılın ortalarında 2279 olan deniz azeblerinin mevcudu XVII. yüz­yılda giderek azalmış ve 1604-1694 ara­sında 1S88'den 239'a kadar düşmüştür. Deniz azebleri kadırgalarda, paşa gemi­lerinde, mavnalarda, kalitelerde, top, taş ve at gemilerinde azeb neferi ve reisi olarak bulundukları gibi yelkenci, nöbet-

çi ve kürekçi olarak da bulunuyorlardı. Azebler ihtiyaç halinde başka görevler­de de kullanılmaktaydılar. Nitekim XVII. yüzyıl başlarında kadırga azeblerinden kırk beşi kumbaracı yapılmıştı (BA, KK, nr. 253, s. 225).

Azeb askerî sınıfının yeniçerilerle es­kiden gelen bir ihtilâfları olduğu bilin­mektedir. XVI. yüzyılda, Cezayir yeniçe­rilerinin yasakçılık görevi yapan azebler-den bu hizmetin alınıp kendilerine ve­rilmesini istemeleri bu hususu doğru­lamaktadır (BA, MD, nr. 7, s. 20/67, 236/ 655, nr. 874/2399). Azeb teşkilâtı II. Mah-mud dönemindeki askerî yenilikler sıra­sında kaldırılmıştır.

BİBLİYOGRAFYA:

BA. MD, nr. 7, s. 20/67, 236/655, 874/2399; BA. KK, nr. 253, s, 225; Enverî. DüsLurnâme, s. 21, 27, 31, 34; Kanunnâme-i Al-i Osman: Kanunî Kanunnâmesi [TOEM ilavesi, nşr. M. Arif], İstanbul 1329, s. 59-61; Graf Marsigli, Os­manlı imparatorluğunun Zuhur ve Terakki­sinden İnhitatı Zamanına Kadar Askerî Vazi-yetf (trc. M. Nazmi), Ankara 1934, s. 93; Ham-mer (Ata Bey), I, 141, 319-320; İdris Bastan, XVII. Asırda Tersâne-i Amire (doktora tezi, 1985), İĞ Ed.Fak., s. 83-105; M. Fuad Köprü­lü - İsmail Hakkı Uzunçarşıll. "Azeb", İA, II, 81-83; "Azeb", Küçük Türk-İslâm Ansiklopedisi, İstanbul 1974, s. 253-254; H. Bowen. "'Azeb",

Ei2i\ng.), I, 807. [Tl .

ISI Idris Bostan

AZEB


Daha iyi

bir dinî hayat yaşamak gayesiyle

bekârlığı evliliğe tercih eden

erkek.


"Bekârlık" anlamındaki uzûbe ve uz-be kökünden gelir. Uzûbe masdar ola­rak "gizli olmak, uzak düşmek, sahipsiz kalmak" demektir. Bu sebeple kadından uzak yaşayan kişiye a'zeb denilmiştir. Aynı anlama gelen azeb kadın erkek her iki cins için, azbe kelimesi ise sadece ka­dın için kullanılır.

Kur'an'da uzûbe kökünden gelen bir fiil şekli (ya'zübü) iki âyette geçmektey-se de bunların bekârlık anlamıyla ilgisi yoktur (bk. Yûnus 10/61; Sebe' 34/3). Uzûbe, a'zeb ve aynı kökten başka keli­melerin yer aldığı hadisler içinde bekâr yaşamayı teşvik edenlerin sıhhati tar­tışmalıdır. Bu kelimelerin geçtiği sahih hadislerde ise cennette hiçbir bekâr kim­se bulunmayacağı (Darimî, "Rikâk", 108; Müslim, "Cennet", 14), bekârlığın ibadet­lerin sevabını azaltacağı {Müsned, VI, 25, 29; Ebü Dâvûd, "İmâre", 14), bekârlığı ter­cih edenlerin durumlarının dünya ve âhi-

rette evlilerin ki ne göre daha kötü ve kendilerinin bedbaht olacağı (Müsned, V, 163) belirtilerek bekâr yaşamanın yanlış­lığına dikkat çekilmiş, ayrıca daha baş­ka sahih hadislerde de müslümantar ev­lenmeye, aile kurmaya, çocuk yetiştir­meye teşvik edilmiştir.

İslâm öncesi Arap toplumunda bekâr yaşama âdetinin, bilhassa dinî gayeler-ie evlenmekten kaçınma anlayışının var­lığını gösteren herhangi bir kayıt yok­tur. Ancak Araplar'in, hıristiyanlardaki ve özellikle Arabistan'ın kuzey kısmında yaşayan hıristiyanlaşmış Gassânîler'de-ki ruhban hayatını bildikleri muhakkak­tır. Onlarla ilişkileri sonucunda az da ol­sa bekâr yaşamaya heves eden kişilerin bulunması muhtemel olmakla birlikte bu durum söz konusu edilmeye değer bir önem kazanmamıştır.

İslâmiyet'in evlenilecek kadın sayısını dörde indirmesi, hatta tek kadınla evli­liği teşvik etmesi (bk. en-Nisâ 4/3! ve dünya nimetlerinden çok âhiret nimet­lerinin önemine dikkat çekmesi, bazı zâ-hid ruhlu sahâbîlerin bekârlığa ilgi duy­malarına sebep olmuştur. Böyle bir eğili­min meydana gelmesinde hıristiyan ruh­banlığının tesirini de hesaba katmak ge­rekir. Bununla birlikte Hz. Peygamber'in İslâm'da ruhban hayatının bulunmadı­ğını [Aclûnî, II, 377; Müsned, III, 266; VI, 226), kendisine de ruhbanlığın buyurul-madığını (Dârimî, "Nikâh", 3) belirtmesi, ayrıca bekâr kalmaya arzulu olan bazı müslümanlarla şahsen görüşerek onları ikaz etmesi (bk. Müsned, V, 163; Buharı, "Nikâh", 7; Müslim, "Nikâh", 1), Asr-ı sa-âdet'te çok az görülen bekâr yaşama temayüllerine engel olmuş ve bu sebep­le I. (VII.) yüzyılda yaşamış olan zâhidler dünyadan ve her türlü dünya nimetle­rinden yüz çevirdikleri halde çoğunluk­la bekâr yaşamayı zühdün gereği say­mamışlardır. Süfyân b. Uyeyne, sahabe­nin en zahidi olan Hz. Ali'nin dört zev­cesi ve on yedi cariyesi olduğunu ileri sürerek, "Bir ve daha fazla kadınla evli olmak -dinde yerilmiş olan- dünya zevk­lerinden sayılmaz" diyor, İbn Abbas da evli olmayı zühdün gereği sayıyordu. Ab­dullah b. Mes'ûd, "On günlük ömrüm kalsa yine de Allah'ın huzuruna bekâr olarak çıkmamak için evlenmeyi tercih ederdim" demiştir. İki karısı vebadan ölen ve kendisi de bu hastalığa yakala­nan Muâz b. Cebel, Allah'ın huzuruna be­kâr olarak gitmek istemediğinden, çev­resindekilerden kendisini hemen evlen­dirmelerini istemişti. Hz. Ömer de aynı şekilde birden fazla kadınla evlenmeyi

tercih ediyordu. İlk müslümanlann inan­cına göre evli bir kimsenin kıldığı iki re­kât namaz, bekârın kılacağı yetmiş re­kâttan daha üstündü; bir mücahid ci­hada katılmayandan ne kadar üstünse bekâra nisbetle evli kişi de o kadar fa­ziletliydi. Rivayete göre, bekâr yaşamayı tercih etmiş olan Bişr el-Hâfî vefatın­dan sonra kendisini rüyada görenlere, "Allah bana çok yüksek makamlar ver­di, ancak yine de evlilerin derecesine ula­şamadım; çünkü Allah bekâr olarak hu­zuruna çıkmama rızâ göstermedi" de­miş ve' çoluk çocuğun yüküne katlanıp nafakalarını temin etmek için didinen Ebû Nasr et-Temmâr'ın kendisinden yet­miş derece daha yüksekte olduğunu söy­lemiştir.

Sahabe, tabiîn ve tebeu't-tâbiîn dö­nemlerinde kadın zühd hayatına engel görülmemiş, kötülenen ve terki istenen dünya zevklerinden sayılmamış, aksine zühdün ve dindarlığın tamamlayıcı bir unsuru olarak değerlendirilmiştir. O dö­nemlerde nikâhın mutlaka yerine getiril­mesi gereken bir sünnet olduğuna ina­nılmakta ve bu sünnetin terki bir kemal değil kusur sayılmaktaydı. Ancak Mısır, Suriye, Filistin, İrak ve İran gibi ülkele­rin fethinden sonra buralarda yaşayan ve tam dindar olabilmek için ruhban hayatı yaşamanın faydasına inananların zamanla İslâm dinini benimsemeleri, be­kâr yaşama âdetinin giderek İslâm top­lumunda da yayılmasına, özellikle bazı sûfflerin bu hayat tarzına yönelmeleri­ne sebep olmuştur. II. (VIII.) yüzyılda gö­rülmeye başlayan bu anlayış, bekâr ya­şamaya taraftar olanlarla evliliğin Öne­mini savunanlar arasında çeşitli tartış­malara yol açmıştır. Mevzu hadisler ih­tiva eden kitaplarda yer alan rivayetler bu gelişmenin ürünü olarak ortaya çık­mış, daha sonra bu tartışmalar çocuk sahibi olup olmama, doğurgan veya kı­sır kadınlardan hangisinin tercih edil­mesi gerektiği gibi konularda yeni tar­tışmaların başlamasına sebep olmuş­tur. Evlenmeye karşı çıkan anlayışın gi­derek yaygınlaşmasının en güçlü sebe­binin bazı büyük sûfflerin bekâr yaşa­mayı tercih etmeleri olduğunda şüphe yoktur. İbrahim b. Edhem, Râbİa el-Ade-viyye ve Bişr el-Hâfî bunların başında gelmekteydi. Mâlik b. Dînâr'a niçin ev­lenmediği sorulduğunda dünyayı üç ta­lâkla boşadığını ve bir daha ona dönme­yeceğini söylüyordu. Hasan-ı Basrî, "Al­lah bir kişinin hayır içinde bulunmasını irade ederse onu mal ve kadınla meş­gul etmez" diyordu. Ancak Bişr el-Hâfî

313


ve İbrahim b. Edhem gibi ilk sûffler, be­kâr yaşamayı tercih etmiş olmalarına rağmen evliliğin daha faziletli olduğuna inanıyorlardı. Fakat giderek bekârlık bir fazilet, hatta zaman zaman dinî bir za­ruret sayıldı. Meşhur sûfî Ebû Süleyman ed-Dârânî kadını, çocuğu ve serveti insa­nın Allah'la meşgul olmasına engel teş­kil eden birer uğursuzluk kabul etti. Cü-neyd-i Bağdadî bile müridlere hiç değil­se başlangıçta evlenmemelerini tavsiye ediyordu. Necmeddîn-i İsfahânî, evlen­me arzusu bir yana kadın tarafından pi­şirilen yemeğe bile el sürmezdi.

Bu sûffler, Tegâbün sûresinin 14 ve 15. âyetlerinden ilham alarak kadını mal ve evlât gibi, erkeği baştan çıkaran bir fit­ne saymışlardı. Nitekim onlara göre Hav­va Hz. Âdem'in cennetten çıkarılmasına sebep olmuştu. Yeryüzünde ilk cinayet de kadın yüzünden işlenmiş, Kabil Hâ-bil'i kadın için katletmişti. Mutasavvıf­lara göre evlenmeyi mubah kılan zaru­ret, yani zinaya düşme korkusudur. Ev­lendikleri zaman Allah'a ve ailesine karşı yükümlülüklerini yerine getiremeyenle­rin zina endişesinden emin olurlarsa be­kâr yaşamayı tercih etmeleri daha fazi­letlidir. Evlenmek ruhsat*, bekârlık azî-met"tir. Geniş ölçüde tatbik sahası bul­mamakla birlikte tasavvufun genel te­mayüllerine uygun düşen bekâr yaşa­mayı mutasavvıflar umumiyetle benim­semişler, ancak bunun ruhen çok güçlü ve manevî derecesi yüksek kişilere mah­sus olduğunu ifade etmişlerdir. Nefsini tatmin etmedikçe sükûna kavuşmayan kişilerin evlenmesini lüzumlu görmüş­lerdir.

Bu anlayış evlilikten ve kadından uzak kalıp bekâr yaşamayı esas alan bazı züm­relerin ortaya çıkmasına yol açmıştır. Abbasîler zamanında bekârlara İslâm âleminin her tarafında rastlanmaktay­dı. Fütüvvet* mensupları içinde evlen-meyenler baştan beri mevcuttu. İbn Bat-tûta, Anadolu'da ziyaret ettiği zaviye­lerde yaşayan fütüvvet ehlinin bekâr ol­duklarını söyler. Fütüvvetnâ meler fütüv­vet ehline evlenmemeyi tavsiye eder. Be­kâr yaşama anlayışı Ahîlik'te de yaygın­dı. Bektaşîlik'teki mücerrecTlik âdeti de a'zebliğin devamından başka bir şey de­ğildir. Esasen mücerredlik Bektaşîlik'ten çok önce Sünnî tasavvufunda yaygın bu­lunuyordu. Bekâr dervişler Osmanlı Dev-leti'nin kuruluşunda asker olarak önemli görevler ifa etmişlerdir.

Mutasavvıfların, kadını kınanan ve kö-tülenen dünya zevklerinden sayıp olabil-

314

diğince ondan uzak durmayı bir gaye haline getirmeleri evlilik, nikâh ve kadın konusunda çok değişik birtakım yorum­ları da beraberinde getirmiştir. Bu an­layışa göre mecburiyet bulunduğu için evlenilir, o halde kısır kadın doğurgan kadına tercih edilmelidir. Çünkü çocuk dünyaya daha çok bağlanmaya yol açar. İbrahim b. Edhem'e göre, "Bir adamın evlenmesi gemiye binmesi mânasına ge­lir; çocuğu oldu mu battı demektir". Cü-neyd'e göre. "Helâl yoldan şehveti tat­minin cezası çocuktur, haram yoldan şehveti teskin etmenin cezası buna kı­yas edilmelidir". Mutasavvıflar âhirette bile kadınların yüzünü görmek isteme­mişlerdir. Onlara göre bir kimsenin ak­lını hurilere takması cemâl-i ilâhîyi gö­remeyeceğine delildir. Öte yandan evli­lik hürriyetlerin bir kısmını alıp götüren bir çeşit kölelik sayılmıştır. Mutlaka ev-lenilecekse fakir kadın zengin kadına tercih edilmelidir. Yetim kızia evlenme­nin tavsiye edilmesinin sebebi de budur. Hadislerde hür, doğurgan ve bakirelerle evlenmek teşvik edildiği halde (bk. Bu-hârî, "Nikâh", 10; Müslim, "Nikâh", 16), mutasavvıflar dul kadınları bakirelere ve cariyeleri hür kadınlara tercih etmiş­lerdir. Herhalde böyle hareket etmele­rinde, kadınların hâkimiyeti altına gir­me ve geçim sıkıntısı çekme endişesinin yanı sıra dul, fakir, yetim, kısır, câriye vb. ilgiye muhtaç kadınları koruma gibi ahlâkî gayelerin de tesiri vardır.



Bekâr yaşamayı tercih eden mutasav­vıfların herhangi bir sebeple evlendikle­ri zaman da bazan cinsî temastan kaçın­dıkları söylenir ve onların şehvete düş­kün olmadıklarını anlatmak için çeşitli menkıbeler nakledilir. Öte yandan Ab-dülkâdir-i Geylânî, Ahmed-i Câmî gibi çok evlenen ve bunu bir fazilet sayan mutasavvıflar da vardır.

İslâm'da evlenmek sünnettir. Durumu evlenmeye müsait olanların hemen ev­lenmeleri, olmayanların ise gerekli im­kân ve gücü kazanmak için gayret gös­termeleri istenir. Bu yüzden sofilerin ev­lenme karşısındaki olumsuz tavırları baş­tan beri âlimler tarafından yadırganmış, zaman zaman bu konuda mutasavvıflar aleyhine reddiyeler yazılmıştır. İbnü'1-Cev-zî, İbn Teymiyye ve İbn Kayyim bu mese­lede mutasavvıfları şiddetle tenkit eden­lerin başında yer alırlar. Onlara göre şey­tanın aldattığı ve azıttığı bazı mutasav­vıflar evlenmekten yüz çevirmişlerdir. Eğer bunların evlenmeye ihtiyaç ve ar­zuları varsa, kendilerini hem dünya hem

de din yönünden tehlikeye atmışlardır. Böyle bir ihtiyaç ve arzuları yoksa o za­man da faziletli bir işi yapmaktan mah­rum olmuşlardır. Her iki halde de evlen­mek iyi, bekârlık kötüdür. Evlenmeyen mutasavvıflar hayattaki mücadeleden korkup kaçmışlar, rahatı ve şahsî huzu­ru tercih etmişlerdir. Halbuki insanın ço­luk çocuğu için sarfettiği para, cihad da dahil olmak üzere başka şeyler için har­cadığı paradan daha çok sevap getirir (bk. Müsned, 11,472; Müslim, "Zekât", 13). Hz. Peygamber, "Evleniniz, çoğalınız; zi­ra ben öbür ümmetlere karşı sizin çoklu­ğunuzla övünürüm" [İbn Mâce, "Nikâh", 8) buyurmuşken bekârlığı tercih etmek ruhbanlıktan başka bir şey değildir.

Mutasavvıflar dışındaki İslâm âlimle­rine göre sûfflerin çocuk sahibi olmayı istememeleri de şeriata, tabiata ve akla aykırıdır. Nitekim Kur'an'a göre birçok peygamber, "Rabbim, bana evlât lütfet!" diye dua etmiştir (bk. Âl-i imrân 3/38; Meryem 19/5; ei-Furkân 25/74). Hz. Pey­gamber yeni evlilere, Allah'ın kendileri­ne hayırlı evlât ihsan etmesi için dua ederdi (bk. Buhârî, "Da'avât", 47; "Şavm", 61]. Bizzat kendisi de çocuk sahibi ol­muş ve onları sevmiştir. Evlenmekten ve çocuk yetiştirmekten kaçınmak, İslâm'ın zaruri gördüğü neslin devamı ilkesine de aykırıdır.

Bekârlığın hiristiyan ruhbanlığının, Sâ-biî zühdünün ve Buda çileciliğinin tesi­riyle ve derece derece İslâm toplumuna yerleştiği kesin olmakla birlikte fazla yaygınlaşmadığı da bir gerçektir. Bunun­la beraber kutsiyetine inanılan bazı er­miş kişilerin şahsında bekârlığın yücel­tilmesi de son derece dikkate değer bir durumdur.

BİBLİYOGRAFYA:

Râgıb el-İsfahânî. el-Müfredât, Vzeb" md.; Müsned, II. 472; III, 82, 266; V, 163, 164; VI, 25, 29, 226; Dârimî. "Nikâh", 3, "Rikâk", 108; Buhârî, "Nikâh", 7, 10, "Da'avâl", 47, "Şavm", 61; Müslim, "Nikâh", 1, 16, "Zekât", 13,'"Cen-net", 14; ibn Mâce. "Nikâh", 8; Ebû Dâvûd, "Nikâh", 3, "îmâre", 14; Serrâc, çl-Lilma*, s. 264-265; Kütü'l-kuiûb, s. 429, 490, 492; Ku-şeyrî, er-Risâle, s. 389; Hücvîrî. Keşfü'l-mah-cüb (Uludağ], s. 514; Gazzâir, İhya\ II, 24; İb-nü'1-Cevzî, Telbîsü İblîs, s. 283-287; İbnü'I-Esîr, en-Nihâye (nşr. Tâhir Ahmed ez-Zâvî— MahrnÜd Muhammed et-Tanâhî), Kahire 1383-85/1963-65, III, 228; Sühreverdî, 'Aüâriful-ma'ârif, Beyrut 1966, s. 163; Necmeddîn-i Dâ-ye, Mirşâdü'l-'ibâd, Tahran 1353 hş., s. 144; Şevkânî. Neylül-eutâr, VI, 107; Aclûnî, Keşfü'l-hafâ\ II, 377; İbn Arrâk, Tenzîhü'ş-şert'a, II, 206; Abdülbâki Gölpınarlı, "Burgâzî ve Fütüv­vet -Nâme'si", İFM, XV/l-4 (1953-54). s. 125.

liffil Süleyman Uludağ

AZEB BEY MESCİDİ ve TÜRBESİ

Bursa'da XV. yüzyıla ait mescid ve türbe.

L J

Azeb Bey Mescidi Bursa'da Muradiye semtinde Kullukçu sokağında bulunmak­tadır. Kapısı üstündeki sülüs hatla yazıl­mış Arapça kitabesine göre ümerâdan Azeb Bey b. Abdullah tarafından 860 Re-bîülevvel sonlarında (1456 Mart başlan) yapılmıştır. Yanındaki türbenin üç satır­lık oldukça girift hatlı yine Arapça kita­besine göre ise türbe 854'te (1450) in­şa edilmiştir. Azeb Bey 1444'te II. Mu-rad'ın yanında Varna Savaşı'na katılmış ve zaferden sonra hediyelerle Memlûk sultanına elçi olarak gönderilmiştir. Bir şer'iyye sicili kaydına göre 10 Safer 983'-te (21 Mayıs 1575). mütevellisi Mustafa Bey'in ihmali yüzünden mescid harap ol­duğundan halk tarafından müdahalede bulunulmuştur.



Azeb Bey Mescidi, Bursa'da hayli ör­nekleri bulunan pâyeü son cemaat yeri olan, kare mekânı tek kubbe ile örtülü tiptedir (Acem Reis, Ahmed-i Dâl, Altıpar­mak vb.}. Bu devir camilerinde görüldü­ğü gibi iki sıra tuğla ve moloz taş dizi­leri halinde yapılmıştır. İki yanı duvarla kapalı olan son cemaat yeri, iki kemerle ayrılmış, üstleri beşik tonozlarla örtülü üç bölüm halindedir. Benzeri camilerde de olduğu gibi son cemaat yeri kemer­lerinin üstünde düz bir duvar yüksel­mektedir. Kare mekandan 5.80 m. ka-

dar çapı olan kubbeye geçiş ise Türk üç-genleriyle sağlanmıştır.

Mescidin sağında bulunan türbe de kare planlı olup üstünü mescidinki ça­pında bir kubbe örtmektedir. Kapının alınlığında altı köşeli tuğlalardan bir süs­leme vardır. Kâzım Baykal türbenin için­de Ubeyd Bey'in 901 (1495-96) tarihli kabrinden başka birkaç mezar bulun­duğunu bildirir. Onun tarafından türbe­nin çevresindeki hazîrede Turhan b. Azeb Bey'in mezar taşı görüldüğü gibi batı tarafında yıkılmış bir türbenin veya baş­ka bir binanın kalıntıları da tesbit edil­miştir. Caminin yakınında çok yaşlı bir de çınar ağacı bulunmaktadır.

BİBLİYOGRAFYA:

Kâzım Baykal, Bursa ue Anıtları, Bursa 1950 — 2. bs., İstanbul 1982, s. 43, 169 (kitabeler); Ayverdi, Osmanlı Mi'mârîsi III, s. 66-69; Türki­ye'de Vakıf Abideler ue Eski Eserler, Ankara

1983, 111,24,252. m

liffij Semavi Eyîce

AZEBLER NAMAZGAHI

Gelibolu'da donanmayla sefere çıkan azcblerin

denize açılmadan önce

ibadet ve dua etmeleri için

inşa edilmiş namazgah.

Çanakkale Boğazı'na hâkim müstesna manzaralı bir tepe üzerinde bulunan na­mazgah, kitabesine göre 810 yılı Muhar­reminde (Haziran 1407) Hacı Beşe oğlu İskender adında bir hayır sahibi tarafın­dan azebler için inşa ettirilmiştir. Hemen bütün bölümleriyle günümüze gelebilmiş nâdir namazgahlardan biri olan eser ay­nı zamanda mevkii, nisbetleri ve işçiliği­nin güzelliği bakımından da türü içinde çok değerli bir Örnektir.

Dikdörtgen planlı bir sofaya sahip olan namazgahı güneyde beyaz mermerden yapılmış mihrap duvarı, diğer yönlerde ise kesme köfeki taşından alçak korku­luklar çevirmektedir. Kuzey kenarının or­tasında, beyaz mermerden siimeli söve-lerin çevrelediği giriş yer alır. Girişin üs-

tündeki dilimli tacın dış yüzünde, üstte vl^'SPI^üa» «û! (Allah bütün kapılan açandır) ibaresi, alt satırda ı-sbyU*t=t;(JiU'İfi(JPi«i.Lı (Ey nice gizli Iutufları olan Allah! Bizi kork­tuklarımızdan emin eyle) duası, iç yüzün­de ise mimar ya da ustanın adını veren "Amel-i Âşık b. Süleyman el-Lâdikî" ya­zısı vardır. Celî-sülüs istifle yazılmış olan bu yazıların dışında kalan satıh kabart­ma rûmî tezyinat ile bezenmiştir. İki yan­dan çokgen kesitli köşe sütunçeleri ile kuşatılmış yarım sekizgen planlı hücre­si ve yedi sıra mukarnaslı kavsarası dik­kati çeken mihrabın üstünde duvar sat­hına kazınmış ters yüz lâle dizisi ile te­pesinde içi rûmîlerle süslü bir taç yer al­maktadır. Mihrabımyanlarında bulunan dikdörtgen şeklindeki- birer pencere, so­fada ibadet edenlerin denizi görmelerini sağlamaktadır. Sofanın güneybatı (sağ) köşesinde minber, güneydoğu (sol) kö­şesinde minber görünümlü vaaz kürsü­sü yükselir. Kemeri ve yanları sade tu­tulmuş minberin köşk kısmı ise göz alı­cı bir şekilde tezyin edilmiştir. Mihrap-takilerin eşi olan sütunçelerin taşıdığı sekizgen kasnaklı ufak bir kubbe min­berin köşk kısmını örtmektedir. Kasna­ğın ön yüzünde kelime-i tevhid, köşkün arkasına isabet eden duvarda ise bani­nin adını ve inşa tarihini veren Arapça kitabe vardır. Soldaki vaaz kürsüsü ise köşksüz yapılmıştır. Ancak burada, sağ­daki kitabenin tam simetriğinde, rûmî motiflerle süslü bir tacın altında. Âl-i İm-rân sûresinin 18 ile 19. âyetlerinin baş tarafının celî-sülüs istifle iki satır halin­de yazılı olduğu diğer bir kitabe bulun­maktadır.

Son zamanlarda tamir edilen namaz­gahın bu onarımı sırasında minber ka­pısının üstüne Zilhicce 809 {Mayıs 1407) tarihli bir kitabe konulduğu görülmek­tedir. 1968 yılında namazgahı ziyaret et­tiğinde resim ve planlarını vererek kita­belerini okuyan E. Hakkı Ayverdi'nin bil­dirdiğine göre bu kitabe, yıkılmış bulu-

nan Hoca Hamza Mescidi'ne aittir (Os­man/; Mi'mârîsi!!, s. 168). O yıllarda Tu­rizm Bürosu'nun önünde bulunan bu mermer kitabe onarım sırasında yanlış­lıkla minber kapısının üstüne yerleştiril­miş olmalıdır.

BİBLİYOGRAFYA:

Ayverdi, Osmanlı Mi'mârîsi II, s. 167-168; Yıldız Demiriz, Osmanlı Mimarisinde Süsleme, İstanbul 1979, I, 560-563; Oktay Aslanapa. Os­manlı Deurİ Mimarisi, İstanbul 1986, s. 30-31.

ffll M. Baha Tanman AZEMİYYE

Şâzeliyye tarikatının Ebü'l-Azâim Muhammed Mâzî'ye

(ö. 1937)

nisbet edilen bir kolu (bk. MUHAMMED MAZİ).

AZER


Kur'ân-ı Kerîm'e göre

Hz. İbrahim'in babasının adı.

L J

Âzer kelimesinin menşei tartışmalıdır. İbrânîce'de "işini sağlam yapan, güçlü kuvvetli" mânasındaki âzûr kelimesin­den Arapçalaştırıldığı ve Nemrud'un ve­ziri olması, görüş ve fikirlerindeki güve­nirliği sebebiyle kendisine bu adın veril­diği İleri sürülmektedir (Hasan el-Mus-tafavî, I, 64-65], Nitekim Arapça'da ezr kökünde "güç, kuvvet; güçlendirmek, desteklemek" mânaları bulunmaktadır (Lisânü'l-cArab, "ezr" md.). Diğer taraf­tan âzer kelimesinin İbrânîce elizer ke­limesinin bozulmuş şekli olduğu (Horo-vitz, s. 85), Nabatî dilinde "kocamış, ihti­yar" (Sa'lebî, s. 55], Hz. İbrahim'in ko­nuştuğu dilde ise "hata eden, dalâlete düşen" anlamına geldiği de (Lisânil'l-cArab, "ezr" md.) söylenmiştir.



Kur'ân-ı Kerîm'de (el-En'âm 6/74) Hz. İbrahim'in babası Azer diye isimlendiri-lirken Tevrat'ta (Tekvîn, 11 / 26) ve diğer İbranî kaynaklarda ona Terah adı veril­mektedir. Arkeolojik kazılarda bulunan bir tablette de "Terah oğlu Abram" ifa­desine rastlanmıştır (Woolley, s. 23-24). Bu farklılığı açıklamak için çeşitli yorum­lar yapılmıştır. Batılı araştırmacılardan bazılarına göre bu farklılık, Eusebius'un Historia JGccJesiostica'sından kaynaklan­maktadır. Eusebius Hz. İbrahim'in ba­basına Tharra'dan bozulmuş olarak At-har demiş, İslâm âlemine de bu şekilde

316


geçmiştir {İA, II, 9li. Diğer bir kısmına göre ise Hz. İbrahim'in babasıyla hiz­metçisinin adlan birbirine karıştırılmış, hizmetçisinin adı olan Eliezer Âzer'e dö­nüştürülmüş ve Hz. İbrahim'in babası­nın adı olarak kabul edilmiştir (Horovitz, s. 85,86; M,V/2, S, 878; EF |İng.|, I, 810). Kur'an ve hadisler dışındaki İslâmî kay­naklarda Hz. İbrahim'in babasından hem Azer hem de Târih (Târah) b. Nahor ad­larıyla söz edilmektedir ki bu ikinci isim Ehl-i Kitap'tan intikal etmiştir. İslâm âlimleri bu iki ismi telif için çeşitli yo­rumlar yapmışlardır. 1. Hz. Ya'köb'un hem Ya'küb hem de İsrail diye İki adı olduğu gibi Hz. İbrahim'in babasının da Azer ve Târah olmak üzere iki adı var­dır. Z. Bu ikisinden Târah ad, Âzer lakap­tır. Hz. İbrahim'in babasının adı Târah'-tır; Nemrud, veziri olan Târah'ın görüş ve tavsiyelerine güvendiği, kendisine iş­lerini gördürdüğü için ona Âzer adını lakap olarak vermiştir. 3. Âzer, Târah'm hizmetinde bulunduğu putun adı olup hizmeti sebebiyle kendisi de bu putun adıyla anılmıştır (Târah'm bir ay tanrısı olup olmadığı tartışması hakkında bk. Alb-right, s. 35-40). 4. "Sapıklığa düşen" mâ­nasındaki Âzer, Târah hakkında haka­ret maksadıyla kullanılmıştır.

Bu konudaki tevillerden biri de Kur'ân-ı Kerîm'deki (e[-En am 6/74] eb (baba) ke­limesinin "amca" mânasında kullanıldı­ğı, dolayısıyla Âzer'in Hz. İbrahim'in ba­bası değil amcası olduğu şeklindedir. Ancak bu yorum doğru değildir. Zira Hz. İbrahim'in babasını hak dine dave­tiyle ilgili diğer âyetlerde (Meryem 19/ 42-45; el-Enbiyâ 21/52; eş-Şuarâ 26/70, 86; es-Sâffât 37/85; ez-Zuhruf 43/26) ve Allah'tan onun affını talep etmesine da­ir âyetlerde (et-Tevbe 9/114; el-Müm-tehine 60/4) eb tekrar edilmiş, ayrıca Kur'an'ın diğer yerlerinde bu kelime "ba­ba" anlamında kullanılmıştır. Suarâ sû­resinin 219. âyetinden hareketle Hz. Pey-gamber'in ecdadında kâfir bulunmadı­ğını, dolayısıyla kâfir olan Âzer'in de Hz. İbrahim'in babası olamayacağını ileri sü­ren görüş ise Kur'ân-ı Kerîm'in zahirine aykırı ve yanlış bir görüştür (Elmalılı, III, 1964).

Hz. İbrahim'in babasının adı hakkın­da Âzer veya Târah olmak üzere mev­cut olan bilgilerin biri Kur'an'a, diğeri ise sonuç itibariyle Tevrat'a dayanmak­tadır. Vahiy ürünü olan Kur'an'ın, Tev­rat gibi tahrife uğramamış olması ger­çeği karşısında Âzer adının, ya doğru­dan veya lakap ve benzeri yollarla İbra-

him peygamberin babasına ait bir isim olduğunu kabul etmek en uygun tercih olarak görünmektedir.

Âzer'in hayatı hakkında fazla bilgi yoktur. Ahd-i Atîk'te daha çok şecere listelerinde yer alan Terah (Tekvîn, 11/ 24-27; Yeşû, 24/2; I. Tarihler, 1/26) Na-hor'un oğludur ve putperesttir (Yeşû, 24/2], Ken'ân diyarına gitmek üzere Kel-dânîler'in Ur şehrinden ayrılmış ve Har­ran'da 205 yaşında (Sâmirîce Tevrat'ta 145.) ölmüştür (Tekvîn, 11/31-32; Ejd, XV, -1013). Tevrat tefsirlerinde Terah'ın put ustası olduğu, yokluğunda yerine oğlu İbrahim'i bıraktığı, fakat İbrahim'in bütün putları kırması üzerine onu Nem-rud'a götürdüğü'kaydedilir. İbrahim, ba­basını Nemrud'un hizmetinden ayrılıp kendisiyle beraber Ken'ân diyarına git­meye ikna etmiş, Tanrı tarafından töv­besi kabul edilen Terah cennete girmiş­tir (Ejd, XV, 1014). Bazı yahudi bilginleri onun başrahip olduğunu söylemektedir (A Dictionaıy of islam, s. 29).

Kur'ân-ı Kerîm Âzer'den, Hz. İbrahim'­in onu hak dine daveti sebebiyle, yani dolaylı olarak bahsetmektedir. Sonraki İslâm kaynaklarına göre Azer, Küfe böl­gesindeki Kûsâ köyündendir (Taberî, Tef­sir, V, 158) ve Nemrud'un himayesinde bir put ustasıdır. Âzer'i Nemrud'un da­madı, hatta veziri olarak gösteren kay­naklar da vardır (Hasan el-Mustafavî, 1, 65). Onun ileri gelen bir kimse, sanatın­da ün yapmış bir kişi olduğu muhak­kaktır.

Âzer, Nemrud'un doğacak bütün ço­cukların öldürülmesiyle ilgili emrine uy­mamış, hamile karısını Küfe ile Basra arasındaki Ur şehrine götürüp bir ma­ğaraya saklamış ve İbrahim bu mağa­rada doğmuştur. Bir rivayete göre Âzer. mağarada büyüyen oğlunu Nemrud'a götürürken İbrahim yolda gördüğü şey­lerin adını babasına sormuş, onları bir yaratanın bulunması gerektiğini ve put­lara inanmanın sapıklık olduğunu söyle­miştir (Taberî, Târîh, 1, 237). Kur'ân-ı Ke­rîm'de Hz. İbrahim'in babasını hak di­ne davetiyle ilgili âyetlerde belirtildiği­ne göre, Hz. İbrahim putlara tapmanın mantıksızlığını babasına açıklamış (Mer­yem 19/42-45; el-Enbiyâ 21/52-57), fa­kat babası onun söylediklerini kabul et­mediği gibi kendi dinini ona telkin et­meye kalkışmış ve üstelik onu tehdit et­miştir (Meryem 19/46]. Âzer oğlunu put­larla ilgili bir bayrama götürmek iste­miş (Taberî, Târîh, I, 238), fakat Hz. İbra-

him hasta olduğunu öne sürerek baba­sıyla gitmemiş, kimsenin bulunmadığı bir sırada babasının ve kavminin taptığı putları kırmıştır (el-Enbiyâ 21/57-68; es-Sâffât 37/89-96]. Babasının hak dini ka­bul etmeyip putlara tapmakta ısrar et­mesi üzerine Hz. İbrahim onun için Al­lah'tan mağfiret dilemiş (Meryem 19/ 47; eş-Şuarâ 26/86; el-Mümtehine 60/4), ancak bu dileği kabul edilmemiştir; zi­ra Kur'ân-ı Kerîm'e göre Hz. İbrahim'in babası "Allah düşmanfdır (et-Tevbe 9/ 114). Hz. Peygamber"den bu konuda nak­ledilen bir hadisin meali şöyledir: "Kı­yamet günü İbrahim, yüzü toza topra­ğa bulanmış olan babası Âzer'le karşı­laşacak ve ona, 'Ben sana, bana isyan etme demedim mi?" diyecek; babası da ona, 'Bugün sana isyan etmem" cevabı­nı verecektir" (Buhârî, "Enbiyâ3", 8). Hz. İbrahim'in babasıyla birlikte Harran'a göç ettiğine dair rivayet (Tekvîn, 11/31), Kur'ân-ı Kerîm'deki bilgilere göre isa­betli görünmemektedir. Çünkü baba ile oğul arasında dinî inanç bakımından tam bir ayrılık mevcuttur. Ayrıca Kur'an'da açıkça belirtildiğine göre Âzer İbrahim'e, putlar hakkındaki itirazlarına devam et­tiği takdirde yanından ayrılmasını em­retmiş (Meryem 19/46), Hz. İbrahim de babasının Allah düşmanı olduğunu gö­rünce ondan uzak durmuştur (et-Tevbe 9/114].

BİBLİYOGRAFYA:

Lisânil'l-'Amb, "ezr" md.; Buhârî. "Enbi­yâ3", 8; Taberî, Târih (Ebü'1-Fazl), I, 233-238; a.mlf, Tefstr, V, 158-159; Mes'ûdî, Mürûcü'z-zeheb (Abdülhamîd), I, 44-45; II, 247; Sa'lebî, cArâ* tsü'l-mecâlis, s. 55; Mevhûb b. Ahmed el-Cevâlîkî, el-Mu'arreb, Tahran 1966, s. 28-29, 359-365; Fahreddin er-Râzî, Tefstr, XIII, 37-41; Kurtubî, Tefstr, VII, 22-23; M. Reşîd Rızâ, Tefstrü.'1-menâr, VII, 535; Elmalılı. Hak Dini, III, 1962-1965; Mustafavî, et-Tahkîk, I, 63-68; J. Horovitz, Koranİsche üntersuchungen, Berlin 1926, s. 85-86; L Woolley, "Abraham", Dğcou-ueries Ricentes sur Les Origines Hebreııx, Pa­ris 1949, s. 23-24; T. Patrick Hughes. A Dicti-onaıy of islam, Mew Jersey 1965, s. 29; W. F. Albright, "Was the Patriarch Terah a Canaa-nite Moon-god?", Bulletin of the American Schools of Oriental Research, nr. 71, Bağdat -Jemsaiem 1938, s. 35-40; Murray Lichtensteİn, "Terah", Ejd., XV, 1013-1014; A. J. Wensinck, "Âzer", İA, II, 91; a.mlf., "Azar", E!2 (Ing.), I, 810; J. Eisenberg. "ibrahim", İA, V/2, s. 878.

Wl GünayTümer

ÂZER, Lutf Ali Beg

(bk. LUTF ALİ BEG).

L _J


AZERBAYCAN

Asya'nın batısında bulunan,

Iran İle Sovyetler Birliği arasında

bölünmüş bölge.

I. FİZİKÎ ve BEŞERf COĞRAFYA II. TARİH

III. KÜLTÜR ve SANAT

IV. MÛSİKİ

V. EDEBİYAT

J

I. FİZİKt VE BEŞERÎ COĞRAFYA



Azerbaycan'ın yüzölçümü 192.752 km2 olup Türkmençay (1828) ve Edirne (1829) antlaşmaları sonucunda ikiye ayrılmış, Araş nehrinin çizdiği sınırın kuzeyindeki parçası (86.800 km2] Rusya'ya, güneyin­de kalan kısmı ise (105.952 km2] İran'a bırakılmıştır. Sovyet Azerbaycanı kuzey­de Dağıstan Özerk Cumhuriyeti, batıda Gürcistan ve Ermenistan cumhuriyetle­ri, güneyde İran ve Türkiye, doğuda Ha­zar deniziyle çevrilidir. İran Azerbaycanı ise kuzeyde Sovyetler Birliği, batıda Tür­kiye ve İrak, doğuda Sovyetler Birliği ve İran'ın Gîiân idarî bölgesi, güneyde ise Zencan ve Kürdistan idarî bölgeleriyle sınırlıdır.

Anadolu ve Kafkasya dağ sistemleri arasında bir geçiş alanı meydana geti­ren Azerbaycan dağlık bir bölgedir. Dağ­lık alanlar bölgenin güneyinde yer alan İran Azerbaycanı'nda daha geniş yer tu­tar. Tebriz'in güneyindeki Sehend dağı (3700 m.) ile Erdebil'in batısındaki Sebe-lân dağı (3820 m.] bunlar arasında en önemlileridir. Hazar denizine ulaşan Kı-zılözen (Seffdrûz), Urmiye gölüne ulaşan Acıçay (Sefîdrûd) ve Cıgatu (Zerrînerûd) gibi akarsular bu dağlık kütleleri derin vadilerle yararak bölgeye daha dağlık ve daha çarpıcı bir görünüş kazandır­mışlardır. Bu dağlık alanlar arasında yer alan ve denizden yüksekliği 1294 m. olan Urmiye gölü 5775 km2'lik bir alanı kap­lar (Van gölünün 1,5 katıl. İran Azerbay-canı'nın bu dağlık görünüşüne karşılık kuzeydeki Sovyet Azerbaycanfnda Araş ve Kür (Kura) ırmakları boylarında uza­nan düzlükler hâkimdir. Bu görünüşün istisnalarına sadece Karabağ dağlık böl­gesiyle Kafkas silsilesinin Azerbaycan'ın kuzeyine sokulan uçlarında rastlanılır. İki Azerbaycan arasındaki bu farklı coğrafi görünüş sebebiyle Türkler'in hâkimiye­ti döneminde Güney Azerbaycan daima yaylak, Kuzey Azerbaycan ise daima kış­lak olarak kullanılmıştır. Azerbaycan ge-

nel olarak, yazları kurak ve sıcak geçen bir step (bozkır) iklimine sahiptir; an­cak yükseklik farkları yüzünden bazı yö­relerinde iklim değişikliklerine rastla­nır.

Azerbaycan'da yaşayan 13.199.311 nü­fusun (7.029.000'i (1989] Sovyetler Birli-ği'nde, 6.012.000i |I986| İran'da) büyük çoğunluğunu Azerî Türkleri oluşturur, Yalnız Sovyet Azerbaycanı'nda Dağlık Ka­rabağ Özerk Bölgesi'nde (4400 km2) ya­şayan 168.000 nüfusun 11983 tah.) % 80'İ Ermeniler'den meydana gelir. Nahcıvan Özerk Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti'nin de (5500 km2) 278.000 olan nüfusunun (1987 tah.] % 95'ten fazlasını Azerî Türk­leri oluşturur. Sovyet Azerbaycanı'nın başşehri Bakü'den (1.772.000) başka di­ğer önemli şehirleri Gence (Kirovobad, 278.000), Lenkeran, Nahcıvan, Sumgayt ve Mingeçaur'dur. İran Azerbaycanı yö­netim bakımından Doğu ve Batı Azer­baycan olmak üzere iki idarî birime ay­rılmıştır. On bir ile ayrılan Doğu Azer­baycan'ın merkezi Tebriz (894.377), do­kuz ile ayrılan Batı Azerbaycan'ın mer­kezi ise Urmiye'dir (548.946]. Doğu Azer­baycan'ın diğer önemli şehirleri Erdebil (283.710), Merâga (102,966) ve Merend (71.722), Batı Azerbaycan'ın ise Miyân-dâb (314.514), Mehâbâd (282.305], Hoy (267.796)ve Mâkû'dur (173.134).

Azerbaycan'ın ekonomisi tarıma, hay­vancılığa ve petrole dayanır. Tarım Ur­miye gölü çevresindeki topraklarla Kür ve Araş havzalarında yapılır; pamuk, ta­hıl, çeşitli meyveler, tütün ve şeker pan­carı başlıca ürünleridir. 1989 yılı petrol üretimi 13.200.000 ton olan Sovyet Azer­baycanfnda Baku (Apşeron) yarımadası petrol sahası, sadece Rusya'nın değil dünyanın en eski ve en zengin petrol alanlarından biridir. Baku çevresindeki petrol kuyularından büyük bir kısmı Ap­şeron yarımadasında toplanmıştır. Elde edilen petrol tasfiye edilmek için boru­larla Bakü'ye sevkedilir. Bakü'de daha doğrusu eski Baku'nun yanında kurul­muş olan Cernagorod'da çok sayıda pet­rol rafinerisi vardır. Baku ayrıca 890 ki­lometrelik bir boru hattı ile Batum'a bağlanır.

Din. Sovyetler Birliği'ndeki müslüman-ların çoğu Sünnî olup Hanefî mezhebi­ne mensup iken Dağıstan'da Şâfiîler ço­ğunluktadır. Buna karşılık Azerbaycan'­daki müslümanların % 70'i Şiî olup Ca'-ferî mezhebine mensupturlar. Kafkas-

317

ya Şiîleri'nin dinî merkezi Bakü'dedir ve başlarında da bir şeyhülislâm bulun­maktadır. Şeyhülislâmın Ehl-i sünnet'ten Hanefî bir müftü yardımcısı vardır. Bu di­nî yönetim sosyal ve iktisadî faaliyetten mahrum olup kendilerine ait vakıfları ve şer'î hüküm çıkarma yetkileri yoktur.



1920'den itibaren hac farizasının ifası ve Şiîler'in İran ve Irak'taki kutsal yerle­ri ziyaret etmeleri yasaklanan Azerbay­can'da 1924'te şeriat kaldırıldı, 1928'de ise bütün medreseler kapatıldı ve 1930'a kadar bütün vakıflara el konuldu. 1929'-da Arap alfabesinin kaldırılması da dinî hayatı olumsuz yönde etkiledi. 1936'da Azerbaycan'ın Sovyetler Birliği'ne katıl­masından sonra Azerbaycan müslüman-larının diğer müslüman ülkelerle ilişki­leri tamamen kesildi.

Sovyetler Birliği'nde son yıllarda uy­gulanan açıklık politikasının sonucu oia-rak camilerde Kur'an öğretimi serbest bırakılmış ve 1990 ortalarında Azerbay­can'da ibadete açık cami sayısı elliye

ulaşmıştır. Ayrıca Bakü'de dört yıllık bir İslârn akademisi açılmıştır.

II. TARİH.

Azerbaycan kelimesi, Gaugamela ye­nilgisinden (m.ö. 331) sonra Büyük İs­kender'in hizmetine giren İranlı satrap Atropates'in adından gelmektedir. Atro-pates, İskender'in ölümünden sonra, ön­celeri onun adına yönettiği Küçük Med­ya (Media Minör) bölgesinde (Güney Azer­baycan ile İran Kürdistam'nın batı kısım­ları) müstakil bir krallık kurmuş ve bu devlete "Atropates'in ülkesi" anlamında Grekçe Atropatene adı verilmiştir. Daha sonraları Ermenice'de Atrapatakan, Or­ta Farsça'da Aturpatakan, Süryânîce'de Azarbaygan şeklinde telaffuz edilen ke­lime Arapça'da g/c değişikliğiyle Azer­baycan'a dönüşmüştür. İsmin Pehlevîce âzer "ateş" ve bâykân "muhafız" kelime­lerinden teşkil edilmiş olduğu veya Azar-bâz b. Bîvaresf şahıs adından geldiği gi­bi görüşler halk etimolojisinden ibaret­tir (bk. Elr., III, 205).

Azerbaycan'da Paleolitik devre ait olan ilk insan izlerine Urmiye gölünün kuze­yindeki Tamtama dağlık bölgesiyle Teb­riz'in güneyindeki Sehend dağlarında bu­lunan mağaralarda ve açık iskân yerle­rinde rastlanmaktadır. Avcılık ve topla­yıcılıkla geçinilen bu dönemden sonra, daha çok Urmiye gölünün güney ve do­ğusundaki tarihi milâttan önce 6000 yıl­larına kadar giden Neolitik merkezler­de tarıma dayalı yerleşik hayata başlan­dığı görülmektedir. Milâttan önce IV-U. binyıljarda yaşanan Kalkolitik. Bakırçağ ve Tunç devri medeniyetleri Transkaf-kasya kültür çevresine bağlı olup bir ta­raftan da Anadolu ve Mezopotamya ile ilgilidir. Azerbaycan'da kurulduğu bili­nen ilk devlet Manna Krallığı'dır. Bu dev­lete milâttan önce 800 yıllarında, baş­şehri olan Hasanlu'yu zaptetmek sure­tiyle Urartular son vermişlerdir. Urartu-lar'ın yıkılmasından sonra milâttan ön­ce VII. yüzyılsn başlarında Medler'in eli­ne geçen Azerbaycan, milâttan Önce VI.

yüzyılın ikinci yarısında da Pers İmpara­torlu ğu'nun (Ahemeniler) topraklarına ka­tılmıştır, Manna Krallığı'ndan sonra Azer­baycan'da kurulmuş ikinci müstakil dev­let olan Atropatene Krallığı milâttan ön­ce 220 yılında Selefki Hükümdarı III. An-tiokhos tarafından bir antlaşmayla tâbi devlet haline getirilmiş, daha sonra da sırasıyla Ermeniler'e ve Romalılar'a bağ­lanan topraklan, Romalılar'la Parthlar arasında zaman zaman el değiştiren bir tampon bölge halini almıştır. Milâttan sonra 227 yılında İran'da Parthlar'dan sonra kurulan Sâsânîler Azerbaycan'ı ta­mamen ele geçirerek başşehri Erdebil olan bir eyalet haline getirmişler ve bu arada Atropatene'nin eski başşehri Ga-zaka'ya da (Gezna, Cenze) çok büyük bir âteşkede yaptırarak burayı Zerdüştîli-ğin en önemli merkezlerinden biri du­rumuna getirmişlerdir. VI ve VII. yüzyıl­larda Bizans-Sâsânî savaşlarına sahne olan ve birkaç defa el değiştiren Azer­baycan, İslâm fütuhatından önce son olarak 624'te Bizans İmparatoru He-rakleios tarafından zaptedilmiştir.

Azerbaycan Hz. Ömer zamanında fet­hedildi (22/6421. Hz. Osman Erdebil mer­kez olmak üzere Azerbaycan'ın çeşitli şe­hirlerine asker yerleştirdi ve İslâmiyet'in yayılması için yoğun bir gayret göster­di. Hz. Ali'nin Azerbaycan valisi Eş'as b. Kays el-Kindî Erdebil'de bir cami yaptır-

dı. Emevîler devrinde Azerbaycan Kaf-kaslar'daki fetih harekâtı için bir üs ola­rak kullanıldı. Abbasîler zamanında böl­ge, başta Bâbek el-Hürremî tarafından başlatılanı olmak üzere tehlikeli isyan­lara sahne oldu ve bu isyanlar güçlükle bastınlabildi. İslâm! dönemde bölgedeki ticaret gelişti ve şehirler önemli birer ticaret merkezi haline geldi. Abbasî Dev-leti'nin zayıflaması sonucu Azerbaycan'­da sırayla Şirvanşahlar (799-1656), Sâco-ğulları (879-930), Revvâdîler (X. yüzyılın başlan-1071), Sellârîler (916-1090), Şed­dadîler (951-1075) ve Ahmedîlîler (1108-1227) gibi mahallî hanedanlar kuruldu.

Azerbaycan her ne kadar Hunlar, Gök­türkler ve Hazarlar zamanında Türkler'in kontrolünde kalmış ise de müslüman Oğuzlar (Türkmenler) bölgeye Selçuklu Devleti'nin kuruluşundan önce 420'den (1029) itibaren gelmeye başlamışlardır. Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey Azerbaycan'a düzenlediği ilk fetih teşebbüslerinden bir sonuç alamamakla beraber daha son­ra bizzat katıldığı seferler sonunda böl­geye hâkim olmuştur (1054), Tuğrul Bey'-in ölümünden sonra Alparslan hemen hemen bütün Azerbaycan'ı Selçuklu İm­paratorluğu'na kattı. Melikşah ise 468'-de (1075-76) Emîr Sav Tegin'i Azerbay­can valisi tayin etti ve bölgedeki Şeddadî hâkimiyetine son verdi. Daha sonra Azer­baycan'ı amcazadesi Kutbüddin İsmail b. Yâkütî'ye iktâ* etti. Büyük Selçuklular­dan sonra Azerbaycan Irak Selçuklularî-nın (1118-1194) ve İldenizliler hanedanı­nın (1137-1225) idaresine girdi. Azerbay­can Atabegleri olarak anılan bu sülâlenin kurucusu Şemseddin İldeniz bölgeyi tek bir devletin hâkimiyeti altında toplamaya çalıştı ve komşu emirlikleri de kendine tâbi kıldı. Şirvanşahlar ise Kuzey Azerbay­can'da hüküm sürmeye devam ettiler.

Azerbaycan XÎI-X1V. yüzyıllar arasında sırasıyla Moğollar, Hârizmşahlar ve Ti-murlular'ın hâkimiyetine girdi. 1222 ve 1231 yıllarında Azerbaycan'a iki sefer dü­zenleyen Moğollar bölgeyi tamamen yağ­ma ve tahrip ettiler. Celâleddin Harizm-şah 1225'te Tebriz'i ele geçirdi. Hülâgü Han'ın kurmuş olduğu İlhanlılar Devle­ti'nin sınırları 1231'de Güney ve Kuzey Azerbaycan'ın topraklarını da içine alacak kadar genişledi. Hülâgü 1258'de Merâ-ga'yı başşehir yaptı. Bölgede hüküm sü­ren bu kısa ve sakin dönemde nisbî bir ekonomik ve kültürel gelişme görüldü. Özellikle Gazan Han zamanında (1295-1304) Tebriz dünyanın en gözde ilim, sa­nat ve ticaret merkezi haline geldi.

Timur'un ölümü üzerine Azerbaycan Moğol istilâsından kurtulduktan sonra sırasıyla Karakoyunlular (i380-1468) ve Akkoyunluiar'ın (1340-1514) idaresi altı­na girdi. XVI. yüzyılın başlarında Akko-yunlu Devleti'nin yıkılmasıyla bu defa Azerbaycan tamamıyla Safevîler'in eline geçti. Sah İsmail [1501-1524) Tebriz'i baş­şehir yaparak bölgede hâkimiyet sağla­dı. Moğol ve Timur istilâlarıyla işlenmez hale gelen araziler bu devirde ekilip bi-çilmeye başlandı. Tebriz, Baku ve Erdebil gibi şehirlerde el sanatları gelişti, kom­şu ülkelerle ticarî ilişkiler genişledi. An­cak ülkede canlanan ekonomik hayat Osmanlı ve Safevî devletleri arasında başlayan savaşlar ve çeşitli iç çatışma­lar sebebiyle geriledi,

Yavuz Sultan Selim'in Çaldıran Zaferi (1514) ile Tebriz ve Güney Azerbaycan Osmanlı hâkimiyetine girdi. Daha sonra tekrar Safevîler'in eüne geçen bölge, Ka­nunî devrinde Makbul İbrahim Paşa ta­rafından yeniden alındı (1534). Aynı yıl Irakeyn Seferi'ne çıkan Kanunî Bağdat'a giderken bütün Azerbaycan'ı kontrolü al­tına aldı. Şirvan, Tiflis ve Dağıstan han­lıklarının Safevîler'e karşı isyan etmele­ri ve Osmanlılardan yardım istemeleri Osmanlı - Safevî mücadelesini yeniden başlattı. 1578'den 1588'e kadar devam eden mücadelenin son yıllarında Özde-miroğlu Osman Paşa Safevîler'i yenerek Tebriz'i geri aldı 11585). Sah I. Abbas'ın (1587-1629) Osmanlı ülkesindeki iç karı­şıklıklardan faydalanarak Azerbaycan'­daki bazı yerleri tekrar işgal etmesine (1603) rağmen bölgede Osmanlı hâkimi­yeti yer yer devam etti. Şah Abbas Os­manlı Devleti'ne yıllık vergi ödemek şar­tıyla elindeki topraklarda hâkimiyetini

sürdürdü. Daha sonra bizzat IV. Murad'ın Katıldığı seferde (1635) Osmanlılar Azer­baycan'a girdiyse de bölgeyi Safevî hâ­kimiyetinden kurtarmak mümkün olma­dı. III. Ahmed devrinde Revan ve Kara-bağ Osmanlı topraklarına katıldı. Rus-lar'ın Hazar denizi sahillerini ele geçir­meleri sonunda Osmanlılar Güney Azer­baycan'a girdiler (1724). Ancak Nâdir Şah'ın müdahalesiyle bölge tekrar Sa­fevî Devleti1 nin idaresine geçti. Osman-lılar'ın bölgede sürekli kalmaları Nâdir Şah ve Ruslar tarafından engellendi. Nâ­dir Şah'ın öldürülmesi üzerine (1747] Azerbaycan'daki Safevî hâkimiyeti son buldu. Bundan sonra Azerbaycan elli yı­la yakın bir süre bağımsız fakat şiddet­li politik çekişme ve iç savaşlara sahne oldu. Bunun sonucu olarak Kuzey Azer­baycan'da Karabağ, Seki, Gence, Baku, Derbend, Küba, Nahcıvan, Taliş ve Re­van; güneyde ise Tebriz, Urmiye, Erde-bil, Hoy. Mâkû ve Merâga hanlıkları gibi yarı bağımsız feodal devletler kuruldu. Küba Hanı Feth Ali Han bu dönemde Azerbaycan'da birliği yeniden gerçekleş­tirdi. XVIII. yüzyılın sonlarına doğru Os­manlı Devleti'nin bölgedeki güç ve nü­fuzunun gittikçe zayıflamaya başlaması sebebiyle Rus kuvvetleri Azerbaycan'da sık sık görülmeye başladı.

Rusya'nın Azerbaycan üzerindeki emel­leri oldukça eskidir. Azerbaycan'ın Türki­ye ile İran arasında transit ticaret mer­kezi oluşu ve bölgenin ziraî ve ham mad­de kaynaklan bakımından zenginliği Rus­ya'nın bölgeyle ilgilenmesine sebep teş­kil etti. Azerbaycan'a ilk Rus akını Nâ­dir Şah zamanında oldu (1735i. 11. Kate-rina döneminde (1768-1796) Ruslar'ın gü­neye doğru ilerlemesi devam etti. 1758'-de Küba bölgesi ve Kafkasya'nın büyük bir kısmı Rus idaresine girdi. Kafkasya üzerindeki politikada aktif bir rol alma isteği Ruslar'ı askeri harekâta yöneltti. Katerina'nin ölümü üzerine Azerbaycan hanlıkları zaman zaman Rus ordularına saldırdılar. Ruslar 180S'te Gence Hanlı­ğı ile yaptıkları savaştan sonra bölgeyi ele geçirdiler. 1803-1813 Rus-İran sa­vaşlarının sonunda imzalanan Gülistan Antlaşması ile (1813) Gence, Seki, Baku, Derbend, Küba ve Taliş hanlıkları Rus­ya, Güney Azerbaycan hanlıkları ise İran hâkimiyetine bırakıldı. Bu sırada Feth Ali Şah'ın oğlu Abbas Mirza kumandasın­daki bir İran ordusunun Rus hâkimiye­tinde kalmış olan halkın desteğine güve­nerek Kuzey Azerbaycan'a girmesi üze­rine Ruslar İran ordusunu yenerek Teb-

320


riz'i ele geçirdiler. Bu durum karşısında İran Rusya ile bir antlaşma yapmak zo­runda kaldı. İki devlet arasında imzala­nan Türkmençay Antlaşması (1828) ve Os-manlı-Rus savaşlarının sonucunda imza­lanan Edirne Antlaşması (1829] ile Azer­baycan'ın milletlerarası statüsü tesbit edildi. Buna göre Araş nehri ile Taliş dağ­ları sınır olmak üzere Azerbaycan iki­ye ayrıldı. Revan ve Nahcıvan hanlıkları Rusya'ya bırakıldı, Hazar denizi de Rus egemenliğine geçti.

Böylece Güney Azerbaycan'da İran hâ­kimiyeti başladı. XX. yüzyılın başında İran'da meşrutiyetin ilânında Azerbay­can halkı önemli rol oynadı (1906). Ka­çar sülâlesinden Mehmed Ali Kaçar'ın Ruslar'ın desteğiyle Tahran'da meclisi da­ğıtması karşısında Tebriz'de halk ayak­landı (1908). Kaçar şahının gönderdiği kuvvetler Tebriz'i dört ay boyunca kuşat­ma altında tuttuysa da isyan ancak da­ha sonra İngilizler'in muvafakati ile gön­derilen Rus kıtası yardımıyla bastırılabil-di. Bu tarihten itibaren Ruslar'ın Azer­baycan'da nüfuzu arttı. 1. Dünya Savaşı'n-da Osmanlı ordusunun Sarıkamış çevre­sindeki harekâtı sırasında (1914) Azer­baycan'dan kısa bir süre çekilen Ruslar, Sovyet devriminin ardından 1918 başla­rında tamamen ayrılıncaya kadar böl­gede kaldılar. Haziran 1918'de Osmanlı ordusu Tebriz'e girdi. Osmanlı kıtaları­nın da Tebriz'den ayrılması üzerine bu­rada Azerbaycan Sosyal-Demokrat fır­kasını kuran Şeyh Muhammed Hıyebânî 1920 başlarında Tahran yönetimine baş kaldırarak Tebriz'de Âzâdistan Cumhu-riyeti'ni ilân etti. Fakat bu hareket kanlı bir şekilde bastırıldı. Azerbaycan Türk-leri'nin Kaçarlar devrinden beri millî kim­liklerini koruma bakımından karşılaştık­ları baskılar Pehlevî Rızâ Şah'ın 192S'te yönetime geçmesiyle daha da şiddetlene­rek arttı. II. Dünya Savaşı sırasında Sov­yet ve İngiliz askerleri Güney Azerbay­can'ı işgal ettiler (1941). Savaştan sonra Amerikan ve İngiliz askerleri İran'dan çekilirken bölgeden ayrılmak istemeyen Sovyet askerlerinin desteğiyle Tebriz'­de Muhtar Azerbaycan Cumhuriyeti ilan edildi (12 Aralık 1945]. Bu yönetim Âze-rîler'İn haklarını garanti altına alan bir antlaşmayı İran hükümetiyle akdetmeyi başardı (14 Haziran 1946). Fakat aynı yıl aralık ayında İran ordusu Azerbaycan'a girdi ve Muhtar Azerbaycan Cumhuri-yeti'nin varlığına son verildi.

Azerbaycan ikiye bölündükten sonra Kuzey Azerbaycan devamlı şekilde yer-

li halkın Ruslar'la mücadelesine sahne oldu. 1830, 1840 ve 1850'li yıllarda Çar­lık Rusyası Azerbaycan'da sömürgecilik amacı taşıyan sosyal ve kültürel müda­halelerde bulundu. 1917 Rus İhtilâli'ne kadar süren dönemde sosyal hayat de­vamlı buhranlar içinde kaldı. İhtilâlin getirmiş olduğu olumsuz politik hava, Azerbaycan ve Kafkasya'da Sovyet aleyh­tarı bir hareketin doğmasına sebep ol­du. Karşı harekete katılan Ermeni ve Gürcüler'le oluşturulan Seym meclisin­de Azerbaycan Müsavat Partisi içinde Müslüman grubu teşekkül etti. Bakü'-deki yerli bolşevik ve Ermenilerin yar­dımıyla Sovyetlerin şehrin egemenliğini ellerine almaları sonucu Seym meclisi dağıldı (Mart 1918). Bundan sonra Müs­lüman grubu Mehmed Emin Resulzâde başkanlığında Azerbaycan Millî Şûrası ismini aldı ve 28 Mayıs 1918'de Azerbay­can Demokratik Cumhuriyeti ilân edil­di. Böylece tarihte ilk defa Azerbaycan adıyla bir Türk devleti kurulmuş oldu. Feth Ali Han başkanlığında kurulan ilk hükümet Osmanlı Devleti ile Batum'da bir antlaşma yaptı (4 Haziran 1918). Bu antlaşmanın 4. maddesi gereği, Azerbay­can Demokratik Cumhuriyeti'nin iç ve dış asayiş ve emniyetini düzenlemek ve ko­rumak amacıyla Osmanlı kuvvetleri böl­geye geldi. Nuri Paşa kumandasındaki Kafkasya İslâm Ordusu Ruslar'ın elindeki Baku'yu ele geçirdi (15 Eylül 1918]. Ancak Mondros Mütarekesi'nden sonra (Ekim 1918] Osmanlı kuvvetlerinin Bakü'den çe­kilmesi üzerine şehri İngiliz kuvvetleri işgal etti (Kasım 1919). Şehrin yer altı ve petrol kaynakları İngilizler tarafından kullanıldı. Bu sırada müttefikler yeni cumhuriyeti resmen tanıyarak ilişkile­rini bu düzeyde sürdürdüler. 27 Nisan 1920'de Azerbaycan'ı işgal eden Kızıl Or­du parlamento ve hükümeti feshederek Azerbaycan Demokratik Cumhuriyeti'ne son verdi ve 28 Nisan'da Azerbaycan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti kuruldu. İki yıl sonra (12 Mart 1922) Transkafkasya Sovyet Federal Sosyalist Cumhuriyeti'nin bir üyesi olan Azerbaycan, daha sonra Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliğini oluşturan on beş cumhuriyetten biri ha­line geldi (5 Aralık 1936).

1985'ten sonra Sovyetler Birliği'nde uygulamaya konulan yeniden yapılanma ve açıklık politikalarına bağlı olarak Azer­baycan'da otoriter sisteme muhalif kit­leler Halk Cephesi safında toplandılar. Ermenistan Cumhuriyeti ile Azerbaycan arasında son yıllarda ortaya çıkan Dağ-

lık Karabağ Özerk Böigesi'yle ilgili prob­lem Ermenistan'dan çıkarılan 200.000 Azerî'nin durumuyla birleşince iki cum­huriyet arasında havanın gerginleşme­sine yol açtı. Halk Cephesi taraftarları­nın her geçen gün çoğalması ve yapıla­cak seçimlerde çoğunluğu alma ihtima­linin belirmesi üzerine Moskova yöneti­mi, Bakü'de Ermeniler'e yönelik saldı­rıları ve iki cumhuriyet arasındaki ger­ginliği gerekçe göstererek, Ocak 1990'-da ağır silâhlarla Bakü'ye kanlı bir mü­dahalede bulundu. Azerî halkı, bundan önce Bakü'de Ermeniler'e yönelik sal­dırıların birçok sivilin öldürüldüğü bu müdahale için bir tertip ve müdahale­nin asıl gayesinin de Azerbaycan'da git­tikçe güçlenen halk muhalefetini sindir­mek ve diğer müslüman cumhuriyetle­re de gözdağı vermek olduğunu belirte­rek Moskova yönetimini protesto etti. Bu olaylardan sonra Azerbaycan'da bir taraftan demokrasiye yönelme gözlenir­ken diğer taraftan da milliyetçi politi­kalar takip edildiği görülmektedir. 1990 Eylül, Kasım ve Aralık aylarında yapılan seçimlerde Halk Cephesi ile diğer mu­halif grupların oluşturduğu Demokratik Blok, 360 üyeli meclise kırka yakın tem­silci göndermeyi başardı. Aralık başında yayımlanan Azerbaycan devlet başkanlı­ğı kararnamesiyle de "Sovyet Sosyalist" ifadesi çıkarılmak suretiyle cumhuriye­tin adı Azerbaycan Cumhuriyeti haline

getirildi ve Azerbaycan Demokratik Cum-huriyeti'nin (1918-1920) bayrağı da res­mî bayrak olarak kabul edildi.

III. KÜLTÜR ve SANAT

İslâm öncesinde Azerbaycan, temelde birbiriyle aynı olan Mazdeizm, Zerdüştî-lik ve Maniheizm gibi çeşitli dinlerin et­kisi altında kalmıştır. İslâm'ın bölgeye girişiyle tarih, coğrafya ilimleri ve diğer ilimler önemli ölçüde gelişti. Azerbay­can kültürü Arapça'ya yapılan tercüme­ler aracılığıyla Yunan felsefesi ve filozof­larını tanıdı. X. yüzyılda İhvân-ı Safâ'nın üyeleri arasında bazı Azerbaycanlılar da bulunuyordu. Mahmûd-ı Şebüsterî gibi büyük bir sûff, Nizâmî-i Gencevî ve Hâ-kânî gibi şairler, ünlü matematik ve ast­ronomi âlimi Nasîrüddîn-i Tüsî ve Câ-micu't-tevârih sahibi Tebrizli tarihçi Re-şldüddin Fazlullah hep bu bölgede yetiş­mişlerdir. XIV ve XV. yüzyıllarda Azer­baycan'da dinî ve felsefî bir akım olan Hurufîlik yaygınlık kazandı. Seyyid Nesî-mî bu akımın en önemli temsilcisi idi. XV. yüzyılda Bakülü coğrafyacı Abdür-reşid ile Ahlâk-ı Celâli sahibi filozof ve tarihçi Celâleddin ed-Devvânî yine burada yaşamıştır. Feth Ali Kaçar ise fi­lolojik mahiyetteki Behcetü'I-luğât'lyla tanınmıştır,

XIX. yüzyılda sosyal ve kültürel düşün­cede yeni bir safha açıldı. Bu devirde M. Kâzım Bey Azerbaycan tarihi hakkında geniş çalışmalar yapan ilk tarihçidir. Aze­rî dilinde ilk gazete olan Ekinci (1875-1877), Hasan Zerdâbî tarafından çıkarıl­mıştır. Aynca Ziyd, Ziyâ-ı Kafkas (1879-Keşkül (1891-1893), Şark-ı Rus

(1903-1905) bu devirde neşredilen diğer

Azerî gazeteleridir.

Azerbaycan'da XX. yüzyıl başlarında gerçekleşen Sovyet ihtilâlinin etkisi po­litik, sosyal ve edebî düşünce alanındaki eserlerde de görülür. Ahmed Agayef (Ah­met Ağaoğlu) ile Hüseyinzâde Ali'nin birlik­te çıkardıkları Hayan 1904), Ahmed Aga­yef'in tek başına çıkardığı îrşad (1905) ve Terakki, Mehmed Emin Resulzade'-nin çıkardığı Açıksöz (1915-1918) devrin Önde gelen gazeteleri idi. Ayrıca Hüse­yinzâde Ali'nin edebî muhtevalı Füyü-zât'\ (1906-1907) ile Celil Mehmed Kulı-zâde'nin çıkardığı mizah dergisi Molla Nasreddin (1906-1920) belli başlı dergi­ler arasında sayılabilir.

Bu dönemde Sovyet hükümeti Âzerî-ler ile Türk dünyası arasındaki geniş kül­tür ve düşünce bağlarını koparmak gaye­siyle alfabe değişikliğine gitmiştir. Böy­lece yüzyıllar boyunca meydana gelen bir kültür birikiminin bulunduğu Arap harfli Azerî alfabesinin yerine Latin al­fabesi kullanılmaya başlandı (1929). Es­ki harflerin kullanılmaması için sert ted­birler alan hükümet 1939'da Latin harf­li alfabeyi de kaldırarak Rus alfabesinin kullanılmasını mecbur tuttu.

Azerbaycan sanat ve mimarisinin g'e-lişmesi bölgenin politik ve askerî tari­hiyle çok yakından ilgilidir. Ayrıca Azer­baycan'ın çok eski zamanlardan beri ba­tı ile doğuyu birbirine bağlayan ticaret yolları üzerinde bulunuşu bölgenin mi­mari yapısını etkilemiştir. Özellikle kom­şu ülkelerdeki mimari ve sanat çalış­maları ile oluşan karşılıklı bağlar bura-

321


da değerli yapıların ortaya çıkmasında etkili olmuştur.

İslâm Öncesi mimari yapılara daha çok bölgede hâkim Urartular, Medler ve Pers-ler'in mimari özellikleri yansımıştır. VII. yüzyılda müslümanların bölgeyi fethet-meleriyle bu alanda yeni bir döneme gi­rilmiş, cami, medrese ve minare gibi İs-lâmî mimari eserler inşa edilmiştir. IX ve XI. yüzyıllarda Araplar'ın bölgedeki nüfu­zu zayıflamaya başlayınca küçük beylik­ler ortaya çıktı. Bu beyliklerde mahallî sanat ve mimari ekoller hâkim oldu. Ba-kü'de Mescid-i Muhammedi'nin Sınık Kale (10781 denilen taş minaresi bu dö­nemin en önemli mimari eserlerindendir.

XI!. yüzyıldan itibaren kurulan atabeg-liklerden İldenizliler (1146-1225), Zengî-ler (1127-1227) ve Salgurlular (1148-1286) kümbet, kule ve kaleler inşa ederek böl­genin mimari açıdan gelişmesine katkı­da bulundular. Nahcıvan'da 1162 tarihli Yûsuf b. Kuseyr Kümbeti, yine aynı yer­de 1168 tarihli Mümine Hatun Türbesi, Merâga'daki Kümbed-i Kımız (I I47) dö­nemin göze çarpan mimari yapılarıdır. Ayrıca Apşeron yarımadasındaki kule ve kale (1232), Berde'de 1322 tarihli küm­bet, Nahcıvan'da Ulucami, Dağıstan'da Cuma Camii (1368), Apşeron Mardak-yan'da Tûbeşah Mescidi (1482) ve Saray Camii (1441) diğer önemli mimari yapı­lardır. Bu devrede Anadolu Selçukluları ile Azerbaycan Atabegleri arasında mi-

mari eserlerdeki karşılıklı etkilenme dik­kati çeker.

XIV ve XVI. yüzyıllar arasında gelişen olaylara bağlı olarak bölgenin sanat ha­yatında yeni bir dönem açıldı. Safevîler'in bölgeyi ele geçirmesiyle Tebriz bir kül­tür ve sanat merkezi haline geldi. Ba-kü'deki Şirvanşahlar Sarayı ve Tebriz'de­ki Mavicami (1465) devrin mimari özellik­lerine sahip iki yapısıdır. XV ve XVI. yüz­yıllarda tezhip, minyatür ve hat sanatla­rı dalında Tebriz ekolü en önemli karak­teristik özelliklere sahipti. Bu sahada çalışma yapan en önemli şahsiyetler Sey-yid Ahmed ve Sultan Muhammed'dir. Halk sanatları dalında ise halıcılık, na­kış, işleme, pirinçten mamul alet ve si­lâh yapımı oldukça gelişmişti.

XVII. yüzyılda komşu ülkeler arasında bir çatışma alanı haline gelen Azerbay­can'da mimari gelişme sekteye uğradı ise de yer yer mahallî ekollere bağlı ola­rak çalışmalar devam etti. XIX. yüzyıl­dan itibaren ikiye ayrılan Azerbaycan'ın kuzeyinde Rus, güneyinde İran mimari ve sanatının etkisi görülmeye başladı.

Bugün Bakü'deki Azerbaycan Sanat Müzesi'nde çeşitli sahaiara ait 7000'den fazla sanat eseri sergilenmektedir.

BİBLİYOGRAFYA:

W. Barthold. Mesto prlkaspiyskih oblastey v istorii musulmanskogo mira, Baku 1925; V. N. Leviatov, Oçerki po istorii Azerbaycana u XVII! d., Baku 1948; 1. P. Petruşevskiy, Oçerki po istorii feodalnıh otnoşeniy u Azerbaycane i Armenii ü XVI- naçaie X!X 0. o., Leningrad 1949; A. Bakihanov, Güiistân-i irem, Baku 1951; A.

A. Alizade, Sosiaino-ekonomiçeskaya i poiiti-çeskaya istoriya Azerbaycana u XII!-XİV u. u., Baku 1956; Azerbaycartın Rusiya ile Birleşti­rilmesi oe Onun Müterekki, İktisadi ue Medeni Neticeleri (XIXXX. Asrın Evvelleri), Baku 1956; İstoriya Azerbaycana, Baku 1958-60, I-II; M. H. Şerifii, IX. Asrın İkinci Yarısı-XI. Asırlarda Azer­baycan Feodal Devletleri, Baku 1978; Sara

B. Aşurbeyli, Gosudarstoo Şiruanşahou, Baku Î983; Ziya Musa Buniyatov, Azerbaycan Ata­beyleri Deuleli (1136-1225), Baku 1985; a.mlf., Azerbaycan: V1I-IX. Asırlarda, Baku 1989; TA, 413-414; Zeki Velidİ Togan. "Azerbaycan", İA, II, 91-118; V. Minorsky, "Adharbaydjân", El2 fîng.), I, 188-191; a.mlf., "Azerbaycan", UDMİ, 1, 37-41; W, Kleiss, "Azerbaijan (Archeologyl", Elr., III. 215-221; V. Scİıippmann, "Azerbaijan (Pre-islamic History)", Elr., 111, 221-224.

İSİİ Ziya Musa Buniyatov IV. MÛSİKİ.

Türk mûsikisi gelişmesini, başlangıç­tan XVI. yüzyıla kadar farklı coğrafî saha ve kültür bölgelerinde hemen hemen ay­nı Özellik ve yapıda sürdürmüştür. Bun­da Safiyyüddin el-Urmevî ve Abdülkâ-

dir-i Merâgî gibi büyük mûsiki dehala­rının çok önemli tesirleri olmuştur. An­cak XV. yüzyıldan sonra bilhassa Osman­lı sahasında ortaya çıkan temayüller da­ha esaslı bir farklılaşmanın temellerini atmış ve özellikle XVI. yüzyıldan sonra Orta Asya kökünden belirgin bir biçim­de ayrılmıştır. Bunun sonucu olarak Os­manlı ülkesi dışında kalan Türk muhit-lerindeki mûsiki faaliyeti gelişmesini Os­manlı dünyasındaki çalışmalardan fark­lı yönde sürdürmüştür. Azerî mûsikisi de Türk mûsikisindeki bu farklılaşma­nın belirgin özelliklerini taşıyan kollar­dan biridir.

Azerbaycan mûsikisi tarih, teknik ve icra bakımından' üç bölümde incelene­bilir.

A) Klasik Mûsiki. "Meclisî" de denilen Azerbaycan klasik mûsikisinin doğusun­da ve batısındaki diğer Türk kavimleri­nin mûsikilerine göre farklı bir tarz ve üslûbu vardır. Bunlar arasında en önem­lisi makam geçkilerinin (modülasyon) zen­ginliğidir. Azerbaycan mûsiki literatü­ründe makam kelimesinin aynı zaman­da "perde" (lad) mânasında da kullanıl­dığını ayrıca belirtmek gerekir.

Gelişmiş, çeşit ve sayı itibariyle de ol­dukça fazla bir makam sistemine sahip olan Azerbaycan mûsikisinde rast, çar­gâh, segah, şûr, bayatî-şîraz, şûşter ve hümâyun esas makamlardır. Bu makam­lardan her biri de ayrı ayrı şubelerden meydana gelmiştir. Azerbaycan mûsiki­sinde kullanılan makamların çoğu "pîş-derâmed" (bir makama ritmik giriş), "reng", "tasnif" (tesnîf) adlan verilen makam

kompozisyon türleri olarak ele alınabilir. Kompozisyonlar için makam örneği ola­rak hiçbir etkisi olmasa da bir ana ma­kamın gelişmesinde yorumlanan yaklaşık 100 civarında "şube" ve "gûşe" vardır.

Azerbaycan mûsikisinde makamlar "reng" (bir nevi ara nağme) bakımından çok zengindir. Buna örnek olarak Rauf Yekta Bey'in mukayeseli bir şekilde an­lattığı bir saz takımının bayatî-şîraz ma­kamındaki icrası gösterilebilir. Önce mâ-ye-i bayatî-şîraz denilen bir terennüm ile fasla girilir. Bu kısım yegâh perdesi üzerinde, Türk mûsikisindeki ferahfeza makamını andıran bir taksimden iba­rettir. Sonra dügâha geçilerek Türk mû­sikisinde, ırak üzerinde segah denile­bilecek aşiran adı verilen tarza atlanır. Aşiranin ardından neva nağmesine geç­mek suretiyle asıl bayatî-şîraza intikal sağlanmış olur. Bu makam da Türk mû­sikisindeki garfb hicazdır. Bundan son­ra usullü parçalar başlar. Önce reng ça­lınır ve ardından bir "tasnif" okunur. Ba-yatî-şîrazdan sonra Türk mûsikisinde­ki hüseynînin karşılığı olan bayatî-kürd, gerdaniye üzerinde özel bir tavra sahip olan katar ve daha sonra da muhayyer üzerinde uzzâl makamlarına geçilir. Bu geçişlerin her birinden birer reng ve tas­nifin terennümü şarttır. Sonunda yine mâye-i bayat! - şîraza dönülerek karar verilir.

Bugün Türk mûsikisinde kullanılan ba­zı makamlarla aynı adı taşıyan ve Azer­baycan mûsikisinde kullanılan makam­lar arasında değişiklikler, bazan büyük farklar vardır. Meselâ Azerbaycan'ın se­gah ve çargâh makamları Türk mûsi­kisindeki segah ve çargâhtan farklı di­zilerdir. Ayrıca sadece Azerbaycan mû­sikisine mahsus birçok makam vardır. Bunlardan yetim segahı, orta segah, or­ta mahur, mirza hüseyin segahı, kere-mî azerbaycan şikestesi, karabağ şikes­tesi, şirvan şikestesi, bayatî-kürd sade­ce birkaçıdır.

Azerbaycan klasik mûsikisinde aynı kökten gelen makam, tasnif ve rengle-rin bir arada icra edilmesine "destgâh" adı verilir. Çeşitli destgâhlar arasında bir örnek olarak çargâh destgâhı ele alındığında XIX. yüzyılda buna dahil olan makamlar şunlardı: Çargâh, segah, zâ-bil, yedihisar, muhalif, mağlûb, mansû-riyye, zemin-hârâ, mâverâünnehir, hi­caz, şehnaz, azerbaycan, aşiran, zeng-şütürî (veya şûşterî) ve kerkûkî. Zamanı­mızda ise bu destgâhın icrasında ber-

dâşt, mâye-i çargâh, bestenigâr, hisar, muhalif, mağlûb, mansûriyye ile yetini-lîr. Bu destgâhların icrası sırasında ses­lerin perdeler arasındaki yüksekliği, tas­nif ve renglerin okunacağı yerlerin ta­yini, icracının bu konudaki maharetine bağlıdır. Taksim tarzına fazla önem ve­rilen Azerbaycan mûsikisinde eserler çok defa hareketli ve ritmiktir.

Klasik icra tarzında saz takımları biri okuyucu (hanende), ikisi çalıcı (sazende), biri de "nagarazen" (koltuk davulu çalan; olmak üzere en az dört kişiliktir. Bun­lardan okuyucular aynı zamanda "gaval" denen bir nevi iri ve zilsiz def çalarlar. Nagarazen sadece usul vurur, sazende­lerin ise biri tar diğeri "kamança" (Türk mûsikisinde kullanılan kemençeden farklı, rebaba benzeyen bir saz) çalar.

Azerbaycan mûsikisinin en önemli özel­liklerinden biri de hanendelerin pek tiz seslerle söylemeyi tercih etmeleridir.

B) Halk Mûsikisi. "Çöl mûsikisi" veya "âşık mûsikisi" de denilen Azerbaycan halk mûsikisinde kahramanlık ve yurt sevgisini terennüm eden eserler Ön sı­rayı alır.

Azerbaycan halk mûsikisi de klasik mûsikideki makamlar üzerine kurulmuş­tur. Bu makamlar arasında en çok kul­lanılanlar ise şûr ve segahtır. Türk ede­biyatında olduğu gibi âşık şiirinin yanı sıra âşık mûsikisi de gelişmiştir. Âşık unvanının ilk defa XlV-XV. yüzyıllarda ortaya çıktığı ve bu unvanı ilk kullana­nın da Tufarganlı Abbas olduğu rivayeti genellikle kabul edilmektedir. Halk mû­sikisinde topluluklarda dolaşarak menkı­beler söyleyen, yeni olaylar üzerine bes-

teler yapan ve halk tarafından rağbet gören bu ozanların yeri büyüktür. Ozan­lar hem hanende hem sazende hem şair hem halk oyunlarını oynayan, bütün bu kabiliyetleri şahsında toplayan kişiler olarak halktan daima büyük saygı gör­müşlerdir. Halk arasında en fazla rağbet bulan, âşıkların kucaklamalarıdır. Bu ko-çaklamatarda daha çok lirik, epik ve di­daktik konular işlenmiştir. Âşık ezgile­rinin bazıları adlarını şiir metninin ve bestesinin ton yüksekliğinden alır: baş muhammes, orta muhammes, ayak di­vanı vb. gibi. Bazıları da destanî kişile­rin (Köroğlu, Keremî gibi), eski etnik top­lulukların (Kürdî, Avşarî, Şahsevenî gibi) ve­ya mahallî coğrafî adların (Böğce Gülü, Nahcıvanî, Karabağ kaytarması gibi) adıyla anılırlar. Halk mûsikisinde üslûp oynak, akıcı ve ritmik olup icra sırasında lirik bir eda ile söyleyişe önem verilir.

Azerbaycan oyun havalarında tama­mıyla farklı birtakım özellikler mevcut­tur. Buniar arasında en önemlisi, oyun havalarının hemen hepsinde aynı zaman­da şarkı söylenmesi, yani oyun havaları­nın sözlü olmasıdır. Oyun havalarının bir diğer özelliği de yaşa ve cinse göre de-ğişmesidir. Gençlerin ve yaşlıların oyna­yacağı oyun havaları bellidir. Hiçbirinin oyunları diğerleri tarafından oynanamaz. Ayrıca türkü ve oyun havalarının -maya nevinden "şikeste" tabir edilenler müs­tesna- herhangi bir yerin, yörenin ma­hallî karakterini taşımaması da bir di­ğer özelliktir. Bundan dolayı her türkü ve oyun havası Azerbaycan'a has bir karakter taşır ve ülkenin her yöresinde aynı tarz ve üslûpla söylenir ve oynanır. Çok hareketli olan Azerbaycan oyun ha­valarında oyuncular Özellikle ayak hare­ketlerine büyük bir dikkat gösterirler. Görüldüğü gibi Azerbaycan halk türkü­leriyle oyun havaları arasında birbirle­rini tamamiayıcı özelliği yönünden sıkı bir bağlılık dikkati çekmektedir.

Halk mûsikisinin ilmî şekilde ele alı­narak üzerinde bu yolda çalışmalar ya­pılmaya başlanması XX. yüzyılın başları­na rastlar. 1928'de Üzeyir Bey Hacıbey-li'nin (ö. I948) teşebbüsüyle Bakü'de top­lanan I. Azerbaycan Âşıkları Kongresi bu çalışmalara öncü olmuştur.

C) Modern Mûsiki. XX. yüzyılın başları­na doğru Azerbaycan mûsikisinde, mûsi­kinin bünyesini bozmayacak şekilde ha­fif bir polifoni ve Batılı bazı enstrüman­ların da iştirak ettirildiği bir orkestras-yonun benimsenmesiyle yeni bir hareket

323

ve akım başladı. Form itibariyle Batılı, ancak stil itibariyle tamamen millî bir mûsiki geliştirildi. Bu yeni akımın kuru­cusu da Üzeyir Bey Hacıbeyli'dir.



Makam mûsikisinden fazla uzaklaş­madan sade fakat çok sesli bir dil geliş­tiren Hacıbeyli, 1908'de Fuzûlî'nin Ley­lâ ve Mecnûn adlı eserini sahneye uy­gun hale getirip besteleyerek Azerbay­can operasının temelini atmış oldu. Genç yaşta yaptığı bu çalışmanın başarı ka­zanması Üzeyir Bey'i yeni eserler beste­lemeye yöneltti. Daha sonra bestelediği "Şah Abbas ve Hurşîd-Bânû", "Kerem ile Aslı" gibi operalar, "Ferhad ile Şîrin" [1912), "Arşın Mal Alan" (1913) gibi ope­retlerle ünü kısa zamanda Azerbaycan'ı aşarak Türkistan, İdil-Ural dolayları ve Osmanlı Devleti'ne ulaştı.

Üzeyir Bey'in açtığı bu çığır Müslüm Magomay'ın "Şah İsmail" operasıyla (1919) ilerlemeye devam etti. Bu arada Üzeyir Bey'in ağabeyi Zülfikar Hacıbeyli "Âşık Garip" operasını besteledi (1916). Daha sonra Üzeyir Bey'in bestelediği "Kö-roğlu" operası (1936], opera tekniğinin zirvesindeki bir hamle olarak kendini gösterdi. Azerbaycan klasik mûsikisiyle halk mûsikisi uyumunun ustaca sağlan­dığı ve KÖroğlu'nun şahsında Azerî Türk-leri'nin bütün meziyetleri ve bu arada istiklâl özlemlerinin çok İyi aksettirildiği bu eser, Azerbaycan mûsiki sanatının son devirdeki şaheseri olarak nitelen­dirilmektedir. Üzeyir Bey Hacıbeyli yu­karıda zikredilen opera ve operetlerin­den başka Azerbaycan mûsikisine bir­çok değerli eser -bunlar arasında özel­likle 1920'de bestelediği Azerbaycan mil­lî marşı önemlidir- kazandırmıştır.

Üzeyir Bey'in açtığı ve Magomay'ın de­vam ettirdiği bu çığırda birçok kabiliyet yetişmiştir.

1918'de Millî Azerbaycan hükümeti­nin kuruluşundan sonra Üzeyir Bey'in teşebbüsü ile Azerbaycan mûsiki okulu, 1927'de Bakü'de Türk mûsikisi öğreti­mi yapan, kendi adını taşıyan ve rektör­lüğünü de onun yaptığı Azerbaycan Dev­let Konservatuarı kuruldu. Bunu Azer­baycan Devlet Korosu takip etti. 194S'te de Üzeyir Bey Hacıbeyli'nin adını taşıyan Azerbaycan İlimler Akademisi'ne bağlı Azerbaycan Kültür ve Folklorunu Araş­tırma Enstitüsü kuruldu.

Bütün bu kuruluşlar ve bilhassa Ba-kü'deki konservatuar Azerbaycan mû­siki hayatında çok büyük rol oynamış, konservatuarda Sovyetler Birliği çapında büyük kompozitörler yetişmiştir. Azer-

324


baycan mûsiki kültürüne yüzlerce sanat eseri vermiş bestekârlar arasında Hacı­beyli ailesinde Üzeyir Bey'den başka Züi-fikar, Niyazi, Cengiz, Ceyhun ve Sultan Hacıbeyli, Müslüm Magomay, Âsef Zey-nallı, Efrasiyab Bedelbeyli, Said Rüşte-moğlu, Şefîka Ahundzâde. Fikret Emi-roğlu. Kara Karayev (Karazâde), Niyazi Tagizâde en meşhurlarıdır.

Azerbaycan mûsikisinde ölçü, ezgi ve metin kadar önemlidir. Hafif (yungül) me­lodiler daha çok 6/8'lik, ağır melodiler 3/4'lük usullerle ölçülmüşlerdir. 2/4'lük melodiler ise pek azdır. Ağır ve yüngül olmak üzere iki tempo kullanılır. Türk mûsikisindeki sofyan, düyek vb. ayrı ay­rı adlar taşıyan usuller ve ayrıca birleşik usuller yoktur. Tecnîs, âşık hüseyin, pa­şa göçtü gibi ezgilerde ise ölçü değiş­kendir.

Azerbaycan mûsikisinde bilhassa na­zariyat sahasındaki çalışmalar XX. yüz­yılın başlarından itibaren neşredilmeye başlanmıştır. Bunlar arasında, bu konu­da ilk eser kabul edilen Nevvâb Mîr Muh­sin b. Hacı Seyyid Ahmed Karabâğî'nin (ö. 1918] Vuzûhul-erkâm der îlm-i Mû­sikî (Baku 19İ3] adlı eseriyle Üzeyir Bey Hacıbeyli'nin Azerbaycan Halk Musi­kisinin Esasları (Baku 1945, 1957) ve Ef-rasiyab Bedelbeyli'nin İzahlı-Monogra-fik Azerbaycan Musiki Lügati (Baku 1969) en önemlilerinden bazılarıdır (Âzerî-ce neşredilen Bedelbeyli'nin bu eseri Mu-siki Mecmuası'nın 265-269, 271-275, 277, 279-281. sayılarında Altan Araslı tarafın­dan Latin harfleriyle tefrika edilmiştir).

Kafkas bölgesinde mûsikinin geniş re­vaç bulduğu yer Tiflis İse de Azerbay­can'ın Karabağ bölgesi ve bilhassa Şuşa şehri mûsiki faaliyetinin merkezi olmuş­tur. Azerbaycan mûsikisinin belli başlı simalarından çoğu Karabağ'da yetişmiş­tir. XX. yüzyılın başından itibaren ise Ba­ku aktif bir mûsiki merkezi haline gel­miştir. Seyyid Ahmed Karabâğî, meşhur hanendelerden Hacı Hüsi, Deli İsi, Çete­ne Mehmed, Karyağdıoğlu Cabbar, Ma-lıbeyli Şükür, Ulusan nevesi Şükür, Ye-zellek nevesi Kerim, Keçecioğlu Meh­med, Meşedi Mehmed Ferzelioğlu, Sey­yid Şuşalı, İslâm Şuşalı. Musa Susalı, Han Şuşalı, Adıgüzeloğlu Zülfü, Büyük Kur­ban, Şekeroğlu Kerim vb. Şuşa'da yetiş­miş sanatkârlardandır. Ayrıca Azerbay­can mûsikisinin ünlü icracıları arasında, yukarıda zikredilenlerin dışında, tarzen Kâmil Ahmetov, Râmiz Kuliyev, Mirza Mansur, Paşa Eliyev, Mehmethan Baki-hanov, Esadoğlu Mirza Sâdık, Rızaoğlu Mirza Ferec, Meşedi Cemil Emiroğlu,

Kurban Primli, Şirin Ahundov, hanende­lerden Mirza Hüseyin, Bülbül, Şevket Elekberoğlu, Talat Kasımoğlu, Aii Ceva-doğlu, Malıbeyli Hamid, Reşit Behbutoğ-lu sayılabilir.

Azerbaycan mûsikisi zengin bir enst­rüman topluluğuna sahiptir. En çok .kul­lanılan çalgılar tar, kamança, nagara ve zurnadır. Azerbaycan mûsikisinde çeşit­li devirlerde kullanılmış başlıca enstrü­manlar şunlardır: a) Telli çalgılar: Tar, saz, kamança, rebap (rübab), berbat, se-tar; tenbur, çeng, rûd. b) Nefesli çalgı­lar: Zurna, ney, tütek, mey, balaman (balaban), yassı balaman, tulum, nefir, şeypûr. c) Vurmalı çalgılar: Gaval, naga­ra, goşa nagara,. tebıl, sine (zinc). Son za­manlarda garmon (akordeon) ve klarne­tin de enstrümanlar arasına girdiği gö­rülmektedir.

BİBLİYOGRAFYA:

Rauf Yekta, "Kafkasya'da Mûsikî", Şehbâl, sy. 59, İstanbul 1912, s. 210-211; Kösemihalzâ-de Mahmut Ragıp, "Azerbaycan'ın Son Musi­ki Hareketleri", AYB, sy. 2 (1932), s. 92-96; a.mlf.. "Azerbaycan Musikisi I", a. e., sy. 8-9 (1932), s. 254-264; a.mlf., "Azerbaycan Musi­kisi İP, a.e., sy. 10 (1932], s. 317-325; a.mlf., "Azerbaycan-Musiki", İTA, I, 764-766; Baba-zâde Sadık, "Azerbaycan San'at Hayatı", AYB, sy. 4-5 (1932), s. 198; Aziz Özer, "Türkiye'de Azerî Türkü ve Oyun Havalan", a.e., sy. 37 (19341, s. 28-31; Mustafa Hakkı Türkekul. "Azerbaycan Musikisi", Azerbaycan, sy. 7, An­kara 1952, s. 4-6; sy. 8 (1952}, s. 13-14; sy. 9 (1952), s. 10-13; a.mlf., "Azerbaycan Musiki­sinin Beşiği Karabağ", a.e., sy. 13 [1953], s. 8-11; a.mlf., "Azerbaycan İstiklâli ve Musi­kisi", a.e, sy. 14(1953), s. 9-11; Cengiz Gökgöl, "Azerbaycan Musikisine Toplu Bir Bakış", MM, sy. 161 (1961), s. 132-133, 156; Ejder Kur­tulan, "Azerbaycan Musikisi I -II", a.e., sy. 179-180-181 (1963), s. 22-23; sy. 182-183 (1963), s. 46-47, 56; Altan Araslı, "Azerbaycan Musi­kisi I-IV", a-e., sy. 259 (1970), s. 14-16; sy. 260 (1970), s. 22-24, 30; sy. 261-262 (1970), s. 22-24; sy. 265 (1970), s. 13-14; Efrasiyap Bedel­beyli, "Azerbaycan Halk Müziği", /, uluslar­arası Türk Folklor Kongresi Bildirileri, Ankara 1977, 111, 163-168; M. Kemal Özergin, "Geç Or­taçağ Klâsik Musikisinde Ezgi Dizileri", Mız­rap, sy. 18, İstanbul 1984, s. 4-6, 33-34; Nejat Birdoğan, "Azerbaycan Âşık Sanatı", TF, sy. 70 (1985), s. 3-8; Fİridun Şuşunîski, "Meşedi Cemil Emirov" (Aktaran: Cumhur Turan), a.e., s. 19-24; Ali Özdemir, "Tar'm Tarihsel Gelişi­mi", STAD, sy. 8, s. 39-42; TA, IV, 429-430; J. During, "Music of Azerbaijan", Elr., III, 255-257, r-ı

İSİ Nuri Ozcan

V. EDEBİYAT

(bk. TÜRK [EDEBİYAT])

I

AZERBAYCAN ATABEGLERÎ (bk. İLDENİZÜLER).



AZERBAYCAN YURT BİLGİSİ

İstanbul'da yayımlanan aylık tarih, edebiyat ve

sanat dergisi.

L J


Ahmet Caferoğiu idaresinde çıkarılan derginin on iki sayılık 1. cildi 1932 yılın­da, II. cildi 1933'te, III. cildi ise 1934'te yayımlanmış, bir arada hazırlanan 35-36. sayısı ile yayımı sona ermiştir. Uzun bir aradan sonra dergi 37. sayısı ile 1954 yılı Şubatında Azerbaycan Kültürünü Ta­nıtma Derneği'nin yayın organı olarak devam ettirilmek istenmişse de, bu te­şebbüs başarılı olamadığından bundan başka bir sayı çıkmamıştır.

Derginin ilk sayısında yer alan takdim yazısında yayın programı şu şekilde açık­lanmıştır: "Azerbaycan Yurt Bilgisi'nin maksat ve gayesi yalnız Azerbaycan'ı her hususta yakından bilen ve tanıyanlarla bir tetkik kadrosu hazırlayarak hars tet-kikatı ile uğraşmaktan ibaret olmayıp, aynı zamanda onu bu ülke ile alâkadar ırktaş ve muhiplerine tanıtmaktır. Ma­mafih mecmuamız bununla da iktifa et­meyecek ve müşterek Türk harsının hâ­lâ aydınlaşmamış olan noktalarını ten­vire çalışacaktır."

Derginin yazar kadrosu arasında şu isimlerin inceleme ve araştırma mahiye­tindeki makaleleri yer almaktadır: Ab-dullahoğlu Hasan, Abdülbaki (Gölpınar-lı), Abdullah Battal (Taymas), Abdülkadir

Süleyman (İnan), A. Zeki Velidi (Togan), Sadık Babazâde, Ahmet Caferoğiu, Fuad Köprülü, Mahmut Ragıp Kösemihalzâ-de, Sadık San'an, Sadettin Nüzhet (Er-gun), Selim Refik, M. Şakir (Ülkütaşır), M. Şerefettin (Yaltkaya), Akdes Nimet (Ku-rat), Besim Atalay, Halil Hasmehmetli, Cafer Seyit Ahmet (Kırımlı), Mehmet Ha-lit (Bayrı), M. Fahreddin Mirzazâde, Meh­met Ali Resulzâde, Mir Aziz Seitli, Şefi Rustambeyli, Süreyya Taliphanbeyli, Ad­nan Cahit (Ötüken). Bedriye Sabit, A. N. Hakimbay, Fevziye Abdullah (Tansel), M. Mehmetzâde, Mükrimin Halil (Yınanç), Habip Sahir, A. Zeynel (Akkoç), Ziyaeddin Fahri (Fındıkoğlu). Derginin III. cildinde ise Mebrure Rahmi tarafından Türkçe'­ye çevrilen G. Raquette ve D. Rieu'nün yazılan ile Prof. G. Jaescke'nin bir yazısı basılmıştır.

Azerbaycan Yurt Bilgisi'n'm birçok sayısının sayfalarında çeşitli haberlerle birlikte kitap tanıtma ve tahlil yazılan da yer almaktadır. 1954'te basılan son ve tek sayıda ise Mirza Bala, J. Eckmann, Muharrem Ergin, Şerafeddin Erel, Aziz Özer, Hakkı Türkekul tarafından hazır­lanmış makalelere rastlanır.

Daha çok tarih, tarihî coğrafya, filolo­ji, edebiyat ve halk edebiyatı dallarında değerli araştırmaların yayımlandığı der­gide Azerbaycan dışına da çıkılarak Ana­dolu tarih ve edebiyatı yanında mûsiki, folklor, sanat tarihi gibi konularla ilgili makalelere de yer verilmiştir. Azerbay-

can Yurt Bilgisi, politikaya uzak kalmış ve bir ilim dergisi olma hüviyetini sonu­na kadar korumuştur, .—.

W Semavi Eyice

AZERİ, İbrahim Çelebi

(ö. 993/1585) Divan şairi.

Babası II. Selim devrinde Anadolu ve Rumeli kazaskerliklerinde bulunan Mu-allimzâde Ahmed Efendi'dir. Feridun Bey'in yerine nişancı olan Mahmud Efen­di ile Sivas defterdarlığına kadar yükse­len Mehmed Celebi de kardeşleridir.

Kaynaklarda daha çok Azerî mahla-sıyla veya Muallimzâde nisbesiyle anılan İbrahim Çelebi hayatının ilk devrelerin­de dervişane, hatta meczubâne bir ha­yat sürerken medrese tahsiline başlaya­rak Ebüssuûd Efendi'den mülâzım ol­du. Ancak kardeşi Mahmud Efendi'nin nişancı olması üzerine o da devlet hiz­metine girerek 30.000 akçe zeamet* ile Dergâh-ı Âlî müteferrika "lan arasına ka­tıldı. Fakat bir müddet sonra asıl mes­leğine dönerek kadılık yapmaya başla­dı. Tire ve Kestel kadılıklarında bulun­du. Hama kadısı iken hummaya yakala­narak genç yaşta vefat etti. Yakın arka-

325

daşı şair Cinânî vefatına, son mısraı "Di-diler geçti Azerî Çelebi" (993! olan bir ta­rih manzumesi yazmıştır. AtâTnin ver­diği bilgiye göre mezarı, arkadaşı Hâ-mid Çeiebi'ninki ile birlikte Hama'nın dı­şında, şehre girenlerin dikkatini çeken yüksekçe bir yerde idi.



Kaynaklarda hayatı hakkında daha fazla bilgi bulunmayan Azerî Çelebi, Ri-yâzrye göre gençliğinde bir güzele tutu­larak Konya'ya kadar gitmiştir. Şiir mec­lislerinden ve sohbetlerden hoşlandığı, sanatkârları himaye ettiği, yakın arka­daşı ve hâmisi olduğu Cinânî'nin diva-nındaki şiirlerden anlaşılmaktadır. Kay­naklarda kudretli ve kabiliyetli bir sa­natkâr olduğu belirtilmektedir. Müret-tep bir divanı olduğu bildirilmekle bera­ber henüz ele geçmemiştir. Daha çok nazîre ve tazminlerden, muhammes ve müseddeslerden ibaret olan şiirlerine çeşitli mecmualarda rastlanmaktadır. Fuzûlî ve Nev'î gibi şairlerin tesiri altın­da kalan Azerî, bu şairlere yazdığı nazî-relerle tanınmaktadır.

Âzerfye asıl şöhretini kazandıran eser, 987'de (1579) tamamladığı ve girişinde Nizâmî'nin Mahzenül-esrâr'ıtu, Câmî'-nin Tuhfetü'l-ahrâr'm, Hüsrev'in Mat-lacu'l-envâr'mı örnek alarak Hâcû-yİ Kirmânî'yi takliden yazdığını belirttiği Nakş-ı Hayâl' adlı mesnevisidir. Dinî ve tasavvuf? mahiyette didaktik bir eser olan Nakş-ı Hayâl, nüshalarına göre farklılık göstermekle birlikte yirmi altı bölüm kadardır. Her bölümde "makale" başlığı altında ahlâkî bir öğüt verilmek­te, "hikâyet" adıyla da konuyla ilgili bir hikâye anlatılarak birkaç mısra halin­deki öğütlerle bölüm tamamlanmakta­dır. Allah'ın birliği, tevekkül, uzlet, sabır, aşk, hüsün, gurur, cûd ve sehâ, üzün­tüden kurtulmak, sükûtun kıymeti, Al­lah'a güvenmek, yemeğe düşkünlük, uy­kuya düşkünlük, çalışmak, ilim öğren­mek, dünyaya aldanmayıp âhirete ha­zırlanmak gibi konuları yaklaşık 12.000 beyit içinde ele alan eserin İstanbul kü­tüphanelerinde birçok nüshası vardır (meselâ bk. Süleymaniye Ktp., Esad Efendi, nr. 2600, Çelebi Abdullah, nr. 331; TSMK, Revan, nr. 849).

Azerî Çelebi ayrıca Nakş-ı Hayâlın girişinde daha önce bir Leylâ vü Mec­nûn mesnevisi yazdığını haber vermek-teyse de bu eserin nüshasına henüz rast­lanmamıştır.

326


BİBLİYOGRAFYA:

kınalızâde. Tezkire, I, 152-153; Atâf, Zeyl-i Şakaİk, s. 284; Osman/i Müellifleri, II, 68-69; Ergun, Türk Şairleri, I, 155-159; Kocatürk, Türk Edebiyatı Tarihi, s. 371-372; Cihan Okuyucu, CinânT: Hayatı Eserleri ue Divanının Edisyon Kritiği (doktora tezi, 1984), İÜ Ed.Fak., I, 206, 274, 278, 372, 374, 375; II, 526-527; Kasım Musevî Becneverdî, "Azerî Çelebi", DMBİ, I, 266. ı—ı

iftj Cihan Okuyucu

Azıd-üdInillAh

(bk. ADID-LİDİNİLLAh).

L _J


ÂZİFE

Kıyametin kopacağı günün veya kıyametin isimlerinden biri.

Âzife, "bir şeyin vaktinin yaklaşması" ve "acele etmek" mânalarına gelen ezf veya uzûf masdarından türetilmiş sıfat olup "yaklaşan, vukuu yakın olan" de­mektir. Kur'an'da yer aldığı iki âyetten birinde (el-Mü'min 40/181 "yevmü'l-âzife" (yaklaşan gün) şeklinde geçmekte olup tercih edilen görüşe göre kıyamet gü­nü, ayrıca ölümün gelip çattığı veya za­limlerin cehenneme gireceği gün diye tefsir edilmiştir. Diğer âyette ise (en-Necm 53/57) "ezifeti'l-âzife" (âzife büsbü­tün yaklaşmıştır) şeklinde geçer. Burada­ki âzifeye de kıyamet mânası veren mü-fessirler bulunmakla birlikte ardından gelen âyetlerle bunları takip eden Ka­mer sûresinin ilk âyetleri, âzifeden "sa­at" in yani kıyametin kopacağı günün kastedildiği görüşüne ağırlık kazandır­maktadır.

Çeşitli âyetlerde saatin mutlaka gele­ceği, gelmesinin yakın olduğu ifade edil­diği gibi (bk. el-Hicr 15/85; el-Ahzâb 33/ 63) Hz. Peygamber'in de şahadet parma­ğı ile orta parmağını birleştirerek, "Be­nim nübüvvet çağımla kıyametin kop­ması şu ikisi kadar birbirine yakındır" buyurduğu sahih olarak rivayet edilmiş­tir (Buhârî, "Rikâk", 39; Müslim, "Fiten", 132-135). Bütün müfessirler, kıyametin yakın olduğunu bildiren âyet ve hadis­lerin insanları ikaz etme hedefi güttü­ğünü belirtirler. Özellikle çağdaş müfes­sirler âlemin yaratılmasından Kur'an'ın indirildiği zamana kadar milyonlarca yıl geçmiş olduğunu hatırlatarak naslarda ifade edilen yakınlığın bu açıdan düşü­nülmesi hususuna dikkat çekerler (bk. Âlüsî, XXIV, 85; XXVII, 77).

BİBLİYOGRAFYA;

Lisânü7-zArab, "ezf" md,; Buhârî, "Rikâk", 39; Müslim, "Fiten", 132-135; Taberî. Tefsir, XXIV, 34-36; Fahreddin er-Râzî, Tefsir, XXVII, 49-50; XXIX, 26; AIÛSÎ, Rahu'l-me'ânT, XXIV, 85; XXVII, 77. ■—ı

lift! Bekir Topaloğlu

AZİL


Göreve son verme,

temsil yetkisini kaldırma

mânasında kullanılan

bir fıkıh terimi.

L J

Sözlükte "ayırmak, uzaklaştırmak" an­lamına gelen azik(azl), bir fıkıh terimi olarak, tek taraflı irade beyanıyla bir yö­netici veya memurun görevine son ve­rilmesi, bir vekil veya mümessilin tem­sil yetkisinin kaldırılması anlamında kul­lanılmıştır.



1. Halifenin Azli. İslâm amme huku­kunda halifenin (devlet başkanı) görev sü­resi belli bir zamanla sınırlandırılmamış, hayatta kaldığı müddetçe görevine de­vam etme imkânı verilmiştir. Sınırlı bir müddet için seçilmesi yasaklanmamakla birlikte İslâm geleneğinde ilk şekil ter­cih edilegelmiştir. Buna göre, seçilen ha­lifenin görevi normal olarak ölümü veya istifasıyla son bulur. İslâm hukukçuları, bu iki hal dışında, adalet* vasfını kay­beden veya vücudunda görevini sürdür­meye mâni noksanlıklar meydana gelen devlet başkanının ehlü'1-hal ve'l-akd* tarafından aziedileceğini kabul etmiş­lerdir. Halifenin bu şekilde görevden alın­ması daha çok "hal'" kelimesiyle ifade edilmiştir. Halifenin adalet vasfını kay­betmesine yol açan ve dolayısıyla azlini gerektiren fısk* hali, bazı âlimlere gö­re, küfrü gerektiren söz ve davranışlar­da bulunmasıdır. Diğer bazı âlimlerse bu dereceye varmasa bile dinen haram ve yasak sayılan davranışlarda bulunma­nın da halifenin azlini gerektirdiği gö­rüşündedirler. Burada söz konusu olan bir başka husus da ehlü'l-hal ve'l-akdin azil kararına uymayan devlet başkanına karşı güç kullanılıp kullanılamayacağı meselesidir. Ehl-i sünnet fakihlerinin ço­ğunluğu ile hadis âlimleri, fitneye ve kan dökülmesine sebep olacağı için halifeye karşı çıkışın caiz olmadığını savunurken Ehl-i sünnet dışındaki mezheplerde umu­mi temayül, bu durumda güç kullanma­nın vacip olduğu yolundadır.

2. Yönetici ve Memurların Azli. Hz. Pey­gamber devrinde ve ondan sonraki dö-

nemlerde yönetici ve memurların görev süreleriyle ilgili olarak tesbit edilip uy­gulanmış belli usul ve prensiplere rast­lanmamaktadır. Ancak Hz. Ömer'in yö­neticilere bir memuru (âmil) iki yıldan fazla bir süreyle tayin etmemelerini tav­siye ettiği ve Muvahhidier zamanında (1130-12691 Tunus'ta bu tavsiye yönün­de uygulamada bulunularak kadıların, böigelerindeki insanlarla dostluklar ku­rup kaza fonksiyonunu işlemez hale ge­tirmelerine engel olmak gayesiyle, iki yıldan fazia bir süre ile tayin edilmedik­leri nakledilmektedir (Kettânî, I, 269!. Ni­tekim kaynaklar Osmanlı Devleti'nde de bazı devirlerde kaza kadılarının yirmi ay veya iki yıi, mevleviyet kadılarının ise bir yıl süreyle tayin edildiklerini kaydeder­ler fUzunçarşılı, ilmiye Teşkilâtı, s. 94). İslâm hukukçuları da yönetici ve me­murların tayinlerinde zaman bakımın­dan bir sınırlandırma yapılabileceği ve tesbit edilen süre sonunda tayinleri yeni­lenmeyen memurların görevlerinin ken­diliğinden sona ereceğine dair görüşler ileri sürmüşlerdir. Devletin çeşitli kade­melerinde görevü vezir, vali, emir, kâdıl-kudât ve kumandan gibi yöneticilerle kadı, âmil, câbî, imam, müezzin, şurta ve muhtesib gibi memurları azletmeye halife yetkili olmakla birlikte uygulama­da halifenin çeşitli sebeplerle bu konu­daki yetkisini diğer bazı görevlilere dev­rettiği görülmektedir. Azle yetkili ma­kamın bu yetkisini mâkul ölçüler içeri­sinde ve maslahat* prensibine uygun olarak kullanması gerektiğini, sadece şikâyet üzerine teftiş yapmadan ve ge­çerli bir sebep bulunmadan görevlilerin azillerine karar verilemeyeceğini belir­ten İslâm hukukçuları, azil sebepleri ola­rak da görevlinin cezayı gerektiren bir suç işlemesi, görevini kötüye kullanma­sı, tayininde aranan vasıflardan bazıla­rını kaybetmesi, sağlık açısından göre­vini sürdüremez hale gelmesi, dinen ha­ram sayılan davranışlarda bulunması ve özellikle rüşvet alması gibi hususları zik­rederler. Bazı hukukçular, Hulefâ-yi Râ-şidîn'in uygulamasını da göz önüne ala­rak, halifenin azli gerektiren bir sebep olmasa da maslahat gereği bir yönetici veya memuru görevinden alabileceğini belirtmişlerdir. Diğer taraftan başta Şâ-fiîler olmak üzere bazı hukukçular, ada­let vasfını kaybeden bir görevlinin ayrı­ca azle gerek kalmadan görevinin ken­diliğinden sona ereceğini ileri sürerken Hanefi'ler bu durumda söz konusu gö­revlinin azli gerekmekle birlikte, yetkili makam tarafından azledilmedikçe gö-

revinin sona ermeyeceği görüşündedir­ler. Hatta Ebü Yûsuf bir görüşünde, am­me hizmetlerinin aksaması söz konusu olduğunda azledilen görevlinin, yerine yeni tayin edilen kimse gelip göreve baş­layıncaya kadar yerinde kalmasını uygun görmüştür (bk. tbnü'ş-Şihne, s. 4; el-Fe-tâua'l-Hindiyye, 111, 317). İslâm huku­kunda, devlet memurlarının amme adı­na ve amme yararı için görev yaptıkla­rı kabul edildiğinden, kendilerini tayin eden şahsın ölümü ve istifası hallerinde olduğu gibi azledilmesi durumunda da onların görevlerinin son bulmayacağı fik­ri hâkimdir. Bir görevlinin maslahat ge­reği görevden alınması idarî bir tasar­ruf sayılırken adalet vasfını kaybetme­sine yo! açan haram fiilleri irtikâbı, suç işlemesi veya yolsuzlukta bulunması gi­bi durumlarda azli ise hukukî bir işlem ve müeyyide niteliği taşımaktadır. Bu durumda azil bir ta'zir cezası olarak uy­gulanır. Bu da bazan aslî, bazan tâbi, bazan da tamamlayıcı ceza özelliği taşır. 3. Vekil ve Temsilcilerin Azli. Vekâlet bağlayicı bir akid olmadığından müvek­kil tek taraflı irade beyanıyla akdi fes­hederek vekilini her zaman azledebilir. Bunun gibi, bir vekâlet sayılan ve bağ­layıcı bir özelliği bulunmayan mudârebe şirketinde de sermaye sahibi akdi fes­hederek mudâribi azletme yetkisine sa­hiptir (bk. MUDÂREBE; VEKÂLET).

BİBLİYOGRAFYA:

Ebû Yûsuf. el-Harâc, s. 14; İbn Abdürabbih, el-lkdul-ferîd, I, 81-84; Mâverdî. el-Ahkâmü's-sullâniyye, Kahire 1909, s. 4, 13, 17, 24, 179, 184-185; İbn Hazm, el-Muhailâ, İX, 435-436; Ebü Ya'lâ, eiAhkâmü's-suttâniyye, Kahire 1966, s. 240, 247-248; İbn Mâze. Şerhu Edebi'l-kâ-dr(nşr. Muhyî Hilâfes-Serhân), Bağdad 1977-79, I, 258, 284-285; Kâsânî, Bedâ'C, VII, 16; İbn Kudâme, el-Muğnt (Herrâs), IX, 103-106; İbnü'i-Esîr, ei-Kâmil, Kahire 1349, II, 205, 289; İbn Teymiyye, es-Siyâsetü'ş-şer'iyye, Kahire 1322, s. 5 vd.; Teftâzânî, Şerhu'l-'Akâ'id, s. 185-186; Tarâblusî, Mu'înü'l-hükkâm, Kahi­re 1310, s. 36-37; İbnü'ş-Şifine. Lisânü'l-hük-kâm {Mu'înü'l-hükkâm içinde), s. 4, 10; İbn Nüceym, el-Bahrü'r-râ'ik, Kahire 1311, VI, 284; Remlî. Nihâyetü'l-muhtâc, Kahire 1357, VIII, 234; Harâşî, Şerhu Muhtasarı Halîl, Bulak 1318, VII, 146-147; el-Fetâua'l-Hindiyye, Bulak 1310, III, 315-318; İbn Âbİdîn. Reddü'l-muhtâr, V, 419; Mecelle, md. 1801; M. Seyyid Bey, Usûl-! Fıkıh, İstanbul 1333, s. 100-111; Abdülhay el-Kettânî, et-Terâtîbü'l-idâriyye, I, 269; Uzun-çarşılı. İlmiye Teşkilâtı, s. 94, 104, 179, 192; a.mlf., Medhal, s. 378, 380; Hamîdullah, islâm Peygamberi, II, 156; Hayreddin Karaman, Mu­kayeseli İslâm Hukuku, İstanbul 1974, 1, 99-100; Nebhân, İslâm Anayasa ue idare Huku­ku, s. 470-477; Abdülkerîm Zeydân, Nizâmü'l-kazâ' fi'ş-şerî'ati't-İslâmiyye, Bağdad 1984, s. 93. r~~|

14ü Fahrettin Atar

AZİL


Gebeliği önlemek için başvurulan bir tedbir.

Sözlükte "ayırmak, uzaklaştırmak" an­lamına gelen azil, gebeliği önleyici bir usul olarak, cinsî münasebet esnasında meninin rahim dışına akıtılmasına denir.

Hadis ve fıkıh kitaplarıyla müslüman tıp bilginlerinin eserlerinde bu konuda verilen bilgiler, doğum kontrolünün en eski metotlarından biri olan azlin İslâm dünyasında öteden beri bilinmekte ol­duğunu göstermektedir. İslâm'dan önce Araplar arasında doğum kontrolü usul­lerinden biri olarak uygulanan azlin ilk müslümanlar tarafından da uygulandığı ve Hz. Peygamber'in bunu yasaklama­dığı bilinmektedir (bk. Buhârî, "Nikâh", 96; Müslim, "Nikâh", 125-138). Ancak ge­rek azille ilgili diğer bazı hadisler üze­rindeki değişik yorumlar, gerekse ço­cuk yapmayı teşvik eden hadisler sebe­biyle azlin hükmü konusunda müslüman âlimler farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. İbn Hazm'a göre azil haram, cumhuru fukahâya göre ise mubahtır. Ancak az­lin mubah olduğunu kabul eden Hanefî, Şafiî, Mâliki ve Hanbelî mezhebi fakih-leri, "Hz. Peygamber bizi hür kadından izin almaksızın azil yapmaktan menetti" (İbn Mâce, "Nikâh", 30) hadisine daya­narak bu konuda zevcenin iznini şart koşmuşlardır. Kadının rıza göstermeme­si halinde Hanefiler'e göre azil mekruh­tur. Şafiî ve Hanbelî mezheplerinde bu konuda iki farklı görüş mevcut olup Han­belî mezhebinde benimsenen görüş, az­lin ancak zevcenin izniyle caiz olacağı yö­nündedir. Şafiî mezhebinde ise eşin rıza göstermemesi halinde azlin haram değil mekruh olduğu görüşü daha ağır bas­maktadır. Ebû Hanîfe izin konusunda zevcenin çocuk yapma hususundaki hak­kını esas alırken iki talebesi Ebû Yûsuf ve Muhammed kadının cinsî yönden tat­minini göz önünde bulundurmuşlardır. Ebû Hanîfe'ye göre cinsî ilişki konusun­da eşin evlilik hukuku bakımından hak­kı, ilişkinin kemal vasfına değil bizzat kendisine taalluk eder. Nitekim diğer mezheplerde izinsiz azlin haram olduğu­nu kabul edenler, kadının çocukta hakkı bulunduğunu ve tatmin açısından azil­le zarar göreceğini ileri sürerken, iznin müstehap olduğu ve dolayısıyla izinsiz azlin haram olmayıp mekruh sayılacağı­nı kabul edenlere göre de kadının hakkı

327


cinsî ilişkinin kemal vasfına değil kendi­sine taalluk etmektedir.

Ancak cinsî İlişkide çocuk yapmanın tek gaye olmadığı, bu ilişkinin derin psi­kolojik bir haz ve gerginlik azaltma yo­lu, eşler arasında karşılıklı güven, sevgi ve bağlılık ihtiyacını karşılayan bir araç olduğu göz Önüne alınırsa, evlilik huku­ku bakımından çocuk ihtiyacı yanında cinsî tatminin de gerekliliği daha iyi an­laşılır. Nitekim bu psikolojik gerçek bir âyette şöyle ifade edilmiştir: "Size ken­di öz nefislerinizden, kendileriyle huzu­ra kavuşacağınız eşler yaratıp aranızda bir sevgi ve şefkat var etmesi de O'nun varlığının delillerindendir. Bunda, düşü­nen bir toplum için dersler vardır" (er-Rûm 30/21).

Şafiî hukukçulardan Nevevî'ye göre, zevcenin izni olsa da olmasa da, çocuk yapmayı engellemesi sebebiyle azil mek­ruhtur. Ona göre azil konusundaki ya­sağa dair hadisler kerâhet-i tenzîhiyye ile, cevaza dair olanlar ise kerahetin hiç bulunmadığı şeklinde değil azlin haram olmadığı tarzında yorumlanmalıdır. Bu­nun yanında İmam Gazzâlî azil yapma­mayı cinsî münasebetin âdabından sa­yarken azilde tahrimî ve tenzihî mâna­da bir kerahetin söz konusu olmadığını, azille çocuk yapmadaki fazilet terkedil-diğinden ancak fazileti terk mânasına bir kerahetin söz konusu olduğunu söy­ler. Ona göre, çocuğun varlığını engelle­mesi yönünden olmasa bile, bu engelle­meye sevkeden, meselâ kadının güzelli­ğini koruma, doğum yapmanın tehlike­lerinden sakınma, çocukların çokluğu sebebiyle geçim konusunda sıkıntılara ve meşru olmayan yollara düşmeme gi­bi düşünceler sebebiyle de azlin mek­ruh olduğu ileri sürülemez. Zira bu tür niyet ve düşünceler şer'an yasaklanmış değildir (İhya.3, II, 51-53). Nitekim müte-ahhir Hanefî âlimleri de zamanın olum­suz şartları, dârülharpte veya uzak bir yolculukta bulunma, ya da kötü huylu zevceden ayrılma düşüncesi gibi zaru­retler sebebiyle kadının izni olmadan da azlin yapılabileceğine hükmetmişlerdir.

Azlin doğum kontrolü konusunda gü­venilir bir usul olmadığı da açıktır. Nite­kim Hz. Peygamber azil yapmasında di­nen bir mahzur bulunup bulunmadığını soran bir sahâbîye, "İstersen azil yap, fakat bu Allah'ın takdirine mâni olmaz" (Müslim, "Nikâh", 133-135) cevabını ver­miştir. Müslüman hukukçular da azil yap­mış olmanın doğan çocuğun nesebini in­kâr için yeterli bir gerekçe olamayaca­ğını kabul etmişlerdir.

328

BİBLİYOGRAFYA:



el- Ta 'rffât, " cazl" md.; Tehânevî, Keşşaf, "cazl" md.; Buhârî, "Nikâh", 96; Müslim, "Ni­kâh", 125-138; İbn Mâce. "Nikâh", 8, 30; Ne-sâî, "Nikâh", 11 ; Tahâvî, Şerhu me'âni'l-âsâr, III, 30-35; Gazzâlf, ihyâ\ II, 51-53; Şîrâzî, et-Mühezzeb, Kahire 1379/1959-60, II, 67; Bâcî, el-Müntekâ, Kahire 1322, IV, 141-143; Kâsânî, Bedâ^f, V, 126; İbn Kudâme. el-Muğnî (Herrâs), VII, 24; Nevevî, Şerhu Müslim, Beyrut 1392/ 1972, X, 9; Aynî, 'ümdetü'l-kârî, Kahire 1348, XX, 194; İbnü'l-Hümâm, Fethu'l-kadîr, Bulak 1315-18, VII, 109; Şevkânî, Neylü'l-evtâr, VI, 220-224; İbn Âbidîn, Reddü'lmuhtar, III, 175-176; Saeed Mahmoodian Awadhi, "Medical Aspects of Azl İn Islamic Fıqh"r Islamic Me-dicine, I, Kuwait 1981, s. 395-398; Donna Lee Bowen, "Müslim Juridical Opinions Concer-ning the Stertus of Women as Demonstra-ted by the Case of cAzl", JriES, XL/4 (1981), s. 323-328; Kamil Hâlid es-Saîd, "Cerîmetü'l-ichâz", Dirâsât, XI/3, Amman 1984, s. 181-183; G. H. Bousquet, "cAzl", El2 (İng.), I, 826; a.mlf. - Kâdî Abdünnebî Kevkeb. ""Azl", ÜDMİ, XIII, 325-326. r-ı

İm Fahrettin Atar

—i

AZİM


Bir fiili işlemek yahut işlememek konusunda kesinleşmiş karar veya irade.

Sözlükte "ısrarla istemek, kastetmek, kesin karar vermek; kesin karar, irade, sabır" gibi anlamlara gelen azim (azm) Kur'ân-ı Kerîm'de, beş âyette (bk. Âl-i Jmrân 3/186; Lokman 31/17; el-Ahkâf 46/351 "iyilikte sebat ve kararlılık", dört âyette de (el-Bakara 2/227, 235; Âl-i îm-rân 3/159; Muhammed 47/21) fiil şek­liyle "kesin karar vermek" anlamında ol­mak üzere dokuz yerde geçmekte, bun­lardan birinde (el-Ahkâf 46/35) Hz. Pey-gamber'e "azimli peygamberler" gibi sa­bırlı olması, acelecilikten sakınması em-redilmektedir (bk. ülü'i-azm). Hadisler­de azim ve bundan türemiş fiillerle "az­me", "azîme" veya "azâim" gibi müştak­ları "kararlılık, sabır, niyet, hayırlı is, farz" gibi mânalarda kullanılmıştır (bk. üsânü'l-'Arab, "eazm"; Wensinck, "cazm").

Bir işin yapılmasından önceki aklî te­emmüllerle psikolojik arzu ve eğilimlerin doğurduğu tereddüt döneminden sonra o işi şu veya bu şekilde yapmak husu­sunda bir tercihe ulaşılırsa bundan azim, ulaşılmazsa tereddüt ve şaşkınlık hali (tahayyür) doğar. İslâm düşünürleri dinî ve ahlâkî davranışlar için, zihinde tasav­vur edilmelerinden başlamak üzere, fi­ilen gerçekleşinceye kadar birtakım saf­halar kabul ederler. Gazzâlî bunları ha-

dîs-i nefs (fiilin zihinde doğması}, tabii il­gi, hüküm, azim veya kasıt, amel şek­linde sıralamış ve incelemiştir {İhya3, III, 41). İlk üç safhada henüz kesin bir ka­rar ve niyet bulunmadığı ve bunlar ira­de dışı olduğu için insan bu safhalarda sorumlu tutulamaz. Azim aynı zaman­da niyet ve kasıt safhası olduğundan in­sanın sorumluluğu bu noktada başlar. Buna göre kötü bir işe azmetmekle bir­likte iyi niyete dayanmayan bir sebeple bu işi yapmayan veya yapamayan kişi azminden dolayı sorumludur. Ancak Al­lah korkusu, günah endişesi gibi dinî ve ahlâkî faktörlerle kötülük yapma kara­rından dönmek de yeni bir azimdir ve böyle bir kimse Önceki azminden dolayı sorumlu değildir. •

Nazzâm, Allâf, Ca'fer b. Haris gibi ba­zı Mu'tezile bilginleri iradeyi azim ve ka­sıt olmak üzere iki mertebede değerlen­dirmişlerdir. Azim ile fiil arasında az çok bir zaman farkı bulunabilir ve kişinin bu zaman içinde azminden dönmesi muhte­meldir. Kasıt fiilin yapıldığı zamana te­kabül ettiğinden (iktiran), kasıt halindeki irade fiilin meydana gelmesini gerekti­rir; böylece insan fiilin "icat edicisi" olur. Buna karşılık özellikle müteahhir Mâ-türidî kelâmcıları bu mânadaki iradeyi "azm-i musammem" diye adlandırmış­lar ve bunun Eş'arîler'in kesb*i ile aynı şey olduğunu belirtmişlerdir. Onlara gö­re azm-i musammem "kulun kudreti­nin tesir alanfdır. İhtiyar, kudret, meyil gibi manevî âmiller (ef âlü'n-nüfûs) ile ha­ricî faaliyetlerden (efâlü'l-cevârih) hiçbiri insan gücünün tesir sahasına girmezken azim insanın hadis kudretinin eseridir (İbnü'l-Hümâm, s. 111-112). Böylece fiil­ler yaratma açısından Allah'a, karar açı­sından insana nisbet edilir; bu suretle dinî ve ahlâkî yükümlülük ve sorumlu­luklar geçerlilik kazanır. Gerçi şeytanın, bencil arzu ve ihtirasların etkisinde ka­lan kula, iyilik yönünde kesin karara ula­şabilmesi için Allah tarafından hemen her zaman bir yardım söz konusudur, fakat bu yardım asla cebrî bir müdaha­le anlamına gelmez; dolayısıyla kul için ilâhî bir lütuf olan tevfîkın bulunmama­sı, onu azm-İ musammemden mahrum bırakmaz; böylece fâsıkların Allah'ın ka­za ve kaderini günahlarına mazeret gös­termelerinin de anlamı kalmaz (İbnü'i-Hümâm, s. 133).

Tasavvufta, "sâlîkin Hakk'a ermesine (vüsüi) engel olan bağlan koparıp atma­sı, ilmi hale hâkim kılması, iradeyi ken-

dişinden bilme illetinden kurtulması" gi­bi anlamlarda kullanılan azim, müridin hak yola girmesinin başlangıcıyla ilgili­dir. Herevfye göre Hakk'ın yolunu tutan bir sâlikin bu yolda ayak bağı olan her şeyi söküp atmasına, ne kadar zor ve acı olursa olsun bu yolda kendisine yar­dımcı olan ve rehberlik eden her şeyle uyum halinde olmasına azim denir. Azim bütün maddî-mânevT, bedenî-ruhî kuv­vetleri toplayıp hedefe yöneltmektir.

BİBLİYOGRAFYA:

Lisânil'l-cArab, "cazm" md.; Tehânevî, Keş­şaf, ııCazm" md.; Wensinck, Mu'cem, "cazm" md.; Kuşeyrî, er-Risâle, Kahire 1966, s. 726; Gazzâlî. İhya', III, 41-43; Fahreddin er-Râzî. Ke-lâm'a Giriş [el-Muhassalj (trc. Hüseyin Atay), Ankara 1978, s. 195; Baklî. Meşrebul-erüâh, s. 143, 208; İbn Kayyım el-Cevziyye, Medâri-cü's-sâlikîn, Kahire 1403/1983, I, 138; II, 374; Cürcânî, Şerhu'l-Mevâkıf, !i, 89, 119-120; İb-nü'l-Hümâm, el-Müsâyere, Kahire 1317, s. 109-113, 133; Bsyâzîzâde. İşârâtü'l-merâm, s. 259.

AZİM


Mustafa Çağrıcı "1

Allah'ın isimlerinden

(esmâ-i hüsnâ*)

biri.


Azîm "büyük olmak" mânasındaki izam kökünden sıfat olup "azametli, büyük" .demektir. Kur'ân-ı Kerîm'de altı yerde (el-Bakara 2/255, eş-Şürâ 42/4, el-Vâkıa 56/74, 96, el-Hâkka 69/33, 52) Allah'ın sıfatı, birçok âyette de diğer varlıkların ve hadiselerin sıfatı olarak kullanılmış, ayrıca "azâbün azîm", "ecrun azîm" gibi ibareler içinde maddî olmayan kavram­ları nitelemiştir.

Allah'ın isimlerinden olan azîm, "emir­lerine hiçbir şekilde karşı gelmek müm­kün olmayan ve âciz bırakılamayan, zâ­tının ve sıfatlarının mahiyeti anlaşılama-yacak kadar ulu varlık" mânasını ifade eder. Mutlak anlamda sadece Allah'a ad olabilir. Toplumun işlerini idare eden in­sanlara yalnız mecazi anlamda azîm adı verilir. Çünkü hiçbir zaman âciz bırakı-lamayan kâdir-i mutlak ve gerçek mâ­nada azîm sadece Allah'tır. Azîm, aslın­da kütle ve hacmi veya manevî özellik­leri ifade etmek üzere cisimler için de kullanılır ve bu mânada Allah'a nisbet edilmesi mümkün değildir. Çünkü bu­rada iki nesne arasında bazı kavramlar­da ortaklık ve karşılaştırma esası var­dır. Halbuki Allah Teâlâ ile diğer varlık-

lar arasında herhangi bir noktada işti­rak ve dolayısıyla mukayese söz konusu değildir. Nitekim Allah'ın azîm sıfatıy­la tavsif edildiği altı âyetin beşinde bu kelime, tenzih ifade eden "teşbih" veya "ulüv" kavramlarıyla birlikte kullanılmış­tır. Bu da Allah'ın gerek zâtı gerekse sı­fatları itibariyle insan idrakinin fevkin­de olduğunu ifade eder.

Azîm çeşitli hadislerde de Allah'a nis­bet edilmiştir. Hz. Peygamber'in emri­ne uyularak namazların rükû teşbihin­de "Sübhâne rabbiye'l-azîm" denilir.

BİBLİYOGRAFYA:

Lisânü'l-'Arab, "cazm" md.; İbnü'l-Esîr, en-Nihâye, "razm" md.; M. F. Abdülbâkî, Mu'cem, "cazîm" md.; Buhârî, "Da'avât", 27; Müslim, "Zikr", 83, "Şalât", 207; Ebû Dâvûd, "Şalât", 147, 148; Halîmî, el-Minhâc, I, 195; Beyhaki, el-Esmâ* ue'ş-şıfât, Kahire 1358, s. 33; Gaz­zâlî, et-Makşadü'i-esnâ, s. 73-74; Fahreddin er-Râzî, Leuâmi'u'i-beyyinât, s. 25] -253.

L%l Suat Yıldırım AZİMÂBADÎ

Ebü't-Tayyib

Muhammed Şemsü'1-Hak b. Emîr

Alî ed-Diyânüvî el-Azîmâbâdî

(1857-1911)

Hindistanlı hadis ve fıkıh âlimi.

L J

Zilkade 1273'te (Temmuz 1857) Azîmâ-bâd'da (Patna) doğdu. İlk tahsilini bura­da yaptı. 1875'te Leknev'e giderek bir yıl Fazlullah b. Ni'metullah el-Leknevî'-nin derslerine devam etti. Ardından Mu-radâbâd'a geçti. 1878'e kadar Beşîrüd-din el-Osmânî el-Kannûcrden ders oku­du. Daha sonra Delhi'ye giderek devrinin en büyük hadis âlimlerinden Nezîr Hüse­yin ed-Dİhlevî'nin derslerini takip ederek ondan hadis rivayet etti. Bir ara mem­leketine döndü ve 1302'ye (1884-85) ka­dar orada kaldı. Ardından tekrar Del­hi'ye gidip yine Şeyh Nezîr Hüseyin'den Kur'an, tefsir ve hadis okudu. Bu arada Hüseyin b. Muhsin es-Sub'î el-Ensârî'-nin derslerine de devam ederek ondan da hadis rivayetinde bulundu. Delhi'de­ki tahsilini tamamladıktan sonra mem­leketine dönen Azîmâbâdî bir taraftan hadis öğretimiyle, diğer taraftan kitap telifi ve özellikle hadis kitaplarını topla­yıp kendi imkânlarıyla neşretmekle meş­gul oldu. 1894'te hacca gitti ve orada ileri gelen ilim adamlarıyla tanıştı. 19 Rebîülevvel 1329'da (20 Mart 1911) ve­badan öldü.



Eserleri. Özellikle hadis sahasındaki ça­lışmaları ve şerhleriyle dikkati çeken Azî-mâbâdî'nin başlıca eserleri şunlardır: ı. Gâyetü'l-makşûd fî halli Süneni Ebî Dâvûd. Ebû Davud'un es-Sünen'inin şer­hidir. Çok hacimli olarak tasarlanan bu eser tamamlanamamıştır. Nezîr Hüse­yin eserin otuz iki cilt olduğunu söyle­mektedir {ÜDMİ, XI, 780). Yalnız 1. cildi yayımlanabilen eserin mukaddimesinde Ebû Dâvûd ve es-Sünen'i hakkında de­ğerli bilgiler vardır (yazma nüshası için bk. Brockelmann, I, 948; Brockelmann ese­rin adını Ğâyetü'l-makâşıd olarak vermek­tedir). Z. cAvnü'I-macbûd*. Gayetü'l-makşûd'u çok geniş tutan müellif eseri bitiremeyeceği endişesiyle ihtisar ede­rek 'Avnü'i-ma'bûcTu kaleme almıştır. Mukaddimede müellif olarak Azîmâbâ-dî'nin kardeşi Muhammed Eşref el-Azî­mâbâdî görünmekte ve bu sebeple bazı kaynaklarda sadece onun adı (Serkîs, 11, 1344) veya her ikisi birlikte (Brockelmann, I, 267; Sezgin, 1, 151) zikredilmekte ise de asıl yazar Muhammed Şemsülhak el-Azîmâbâdî'd İr. Nitekim kitabın sonunda­ki ifadeler ve yazılan takrizler bunu açık­ça ortaya koymaktadır (IV, 220, 223, 226, 227, 229, 231). Ayrıca ilk cildi kitabın ha­zırlanmasında yardımlarını gördüğü kar­deşi Muhammed Eşrefin adıyla neşret­meyi arzu ettiği için eseri ona nisbet et­tiğini bizzat Şemsülhakk'ın beyanına da­yanarak Abdülhay el-Hasenî zikretmek­tedir (Nüzh.etü'1-haoâtır, VIII, 408). EbÛ Davud'un en meşhur şerhi olan bu eser dört büyük cilt halinde yayımlanmıştır (Delhi 1918-1923). Daha sonra yine Delhi'­de çeşitli baskıları yapılan cAvnul-mac-bûd, son olarak Abdurrahman Muham­med Osman'ın tahkikiyle on dört cilt ola­rak neşredilmiştir (Medine 1388/1968). 3. Taclîku'l-mu.ğnî calâ Süneni'd-Dâre-kutnî. Dârekutnî'nin es-Sünen'inin şer­hi olup iki cilt (Delhi 1910) ve Dârekutnî'­nin es-Sünen'i ile birlikte dört cilt (Ka­hire, ts.) halinde yayımlanmıştır.

Azîmâbâdî'nin diğer eserleri de şunlar­dır: Vlâmü. ehli'I-casr bi-ahkâmi rekca-teyi'1-fecr (Kahire, ts.); "Uküdül-cümân fî cevâzi ta'lîmil-kitabeti li'n-nisvân, el-Mektubu'!-latif; el-Metâlibü'r-refî'a fi'î-mesâ'ili'n-nefîse (bu üç kitap için bk. Kettânî, II, 592-594); el-Akvâlü'ş-şa-hîha fî ahkâmı'n-nüsükiyye; el-Kav-lü'i-muhakkik fî tahkiki ihşâJi'l-be-hâ 'im (bu iki eser için de bk. ÜDMİ, XI, 78i); Ğunyetü'l-elma'î. Bazı hadis ve

329

fıkıh meselelerini soru - cevap tarzında ele alan küçük bir risaledir. Taberânî'nin eI-Muccemü'ş-şağîr'i ile birlikte basıl­mıştır (Beyrut 1403/1983; II, 153-176). Bunların dışında tamamlanmamış eser­leri arasında Tezkiretü'n-nübeJâ* fî te-râcimi'l-'ulemâ* adlı biyografi ile ilgili bir eseriyle Tenkıhu'1-mesâ* il adlı bir fetva kitabı da vardır.



BİBLİYOGRAFYA:

Azîmâbâdî, cAunü7-macöüd(nşr. Abdurrah-marı M. Osman), Medine 1388-89/1968-69, na­şirin takdîmi, I, 7, 13, not 1, Hâtimetû't-tab*, XIV, 220-231; Abdülhay el-Kettânî, Fihrisü'l-fehâ-ris, II, 592-594; Abdülhay el-Hasern, Nûzhetul-hauâhr, VI!1, 179-180, 408; Serkîs, Mu'cem, II, 1344İ Brockelmann. GAL Suppl, I, 267, 275, 948; Sezgin. GAS, I, 151; Kehhâle, Mu'cemü'l-mü'etlifîn, X, 72; Sehârenfûrî, Bezlü'l-mechûd, I, 8; Muhammad lshaq, india's-Contribution to the Study ofHadîth Literatüre, Dacca 1976, s. 185; İsmail L. Çakan, Hadîs Edebiyatı, İstan­bul 1985, s. 150-151 ; Nezîr Hüseyin, "Şemsü'l-Hak Diyânüvî", UDMİ, XI, 779-781.

Iffl M. Akif Aydın

AZİMET


İnsanların karşılaştığı

güçlük ve zaruret hali gibi

arızî durumlara bağlı olmaksızın konmuş

şer'î hükümler için kullanılan

fıkıh terimi.

J

Azîmet, "ısrarla istemek, kastetmek, kesin karar vermek" mânalarına gelen azm kökünden türetilmiş bir isimdir. Ha-nefîler azm kökünü, ifade ettiği tekit ve kuvvetten dolayı yemin mânası taşıyan lafızlardan saymışlardır. Azimetin karşı­tı ruhsat* tır.



Şer'î hükümlere değişik yönlerden bak­maktan kaynaklanan önemsiz bazı fark­lılıklar bir yana, fıkıh usulü âlimleri ge­nel olarak azîmeti "arızî hallere bağlı ol­maksızın başta konan aslî hükümlere verilen ad" şeklinde tarif ederler. Bu ta­rife göre azîmet farz, vacip, haram, mek­ruh, sünnet, nafile ve mubah gibi bütün teklifi hükümleri içine alır. Bu hüküm­ler, kulların karşılaştığı sıkıntı ve zorluk­lar gibi arızî hallere bağlı olmadan baş­langıçta konmuş bulunan ve normal şart­larda herkesin uymakla mükellef tutul­duğu aslî hükümlerdir. Buna karşılık, birtakım zaruret ve güçlükler sebebiyle, kullara azîmeti terketme imkânı veren ve yalnız söz konusu arızî durumla sınır­lı bulunan hafifletilmiş hükme de ruhsat denir. Meselâ Allah'a imanın farz oluşu bir azimettir; fakat kalben inanması ya-

330


nî gerçek inancını değiştirmemesi şar­tıyla, ölüm tehdidi karşısında bulunan bir müslümana diliyle Allah'ı inkâr et­me kolaylığının tanınmış olması bir ruh­sattır. Bunun gibi oruç tutmak normal şartlarda bütün mükelleflere farz olan aslî bir hüküm olması bakımından bir azîmettir. Hasta ve yolculara, karşılaş­tıkları güçlük sebebiyle oruç tutmama kolaylığının tanınmış olması ise bir ruh­sattır. Bu bakımdan azîmet ve ruhsat, teklifî hükümler çerçevesinde mütalaa edilmektedir. Ruhsat bulunan hususlar­da insan azîmet veya ruhsata göre amel etmekte serbesttir. Fakat aslî hüküm olması bakımından kişinin azîmetie amel etmesi, meselâ Allah'ı inkâr etmeye zor­lanan kimsenin buna direnerek netice­de şehid olması veya yolcu ve hastala­rın güçlüklere rağmen oruç tutmaları daha faziletli bir iştir. Ancak bu son du­rumda yolcu veya hastanın hayatı tehli­keye girecekse ruhsatla amel etmesi va­cip, azîmetie amel etmesi ise haramdır. Açlıktan ölecek duruma gelen kimsenin domuz eti veya ölü hayvan eti yemesi de bunun gibidir. Bu durumda ruhsatın asıl hükmü olan muhayyerlik söz konu­su değildir. Azîmeti terkederek ruhsat­la amel etmek bir bakıma artık azîmet haline gelmiştir. Buna ruhsat denmesi de gerçek mânada olmayıp mecazîdir.

Bazı fıkıh âlimleri, normal şartların Allah tarafından aslî hükümlerin uygu­lanması için bir sebep olarak konuldu­ğu noktasından hareketle azîmeti vaz'î hükümlere dahil ederler. Onlara göre ruhsat da Allah'ın bir hükmü hafiflet­mek için belli bir vasfı sebep olarak koy­masından ibaret olup o da vaz'î bir hü­kümdür. Fıkıh âlimlerinden bir kısmının azîmet ve ruhsatı teklifi hükümlerden, diğerlerinin ise vaz'î hükümlerden say­maları esasla ilgili olmayıp tamamen şer'î hükümlere farklı yönlerden bak­malarından kaynaklanmaktadır. Nitekim bazı fıkıh âlimleri, karşılığında ruhsat bulunsun veya bulunmasın bütün aslî hükümlere azîmet derken diğer bir bö­lümü yalnız karşılığında ruhsat bulunan hükümlere bu adı vermektedirler.

BİBLİYOGRAFYA:

Serahsî, el-Uşûl, I, 117; Fahreddin er-Râzî, el-Mahşûl, Riyad 1980, I, 154; Âmidî, et-İhkâm, Kahire 1387/1968, i, 122; Abdülazîz el-Buhâ-rî, Keşfü'l-esrâr, İstanbul 1308, II, 298; Sübkî, Cem*u'l-ceoBmi*, 1, 123; Şâtıbî, el-Muuâfakât, I, 300; Emîr Bâdişâh, Teysîrü't-Tahrtr, Kahire 1350-51/1932. II, 228-229; Halim Sabit Şibay, "Azîmet", İA, II, 151. rrI

İSO Mustafa Baktır

AZÎMÎ


EbÛ Abdillâh Muhammed

b. Alî b. Muhammed el-Azîmî et-Tenûhî

(ö. 556/1160-61 [?])

Selçuklu tarihçisi.


483 (1090-91) yılında Halep'te doğdu. Araplar'ın Tenûh kabilesine mensuptur. Biyografi kitaplarında Azîmrnin hayatı hakkında pek fazla bilgi yoktur. Babası Ebü'l-Hasan Ali'nin "reis" lakabını kullan­dığına bakılırsa, Suriye'nin herhangi bir şehrinde reislik yapmış olduğu düşünü­lebilir. Çağdaşı ve yakın arkadaşı İbn Asâkir'in (ö. 571/'-1176] kayıtlarına göre Azîmî, Dımaşk'ta İbn Asâkir'le birlikte Fakih Nasrullah'tan hadis okumuştur. Daha sonra devrin meşhur Şafiî fakihi Abdülkerîmes-Sem'ânîtö. 562/1166) ile de görüşüp tanışmıştır. İbn Asâkir'in Azî­mî'den "muallim" olarak bahsetmesine bakılırsa onun bir medresede müder­rislik yapmış olduğu söylenebilir. Halep tarihçisi İbnü'l-Adîm de meşhur bir âlim ve şair olduğu için ondan "üstat" diye söz etmektedir. Bütün aile fertleriyle birlik­te genellikle Halep'te ikamet ettiği an­laşılan Azîmî, devrin ileri gelen ve bil­hassa Haçlılar'a karşı başarılı mücade­lelerde bulunan İlgazi, Aksungur el-Por-sukî, Seyfeddin Savar gibi Selçuklu emir­leri için methiyeler kaleme almıştır.

Eserleri. 1. Târîhu'l- cAzîmî. Bugün el­de mevcut olan yegâne eseridir. Musul Atabegleri Hükümdarı İmâdüddin Zengî adına telif edilmiştir. Eserde Hz. Âdem'­den başlanarak ele alınan konular hic­retten itibaren kronolojik bir sıra içinde anlatılmaktadır. Azîmî tarihini kaynak olarak kullanan müelliflerin yaptığı na­kil ve iktibaslardan, eserin Abbasî Hali­fesi rvluktefî-Liemrillâh devrinin sonuna (555/ 1 !60) kadar cereyan eden olayları ihtiva ettiği anlaşılmaktadır. Ancak mev­cut nüsha muhtasar olup S38 (1143-44) yılı olaylarıyla son bulmaktadır. Eserin geri kalan kısmı muhtemelen kaybol­muş veya müstensihin eline geçmemiş­tir. Müellif peygamberler tarihinden son­ra Hz. Muhammed'in nesebi, hayatı, isim ve sıfatları, lakap ve künyeleri hakkında bilgi vermiş ve bunların ayrı ayrı listele­rini kaydetmiştir. Ayrıca vahiy kâtipleri, amcaları, halaları, kızları ve zevcelerine dair bilgi vermiş, mucizelerinden ve ah­lâkından bahsetmiştir. Daha sonra Hu-lefâ-yi Râşidîn, Emevîler, Abbasîler, Fâ-tımîler ve Büveyhîler'in tarihleriyle. İs-

panya (Endülüs), Kuzey Afrika, Sicilya ve Anadolu'da vuku bulan Müslüman-Frenk mücadelelerini anlatmıştır. Bunlardan başka eserde Kararı anlılar, Gaznelİler ve kuruluşundan başlayarak Büyük Selçuk­lu, Kirman, Irak, Anadolu ve Suriye Sel­çuklu devletleri, Dânişmendliler, Ahlat-şahlar, Artuklular, Bönler ve Zengîler hakkında da bilgiler mevcuttur. Eserde Türk - Haçlı ve Bizans, Bizans - Peçenek ve Bulgar münasebetlerine dair diğer kaynaklarda bulunmayan orijinal kayıt-iar da yer almaktadır. Azîmfnin fayda­landığını belirttiği kaynaklar arasında Vâkıdî'nin Kitâbü'l-Meğâzî, İbn Kutey-be'nin el - Mac arif, Maarrî'nin Zâdü'l-müsâfir, Fergânî'nin Şıîatü't-târih, Hilâl es-Sâbrnin Kitâbü't-Tâcî, İbnü'1-Kalâ-nisî'nin Zeylü Târihi Dımaşk, Ebû Be­kir Sûirnin Kitâbü'l-Evrak adlı eserleri bulunmaktadır. Azîmrnin eserini kaynak olarak kullanan tarihçiler arasında İbnü'l-Esîr, İbn Hallikân, İbnü'l-Adîm, İbnü'l-Furât, İbn Dokmak ve Bedreddin el-Aynî zikredilebilir. Yegâne yazma nüshası Be­yazıt Devlet Kütüphanesi'nde (Merzifon-lu Kara Mustafa Paşa, nr. 398) bulunan bu eserin 45S-538 (1063-1144) yılları­na ait olayları ihtiva eden bölümü ilk de­fa Claude Cahen tarafından bazı notlar­la birlikte neşredilmiştir ("La Chronique Abregee d'Al-Azimî", JA, Juillet-Sep-tembre 1938, s. 354-448). Daha sonra Ali Sevim, 430-538 (1039-1144) yıllarına ait kısımları Türkçe tercümesiyle birlikte yayımlamıştır {Azimt Tarihi, Selçuklular­la İlgili Bölümler, Ankara 1988). İhsan Ab-bas ise Târihu'l-'Azîmî'den faydalanan müelliflerin eserlerinden tesbit ettiği ba­zı yıllara ait olayları ihtiva eden pasajla­rı neşretmiştir (Şezerât miri kütübin mef-küde fi't-târîh, Beyrut 1408/1988, s. 53-76). Z. eî-Muvaşşal *alel-caşli'l-Mevşıl. İbnü'l-Adîm Buğyetü't-taleb adlı eserin­de bugün elimizde mevcut olmayan bu eserden oldukça geniş nakillerde bulun­maktadır. Bu kayıtlardan anlaşıldığına göre eî-Muvaşşal Halep'e dair mufas­sal bir tarih ve biyografi kitabıdır. İb­nü'l-Adîm, Azîmrnin bu eserde yanlış ve çelişkili bilgiler verdiğini söyleyerek onu tenkit eder {Buğyetü't-taleb, s. 68-69, 82). eî-Muvaşşal'm Târîhu Haleb ile aynı eser olması da muhtemeldir. 3. Târîhu Haleb. Kâtib Çelebi Azîmî'nin bu eseri­nin ismini zikretmekle beraber hakkın­da bilgi vermez. 4. Kitâbü'ş-Semere. Za­manımıza intikal etmeyen bu eser hak­kında da bilgi bulunamamıştır. Fakat ta­rihe dair bir eser olduğunda şüphe yok-

tur. Azîmî'nin bunlar dışında Sîretü'1-Fe-renc ve Tezyif eaîâ Târihi'1-Kalânisî ad­lı eserleri olduğu da kaynaklarda belir­tilmektedir.

BİBLİYOGRAFYA:

Azimî Tarihi (Selçuklular Dönemiyle ilgili Bölümler: h.430-538) (trc, ve nşr. Ali Sevim), Ankara 1988, mütercimin girişi IX-XX1X; İbn Asâkir, Târîhu Dımaşk, TSMK, nr. 2887-A, XI, vr. 491"; İbnü'l-Adîm, Buğyetü't-taleb, s. 29-33, 49, 68-69, 82; Safedî. el-Vâft IV, 131; Keş-fü'z-zunûn, I, 298; Cl. Cahen, La Surie du riord a l'epoque des Croisades, Paris 1940, s. 42-43; a.mlf., "al-cAzîmî", El2 (İng.i, I, 823; Mük-rimin Halil [Yınanç], "On İkinci Asır Tarihçile­ri ve Muhammed b. Ali el-Azîmî", //. Türk Tarih Kongresi Zabıtları (1937), İstanbul 1943, s. 673-690; Brockelmann, GAL Suppi, I, 586; Ziriklî, el-A^lâm, VII, 165; Kehhâle. Mu'cemü'l-mü'eliifîn, XI, 42-43; Sami Danan, "The Ori-gin and Development of the Local Histories of Syria", Hîstorians of the Middle East (ed. B. Lewis - P. M. Holt), London 1962, s. 111 ; Ali Sevim, Selçuklular Tarihi, s. 145; a.mlf., "Azimî'nin el-Muvassal Adlı Kayıp Eserin­deki Selçuklularla İlgili Kayıtlar", TTK Belle­ten, XLVII/187 (1983), s. 843-868; İhsan Ab-bas, Şezerât min kütübin mefküde fi't-târîh, Beyrut 1408/1988, s. 51-76; Abbas el-Azzâvî, "Mü'errih Halebî ev el-cAzîınî ve târîhuh", MMİADm., XVlll/5-6 (1943), s. 199-209.



İMİ Ali

Sevim

AZİRİYYE

~l

(bk. NECEDAT).

J

AZÎZ

"1

Allah'ın isimlerinden (esmâ-İ hüsnâ") biri.




L J

Azîz, "dengi ve benzeri bulunmayacak derecede değerli ve şerefli olmak, güç­lü ve yenilmez olmak; güç, şiddet, üs­tünlük" mânalarına gelen izz veya iz­zet kökünden sıfat olup "değerli, şeref­li, güçlü ve daima üstün gelen" demek­tir.

Azîz "dengi ve benzeri bulunmayan" manasıyla tenzîhî,"güçlü ve daima galip olan" manasıyla da zâtı sıfatlar grubu­na girer. Nadiren "izzet ve kuvvet veren" (el-muiz) anlamında da kullanılır ki bu durumda fiilî sıfatlardan sayılır. "Zayıf ve güçsüz" mânasındaki zelilin karşı­tı olan azîz, Allah'ın kudret ve kuvveti­nin kadîm olduğunu ve yaratıklardaki gibi değişikliğe uğramadığını da ifade eder.

Azîz ile birlikte izzet de birçok âyet ve hadiste Allah Teâlâ'ya nisbet edilmiş­tir. Doksan kadar âyette geçen azîz dai­ma esmâ-i hüsnâdan hakîm, kavî, muk­tedir, rahîm. gafur gibi başka bir isimle beraber kullanılmıştır. Azîz İle bu isimler arasında birbirini teyit etme ve denge­leme münasebeti vardır. Azîz ismi alfm, hamîd ve rahîm isimleriyle birlikte laf-za-i celâl yerine doğrudan zât-ı ilâhiy-yenin adı olarak da kullanılmıştır (bk. el-En'âm 6/96; İbrahim 14/1; eş-Şuarâ 26/ 217). Bu husus ulûhiyyetin başlıca özel­liklerinden birinin izzet olduğunu gös­terir.

BİBLİYOGRAFYA:

İbnü'l-Esîr, en-Nihâye, "ciz" md.; Lİsânü'l-cArab, "'iz" md.; Tâcü't-*arûs, "ciz" md.; M. F. Abdülbâkl, el-Mu'cem, "cazîz" md.; Müsned, II, 72; Buhârî, "Eymân", 12; Müslim, "Zikr", 33; Halîmî. el-Minhâc, !, 195; Beyhakf, el-Esmâ* ue'ş-şıfât, Kahire 1358, s. 33-34; Gazzâlî. el-Makşadü'l-esnâ, Kahire 1328, s. 47-48; Fah-reddin er-Râzî, Leuâmi'u'l-beyyinât, s. 194-196; Suat Yıldırım, Kur'ân'da ülûhiyyet, İstan­bul 1987, s. 149-151. r—ı

\m Suat Yıldırım

AZIZ


Senedinin râui sayısı, başından sonuna kadar

her tabakada en az İki olan hadisler için

kullanılan terim.

J

Azîzi. "her tabakada daha az veya da­ha çok olmamak üzere râvi sayısı iki olan hadis" yahut "bir hocadan iki ya da üç kişinin rivayet ettiği hadis" şeklinde ta­rif edenler de vardır. Bu tür hadislere azîz adının verilmesi, ya bu çeşidin nâ­dir olmasından veya kelimenin lügat mâ­nalarının birinde "sonradan kuvvet ve değer kazanmak" mefhumunun da bu­lunması sebebiyle hadîsin bir senedinin diğeriyle kuvvet kazanmış olmasından dolayıdır. Hadisin sahih olması için azîz olması gerektiğini söyleyenler varsa da böyle bir şart âlimlerin çoğunluğu tara­fından gerekli görülmemiştir.



BİBLİYOGRAFYA:

İbnü's-Salâh. 'ülûmü'l-hadîş, s. 243; Süyû-tî, Tedi-îbü'r-râuT, II, 181; Sehâvî, Fethu'i-mu-ğîş, Kahire 1388/1968, III, 31; Ali el-Kârf. Muş-talahâtü ehli'l-eşer, İstanbul 1327, s. 32, 36, 47; Nûreddİn ltr, el-imâmü't-Tirmizî, Kahire 1390/1970, s. 129; Talât Koçyiğit, Hadis Istı­lahları, Ankara 1980, s. 55,

\âİ Abdullah Aydınlı 331

AZÎZ


Dinî görevlerini yerine getiren,

nefsini terbiye edip dinî hayatta

her türlü fedakârlığa katlanan ve

çeşitli kerametler gösterdiğine inanılan

kimselere kilise tarafından

verilen unvan.

L J

"Güçlü, değerli ve şerefli" anlamındaki izz veya izzet kökünden sıfat olan azîz, Türkçe'de Batı dillerindeki saint kelime­sinin karşılığı olarak "Allah nezdinde de­ğerli, Allah dostu" mânasında kullanıl­mıştır. Arapça karşılığı kıddîstir. Batı dil­lerinde aslı Latince sanctus olan saint kelimesi, İbrânîce'de ise qâdoş kelime­si kullanılmaktadır. Bu kelimenin "ayır­mak, ayrı bir yere koymak" anlamına ge­len qâd kökünden türediği veya Âsur di­linde "parlak, temiz" mânasına olan qud-duşudan geldiği ileri sürülmüştür. Ahd-i Atîk'in Yunanca tercümesinde bu keli­menin karşılığı olarak "ayrıimış, diğer­leri arasından seçilmiş" anlamını taşıyan hagios kullanılmıştır.



Azîz kavramı Ahd-i Atîk'te Tanrı (I, Samuel, 6/20; Hoşea, 11/9; İşaya, 6/3) ve İsrâiloğulları (Çıkış, 19/5; Tesniye, 7/ 6) için kullanıldığı gibi Kudüs, Sînâ dağı gibi bazı yerler için de kullanılmıştır (işa­ya, 27/13, 52/1], İsrail kavmine lider olarak seçilmiş kimseler, Levililer ve ha­hamlar da bu sıfatla nitelendirilmiştir (Çıkış, 19/14; Yeşu, 7/13). Ahd-i Cedîd'de de Tanrı için kullanılan bu terim (Yuhan-na, 17/11), daha çok Hz. îsâ ve Rûhul-kudüs'e nisbet edilmiştir (Markos, 1/24; Luka, 1/35; Matta, 1/18). Melekler, pey­gamberler ve havariler de azîz kabul edilmiştir (Luka, 9/26; Resullerin İşleri, 3/21; Efesoslular'a Mektup, 3/5). Azfz Hıristiyanlığın ilk devirlerinde bütün hı-ristiyanlar için kullanılırken (Resullerin İşleri, 9/13) sonraları, özellikle kiliseye bağlı olarak yaşayan ve bu uğurda can­larını feda edenlere (martyr) verilen bir unvan olmuştur. 155'te öldürülen İzmir (Smyrne) piskoposu Polikarpos, bu şekil­de azîz ilân edilen ilk kişidir. Daha son­ra aziz kategorisine, imanları uğruna bü­yük işkencelere mâruz kalan, ancak ölü­me mahkûm edilmeyen kişiler de (con-fessore) katılmış, Ortaçağ'da büyük kral ve prensler de azîz ilân edilmiştir. İlk azîzler defteri (martyrologe) 332'de Ro­ma kilisesi tarafından tutulmuş, buraya yazılanlar faziletlerine göre sınıflandı­rılmıştır. Bunların başında bakire Mer-

332


yem, sonra havariler, İncil yazarları ve diğerleri gelmektedir.

Azîz unvanı verme yetkisi önceleri ma­hallî kilise yetkililerine ait iken 1234'ten itibaren bu yetki sadece papalara tanın­mıştır. Azîz unvanının verilmesi ve azîz-lere gösterilecek tazimle ilgili kurallar 1588 yılında Papa V. Sixte ve 1634 yılın­da Papa VIII. Urbain tarafından konul­muş, Papa XIV. Benoit (ö. 1758) bunlara yeni hükümler ilâve etmiştir. Bu husus­taki en son değişiklik ve düzenlemeler. Papa II. Joannes Paulus tarafından 25 Ocak 1983'te ilân edilmiştir.

Azîz unvanına hak kazanacak kişinin hayat ve eserleri etraflı bir şekilde araş­tırılmakta, hıristiyan inancına ve gele­neklerine aykırı bir durum yoksa kera­metleri incelenmekte ve o kişi papa ta­rafından azîz ilân edilmektedir. Azîzlere yapılan tazim, kiliselere resim ve hey­kellerinin konulması, âyinlerde isimleri­nin zikredilmesi, kendilerinden şefaat ve yardım dilenmesi suretiyle gösterilir, Azîzler ölüm yıl dönümlerinde anılırlar; ayrıca 1 Kasım günü bütün azîzler için azîzler günü (toussaint) olarak kutlan­maktadır. Ortodokslar da Katolikler gibi azîzliği kabul ederler; Protestanlar ise azîzliği kabul etmekle beraber ibadet derecesine vardırılan aşın tazimi red­detmektedirler.

Hıristiyanlık'taki azîz inancı İslâmiyet'­teki velî anlayışına yakındır. "Dost ve yardımcı" mânasına gelen velî Kur'an'da Allah'a ve Resûlü'ne nisbet edilmiştir (bk. el-Mâide 5/55). Ayrıca takva sahibi mü­minlerin Allah'ın velîleri (evliyâullah) ol­dukları ifade edilmiş ve gerek dünyada gerekse âhirette korku ve üzüntüye düş­meyecekleri zikredilmiştir (bk. Yûnus 10/ 62-64). Müslüman âlimlerin büyük ço­ğunluğuna göre Allah nezdinde velî mer­tebesine ulaşanların insanlar tarafından tesbit edilmesi mümkün değildir. Bun­dan dolayı Müslümanlıkta velî unvanını verecek herhangi bir makam yoktur ve hürmetle anılan kişilerin gerçek dinî mertebesini bilmek mümkün değildir. Ancak din uğrunda verdikleri hizmetler ve bıraktıkları tesirler sebebiyle hakla­rında müslümanlar tarafından hüsnü-zan beslenmiş ve velî olarak anılmışlar­dır. Esasen İslâmiyet'te Allah'tan baş­ka bir kimseye ibadet etmek, hatta ona ibadeti andıran aşırı tazim ve hürmet göstermek caiz olmadığından, velîle­re gösterilmesi gereken tazimle ilgili herhangi bir esas da tesbit edilmemiş­tir.

BİBLİYOGRAFYA:

A. Schimmel, Dinler Tarihine Giriş, Ankara 1955, s. 221-222; Code de Droit Canoniçue (trc. jean Passicos v.dğr.l, Paris 1984, s. 304-310; A. Michel. "Saintete", DTC, XIV, 842-870; P. SejOLjme. "Saints (culte des)", a.e., XIV, 870-978; Pike E. Royston - Serge Hutin, DR, s. 277; G. W. H. Lampe, "Saint", IDB, IV, 164-165; H. Gross - J. Grotz, "Saintete", EF, IV, 157-165; B. KÖtting, "Saints (culte des]", a.e., IV, 165-175; "Saint", EBr., XIX, 886-888; Thurston H., "Saints and Martyrs", ERE, XI, 51 -59.

lifti Ömer Faruk Harman

1

AZİZ AHMED



(1913-1978) Pakistanlı tarihçi ve romancı.

11 Kasım 1913'te Haydarâbâd'da doğ­du. İlk öğrenimini burada tamamladı, 1934'te Osmaniye Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'nden, 1938'de de Londra Üni-versitesi'nin İngiliz Edebiyatı Bölümü'n-den mezun oldu. Doktorasını da 1972 yı­lında bu üniversitede tamamladı. 1938'-de Osmaniye Üniversitesi'nde İngiliz dili öğretim görevlisi olarak başladığı eği­tim hizmetine on yıldan fazla bir süre devam etti. 1947'de Haydarâbâd'ın ba­ğımsız prenslik statüsünü kaybederek Hint egemenliği altına girmesi üzerine 1949'da Pakistan'a gitti ve orada Pakis­tan tarih ve kültürünün yurt dışında ta­nıtılması işini yürütmek üzere yayıncılık yaptı ve bir süre de Pakistan radyosun­da çalıştı.

Urduca kaleme aldığı en tanınmış ro­manları arasında Havas (1934), Gurîz (1945), Âg (1947), Eysî Bülendî Eysî Pes-tî(1948; bu eser Ralph Russell tarafından The Shore and the Ware adıyla İngilizce'ye tercüme edilmiştir, London 1971) ve Şeb­nem (1950) sayılabilir. Bu romanların sağ­ladığı şöhret sayesinde 1957'de Urdu di­li ve Hint Müslümanlığı hakkında ders vermek üzere Londra Üniversitesi'nde School of Oriental and African Studies'e davet edildi. Burada beş yıl çalıştıktan sonra 1962'de ölümüne kadar çalışaca­ğı Toronto Üniversitesi İslâm Araştırma­ları Kürsüsü'ne geçti.

Aziz Ahmed'in en önemli tarihî çalış­ması olan Islamic Culture in the îndian Environment'i (Oxford 1964), Islamic Mo-dernism in İndia (Oxford 1967) ve An înteîlectual History of islam İn India (Edinburg 1969) adlı eserler takip etti. İs­lâm tarihiyle ilgili diğer çalışmaları ise şunlardır: Müslim Selî-Statement in İn-

dia and Pakistan: 1857-1968 (G. E. von Grıınebaum ile birlikte, Wiesbaden 1970); Religion and Society in Pakistan (Con-tributions to Asian Studies'in II. cildi ola­rak, Leiden 1971); History of Islamic Si-cily (Edinburg 1975). Bu eser Emîn Tev-fik et-Tîbî tarafından Tânhu'ş-Şıkilliy-yeti'l-îslâmiyye adıyla Arapça'ya tercü­me edilmiştir (Trablus 1399/1980). Ya­zarın kitap halindeki bu çalışmalarından başka çeşitli ilmî dergilerde yayımlanan altmıştan fazla makalesi ve elli civarın­da tenkidi de bulunmaktadır.

Aziz Ahmed Batılı ilmî ölçülerle tarihî tenkit mantığını kullanarak Hint-İslâm medeniyetini ve onun İslâm düşüncesi­ne katkısını tenkitçi bir gözle inceleme­ye çalışan müslüman âlimlerden biridir. 0, Güney Asya İslâm hayat ve kültürü­nü inceleyen XX. yüzyıl tarihçileri arasın­da kendisine seçkin bir yer kazandıran dikkat ve ehliyetiyle ve daha çok bir ta­rihçi gözüyle başlangıcından günümüze kadar Hint - Pakistan bölgesinde İslâm medeniyetinin karşı karşıya kaldığı me­seleleri gözden geçirmiştir.

Aziz Ahmed İslâmî anlayışı itibariyle bir reformcudur. Bu hususta bir yandan şair İkbal'den, öte yandan da Batılı or­yantalistlerin İslâm üzerine yaptıkları in­celemelerden etkilenmiştir. İslâm toplu­munun değişmesi ve ilerlemesiyle ilgili düşünceleri, tarihî araştırmalarında ol­duğu kadar Gurîz ve Eysî Bülendî Ey-sî Pesti gibi romanlarında da yoğun bir şekilde yer almaktadır.

Romanları kendi ülkesindeki çeşitli çev­relerde oldukça sert eleştirilere uğramış­tır. Bunun sebeplerinden biri, onu ve çev­resini yakından tanıyanların romanların-daki kahramanlarda kimliklerini kolay­ca tesbit edebilecekleri kadın ve erkek birtakım kişilerin özel hayatlarını tasvir eden üstü kapalı müstehcen ifadelere yer vermesi olduğu kadar, sol fikirlere olan meylidir. İkbal hakkında yazdığı Iq-bâl Ek Nei Teşkil (Haydarâbâd 1947) ad­lı eserinde de İkbal'in düşüncesinde sos­yalist unsurlar bulmaya çalışmıştır. Ayrı­ca Batılı yahudi ve hıristîyan oryantalist­lerle kurduğu yakın münasebetler dü­şünce ve eserlerinde silinmez bir iz bı­rakmıştır. Birçok modernist gibi o da kendince yorumladığı bir tür serbest ic-tihad metodunun kullanılması suretiyle İslâm'da reforma gidilmesi taraftarıdır. Zira ona göre İslâm bu şekilde kendisi­ni modern dünyaya adapte etme imkâ­nına kavuşacaktır. Aziz Ahmed, İslâmî reformasyonun, Batı'nın da bu konuda

muhtemel fiilî yardımını umarak kendi içinden kaynaklanacağını iddia etmek­tedir.

BİBLİYOGRAFYA:

Ralph Russell, "Aziz Ahmad, South Asia, is­lam and Urdu" (nşr. Milton Israel — N. K. Wag-le|, Isiamic Society and Cuiture: Essays in Ho-nour of Professor Aziz Ahmad, Manohar-Delhi 1983, s. 59-68; a.e, "Preface", "Introduction", "Aziz Ahmad: Puplications in Western Lan-guage", s. 375-383; A. S. Bazmee Ansari. "Obi-hıary, Professor Aziz Ahmad", Hl, H/2 (1979), s. 117. r—I

m M. Manazır Ahsan

AZİZ ALİ EFENDİ

(ö. 1213/1798)

Devlet adamı, şair ve mutasavvıf.

Girit deftardarı Tahmisçi Mehmed Efendi'nin oğludur. Girifin Kandiye kasa­basında doğdu. Öldüğü zaman kırk do­kuz yaşında olduğu bilindiğinden, muh­temelen 1749 veya 1750 yılında doğduğu söylenebilir. Babasından kalan külliyet­li miktardaki nakit ve emlâki sefahat âlemlerinde bitirdikten sonra İstanbul'a gitti. Bir müddet sonra Hassa silâhşoru oldu. Devlet kademesinde yüksek dere­celi memuriyetlerden olan hâcegân-ı Dî-vân-ı Hümâyun arasına katıldı. İntisap ettiği Giritli Yûsuf Ağa'nın delaletiyle Sa­kız mutasarrıflığında vergi muhassılliğı yaptı. O yıllarda "Dağlı eşkıyası" elinden kurtarılmış olan Belgrad'da iki yıl süre ile emlâk satış memuriyetinde bulundu. 1796'da ilk daimî elçi sıfatı ve fevkalâ-

de murahhas orta elçi unvanıyla Prusya hükümeti nezdine gönderildi. Bu görev­le 4 Haziran 1797 tarihinden ölümüne kadar Berlin'de, Padişah III. Selim adına Osmanlı Devleti'ni temsil etti. 19 Cemâ-ziyelevvel 1213'te (29 Ekim 1798) Berlin'­de öldü ve orada defnedildi. Kabri daha sonra ilk defnedildiği yerden alınarak 1866 yılında kurulan ve bilâhare Berlin Türk Şehitliği adını alan mezarlığa nak­ledildi.

Eserlerinden edinilen intihalara göre, sefahatle geçen gençlik yıllarından son­ra bir şeyhin delaletiyle ıslâh-ı nefs eden Aziz Ali Efendi'nin memuriyet hayatın­da devlete sadakat ve hizmetle şöhret yaptığı nakledilmektedir. Osmanlı Mü­ellifleri ve Sicill-i Osmâni'öe, hemen hemen ortak bir ifade ile, "âlim, hakîm ve siyâsî" bir zat olduğu kaydedilmiş­tir. Hayatı hakkında çok sınırlı bilgi bu­lunan Aziz Efendi, manzum ve mensur eserlerinde zaman zaman hayat hikâye­si ve mizacı hakkında da birtakım ipuç­ları verir. Bunlardan onun Hurufîliğe meyyal, gizli ilimlere merakiı, Alevî-Bek-taşîmeşrep ve rind tabiatlı bir mistik ol­duğu intibaı edinilmektedir. Nitekim Vâ-ridât adlı kitabında, hangi tarikattan ol­duğunu belirtmediği Abanalı Kerim İb­rahim Efendi adında bir şeyhe intisabı olduğundan bahsetmektedir.

Şiirlerinde Aziz mahlasını kullanan Aziz Efendi'nin Farsça'yı çok iyi bildiği ve hafızasında Farsça 40.000 beyit bu­lunduğu nakledilmektedir. Bu rivayetin doğruluğu hakkında kesin bir bilgi yok­sa da küçük divanındaki Türkçe şiirlerle beraber Farsça olanlarının da bu dilin inceliklerine ve zevkine varmış birinin kaleminden çıktığı anlaşılmaktadır.

Eserleri. 1. Muhayyelât Eser çok şöh­ret yapmış ve zamanında aranıp okun-



333

muştur. Muhayyeîât-ı Aziz Efendi adıy­la 1268-1290 (1852-1873) yılları arasın­da beş defa basılması bu ilgiyi gösterir. Bu yüzden müellif diğer eserlerinden, hatta elçiliğinden çok Muhayyelât sa­hibi Aziz Efendi olarak tanınmıştır. Mu­hayyelât, yazarın "Hayâl" adını verdiği üç büyük hikâyeden meydana gelir. 1. Hayâi'de Asıl ve Nesil adlı iki şehzadenin olağan üstü mahlûklar arasında başla­rından geçen olaylar, 2. Hayâi'de Lebib adlı bir bezirganın oğlu olan Cevad'ın hi­kâyesi anlatılır. 3. Hayâl ise daha çok Şeyh İzzeddin adlı büyük bir mutasavvı­fın çevresinde geçer. Hikâyeler değişik zaman ve mekânlarda geçmekle beraber büyük ölçüde XVIII. yüzyıl İstanbul'un­dan ve saray hayatından izler taşımak­tadır. Eser Mu/ıayyeidt-; Aziz Efendi adıyla Ahmet Kabaklı tarafından sade­leştirilerek yeni harflerle de yayımlan­mıştır (İstanbul 1973). Ayrıca 2. Hayâl, İngiliz müsteşriki E. J. W. Gibb tarafın­dan İngilizce'ye çevrilmiştir (1884). İlk de­fa müellifin ölümünden elli dört yıl sonra basılabilen Muhayyelât'm baş tarafına İlâve edilen notta, Aziz Efendi'nin tasav­vuf! ve hikemî ilimlerde mahir ve her fende zor sorular sormaya, ikna edici cevaplar vermeye muktedir olduğu be­lirtilmiş; büyük Avrupa filozoflarından birkaçının kâinatın ve seyyarelerin dev­ri, elemanların seleksiyonu gibi konular­da sordukları sorulara verdiği hikmetli cevaplan ihtiva eden bir risalesinin ol­duğu kaydedilmişse de böyle bir eseri bulunamamıştır. Ancak Prusya Devlet Kitaplığı Türkçe Yazmaları arasında bu­lunan bir mektup külliyatı, bu sual ve cevapların filozoflarla değil, bir ara Prus-

ya'nın İstanbul elçiliği görevinde bulun­muş olan şarkiyatçı Friedrich von Diez'le mektuplaşmalar olduğunu, Aziz Ali Efen­di'nin devrin pozitif ve felsefî bilgilerin­den pek de haberdar olmadığını ortaya koymuştur. Aziz Efendi Doğu dilleri dı­şında Rumca ve biraz da Almanca öğ­renmiştir. Son yıllarda Berlin'de Prusya Devlet Kütüphanesi Şark Yazmaları Bö-lümü'nde, Aziz Efendi'ye ait Risâle-i Gi-rîdî adını taşıyan on beş varaklık bir yaz­ma bulunmuştur. Okunamayacak kadar yıpranmış olan bu yazmanın padişaha takdim edilen bir muhtıra olduğu tah­min edilmiştir. 2. Vâridût. Tasavvufla il­gili ve Varidat-1 İlâhiyye adıyla da anı­lan bu eser değişik tecellîler altında söy­lenen ve anlaşılmaz gibi görünen bazı tasavvuff söz ve kavramların mahiyetini "Varide" başlıklı küçük bölümlerde izah etmektedir. Yazma bir nüshası Marma­ra Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Kütüp-hanesi'ndedir (Üsküdarlı, nr. 169). H. Ah-med Schmiede eseri Almanca'ya tercü­me ederek nesretmiştir: Ali Aziz Efendi aus Kreto Intuitionen des Herzens (İs­tanbul 1990). 3. Divan. Çoğu tasavvuf­la ilgili şiirlerinden meydana gelen kü­çük bir yazma divandır. Şimdi Süleymani-ye Kütüphanesi'nde bulunan (Haşim Pa­şa, nr. 6/5) ve Şeyhülislam Ahmed Muh­tar Molla Bey'in oğlu Ali Haydar eliyle 13O2'de rik'a hattıyla istinsah edilmiş bir nüshasında bir tevhid, bir na't ve otuz bir gazel mevcuttur. Yazmanın deva­mında "Varidat" m bir nüshası da yer al­maktadır. Ayrıca 1873'te Sandık dergi­sinde neşredilen (nr. 2, 3] "Gülşen-i Sıh­hat" adlı uzun bir manzumesi vardır (ba­zı mektupları, makale ve yazıları için bk. Schmiede, s. 13).

Ayrıca H. Ahmed Schmiede Berlin'e gelirken uğradığı Breslau şehrinde F. G. Enler tarafından bakır üzerine kazıma tekniğiyle çizilmiş ve sonradan renklen­dirilmiş bir resmini bularak nesretmiş­tir.

BİBLİYOGRAFYA:

SİCill-i Osmânî, III, 468; Osmanlı Müellifle­ri, I, 104; İbnülemin, Son Asır Türk Şairleri, I, 23-24; Ergun, Türk Şairleri, II, 620-622; M. Ni­hat Ozon, Türkçede Roman, İstanbul 1936, s. 92-96; Ercüment Kuran, Avrupa'da Osmanlı İkamet Elçiliklerinin Kuruluşu ue ilk Elçilerin Sii/a^î Faaliyetleri 1793-182], Ankara 1968, s. 41-42; a.mlf., "Osmanlı Daimî Elçisi Ali Aziz Efendi'nin Alman Şarkiyatçısı Friedrich von Diez üe Berlin'de İlmî ve Felsefî Muhabe-râtj 1797", TTK Belleten, XXVII/105 (1963), s. 45-53; Özeğe. Kadüog, III, 1199; Eyüp Sağe-sen, "Aziz Ali Etendi. Divançesi" (mezuniyet tezi, 19721, İÜ Ed.Fak., Türkiyat Araştırma Mer­kezi, nr. 1409; Ahmed Schmiede, Osmanlı ue Prusya Kaynaklarına Göre Giritli Ali Aziz Efen­di'nin Berlin Sefareti, İstanbul 1990; a.mlf., "Ali Aziz Efendi", Türk Edebiyatı Dergisi, nr. 153, İstanbul 1986, s. 57 vd.; nr. 154, s. 64 vd.; A. Tietze, "'Azız Eıendi's Muhayyelât", Oriens, I, Leiden 1948, s. 248-329; a.mlf., "'Ali cAzîz, Giridlî", El2 (ing.), I, 391 ; Hayâl Zülfi-kar, "Giridli Ali Aziz Efendi'nin Türk Yeni­leşme Tarihi İçindeki Yeri", TKA, XXII/l-2 (1984(, s. 110-121; Saim Sakaoğlu. "Muhay-yelat-ı Aziz Efendi", Türk Edebiyatı Dergi­si, nr. 27 (1977), s. 31 vd.; M. Cavid Baysun -Ahmed Hamdı Tanpınar. "Aziz Efendi", İA, II, 154-156; Ahmet Kabaklı. "Aziz Ali Efendi", TDEA, I, 264-266; a.mlf., "Muhayyelât", a.e., VI, 424-426. r~\

ttl M. Orhan Okay

AZİZ DEDE

(ö. 1905) Neyzen ve bestekâr.

İstanbul'da Üsküdar Doğancılar'da doğ­du. Ailesi ve ilk öğrenimi hakkında her­hangi bir bilgi yoktur. Küçük yaşta git­tiği Mısır'da Kahire Mevlevîhânesi'ne de­vam etmeye başladı. Burada Sivaslı tak­ma adı ile bilinen bir şeyhten ney ve mû­siki dersleri aldı. Daha sonra Maliye Ne-zâreti'nde görevli olan babasının tayini dolayısıyla Gelibolu'ya gitti. Oradaki rüş-diye öğreniminin ardından Ağazâde Mev-levîhânesi'nde şeyh vekili Ali Dede'nin meşihatı zamanında çile*ye girdi. İyi bir tarikat bilgisi ve terbiyesi yanında mû­sikide de kendisini yetiştirdi. Hüsâmed-din Dede'nin şeyhliği sırasında çilesini tamamlayarak "dede" oldu. Bir müddet sonra şeyh Mehmed Atâullah Efendi'nin daveti üzerine Galata Mevlevlhânesi ney-zenbaşılığı görevi ile İstanbul'a geldi. Son­raları Üsküdar ve Bahariye mevlevîhâ-

neleri neyzenbaşılığı da kendisine veril­di. Bu arada Prens Abdülhalim Paşa'dan yakın ilgi ve himaye gördü. Üç mevlevî-hânedeki vazifesini ölümüne kadar sür­düren Aziz Dede, hayatının son yılların­da zamanını Üsküdar Ahmediye semtin­de açtığı bir attar dükkânında geçirmiş­tir. 30 Zilhicce 1322 (7 Mart 1905) günü yetmiş yaşlarında vefat etti ve Üsküdar Mevlevîhânesi bahçesine gömüldü. Ve­fatı üzerine çıkan bir gazete haberinde Aziz Dede'nin aynı zamanda Yenikapı ve Kasımpaşa mevlevîhâneleri neyzenbaşı-lığına da devam ettiği bildirilmektedir.

Gelibolu'daki öğrenimi sırasında mek­teple fazla ilgilenmeyip sürekli mevle-vîhânedeki dedeleri dinlemek suretiyle neye karşı ilgisi gittikçe artan Aziz Dede İstanbul'a gelince bilhassa neyzen Üs­küdarlı Salim Bey'den istifade etmiştir. Adı ve şöhreti giderek yayılmaya baş­lamış ve bir müddet sonra da devrin önemli neyzenleri arasında yer almayı başarmıştır. Bu arada birçok talebe ye-

tiştirmiş, ayrıca besteleriyle de haklı bir şöhret kazanmıştır. Eserlerinden ancak bir peşrev ve dört saz semaisi -Öztuna'-ya göre altı saz semaisi- günümüze ula­şabilmiştir. Bunlardan uşşak saz sema­isi çok rağbet görmüştür. Yetiştirdiği talebeler arasında ise neyzen Mehmed Emin Yazıcı (ö. 1945) ile Ziya Santur (ö. 1952) en tanınmışlarıdır.

BİBLİYOGRAFYA:

"İrtihâl", Sabah, nr. 5529, İstanbul 1 Muhar­rem 1323/8 Mart 1905; Hüseyin Vassâf. Sefi­ne, V, 233; Ergun, Antoloji, II, 505-507, 668, 669; Ezgi. Türk Musikisi, V, 460-461; İbnüle-min, Hoş Sadâ, s. 93-96; Kip. TSM Saz Eserle­ri, s. 20, 58, 65, 72, 73; Mehmet Nazmi Özalp, Türk Musikisi Tarihi, [Ankara] 1986, i, 274-275; Vecdi Seyhun, "Azîz Dede", TMD, 111/32 (1950), s. 2-3, 21; Hayri YenigOn, "XIX. Asrın Bestekâr Neyzenleri", İleri Musiki Mecmuası, sy. 236, İstanbul 1968, s. 5-6; Öztuna, TMA, I, 90; R. Ekrem Koçu. "Aziz Dede Efendi (Ney­zen)", isLA, III, 1702-1705. ı—ı

İH Nuri Özcan

AZİZ EFENDİ (bk. BEKKİNE, Abdülaziz).

AZİZ EFENDİ, Hekimbaşı

(bk. ABDÜLAZİZ EFENDİ, Hekimbaşı).

L J


AZİZ EFENDİ, Medenî

(1842-1895]

Türk mûsikisi besteci ve icracısı.

L J


Medine'de doğdu. Bu sebeple Medenî lakabı ile şöhret bulmuştur. Abdullah Cafer adlı bir imamın oğludur. Dokuz yaşlarında babasıyla birlikte İstanbul'a geldi, Feriye Sarayı'nda Sultan Abdülme-cid'in kızı Fatma Sultan'ın himayesine girdi. Burada baş haremağası Anber Ağa tarafından evlât edinilen Aziz Efendi onun terbiyesi altında yetişti. On bir yaş­larında babası ile Şam'a gittiği, iki yıl sonra babasının orada ölümü üzerine tekrar İstanbul'a geldiği de söylenmek­tedir. Bu arada hıfzını tamamlayarak mûsiki öğrenimine ve daha sonra meş­kine başladı. 1859'da Fatma Sultan'ın ko­cası Müşir Nuri Paşa'nın konağına imam tayin edildi.

Tabii bir ses güzelliğine de sahip bu­lunan Aziz Efendi, Padişah Abdülaziz'in tesadüfen kendisini dinleyip dikkatini çekmesi üzerine yirmi yaşlarında iken "ikinci hünkâr imamı" göreviyle saraya alındı. Fakat altı ay sonra kendi arzusuy­la bu görevden ayrıldı. 1863'te evlendi,

bu arada tütün gümrüğünde çalışma­ya, bazı yalı ve konaklarda mûsiki ders­leri vermeye başladı. Bir müddet sonra Şeyhülislâm Hayrullah Efendi'nin dela­letiyle "Mahreç Mevleviyeti" pâyesiyle il­miye sınıfına geçti. Kısa bir süre sonra tekrar gümrükteki görevine döndü. "Mı­sır Mevleviyeti" pâyesiyle ikinci defa il­miye sınıfına geçmesi Sultan II. Abdül-hamid'in şeyhülislâmlarından Mehmed Cemâleddin Efendi zamanına rastlamak­tadır. 1876'da OrtakÖy'deki evinin yan­ması üzerine Beşiktaş'a, iki yıl sonra da Bebek'e taşındı.

Aziz Efendi memuriyet hayatının ikin­ci yarısını maarif alanında geçirmiştir. İlk görevi 1881'de gündüzlü Kız Sanayi Mektebi müdürlüğüdür. İki yıl sonra ay­nı okulun yatılı kısmı müdüriüğü de ona verildi. Münif Paşa'nın Maarif nazırlığı zamanında Dilsizler ve Âmâlar Mektebi mûsiki muallimliğine (1889], daha sonra kız rüşdiyeleri müfettişliğine tayin edil­di. Hayatının son yıllarında 3 ve 4. dere­ceden Osmânî nişanlan ile taltif edilen Aziz Efendi'ye ayrıca sırasıyla Sela­nik (1886) ve Edirne (1894] Mevleviyeti payeleri de verildi. 189S'te Bebek'teki evinde vefat etti, Eyüp'te Çürüklük Me-zarlığı'na gömüldü.

Aldığı görevlerle ilmiye sınıfının ileri gelenleri arasında yer aldığı anlaşılan Aziz Efendi asıl şöhretini mûsiki saha­sında yapmış, bu alanda hocalığı, bes­teciliği ve icracılığı ile zamanın önemli musikişinasları arasında yer almıştır. Mû­sikide ilk hocası ünlü devlet adamı, hat­tat ve bestekâr Kazasker Mustafa İzzet Efendi olmuş, bestekâr Suyolcu Latif Ağa'dan da ayrıca faydalanmıştır. Bildi­ğini öğretmek hususundaki gayret ve ti­tizliği mûsiki çevrelerince daima takdirle anılmıştır. Yetiştirdiği talebeler arasın­da Âma Nâzım, Leylâ Hanım (Leylâ Saz; ve Suphi Ezgi en meşhurlarıdır. Bestele­diği dinî ve din dışı eserlerle bestekâr-lıktaki kudretini ortaya koyan Aziz Efen­di'nin kâr, beste, semai ve İlâhi formla-

335
rında eserleri olduğu söylenmekteyse de zamanımıza bunlardan ancak bir beste ile kırk üç şarkısı ulaşabilmiştir. Hanen­deliğinin yanı sıra ayrıca ud, tanbur, lav­ta ve piyano çaldığı da bilinmektedir.

BİBLİYOGRAFYA:

Ezgi. Türk Musikisi, I, 3-6; II, 111; V, 434-435; Ergun, Antoloji, II, 402; İbnülemin, Hoş Sadâ, s. 88-92; Leylâ Saz, Haremin İçyüzü, İs­tanbul 1974, s. 86-87; Kip. TSM Sözlü Eserler, s. 19, 27, 31, 55, 78, 81, 85, 91, 95, 98, 103, 108, 115, 118, 125, 154, 165, 191, 206, 255, 256, 276; Ahmed Midhat Efendi, "Üstâd Aziz Efendi", SF, 111/252 (1311], s. 274-275; Ruşen Ferit Kam, "Medenî Aziz Efendi", Radyo Mec­muası, 11/16, Ankara 1943, s, 5; Z. L. "Medenî Aziz Efendi", TMD, 11/14 (1948), s. 7; İsmail Fennî Ertuğrul, "İsmail Fennî", İslâm-Türk An­siklopedisi Mecmuası, II, nr. 83, s. 14-15; R. Ekrem Koçu, "Aziz Efendi (Medenî]", İstA, III, 1710-1713; Öztuna, TMA, 1,90-91.

Kİ Nuri Özcan

AZİZ EFENDİ, Rifâî

(1872-1934)

Meşhur Türk hattatı.

L ' J

Trabzon'un Maçka kazasında doğdu. Babası Rize eşrafından Molla Mehmed Abdülhamid Efendi, annesi Esma Ha-nım'dır. Ailesi 93 Harbi sırasında İstan­bul'a gitti. Babası önce Akpınar, daha sonra Kâğıthane köyü camiinde imam­lık yaptı.



Aziz Efendi ilk tahsilini Eyüp'te Şah Sultan İbtidâî Mektebi'nde tamamladı. Sıbyan mektebi sıralarında güzel yazıya

olan merak ve kabiliyeti dolayısıyla Fili­beli Arif Efendi'den sülüs ve nesih yazı­larını öğrenmeye başladı. Yazıdaki başa­rısı ile kısa zamanda hocasının sevgi ve takdirini kazandı. Yazı tahsilini tamam­layıncaya kadar Nuruosmaniye'deki hat mektebine devam etti. 1896'da hocası Arif Efendi ile Reîsülhattâtîn Muhsin-zâde Abdullah Hamdi Bey'den sülüs ve nesih yazılarında icazet aidi; daha ön­ce Karinâbâdlı Hasan Hüsnü Efendi'den ta'lik yazısını meşkederek 1894'te on­dan da icazet almıştı. Zamanın celî üs­tadı Sami Efendi'nin Horhor'daki evinde yapılan sanat sohbetlerine devam ede­rek celî-sülüs, celî-ta'lik yazılarının ince­liklerini öğrendi. Kabiliyetinin yanında di­siplinli bir hat Öğrenimi de gören Aziz Efendi, Şevki Efendi yolunda yazıya ken­dine has bir şive katarak sanat saha­sında şahsiyetini ortaya koydu. Emsali arasında "serîülkalem" namıyla şöhret buldu. Divanî, reyhânî, muhakkak, tev­kiî, ta'lik, rikâ' ve rik'a yazılarını bütün incelikleriyle bilir ve yazardı. Revnakoğ-lu, "Aziz Efendi rik'a yazar gibi süratle sülüs, nesih ve ta'lik yazardı. İstanbul'da en çok yazısı görülen bir zattı" diyor. Bil­hassa celî-sülüs yazıların istif ve terki­binde son derece mahir olup çok güzel tuğra resmederdi. Eserlerine önceleri Abdülaziz Eyyübî ve Aziz, daha sonra ise Şeyh Mehmed Abdülaziz er-Rifâî şeklin­de imza koydu.

İlk memuriyete 1896'da Meclis-i İdâ-re-i Emvâl-i Eytâm Kitâbeti'nde başla­dı. 1903'te görevi Mektûbî-i Meşîhat-i Ulyâ Kalemi Ketebesi'ne nakledildi. Bu arada Şehrî Ahmed Efendi'nin dersle­rine devam ederek ilmiye icazetnamesi aldı (1904], ayrıca Özbekler Tekkesi Şey­hi Edhem Efendi'den ebru sanatını öğ­rendi. Bir müddet sonra yazısının güzel­liği ve ahlâkî olgunluğu sebebiyle Ma'rû-zât-ı Mühimme Kitâbeti'ne terfi etti ve kendisine gümüş liyakat madalyasıyla dördüncü dereceden Mecîdî nişanı veril-

di. Bu görevinin yanında Medresetü'l-kudâfta ve Mahmudiye Rüşdiyesi'nde yazı hocalığı yaptı, meşihat dairesi me­murlarına da ta'.lik dersi verdi. Bu sıra­da Ümmü Kenan Dergâhı Şeyhi Kenan Rifâî'ye intisap ederek 1910 yılında on­dan hilâfet* aldı.

1920'de Mısır Meliki i. Fuad kendi adı­na bir Kur'ân-ı Kerîm yazdırmak iste­yince ehil bir hattat seçmek üzere Mısır nakîbüleşrafı Muhammed Ali Biblâvî'yi hat üstatlarının merkezi İstanbul'a gön­derdi. Biblâvî önce Medresetü'l-hattâ-tîn'de Türk hattatiarıyla tanıştı ve yazı­larını inceledi. Tavsiye üzerine Bâb-ı Me-şîhafta Aziz Efendi'yi de ziyaret ederek eserlerini gördü. Bu inceleme ve araş­tırmaları sonunda Aziz Efendi'nin ara­dığı evsafta muktedir bir hattat oldu­ğuna karar verdi. Aziz Efendi 1922 yılın­da, Mısır hükümetinin isteği, Mısır ve İs­tanbul İngiliz işgal kuvvetleri yüksek ko­miserliğinin aracılığı ile resmen Mısır'a davet edildi. Görevli bulunduğu Meşihat dairesinin 14 Muharrem 1341 (6 Eylül 1922) tarih ve 107 sayılı yazısı ile beş ay izinle Kahire'ye gitti. "Melik Fuad nüsha­sı" olarak bilinen Mushaf-ı şerifi bura­da Ezher ulemâsının kontrolüyle resm-i Osmânî üzere altı ayda yazdı. Bunun tez-
hibi de kendisinden istenince izni beş ay daha uzatıldı.

Aziz Efendi'nin İslâm yazılarındaki üs­tünlüğünü ve kudretini gören Melik 1. Fuad, ülkesinde yok olmaya yüz tutmuş olan hat sanatını canlandırmak için on­dan Kahire de bir hat mektebi açmasını istedi. Aziz Efendi melikin bu teklifini kabul etti ve ailesini de yanına alarak Kahire'ye yerleşti.

1922 yılı sonlarında Kahire'de Medre-setü tahsîni'l-hutûti'l-melikiyye adıyla bir mektep kurularak Halilağa Medre-sesi'ne bağlanmıştı. Bu mektebin büyük bir ilgi görmesi üzerine melik ikinci bir hat medresesi açılmasını emretti. Bu­nun üzerine Aziz Efendi 1923 yılı başla­rında Şeyh Salih Erkek Medresesi'nde yeni bir hat mektebi kurdu, her iki mek­tebin hem müdürlüğünü hem de hat ho­calığını yaptı. Önce Melik I. Fuad'ın hu­susi evkaf divanına bağlanan, daha son­ra Eğitim Bakanlığı'na devredilen bu hat medreselerinin kurulması Mısır kültür ve sanatı bakımından oldukça önemli, hatta tarihî bir hadisedir.

Kahire eskiden beri İslâm dünyasının önemli kültür merkezlerinden biri olma­sı sebebiyle buraya çeşitli İslâm ülkele­rinden ilim ve sanat öğrenmek üzere ge­len binlerce genç, bu hat medreselerin­den de istifade ederek memleketlerine

dönmüşler, kendi ülkelerinde klasik Türk hat üslûbunun yayılmasını sağlamışlar­dır. Bunda Aziz Efendi'nin Kahire'deki on bir yıllık hocalığının önemli bir rolü olduğu aşikârdır. Aziz Efendi sanat ça­lışmalarından arta kalan vaktini mevle-vîhânede irşad halkasına girenleri ma­nen yetiştirmekle geçirmiştir.

Aziz Efendi, Kahire'nin havası sağlığı­na pek İyi gelmediği için Nisan 1933'te Mısır hükümetinden emekliliğini isteye­rek İstanbul'a döndü. 16 Ağustos 1934'-te vefat etti ve Edirnekapı Mezarlığı'na defnedildi.

Hayatı boyunca büyük bir gayretle ça­lışmış olan Aziz Efendi Kahire ve İstan­bul'da pek çok talebe yetiştirmiştir. Ka­hire'de icazet verdiği talebeleri arasın­da Tâhir ei-Kürdî, Muhammed Ali Mek-kâvf, Muhammed Efendi eş-Şehhât, Mu­hammed Ahmed Abdü'1-âl, Rızk Mûsâ, Abdülkâdir Efendi, Abdürrâzık Salim ve Abdurrahman Hafız Arap âleminin ön­de gelen hattatlarıdır. İstanbul'da icazet verdiği talebeleri İçinde de Mahmut Bed­rettin Yazır ve Ömer Vasff Türk hat sa­natında önemli yeri olan kişilerdir.

Aziz Efendi hat sahasında çok güzel eserler bırakmıştır. Bunlar arasında on iki Mushaf-ı şerif onun en önemli eser­lerindendir. O tarihte bu mushaflardan biri Afganistan emîrinde, biri de Hidiv Abbas Hilmi Paşa'nın validesinde idi. Me­lik I. Fuad için yazdığı Kur'ân-ı Kerîm 1952'de Nasır ihtilâlinden sonra kaybol­muştur. İki Mushaf-ı şerif İstanbul'da damadı E. Hakkı Ayverdi'nin kurduğu Kubbealtı Kültür ve Sanat Vakfı Ekrem Hakkı Ayverdi koleksiyonunda bulun­makta, diğerlerinin ise nerede olduğu bi­linmemektedir. "Hutût-ı mütenevvia" ile yazdığı yedi büyük hilye* de hat sana­tındaki kudretini gösteren önemli eser­leridir. Bu hilyelerden biri yine aynı vak­fın hat koleksiyonunda, biri İstanbul'da Ümmü Kenan Dergâhı'nda, biri de Emin Barın hat koleksiyonunda bulunmakta­dır. Hayatının en olgun dönemine rastla­yan Kahire'deki hocalığının, bugün Arap âleminde hat sanatının, klasik yazı form­larının bozulmadan günümüze ulaşma­sında ve ilerlemesinde önemli ölçüde rol oynadığı kabul edilmektedir. Yirmiyi aş­kın sülüs-nesih ve ta'lik meşk* albümü ile ta'lik hatla yazdığı Kaşîdetü'l~bür3e ve sülüs-nesih el-Kaşîdetü'n-nûniyye Kahire'de yayımlanmıştır (1343/1924). Ayrıca Bursa Ulucamii'nde iki, İstanbul'da Türk ve İslâm Eserleri Müzesi'nde 116 parça levhası ile özellikle Ekrem Hakkı

Ayverdi koleksiyonunda çeşitli yazı ör­nekleri ve levhaları bulunmaktadır.

BİBLİYOGRAFYA :

Aziz Efendi Dosyası, Süleymanîye Ktp., Sü­heyl ünver, nr. 37; Aziz Efendi Evrakı, Kubbe­altı Kültür ve Sanat Vakfı, Ekrem Hakkı Ayverdi Koleksiyonu; Sicil Defteri, İstanbul Müftülüğü, Şer'iyye Sicilleri Arşivi, nr. 39, s. 50; Hattat Aziz Efendi Dosyası, Divan Edebiyatı Müzesi, Rev-nakoğlu Arşivi, nr. B 41; Yazma Eserler Defte­ri, İstanbul Türk-İslâm Eserleri Müzesi, nr. 10; Defteru Sicilli'!-fününi'l-cemîle, Kahire Dârü'l-Kütübİ'l-kavmİyye, nr. 807, 814; İlmiyye Sal­namesi, s. 147; Tâhir el-Kürdî. Tarihu'ihatti'i-cArabt, Riyad 1939, s. 431; Beyânî, Hoşnüuî-sân, IV, 1184; Habîbullah Fezâilî, Atlâs-ı Hat, İsfahan 1362, s. 341-342; Naci Zeynüddin. Mu­savver hattü'l-^Arabî, Bağdad 1963, s. 161, 165, 167; fbnülemin. Şort Hattatlar, s. 68-72; Sâmiha Ayverdi, ibrahim Efendi Konağı, İstan­bul 1973, s. 127-133; Hasan al-Masud. Callig-raphie Arabe Vivante, Paris 1981, s. 88; Yahya Sellûm el-Abbâsî, Hattü'l-'Arabt, Bağdad 1984, s. 143; A. Schimmel, Calligraphy and Istamic Cu.ltu.re, New York 1984, s. 48; Muhittin Serin, Hattat Aziz Efendi, İstanbul 1988; "İnâyetü ce-lâleti'l-melik bil-hatti'1-cemü", en-Nîlii'l-mu-şaüoer, sy. 227, Kahire 1342/1923, s. 16; Mu­hammed Bey Kemâl, "Me'âsirü'l-mülûk mü-lûkü'l-me'âşir", a.e., sy. 228 [1342/1923), s. 10-11; Mecelietü Medreseti tahsîni'i-hutûti'l-meiikiyye, i, Kahire 1362/1943, s. 22; "Aziz Efendi", İsLA, III, 1707. r—ı

Iffl Muhittin Serin

AZİZ İSTANBUL

Yahya Kemal Beyath'nın

1913-1954 yıllan arasında

İstanbul üzerine kaleme aldığı

araştırma, konferans, makale ve

sohbet türündeki yazılarını

bir araya getiren eser.

Eserde sırasıyla şu yazılar yer almak­tadır: Türk İstanbul, İstanbul Fethinin En Esaslı Eseri, Bir Bir Çalan Saatler, Hi-sar'dan Şehitliğe, Çamlar Altında Musa­habe, Gezinti, Topkapı Sarayı'nda, Ezan ve Kur'an, Ezansız Semtler. Bir Rüyada Gördüğümüz Eyüb, Gezinti Tahassüsle­ri, Yeni Bir Ufuk, Sayfiyede Payitaht, Kör Kazma, Tahassüsler, Hazin Musahabe, Saatler ve Manzaralar, İstanbul'un İmârı.

Bu yazıların hemen hepsinde Yahya Ke­mal, "Türklüğün ve İslam'ın hem en gü­zel, hem de en büyük merhalesi" şeklin­de yorumladığı fetih hadisesini çıkış nok­tası yaparak İstanbul'un o günden bu yana idrak ettiği gelişmeyi ve Türkler nazarındaki yerini anlatır. Aziz İstanbul, Ortaçağ'dan artakalan ve bir harabe şek­linde Türklüğün eline geçen bu şehrin, Yahya Kemal'e göre fetihten sonra, im­paratorluğun her köşesinde Türk'ün ze-

337


kasının yarattığı edebiyattan hat sana­tına, süslemeden doğramacılığa, el sa­natlarından mûsikiye, ev ve oda mima­risinden külliye mimarisine kadar her türlü sanat dalının mükemmeli aradığı ve bulduğu bir belde halini alışını dile getirmektedir. Yahya Kemal'e göre İs­tanbul, bütün Türk tarihinin, Türk coğ­rafyasının bir terkibi, hulâsası ve tecel­li yeri olmuştur. Yahya Kemal bu şehrin Türk İstanbul haline gelişini, bazan mi­mari eserleri tek tek ele alarak, bazan da Türk semtlerinin doğup gelişmesini ve taşıdıkları mânayı anlatarak dile ge­tirir. Ona göre Türk milletinin tarihî de­virler içinde meydana getirdiği üstün ve zengin medeniyetin bir cephesini teşkil eden millî mimari, millî zevkin tezahürü ve vatan topraklan üzerindeki millî var­lığın da açık bir delilidir. İstanbul'da ku­rulan mimari eserler arasında camiler önemü bir yer tutar. Yahya Kemal fe­tihten hemen sonra inşa edilen Eyüp Sultan Camii ile başlayan bu mimari ha­reketi, her devrin özellikleri hakkında bilgi vererek XVIII. yüzyılın sonlarına ka­dar getirir.

Yahya Kemal, İstanbul'da Türkler ta­rafından kurulan semtlere de özellikle dikkat eder. Bunların başında Boğaziçi, Eyüp, Üsküdar ve Koca muşta fa paşa ge­lir. İstanbul'un bu güzel semtlerini ku­ran Türklüğün Şark medeniyeti ölçüleri içinde hareket ettiğini, eserlerini bu me­deniyetin mânevf havası ile ahlâk ve mu­aşeret kaidelerine, hayat şartlarına gö­re meydana getirdiğini söyler.

338

Aziz İstanbul'da yer alan yazıların önemli bir kısmı Millî Mücadele sırasın­da kaleme alınmıştır. Yahya Kemal bu yazılarla bir yandan beş asırda İstanbul'­da meydana gelen medeniyet terkibini aydınlığa çıkarmak suretiyle bu şehrin her zerresi ile Türk olduğunu bütün dün­yaya göstermeye çalışmış, bir yandan da Anadolu'da çarpışan Millî Mücadele kah­ramanlarına hangi değerler uğruna mü­cadele ettiklerini anlatmak istemiştir.



Bir tanıtma yazısı ile birlikte Nihad Sa­mi Banarlı tarafından baskıya hazırlanan eserde Yahya Kemal'in İstanbul üzerine söylediği beş şiir, İstanbul'un tarihî ve millî karakterini gösteren yirmi üç gra­vür ve fotoğraf, eserde yer alan yazılar­dan bazılarının el yazısı örnekleri de bu­lunmaktadır. İlk olarak 1964'te Yahya Kemal Enstitüsü tarafından yayımlanan Aziz İstanbul, ayrıca Millî Eğitim Bakan­lığı 1000 Temel Eser serisinde de basıl­mıştır (İstanbul 1969).

BİBLİYOGRAFYA:

Nihad Sami Banarlı, Yahya Kemal'in Hâtıra­ları, İstanbul 1960; a.mlf., RTET, II, 1187; Ne­cat Birinci, "Yahya Kemal'de Millî Mimarî", Doğumunun İ00. Yılında Yahya Kemal Beyal-k, İstanbul 1984, s. 33-43; Ekrem Hakkı Ayver-di, "Yahya Kemal'de Şehir ve Mimarî", Yahya Kemal Enstitüsü. Mecmuası, sy. 2, İstanbul 1968, s. 1-7; Ömer Faruk Akün, "Osmanlı Tarihi Karşısında Yahya Kemal'in Şiiri", KAM, V/2 (1976), s. 13-34. rn

1*1 Necat Birinci

AZİZ MAHMUD HÜDÂYÎ

(ö. 1038/1628)

Celvetiyye tarikatının kurucusu, mutasavvıf, şair.

L J


948'de (1541) Şereflikoçhisar'da doğ­du. Çocukluğunu geçirdiği Sivrihisar'da ilk tahsiline başladı. Daha sonra İstan­bul'a giderek Küçükayasofya Medrese-si'ne girdi. Medrese tahsilini tamamla­dıktan sonra hocası Nâzırzâde Ramazan Efendi'nin muîcTi oldu. Talebelik ve mu-îdlik yıllarında bir yandan da Halvetiyye tarikatına mensup Küçükayasofya Camii Şeyhi Nûreddinzâde Muslihuddin Efen­di'nin sohbetlerine devam etti. Hocası Nâzırzâde Edirne Selimiye Medresesi'ne müderris, Mısır ve Şam'a kadı tayin edil­diği yıllarda Hüdâyryi yanından ayırma­dı. Hüdâyî Mısır'da hocasıyla beraber bu­lunduğu sıralarda Halvetiyye tarikatının Demirtaşiyye kolundan Kerîmüddin el-Halvetî'den "usûl-i esma" terbiyesi gör­dü. 1573'te Mısır'dan dönüşünde Bursa Ferhâdiye Medresesi'ne müderris ve Câ-

mi-i Atîk Mahkemesi'ne nâib tayin edil­di. Hocası Nâzırzâde ise Bursa meulevi-yet*ine getirildi. Bursa'ya gelişinin üçün­cü yılında hocası vefat etti. Talebelik ve muîdlik yıllarından beri tasavvuf çevre­siyle yakın teması bulunan Hüdâyî, ho­casının ölümünün üzerinde bıraktığı de­rin tesir sebebiyle resmî görevlerinden ayrılarak daha önce vaaz ve sohbetleri­ne katıldığı Muhyiddin Üftâde'ye intisap etti. Üç yıl gibi kısa bir zamanda seyr*ü sülûkünü tamamladı. Şeyh Üftâde ken­disini memleketi Sivrihisar'a halife ta­yin etti. Burada ancak altı ay kadar ka­labilen Hüdâyî, şeyhi Üftâde'yi ziyaret etmek için tekrar Bursa'ya döndü. Fa­kat bu arada şeyhi vefat edince Rume­li'ye gitti. Trakya,ve Balkanlar'da bir sü­re kaldıktan sonra İstanbul'a geldi. Şey­hülislâm Hoca Şâdeddin Efendi'nin de­laletiyle tayin edildiği Küçükayasofya Ca­mii Tekkesi'nde sekiz yıl şeyhlik maka­mında bulundu. Bir yandan da Fâtih Ca-mii'nde vaizlik yaptı, tefsir ve hadis okut­tu. Daha sonra Üsküdar'da Hüdâyî Der-gâhı'nın bulunduğu yeri 1589 yılında sa­tın aldı. Dergâhın inşaatıyla daha yakın­dan ilgilenmek için ikametgâhını Rum Mehmed Paşa Camii civarına nakletti. 1S95'te dergâhın inşaatı tamamlandı. 1599 yılında Fâtih Camii vaizliğini bıra­karak Üsküdar Mihrimah Sultan (İskele) Camii'nde perşembe günleri vaaz ver­meye başladı. Sultan Ahmed Camii'nin açılışında (1616) ilk hutbeyi Aziz Mahmud Hüdâyî okudu ve her ayın ilk pazartesi günü burada vaaz etmeyi kabul etti. Üs-

küdar'da bulunduğu yıllarda Bulgurlu'da da bir çilehâne ile bir hamam yaptırdı. Çilehânenin bulunduğu yerdeki Bulgur­lu köyü, Ilısuluk tarlaları ve Gaziler te­pesinin bir kısmı I. Ahmed tarafından fermân-ı hümâyunla Aziz Mahmud Hü-dâyî adına tescil edildi.

Kanûnî'nin, kızı Mihrimah Sultan'dan torunu Ayşe Sultan (Ö. 1598) ile de ev­lendiği rivayet edilen Aziz Mahmud Hü-dâyf Safer 1038'de (Ekim 1628) vefat et­ti. Altısı kız olmak üzere on bir çocuğu oldu ve nesli, kızları Ümmügülsüm (ö. 1641), Zeyneb (ö. 1642) ve Fatma Zehra (ö. 1675) vasıtasıyla devam etti.

HüdâyT, halktan sultanlara kadar uza­nan geniş bir tesir halkası meydana ge­tirdi. Devrin padişahlarıyla yakın ilgi kur­mayı başardı. !ll. Murad, I. Ahmed ve II. Osman gibi padişahlara mektuplar yaz­dı, öğütler verdi. IV. Murad'a saltanat kı­lıcını kuşattı. Ferhad Paşa ile Tebriz Se-feri'ne katıldı. Zaman zaman padişahla­rın davetlisi olarak saraya gitti ve on­larla sohbetlerde bulundu. Evliya Çele­bi, "yedi padişahın Hüdâyî'nin elini öp­tüğünü, 170.000 müride irâdet (el) ver­diğini" belirtir. Aziz Mahmud Hüdâyfnin dergâhı her zümreden insanlarla dolup taştı. Devlet ricalinden Sadrazam Kay­serili Halil Paşa, Dilâver Paşa, ilmiyeden Hoca Sâdeddin Efendi, Sun'ullah Efen­di, Şeyhülislâm Hocazâde Esad Efendi, Okçuzâde Mehmed Şâhî Efendi, Sarı Ab­dullah Efendi, Nev'îzâde Atâî, meşhur süfî Oğlanlar Şeyhi İbrahim Efendi ve benzerleri onun dergâhının müntesip ve­ya müdavimleri arasındaydı. Vefat etti­ğinde altmışa yakın halifesi bulunduğu rivayet edilen Aziz Mahmud Hüdâyf, ha­lifeleri ve yazdığı otuz kadar eseriyle Anadolu ve Balkanlardaki dinî-tasavvu-ff hayat üzerinde derin tesirler icra et­miş ve bu şekilde şöhreti günümüze ka­dar ulaşmıştır. Tekkesi, İstanbul'un en önemli tasavvuf ve kültür merkezi ola­rak hizmet görmüş, bu dergâhtan pek

çok iüm ve fikir adamı, şeyh ve musiki­şinas yetişmiştir.

Hüdâyf Dergâhı'na bağlı müelliflerin en meşhuru, şüphesiz, Rûhu'l-beyân sahi­bi Bursalı İsmail Hakkı'dır. Eserlerinde sık sık HüdâyT'den nakiller yapan Bursa­lı İsmail Hakkı, onu Gazneli Sultan Mah­mud ile mukayese ederek sevgisini şöy­le dile getirir: "Ey gürûh-ı Muhammedi" biliniz / Geldi bu âleme iki Mahmud / Biri Mahmûd-i Gaznevî meşhur / Biri Mahmûd-ı ma'nevî ma'hûd".

Gerek devrinde gerekse daha sonra yazılan tarih ve bibliyografya kitapların­da "kutbü'l-aktâb, sâhib-i zaman, mür-şid-i kâmil" gibi unvanlarla anılması ölü­münden sonra da şöhretinin devam etti­ğini gösterir. Dilden dile nakledilen men­kıbe ve kerametleri halkın gönlünde taht kurmasını sağlamış, ziyaretçileri her de­virde artarak devam etmiştir. Daha sağ­lığında hayatını tehlikede gören pek çok devlet adamının onun tekkesine sığına­rak hayatını kurtardığı bilinmektedir. Vefatından sonra ise bıraktığı çok zen­gin vakfiyesi sayesinde tekkesi, imaret ve külliyesi halkın sığınak ve barınağı olmuştur. Özellikle mensupları, sevenle­ri ve türbesini ziyaret edenler hakkın­da, "Denizde boğulmasınlar, âhir ömür­lerinde fakirlik görmesinler ve imanları­nı kurtarmadikça gitmesinler" şeklinde­ki duası, türbesini İstanbul'da Eyüp Sul­tan, Sünbül Efendi ve Yahya Efendi'den sonra ziyaretçisi en çok olan türbeler arasına sokmuştur. 1266 (1850) yangı­nında yanan Hüdâyî Külliyesi'nin devrin padişahı Abdülmecid tarafından yeniden inşa ettirilmiş olması, bu sevgi bağının saray çevresinde devam etmekte oldu­ğunu gösterir.

Eserlerinin İstanbul kütüphanelerin­de birçok nüshasının bulunması onların halk tarafından ne kadar sevilip benim­sendiğini gösterir. Celvetiyye tarikatı ve diğer tarikat mensuplarınca eserlerinin büyük bir kısmına şerh ve haşiyeler ya­pılmış, bazıları da Türkçe'ye çevrilmiş-

nesi'ndedir (nr. 1853/3]. Eser H. Kâmil Yılmaz tarafından İlim Amel ve Seyr ü Sülük adıyla Türkçe'ye çevrilmiştir (İs­tanbul 1988). 3. MiMhu'ş-şalât ve mir-kâtü'n-necât Namazın fazilet ve hikmet­lerini anlatan risalede Muhyiddin İbnü'l-Arabî ve Şehâbeddin Sühreverdî gibi bü­yük mutasavvıfların fikirlerine de yer ve­rilmiştir. 1010 (1601) tarihli en eski yaz­ma nüshası Murad Molla Kütüphanesi'n-dedir (nr. j314/4). Bu risale de H. Kâ­mil Yılmaz tarafından tercüme edilerek İlim Amel ve Seyr ü Sülük adlı eserin sonunda yayımlanmıştır. 4. Hulâşatü'l-ahbâr îî ahvâli'n-nebiyyi'l-muhtar. Hü-dâyî'nin hilkat, varlık ve hakîkat-i Mu-hammediyye gibi tasavvuff konulan iş­lediği yaklaşık altmış varaklık bir eseri­dir. En eski yazma nüshası 1037 (1627) tarihli olup Hacı Selim Ağa Kütüphane-si'ndedir (Hüdâyî, nr. 258). S. Habbetü'l-mahabbe. Allah, Peygamber ve Ehl-İ beyt sevgisini anlatan küçük bir risaledir. Ah-med Remzi Akyürek tarafından Mahbû-bü'1-ahibbe adıyla tercüme edilen bu ri­saleyi Rasim Deniz yeni harflerle yayım­lamıştır [Habbetü'l-Mahabbe Tercümesi Mahbabü'l-ahibbe, Kayseri 1982). 6. Keş-fü'l-kmâc can vechi's-semâ*. Semain meşruiyetini müdafaa için yazılmış olan bu risalenin 1016 (1607) tarihli nüshası Köprülü Kütüphanesi'ndedir (nr. 1583/ 7). EserH. Kâmil Yılmaz tarafından ter­cüme edilerek neşredilmiştir ("Hüdâyî'• nin Semâ Risalesi", MÜİFD, IV |1986|, s. 273-284], Bunlardan başka Hayâtü'I-er-vâh ve necâtü'l-eşbâh, el-Fethu'l-ilâ­hî, Tecelliyât, et-Tarfkatü'I-Muham-mediyye, Fethu'1-bâb ve reî'u'l-hicâb, el-Mecâlisü'l'Vaczıyye adiı Arapça eser­leri vardır. Şeyhi Üftâde'nin sohbetle­rinde tuttuğu notlardan meydana ge­len Vâki cât adlı eser de genellikle Hü-dâyî'ye nisbet edilmiştir. Yazmaları ge­nellikle üç cilt halinde tertip edilmiş olan eserin, üzerinde HüdâyFnin hattı oldu­ğuna dair bir kayıt bulunan nüshası Ha­cı Selim Ağa Kütüphanesi'ndedir (Hüdâ­yî, nr. 250).

Hüdâyî'nin belli başlı Türkçe eserleri de şunlardır: 1. Divan. Dîvân-ı İlâhiy-yât olarak da bilinen eserde Hüdâyrnin 255 kadar ilahisinden başka rubâîve kı­talar da vardır. Divan Kemaleddin Şeno-cak ve Ziver Tezeren tarafından ayrı ayrı yayımlanmıştır (İstanbul 1970, 1986). 2. Necâtü'l-garîk fi'1-cem'i ve't-teirîk. Ta­savvuf terimlerinden olan cem' ve farkın manzum olarak anlatıldığı bir risaledir. 3. Tarîkatnâme. Ceivetiyye tarikatı âdâ-

340


bini anlatan bir risaledir. Bu üç eser Nuri adlı bir kişi tarafından Küllîyyât-ı Haz-ret-i Hüdâyî adıyla yayımlanmıştır (İstan­bul 1287). Bu neşrin sonunda Hüdâyî'nin kısa bir hal tercümesiyle tarikat silsilesi­ne de yer verilmiştir. Aynı eserleri, Hü­dâyî Âsitânesi'nin son postnişinlerinden Mehmed Gülsen Efendi (ö, 1925), başına daha geniş bir hal tercümesi ve Hüdâyr­nin Arapça et-Tarîkatü'1-Muhammediy-ye adlı eserini de ilâve ederek yeniden neşretmiştir (İstanbul 1338). 4. Mektu­ba t Hüdâyî'nin II). Murad'a ve diğer pa­dişahlarla bazı devlet erkânına gönder­diği mektuplardır. Çoğu III. Murad'a ya­zılan 152'si Türkçe, yirmi İki kadarı da Arapça mektuptan oluşan bir nüsha SÜ-leymaniye Kütüphanesi'ndedir (Fâtih, nr. 2572], s. Nesâih ve Mevâiz. Hüdâyî'nin vaaz ve nasihatlarını ihtiva eden eser 237 varak olup kırk üç bölümden olu­şur. Bilinen tek yazma nüshası Hacı Se­lim Ağa Kütüphanesi'ndedir (Hüdâyî, nr. 266). 6. Mi'râciyye. Mi'rac hadisesini âyet ve hadislerin ışığı altında anlatan bir ri­sale olup bir nüshası Hacı Selim Ağa Kü­tüphanesi'ndedir (Hüdâyî, nr. 262],

BİBLİYOGRAFYA:

Aziz Mahmud Hüdâyî. MektâbSt, Süleymani-ye Ktp., Fâtih, nr. 2572; a.mlf., Vâkı'ât, Üskü­dar Selimağa Ktp., Hüdâyî, nr. 250; a.mlf., Tecet-liy&t, Üsküdar Selimağa Ktp., Hüdâyî, nr. 593/ 3; Kü.ütytjât-1 Hazret-i Hüdâyî (nşr. Mehmed Gülsen), İstanbul 1338; AtSÎ, leyli Şekâik, II, 760-762; Cemâleddin Hulvî, Lemezâi-İ Huluiy-ye, Süleymaniye Ktp., Hacı Mahmud Efendi, nr, 4536, vr. 187a; Kâtib Celebi, Fezleke, II, 113; San Abdullah Efendi, Semerâlü'l-fu&d, İstanbul 1288, s. 145; Evliya Çelebi, Seyahatname, I, 479; Muhibbi, Hulâşatü'l-eşer, IV, 327-329; İs­mail Hakkı Bursevî, Silsiie-İ Tartk-i Celuetî, İs­tanbul 1291, tür.yer.; a.mlf., Ferahur-rûh, Bu­lak 1252, II, 65; Harîrîzâde, Tibyân, I, vr. 227a-245"; Hüseyin Vassâf. Sefîne, II, vr. 372a-382a; H. Kâmil Yılmaz, Aziz Mahmud Hüdâyî ue Cel-ueüyye Tarikatı, İstanbul 1982; Ziver Tezeren, Seyyid Aziz Mahmûd Hüdâyî, İstanbul 1984.

Iffl Hasan Kâmil Yılmaz

AZİZ MAHMUD HÜDÂYÎ KÜLLİYESİ

İstanbul Üsküdar'da

banisi Aziz Mahraud Hüdâyî'nin

adıyla anılan külliye.

Doğancılar'da Ahmet Çelebi Mahalle-si'nde, bugün Hüdâî Mahmud, Aziz Mah­mud ve Aziz Efendi Mektebi sokakları­nın kuşattığı bir arsa üzerinde 997-1003 (1589-1595) yılları arasında kurulmuş­tur. Aziz Mahmud Hüdâyî'nin tekke ve türbesi etrafında teşekkül eden bu kül-

liye, âsitâne* ve pîr evi sıfatları ile, Cei­vetiyye tarikatının merkezini teşkil et­miş olan büyük ve önemli bir tekkedir. Nitekim Osmanlı kaynaklarında Hazret-i Hüdâyf Asitânesi, Hüdâyî Mahmud Efen­di Âsitânesi, Pîşvây-ı Tarikat-1 Aliyye-i Ceivetiyye, Aziz Mahmud Hüdâyî Efendi Hankahı, Hankâh-ı Cefvetî, Hazret-i Hü­dâyî Aziz Mahmud Efendi Dergâhı ve Hü­dâyî Aziz Mahmud Efendi Tekkesi gibi adlarla anılmaktadır.

Külliyenin çekirdeğini oluşturan tek­kenin banisi Aziz Mahmud Hüdâyî tek­kenin arsasını 1589'da satın almış ve aynı yıl inşaatı başlatmıştır. Muhteme­len mensupları ve muhiblerinin de kat­kıları ile 1003'te (1595) tamamlanan ilk tekke aynı zamanda tevhidhâne olarak kullanılmıştır. Burası 1007'de (1598-99) bizzat banisi tarafından minber ilâve­siyle camiye çevrilmiştir. Külliye bu tev­hidhâne ile bunun etrafında yer alan der­viş hücreleri, aşhane-imaret niteliğinde büyük bir mutfak, taamhâne, biri ken­disine, dördü de kızlarına tahsis edilmiş toplam beş meşrutahâne ve cümle ka­pısı ile yanındaki iki çeşmeden meyda­na gelmekteydi. Bu yapılara, baninin ha­yatının sonlarına doğru inşa edilen tür­besini de ilâve etmek gerekir.

Hüdâyî Külliyesi'nin kuruluşundan XIX. yüzyıl ortalarına kadar çeşitli tamirler geçirdiği, zaman zaman bazı eklerle bü­yütüldüğü ve kalabalık bir derviş züm­resini besleyebilecek güçte maddî kay­naklarla bunları barındırabilecek ölçüde mekânlara sahip olduğu anlaşılmakta­dır. Ancak 1850'de Üsküdar Çarşısı'nda çıkan ve külliyenin bulunduğu yamaca doğru yayılan bir yangın sonucunda Hü­dâyî Türbesi dışında kalan binalar orta­dan kalktığından türbe kısa bir müddet tevhidhâne olarak kullanılmıştır. 1272'-de (1855-56) Sultan Abdülmecid tarafın­dan türbe de dahil olmak üzere külliye yeni baştan inşa ettirilmiştir. Külliyenin bu ikinci inşasında geniş mimari prog­ramı ve yerleşim düzeni hemen hemen aynen korunmuş, ancak cami-tevhidhâ-neye hünkâr mahfili ile arsanın güney kesimine bir sibyan mektebi ilâve edil­miştir. Yine bu dönemde Sultan II. Ab-dülhamid'in yakın adamlarından Lutfi Bey 1317'de (1899-1900) cami-tevhidhâ-nenin karşısına, içinde bir kısmını kendi­sine ve aile fertlerine türbe olarak tah­sis ettiği müstakil bir kütüphane binası yaptırmıştır. Bundan bir yıl sonra külli­ye, masrafları hazîne-i hâssadan karşı­lanmak suretiyle tamir ettirilmiş ve ha-

len ayakta olan harem bölümü (şeyh dai­resi) inşa edilmiştir. 1910 yılında yıldırım isabetiyle yıkılan minare türbenin önü­ne, türbedarlara mahsus bölümün üze­rine devrilerek burayı tahrip ettiğinden minare yeniden inşa edilmiş, ayrıca Mısır Hidivİ İsmail Paşa'nın kızlarından Pren­ses Fatma Hanım tarafından 1912 yılın­da türbenin şimdiki camekânlı giriş bö­lümü yaptırılmıştır. Bu haliyle, kapatıl­dığı 1925 tarihine kadar gelen külliye­nin cami-tevhidhânesi bu tarihten son­ra sadece cami olarak hizmete devam etmiş, meşrutahâneler ise cami görevli­leri ve vakıfların kiracılarına mesken ol­muştur. Mutfak, hazîre. çeşmeler, tür­be ve cümle kapısı gibi unsurlar günü­müze aynen gelemedikleri gibi, derviş hücreleri ve selâmlık gibi kullanımlarını kaybeden bazı bölümler de tarihe ka­rışmıştır. Başta cami olmak üzere ayak­ta kalan binaları 197S'te Vakıflar Genel Müdürlüğü tamir ettirmiştir. Son yıllar­da kurulan Aziz Mahmud Hüdâyî Vakfı tarafından külliyenin bakımı hususunda büyük gayret sarf edilmekte, ayrıca ta­lebelere ve muhtaçlara dağıtılmak üze­re her gün aşhanesinde yemek pişiril­mektedir.

Hüdâyî Külliyesi, Osmanlı devri İstan-bulu'nun en parlak tasavvuf kültürü mer­kezlerinden birisi idi. Özellikle banisinin müstesna şahsiyeti bu müesseseyi hü­kümdarlar, hanedan ve saray mensup­ları, devlet büyükleri, ulemâ, sanat ve mûsiki erbabı dahil olmak üzere her sı­nıftan insanın ve diğer tarikatlara men­sup pek çok kişinin feyiz aldıkları bir ir­fan ocağı haline getirmiş ve bu gelenek tekkenin postuna daha sonra oturmuş diğer şeyhlerce de sürdürülmüştür.

Aziz Mahmud Hüdâyî Küliiyesi'nin ilk yapıldığı devirdeki özellikleri hakkında kesin bilgiler vermek mümkün değildir. Yine de ikinci inşasında yerleşim düzeni pek fazla değiştirilmemiş olduğundan

cami - tevhidhânenin aynı yerde bulun­duğu, ancak daha küçük Ölçülerde ya­pıldığı anlaşılmaktadır. Evliya Çelebi, ar­sadaki dağılımı ve mimariyi aydınlatıcı açık bilgiler vermemekte, ancak 300 ka­dar dervişin müstakil hücrelerde barın­dığını söylemekle yetinmektedir. XVIII. yüzyıldaki durumunu kısmen gösterme­si bakımından Hafız Hüseyin Ayvansarâ-yFnin verdiği şu bilgi ise kayda değer: "... Câmi-i şerifin avlusunda şadırvanı ve etrafında fevkani ve tahtanı mahfilleri vardır. Ve zaviye kapısında müteaddid çeşmeler vardır. Ve zaviye hücerâtı ca­mi etrafındadır. Şeyh dairesi başka olup müstakil meşruta menzilleri dahi var­dır". Külliyenin ikinci inşası sırasında ya­pılar, ası! mimarileri hiç hesaba katıl­maksızın, Aziz Mahmud Hüclâyrnin ya­şadığı devre tamamen yabancı düşen ampir üslûbunda yenilenmiştir. Külliye­nin ilk halinden günümüze intikal ede­bilmiş olan unsurlar, cami-tevhidhâne­nin batısındaki açık türbe ile cümle ka­pısının solundaki iki çeşmeden ibarettir.

Batıdan doğuya doğru oldukça meyilli olan külliye arsası çeşitli istinat duvar­ları ile setlere ayrılmış, binalar bu setler üzerine yerleştirilmiştir. Külliyenin tam ortasından geçen ve arsayı doğu - batı doğrultusunda ikiye bölen basamaklı bir geçit, tekke sakinleri ile cami cemaati­nin yanı sıra çevre halkınca da kullanı-lagelmiş ve Hüdâî Avlusu sokağı adını almıştır. Sokak niteliğindeki bu avlunun doğu ucunda Aziz Mahmud Efendi soka­ğına birleştiği noktada külliyenin cümle kapısı yer almaktadır. Köfeki taşından pilastrlar ile iki yandan kuşatılmış olan dikdörtgen açıklıklı kapının üzerinde, mermerden iki silme arasında, külliye­nin Sultan Abdülmecid tarafından ikinci inşasına ait 1272 (1855-56) tarihli man­zum bir kitabe yer almaktadır. Metni Süleyman Senih Efendi'ye ait olan ve ta'lik hatla yazılmış bulunan kitabe iki

parça halinde düzenlenmiş, bunların or­tasına adı geçen padişahın tuğrası kon-durulmuştur. Kapının solunda yan yana iki çeşme mevcuttur ki muhtemelen ilk banileri Aziz Mahmud Hüdâyî'dir. Her ikisi de klasik üslûpta silmeler ve sivri kemerlerle donatılmış olan bu çeşme­lerden soldakinde, kemerin üzerinde, 1033'te (1623-24) yaptırıldığını göste­ren sülüs hatlı Arapça mensur bir kita­be, kemer aynası içinde ise 1272 (1855-56) tarihinde külliye ile beraber Sultan Abdülmecid tarafından tamir edildiğini gösteren, manzum metni Zîver Paşa'ya ait ta'lik hatlı manzum bir kitabe daha bulunmaktadır. Bunun sağında yer alan ve daha ufak ölçülerdeki çeşmede de, son mısraı ebced*le 1019 (1610-11) ta­rihini veren sülüsle yazılmış manzum bir kitabe yer almaktadır. Cümle kapısının sağındaki çeşmede, Lâle Devri'nde 1141 (1728-29) yılında Nevşehirli Damad İb­rahim Paşa'nın oğlu "Genç" lakaplı Da­mad Mehmed Paşa tarafından yaptırıl­mış olduğunu belirten ta'lik hatla yazıl­mış, metni şair Şâkir'e ait manzum bir kitabe bulunmaktadır. Bu çeşmenin ge­rek cephe düzeni gerekse detayları ta­mamen ampir üslûbunda olup 1272'de (1855-56) yenilendiğini ispata yeterlidir. Bu çeşmelerin üstünde, halen imam ve müezzin meşrutası olarak kullanılan bi­rer ahşap mesken vardır. Geçen yüzyılın ikinci yarısında elden geçirildikleri anla­şılan bu evlerden soldaki yakın bir za­manda kagire çevrilerek orijinal şeklini kaybetmiştir. Bunun arkasında, muhte­melen külliyenin ilk İnşasından kalma bir su haznesi ile bir grup hela yer al­maktadır.

Cümle kapısından sonra batıya doğru kademeli olarak devam eden Hüdâî Av­lusu sokağı üzerinde, solda Hüdâyî Tür­besi ile daha sonra buna dışarıdan bi­tiştirilmiş olan ve tekke şeyhleriyle aile fertlerinin gömülü oldukları türbe, Hü­dâyî Türbesi'nin arkasında bu yapıya bi­tişik olarak yer alan cami - tevhidhâne, bunun batısında dar bir aralıktan sonra içinde Kaya Sultan'ın (ö. 16591 kızı Fat­ma Hanım - Sultan'a (ö. 1L40/I727-28) ait açık türbeyi barındıran hazîre par­çası sıralanmaktadır. Bu hazîrenin ba­tısında, Aziz Efendi Mektebi sokağının kuzeye doğru kıvrılan kesiminin arkasın­da, duvarlarla çevrili bir bahçenin için­de harem dairesiyle müstakil mutfağı bulunmaktadır. Hüdâî Avlusu sokağının kuzey yakasında ise en altta küçük meş-

341


rutadan sonra sırayla yerden yüksek ha­zîre parçası, mutfak ile buna bitişik hün­kâr mahfili girişi, abdest muslukları, kü­tüphane ve yine bir bölüm hazîre yer al­maktadır. Abdest musluklarının üzerin­de sıralandığı duvar, arsanın kuzey ke­simini işgal eden geniş bir bölümü ayır­maktadır. Musluklar dizisini ikiye bölen bir kapıdan geçilen bu kesimde vaktiyle derviş hücreleri, kahve ocağı, taamhâne ve diğer selâmlık bölümlerinin bulundu­ğu bilinmektedir. Ahşap oldukları anla­şılan bu binalardan günümüzde hiçbir iz kalmamıştır. Hüdâî Avlusu sokağının Hüdâyî Mahmud sokağına birleştiği ba­tı ucunda, cümle kapısı ile aynı üslûpta ve aynı ebatta kitâbesiz ikinci bir kapı görülmektedir. Bu kapının güneyinde sokak üzerinde, külliyeye ait meşruta­lardan ikisi müstakil bahçeler içinde yer almaktadır.

Cami - tevhidhâne dikdörtgen planlı, kagir duvarlı, ahşap çatılı, biri bodrum, biri de mahfillerin teşkil ettiği kısmî üst kat olmak üzere toplam üç katlı fevka-nî bir binadır. Bütün açıklıkların basık kemerlerle geçilmiş olduğu cephelerde kat döşemeleri ve saçak hizalarında ya­tay silmeler dolaşmaktadır. Zemin kat­ta namaza ve âyinlere tahsis edilmiş olan dikdörtgen alan kıble yönünde yer almakta, bunu batıda ve kuzeyde erkek­lere mahsus, zeminleri bir seki ile yük­seltilmiş mahfiller kuşatmaktadır. Bu mahfillerin sınırında ahşap korkuluklar arasında üst kat mahfillerini taşıyan ve kısa bir parapet duvarından sonra tava-

na kadar devam eden kare kesitli ve pi-lastr başlıklı ahşap sütunlar sıralanmak­tadır. Her sütuna karşısındaki duvarda aynı ebatta bir duvar payesi tekabül et­mekte, bunların arasında altlı üstlü iki­şer pencere yer almaktadır. Batıdaki ze­min kat mahfilleri ortada iki sütun ara­sındaki açıklık boyunca kesintiye uğra­tılarak buraya yalnızca Hüdâyî Tekkesi'-ne mahsus ilginç bir mimari unsur olan "şeyh kafesi" yerleştirilmiştir. Bu deği­şik tertip, Aziz Mahmud Hüdâyî ile Hızır arasında cereyan etmiş olan bir menkı­beye dayanan ve sırf burada icra edilen âyinlerde riayet edilen farklı bir erkân­dan kaynaklanmaktadır. Cuma namaz­larını müteakip icra edilen âyinlerde, cu­ma namazını da bu kafesin içinde eda eden şeyh efendi âyinin belirli bir yerin­de, dervişler kıyama kalktıktan bir müd­det sonra kafesten çıkarak esas tevhid-hâneye girer ve âyindeki yerini alırdı. Gereğinde kapı şeklinde açılan kafesli bölmelerle kuşatılmış olan bu bölümün arkasında, iki ucu kapılı ufak bir kori­dor mahfiller arasındaki bağlantıyı te­min etmekteydi. Şeyhler harem dairesi­nin bulunduğu batı yönünde, binayı ku­şatan dar geçide açılan ve şeyh kapısı olarak adlandırılan müstakil girişi kul­lanırlar ve cemaate görünmeden bu ka­fese girerlerdi. Kafesin kıble yönündeki sınırı hizasında yer alan bir seki, cami-tevhidhânenin ilk inşasındaki güney sı­nırını göstermektedir. Kuzey yönündeki mahfiller de ortada iki sütun arasında­ki açıklık miktarınca kesintiye uğramak­ta ve bu açıklığın ekseninde harimin gü­ney duvarında mihrap, kuzey duvarında son cemaat yerine açılan kapı, bunun da karşısında yapının dış duvarındaki esas kapı yer almaktadır. Dışarıdan bir sıra basamakla ulaşılan ve cami cema-atince kullanıldığı anlaşılan bu kapının üzerinde, ortada Sultan Abdülmecid'in tuğrasının yer aldığı, şair Zîver'in kale­minden çıkmış ve ta'likle yazılmış 1272 (1855-56) tarihli bir kitabe bulunmakta­dır. Bu esas kapının batı yönünde, aynı şekilde önü basamaklı daha ufak boyut­lu diğer bir kapı daha vardır ki tevhid­hâne kapısı olarak adlandırıldığma göre daha çok tekke sakinlerince kullanılmış olduğu anlaşılan bu girişin üzerindeki kitabe levhasında, sülüsle yazılmış ve Aziz Mahmud Hüdâyfye ithaf edilmiş bir beyit yer almaktadır. Son cemaat yeri­nin doğu ucundan geçilen minare, dışa­rı taşkın kare bir kaide üzerinde yük­selen daire kesitli gövdesi, basit şere­fesi ve kurşun kaplı koni biçimindeki

ahşap külahı ile iddiasız bir görünüm­dedir.

İçinde birçok sofalarla odaların ve bir helanın bulunduğu hünkâr mahfili giri­şi cami - tevhidhânenin kuzeyinde, Hü­dâî Avlusu sokağının öbür yakasında yer alan kısmî bir zemin kattan temin edil­miştir. Duvarları içeriden bağdadî sıva, dışarıdan ahşap kaplama ile donatılmış olan ve bir hünkâr kasrı niteliği arze-den bu bölümün üst katı, iki çift ahşap sütunun yardımı ile sokağı köprü gibi geçerek yapıya bağlanmaktadır. Cami-tevhidhânenin kafeslerle donatılmış olan üst kat mahfillerinin kuzey kanadı hün­kâr ile maiyetine ve hanedan mensup­larına, batı kanadı ise hanımlara ayrıl­mıştır. Ahşap bölmelerle taksim edilmiş olan bu mahfillere biri son cemaat ye­rinden, diğeri de batı yönündeki geçit­ten hareket eden iki merdivenle ulaşı­labilmektedir.

Bodrum katının, ilk mescid-tevhidhâ-nenin altına tekabül eden kuzey kesimin­de dar uzun koridorlara açılan ve ufak pencerelerden az miktarda ışık alan hal-vethâne (çilehâne) niteliğinde mekânlar vardır. Güney kesiminde ise 1272'deki (1855-56) genişletme sırasında içeriye alınarak bir türbe hüviyeti kazanmış olan hazîre parçası yer almaktadır. Ampir üs­lûbuna has sadeliğin hâkim olduğu ca­mi - tevhidhâne cephelerinde herhangi bir süsleme unsuru göze çarpmaz. İçe­ride de süsleme asgari ölçülerde tutul­muştur. Profilli çıtalarla meydana geti­rilmiş geometrik taksimata sahip ta­vanda ve pencere sıralan ile alt ve üst kat mahfilleri arasındaki kuşakta pas­tel renkler kullanılarak ampir üslûbun­da stilize çiçekler ve dal kıvrımlarından oluşan bir tezyinat uygulanmıştır. Ayrı­ca üst kat pencereleriyle üst kat mah-

fillerinin kafesleri oymalı ve yaldızlı ho­tozlarla taçl andırıl mı ştır. Bu hotozların tepelerinde, zemini siyaha boyalı daire­ler içine, zerendûd tekniğiyle ve sülüs hatla, camilerdeki alışılmış düzene uyu­larak "Allah", "Muhammed" ibareleriyle dört halifenin isimleri yazılmıştır. Min­ber ile şeyh kafesinin önünde yer alan vaaz kürsüsü ahşaptan yapılmış olup S ve C kıvrımlarını ihtiva eden ve daha çok barok üslûba bağlanan kabartmalarla süslüdür.

Aziz Mahmud Hüdâyî'nin türbesi, ve­fatından 1925'e kadar Celvetiyye men­suplarınca bayram arefelerinde, âsitâne şeyhinin riyasetinde debdebeli bir şekil­de ziyaret edilmiş, ayrıca İstanbul'daki velî türbeleri içinde en çok rağbet gö­renlerden birisi olma vasfını da günü­müze kadar sürdürmüştür. Cami - tev-hidhâne ile aynı inşaî ve tezyini özellik­leri paylaşan türbe, kuzeyden güneye doğru sıralanan camekânlı bir giriş bö­lümü, türbedarların nöbet tuttukları pi­ramit biçiminde bir külahla örtülü oda ve esas harimden oluşmaktadır. Harım kapısı üzerinde Aziz Mahmud Hüdâyî'nin vefat tarihini (1038/1628) veren talik hatlı Arapça mensur bir kitabe vardır. Dikdörtgen planlı harimin ortasında dai­re kesitli dört mermer sütuna oturan ve içeriden Celvetî tacınin tepeliği gibi on üç dilime taksim edilmiş olan bir ahşap kubbe yükselmektedir. Pîrin yaldızlı de­mir şebekelerle kuşatılmış olan ahşap sandukası bu kubbenin altındadır. Çev­resinde çocuklarına ve bir torununa ait on sanduka sıralanmaktadır. Duvarların üst kesiminde hattat Mahmud Celâled-din'in kaleminden çıkmış, Mülk sûresi­ni ihtiva eden sülüs bir yazı kuşağı do­laşmaktadır. Türbede bulunan sandıklar İçinde Aziz Mahmud Hüdâyî'nin birtakım emanetleri muhafaza edilmektedir. Bu türbenin doğusunda, önceleri açık hazî-re şeklindeyken sonradan muhtemelen 1272'de (1855-56), üstü örtülerek tür­beye tahvil edilmiş olan bölüm vardır. Tekke şeyhlerinden, mensuplarından ve aile fertlerinden birçok kişinin gömülü olduğu bu ikinci türbenin çatısı Cumhu­riyet devrinde ortadan kalkınca ahşap sandukaların yerlerine çimentodan ga­rip lahitler kondurulmuş, üzerlerine de bir kısmı hatalı Latin harfli ufak kimlik levhaları iliştirilmiştir. Külliyenin hazîre-sinde, birçoğu hat ve oymacılık sanatla­rı açısından dikkat çekici nitelikte me­zar taşları bulunmaktadır. Cami-tevhid-hânenin batısındaki hazîre parçası için-

de yer alan Fatma Hanım - Sultan Tür­besi, hepsi mermerden yontulmuş sekiz adet sekizgen kesitli ve baklavalı baş­lıklı sütunları, bunlara oturan sivri ke­merleri, sütunların arasını kapatan tunç­tan dökülmüş nefis şebekeieriyle, em­sali olan açık türbeler içinde müstesna bir yere sahiptir.

Külliyenin mutfağı kagir duvarlı ve ahşap çatılı olup biri büyük, diğeri daha küçük içice iki bölümden oluşmaktadır. Basık kemerli kapılar ve pencerelerle donatılmış olan bu mekânlardan büyük olanında tuğladan örülmüş kemeriyle muazzam ocak yer almaktadır. Dikdört­gen planlı olan kütüphanenin duvarları sarı renkli yumuşak bir taşla kaplanmış­tır. Üzeri tuğladan örülmüş bir tekne to­nozla örtülü olan bu yapının girişi, ca-mi-tevhidhâneye bakan güney cephesi­nin ortasındadır. Gerek bu kapı gerekse pencereler, kilit taşlan konsollarla belir­tilmiş yarım daire kemerlere sahiptir. Aralarında, duvara gömülmüş ve İyon nizamında başlıklarla donatılmış yivli sü­tunlar vardır. Başlıkların üstünde de çe­şitli silmelerle teçhiz edilerek "architra-ve" görünümü kazandırılmış bir kuşak uzanmaktadır. Cephenin en üst kesimi, sütunların hizasında yer alan, ortaları birer kabartma rozetle süslenmiş küçük pilastrlarla üçe taksim edilmiş, bu bö­lümlere bani Lutfi Bey'in adını ve ebced-le 1317(1899-1900) tarihini veren talik­le yazılmış manzum kitabenin mısrala­rı yerleştirilmiştir. Halen Aziz Mahmud Hüdâyf Vakfi'nın idare binası olarak kul­lanılan kütüphanenin batı kesimi demir parmaklıklarla tecrit edilerek bani ile ailesine ait sandukaları ihtiva eden bir türbe haline sokulmuştur. Ampir üslû­bunun antik tapınak cephelerini taklit eden ve Osmanlı mimarisine çok yaban­cı düşen bir uygulamasını sergileyen bu binanın tonozlu örtüsü üzerinde de baş­ka yerde benzerine rastlanılmayan koni biçiminde üç madenî alem sıralanmak­tadır. Hepsi geçen yüzyılın ikinci yarısı içinde yenilenmiş olan meşrutahâneler-den harem dairesi, zemindeki kagir, di­ğerleri ahşap olmak üzere üç katlı, ol­dukça büyük, tipik bir eski İstanbul ko­nağıdır.

Bu arada külliyenin yakın ve uzak çev­resinde yer alan ve onunla ilgili sayılan bazı yapıları da zikretmek gerekir. Bun­lar arasında, Aziz Mahmud Hüdâyî'nin halifelerinden olan tekkenin üçüncü post-nişini Ehl-i Cennet Şeyh Mehmed Fena-yî Efendi'nin (o. 1664) cümle kapısının

karşısında yer alan türbesi; yine baninin mensuplarından olup mürşidine duydu­ğu hürmetten ötürü kendisini onun tek­kesinde "kapıcı" olarak vasfeden Kayse­rili Halil Paşa'nın (ö. 1629) külliyenin gü­neydoğusunda ve az ilerisinde inşa et­tirmiş olduğu Kapıcı Tekkesi ile Çamlı­ca'da Bulgurlu köyü yakınlarında, Aziz Mahmud Hüdâyî'nin çileye soyunduğu mahal olan ve bu yüzden Çilehâne adını alan mevkide 1024'te (1615) inşa etti­rilen mescid - zaviye bulunmaktadır.

BİBLİYOGRAFYA:

Naîmâ, Târih, II, 112; Evliya Çelebi. Seyahat­name, I, 473-474; Kâtib Çelebi, Fezleke, II, 114; Ayvansarâyf, Mecmûa-i Teuârih, s. 55-56, 87-88, 222-223, 231, 273, 328. 395; a.mlf.. Hadî-katü'l-cevSmi', II, 195-204; Asitûne Tekkeleri, s. 2; Mecmûa-i Ceuâmi', 11, 72-73; Bandırmalı-zâde, Mecmûa-i Tekâyâ, istanbul 1307, s. 5; Mehmed Râif, Mir'âL-ı İstanbul, İstanbul 1314,

I, 53, 63-67, 102; Zâkir Şükrü, Mecmûa-i Te­kâyâ (Tayşil, s. 21, 72-74; Muallim Vahyi, Müs­lümanlık ve Türklüğü Yükseltmeye Çalışan­lardan Bursalı Tâhir Bey, İstanbul 1335, s. 101; Külliyyâl-ı Hazret-i Hüdâyî (nşr. Meh­med Gülsen), istanbul 1338, naşirin önsözü, s. 5; Tahsin Öz. İstanbul Camileri, Ankara 1965,

II, 31; Ahmed Hamdi Tanpınar, Beş Şehir, İstan­bul 1969, s. 185; Kemaleddİn Şenocak, Kutb-ul Arifin Seyyid Aziz Mahmud Hüdayt, istanbul 1970, s. 29-32; Konyalı, Üsküdar Tarihi, I, 104-107, 129-130, 325-341, 356, 419, 427-428; 11, 16-18, 69-70, 128, 303, 403, 437; M. Orhan Bayrak, istanbul'da Gömülü Meşhur Adamlar, İstanbul 1979, s. 119; H. Kamil Yılmaz, Aziz Mahmud Hüdâyî ve Celueüyye Tarikatı, İstan­bul 1982, s. 216-258; İstA, III, 1718-1722; 1. Beldiceanu-Steinherr, "Hüdâ'i", El2 (İng.l, II, 538-539; Abdülbâkî Gölpinarlı, "Djihvatıyya",

İ), II, 542-543. ı—ı

m M. Baha Tanman

AZÎZ-İ MISR

Mısır'ın ulusu, güçlüsü anlamında bir unvan.

J

Kur'ân-ı Kerîm'de, kardeşleri tarafın­dan kuyuya atılan ve orada terkedilen Hz. Yûsuf'u bir kervanın kuyudan çıka­rarak Mısırlı birine sattığı belirtilmekte (Yûsuf 12/15-20], daha sonraki iki âyet­te (30,51], Yûsuf'u satın alan kişiden adı verilmeksizin "Aziz" unvanı ile söz edil­mektedir. Tefsirlerde bu kişinin adı Kıt-ffr veya Itffr şeklinde geçmektedir (bk. Taberî, XI, 104; İbn Kesîr, IV, 305i. Tev­rat'ta ise Hz. Yûsuf'u satın alan Mısır-lı'nın adı Potifar (Potiphar) olarak zikre­dilmekte ve onun Firavun'un harem ağa­sı (sâris), muhafız askerler reisi (sar hat-tarjhahîm) olduğu belirtilmektedir (Tek-



343

vîn, 37/36; 39/1]. İbranîce sâris keli­mesi "hadım" ve "harem ağası" anlamın­dadır. Ancak eski Mısır'da harem ağalı­ğı mevcut değildir {Ancien Testament, s. 103) ve Hz. Yûsuf'u satın alan Potifar da evlidir. Bu sebeple sâris kelimesi farklı bir anlamda, "krala çok yakın, ona bağ-iı, sarayın üst düzey görevlisi" mânasın­da kullanılmıştır (DB2, V/l, s. 888). Do­layısıyla Potifar'ın saray memuru, muh­temelen kralın çok yakın dostlarından, nedimlerinden biri, önemli işleri kendi­sine havale ettiği kişi olduğu söylenebi­lir. Tevrat'ta Hz. Yûsuf'u satın alan ki­şiye verilen diğer unvan ise sar hattab-bahîmdir. Tevrat'ın Yunanca tercüme­sinde kelime "aşçıların şefi, kilercibaşı" olarak çevrilmiştir. Ancak emrinde çalı­şanlar ne kadar çok olursa olsun aşçıla­rın şefinin yetkisinin çok geniş olduğu söylenemez. Tabbah kelimesi İbrânîce'-de aşçı mânasına geldiği gibi "kesen, bo­ğazlayan, Öldüren", dolayısıyla da "mu­hafız" anlamlarına da gelmektedir (11. Krallar, 25/8). Buna göre sar hattabba-hîm askerî bir görevi ifade etmektedir ve kralın emirlerini yerine getirenlerin şefi demektir. Nitekim kelime Tevrat'ın

Yunanca tercümesinin aksine Latince ve Süryânîce tercümeleriyle Onkelos'un Tar-gum'unda bu şekilde çevrilmiştir {DB2, V/l, s. 889). Esasen Kur'ân-ı Kerîm'de, rüyasını yorumlaması üzerine kralın. "Onu bana getirin" emrine karşılık Hz. Yû­suf'un gelen elçiye, "Efendine dön de ona sor. ellerini kesen o kadınların mak­sadı neydi?" diye sordurması ve kralın konuyu araştırması, Azfz'in karısının kral huzurunda gerçeği itiraf etmesi (Yûsuf 12/50-51), Azîz'in krala çok yakın oldu­ğunu göstermektedir.

Kur'ân-ı Kerîm'de azız unvanı sadece Hz. Yûsuf'u satın alan kişi için değil Hz. Yûsuf için de kullanılmaktadır. Kral ta­rafından hapisten çıkarılan ve, "Sen ar­tık yanımızda mevki sahibi, güvenilir bir kimsesin" (Yûsuf 12/54) diye taltif edi­len Hz. Yûsuf ülkenin hazinelerinden so­rumlu makama talip olur ve geniş yet­kilerle donatılır (Yûsuf 12/55-56). Yiye­cek almak üzere Mısır'a Hz. Yûsuf'un ya­nına gelen kardeşleri ona "Azîz" diye hi­tap ederler (Yûsuf 12/78, 88]. Tevrat'a göre de Hz. Yûsuf Mısır'da Firavun'dan sonra ikinci adamdı. Firavun ona, "Sen evimin üzerinde bulunacaksın ve bütün kavmim senin emrin üzerine idare olu­nacaktır; ben yalnız tahtta senden büyük olacağım" (Tekvîn, 41/40) demiş, ikinci arabasını ona tahsis etmiştir. Ayrıca her­kesin onun önünde diz çökmesini em­retmiş, bütün Mısır diyarında hiç kim­senin onun izni olmadan "elini yahut aya­ğını kaldıramayacağını" belirtmiştir (Tek­vin, 41/41-44). Şu halde azîz unvanı, Hz. Yûsuf zamanında Firavun'dan sonraki en önemli makamı ifade etmekteydi.

Bazı Arapça lugatlarda azîz kelime­sinin "Mısır ve İskenderiye'nin hâkimi" şeklinde açıklandığı da görülür (Kamus Tercümesi, "'azîz" mel). Osmanlı kaynak­larından Feridun Ahmed Bey'in Münşe-âtü's-selâtîn'ınde ise azîz, Memlûk sul­tanları için "Mısır'ın hâkimi" anlamında geçmekle beraber onların resmî unvan­ları arasında böyle bir tabire yer veril­memiştir.

Osmanlılar'da azîzin resmî bir unvan olarak kullanılmak istenmesi Hidiv İs­mail Paşa zamanına rastlar. Kendisin­den sonra ailesine kalmak şartıyla Mısır valiliğini eline geçiren İsmail Paşa, di­ğer Osmanlı vezirleri arasında daha üs­tün bir durumda bulunduğunu ve Hz. Yûsuf'un Mısır'ı idare ettiği gibi burayı yönetmek niyetinde olduğunu ima ede­rek kendisine "Azîz-i Mısr" unvanının

verilmesini istedi. Ancak bu isteği kabul edilmedi. Bununla birlikte 1867 tarihli bir fermanla kendisine yeni yetkiler ta­nındı ve "hidiv" unvanı ile yetinmesi sağ­landı.

BİBLİYOGRAFYA:

Kamus Tercümesi, "'azîz" md.; Taberî, Tef­sir, XI, 104; İbn Kesîr, Tefsîr, IV, 305; Feridun Bey, MünşeâL, I, 164, 195; Memduh Paşa, Mir'âl-ı Şuûnâl, İzmir 1328, s. 34-35; Mısır Meselesi (nşr. Babıâli Hâriciye Nezâreti), İstan­bul 1334, s. 36-37; E. Dicey. The Story of the Khediuate, London 1902, s. 38; Elmalıll, Hak Dini, IV, 2853, 2875 vd; Karal, Osmanlı Tarihi, VIİ, 43; Ancien Testament (Traduction Oecu-menique de la Bible), Paris 1980, s. 103; J. F. Mel., "Potiphar", JE, X, 147; 0. S. VVİntermute, "Potiphar", IDB, III, 845; C. Lagier, "Putiphar", DB2, V/l, s. 886-893; A. R. Schulman, "Potip­har", EJd., XIII, 933; B. Lewis, "cAzIz Mışr?, El2 (İng.), I, 825. r-j ..

İHÜI Omf.r Faruk Harman

AZÎZ NESEFÎ

Azîz b. Muhammed en-Nesefî (ö. 700/1300 [?])

Vahdet-i vücûd konusundaki düşünceleriyle tanınan

İranlı mutasavvıf.

L J

Mâverâünnehir bölgesinde Nesef (Nah-şeb) şehrinde doğdu. Doğum tarihi belli değildir. Öğrenimini doğduğu şehirde tamamladı. Bu arada kendini fizikî ve ruhf bakımdan daha iyi tanımak için tıp tahsil etti ve bu alanda hekimlik yapa­cak seviyeye geldi. Bir süre kaldığı Bu-hara'da adini belirtmediği bir mürşide intisap ettiğini söyleyen Azîz Nesefî, Re-ceb 671'de (Şubat 1273) Orta Asya'dan gelip Horasan ve Fars'a saldıran Akbeg kumandasındaki kuvvetlerin şehri yağ­malamaları üzerine buradan ayrıldı. Çe­şitli risalelerinden, 680-690 (1281-1291) yılları arasında Eberküh, Şîraz, İsfahan, Behrâbâd, Semerkant ve Buhara'da bir süre yaşadığı veya buralara seyahat et­tiği, buralardaki sûfîler, felsefeciler ve diğer bilginlerle tanıştığı anlaşılmakta­dır. Nesefî, Sa'deddîn-i Hammûye veya Hammûî adlı bir şeyhin müridi olduğun­dan bahsetmektedir. Bu şeyhin 587-650 (1191-1252) yılları arasında yaşayan meş­hur süfî Sa'deddîn-i Hammûye olup ol­madığı şüphelidir. Zira Nesefî şeyhinin 670 (1272) tarihinde sağ olduğundan bahseder. Ancak sözü edilen şeyh ger­çekten Sa'deddîn-i Hammûye ise, ya kay­naklarda onun 650 (1252) olarak verilen ölüm tarihi yanlıştır veya onunla manen



irtibat kurmuştur; yahut da aynı ad ve nisbeyi taşıyan ikinci bir kişi vardır. Azîz Neseff'nin Hammûye'den sonra İsmini zikretmediği başka bir şeyhe daha inti­sap ettiği anlaşılmaktadır. Neseff nin ne zaman ve nerede öldüğü de bilinmemek­tedir. Ölüm tarihi olarak M.ecâlisü'1-'uş­şak müellifi Hüseyin Baykara'nın verdi­ği 661 (1263) ve Hediyyetul-'arifin Ğe kaydedilen 686 (1287) rakamları doğru değildir. Zira onun bu tarihlerden epey­ce sonra yazılmış eserleri vardır. Nite­kim bu eserlerindeki bazı ifadelerden Nesefî'nin 700 (1300) yılından biraz ön­ce veya bu tarihte ölmüş olduğu sonu­cu çıkarılabilir.

Tasavvuf âdâb ve ilkelerini çok iyi bil­diği anlaşılan Nesefî, bu bilgileri herke­sin anlayabileceği açık ve sade bir ifade ile anlatır. Şiîler'in İsmâilî kolu Neseff'yi kendilerinden sayarlarsa da bu doğru değildir. Ancak o aşırıların dışında Şiîli­ğe de düşman değildir. Eserlerinde Sün­nîlik ile Şiîlik arasında fark gözetmez. Muhtemelen bu da onun vahdet-i vücûd-culuğundan gelmektedir.

Eserleri. Nesefî'nin büyük bir kısmını 671-680 (1273-1281) yılları arasında yaz­dığı anlaşılan ve yazma nüshalarına faz­laca rastlanan eserlerinin çoğu günü­müze kadar gelmiştir. Tasavvuf, felsefe ve kelâmla ilgili olan ve sade bir dil ve üslûpla kaleme aiınan, ayrıca hepsi de Farsça olan bu eserlerin başlıcalan şun­lardır: 1. Tenzil. Yirmi bölümden (asi) meydana gelen bu kitabın ilk altı bölü-

mü Nesef'te, daha sonraki dört bölümü Buhara'da, son bölümü de Horasan'da tamamlanmıştır. Eserde söz konusu edi­len her mesele kelâm, felsefe, vahdet-i vücûd, tenasüh, cennetlik ve cehennem­likler bakımından incelenir. Aynı meto­da diğer eserlerinde de rastlanır. Yaz­ma nüshaları Süleymaniye (Şehid Ali Pa­şa, nr. 1363/2) ve Beyazıt Devlet Kütüp­hanelerinde (Veliyyüddin Efendi, nr. 17671 bulunmaktadır. 2. Keşfü'I-hakâ'ik. 671'-de (1273) yazılmaya başlanan eser an­siklopedik bir nitelik taşır. Önsözde çe­şitli dinî konulardaki düşüncelerini an­latan Nesefî, diğer eserlerinde olduğu gibi burada da yaşadığı dönemden ve kendisini anlamayan kişilerden şikâyet eder. Rüyada Hz. Peygamber'le görüştü­ğünü, 700 (1300) yılından sonra çeşitli mezheplerin ortadan kalkacağını ve ye­rini tek mezhebin alacağını söyler. Eser­de sırasıyla varlık (vücûd). insan, sülük, tevhid, meâd, dünya, âhiret, kadir gecesi, kıyamet günü ve yedi gök gibi konulara yer verilir. Yazma bir nüshası Süleyma­niye Kütüphanesi'ndedir (Cârullah Efen­di, nr. 10871. 3. Beyânüı-Tenzîl. Keşful-hakâ'ik'ten sonra yazıldığı anlaşılan bu eserde Tenzilde ele alınan konular da­ha ayrıntılı bir biçimde anlatılmıştır. Ese­rin bir nüshası Beyazıt Devlet Kütüpha­nesi'ndedir (Veliyyüddin Efendi, nr. 1685). 4. Makşad-ı Aksa. 672-680 (1274-1281) yılları arasında kaleme alınan bu eserin konusunu Allah'ın zâtı, sıfatları, fiilleri, peygamberlik, velîlik, insan ve ölümden

Önceki ve sonraki hayat teşkil eder. Türk­çe'ye de tercüme edilen (bk. Süleymani­ye Ktp., İzmirli İsmail Hakkı, nr. 1240; Ha­cı Mahmud Efendi, nr. 3166) bu eser ol­dukça erken bir tarihten itibaren Batı'da tanınmıştır. Nitekim eserin Türkçe tercü­mesinden bazı parçalar Andreas Müller tarafından Latince tercümesiyle birlikte Exerpta manuscripti Cujusdam Turcici adıyla yayımlanmıştır (Coloniae Branden-burgicae 1665). F. A. G. Tholuck da Sufis-mus Şive Theosophia Persarum Pant-heistice (Berlin 1821) adlı kitabında bu eserden geniş ölçüde faydalanmıştır. Da­ha sonra E. H. Palmer, aslını Türkçe san­dığı için eserin bu dilden çevrildiğini söy­lediği Farsça'sından vahdet-i vücûdla il­gili bir parçayı Oriental Mysticism (Lon-don 1868) adındaki eserinde neşretmiş-tir. Bunları F. Meier'in Das Problem der Natar im esoterischen Monismus des islam (Eranos-lahrbuch 1949, XIV, 149-2271, Die Schriften des "Aziz-i Nasoîi {TAnz., s. 125-182) adlı çalışmaları takip etmiştir. Kâtib Çelebi Makşad-ı Akşa-nın Kemâleddîn-i Hârizmî (XV. yüzyıl) ta­rafından yapılan bir çevirisinin bulundu­ğunu söyler {Keşfü'z-zıınûn, II, 1805-1806). s. Keşiü'ş-şırât. Eser, "Kendini bilen rab-bini de bilir" hadisi üzerindeki tartışma­larla başlar. Çeşitli konulardan bahsedi­lirken Aynülkudât e!-Hemedânî, Şehâ-beddin es-Sühreverdî, İbnü'l-ArabT, İbn Seb'în ve Şa'deddîn-i Hammûye'nin de fikirleri nakledilir ve velîlik (velayet) me­selesi hakkındaki çeşitli mezheplerin gö­rüşleri anlatılır. Şiîlik ve Sünnîlik görüş­leri bakımından olduğu kadar üslûp ba­kımından da müellifin diğer eserlerin­den ayrılan bu kitabın Nesefî'ye aidiye­ti şüphelidir. Eserin bir nüshası Beyazıt Devlet Kütüphanesi'ndedir (Veliyyüddin Efendi, nr. 1767, vr. 204b-243b; nr. 1685, vr. 79a-103b). 6. Zübdetü'l-hakö'ik. Mü-ridlerinin kendisinden kâinat, insan, meb­de ve meâd hakkında bir kitap yazması­nı istemeleri üzerine Mebde= ve Mecâd adlı bir eser yazmış, ancak kitap mü-ridlerince uzun görüldüğü için onu özet­leyerek bu eserini kaleme almıştır. Bir nüshası İstanbul Üniversite Kütüphane-si'nde (FY, nr. 797) bulunmaktadır. Eser Makşad-ı Akşâ İle birlikte Câmî'nin Le-ma^ât şerhinin sonunda basılmıştır (Tah­ran 1303). 7. Kitâbüı-İnsâni'l-kâmil. Şe­riat, tarikat ve hakikat, insan-ı kâmil, sohbet ve sülükten bahseden bir mu­kaddime ile yirmi iki felsefî ve tasavvufî risaleyi ihtiva eden bu mecmua, Marijan MolĞ tarafından müellifin hayatı, eserle-

345


ri, eserlerin yazma nüshaları hakkında geniş bir giriş yazısı ile birlikte yayım­lanmıştır (Tahran-Paris 1983, 2. fas.). Eser Mehmet Kanar tarafından Tasavvufta İn­san Meselesi (İstanbul 1990) adıyla Türk­çe'ye tercüme edilmiştir. 8. Menâzilü's-sâ'irîn. Tanrı'ya doğru çıkılacak manevî yolculuktaki konakları gösteren dört cilt­ten ibaret bu eserin bir nüshası Nuruos-maniye Kütüphanesi'ndedir (nr. 4899).

BİBLİYOGRAFYA :

Azîz Nesefî. Kilâbü'i-insâni'l-kâmil (nşr. Ma-rijan Mole), Tahran 1403/1983, naşirin önsözü, s. 1-57; Hüseyin Baykara. Mecâlisü'l-*uşşak, Kanpûr 1314, s. 115 vd.; Keşfü'z-zunün, I, 844, 888; II, 951, 1580, 1805-1806; Hedlyyetü'l-'arifin, I, 580; Hidâyet, Mecma'u.'1-fuşahâ', i, 869; a.mlf., Riyâzul-'âriftn, Tahran 1316 hş., s. 175; Safa, Edebiyyât, IH/2, s. 1223-1225; Hüseyin Nasr, Nazar-t Mütefekkirân-ı İslâmî der Bâre-i Tabfat, Tahran 1345, bk. Fihrist; Mûbed Keyhüsrev İsfendİyâr. Debistân-ı Mezâ-hib (nşr. Rahîm Rızâzâde-i Melik), Tahran 1362 hş., I, 44; F. Meier, "Das Problem der Natur im esoterischen Monismus des islam", Era-nos-Jahrbuch, XIV, Zürich 1946, s. 149-227; a.mlf,, "Die Schriften des cAzIz-i Nasafi", TAnz.,sy. 52(1953), s. 125-182.

İffl İbrahim Düzen

AZİZAN

Hâcegân tarikatının



Ali Râmîtenî'ye

(ö. 715/1315)

nisbet edilen bir kolu

(bk. ALİ RAMÎTENİ).

AZÎZ-BİLLAH

( **k ji ,W )

Ebû Mansûr

Nizâr b. el-Muİzz-Lidînillâh fö. 386/996]

Beşinci Fatımî halifesi (976-996).

14 Muharrem 344'te (10 Mayıs 955) Mehdiye'de doğdu. 972'de babasıyla bir­likte Kahire'ye geldi. Kardeşi Abdullah'ın ölümü (974) üzerine babası Muiz-Lidînil-lâh tarafından veliaht tayin edildi. Ba­bası 18 Aralık 97S tarihinde ölünce Fa­tımî tahtına çıktı ve 9 Ağustos 976'da resmen halife ilân edildi. Fâtımîler Mı­sır'ı zaptettikten sonra burada tahta çı­kan ilk halife odur.

Azîz-Billâh'ı meşgul eden en önemli iki mesele Emîr Aftegin ve Karmatîler oldu. Dımaşk'ta bağımsızlığını ilân eden Türk Emîri Aftegin, halifenin Dımaşk'ı teslim etmesi için yaptığı teklifi, "Ben

346


kılıç zoruyla aldığım bir beldede başkası­na boyun eğmem" diyerek reddetti. Ha­life, Emîr Aftegin ve Karmatîler'le sa­vaşmak için gönderdiği ordunun bozgu­na uğraması üzerine bizzat sefere çıktı; 977'de Aftegin'i esir aldı ve ona çok iyi davrandı, hatta bazı rütbeler tevcih et­ti. Bu zafere rağmen Aftegin'in adam­larından Kassam Suriye'deki hâkimiyeti­ni sürdürdü. Halife daha sonra Bekcûr'u Halep'i zaptetmek üzere görevlendirdi. Fakat Bekcûr askerlerinin ihaneti yü­zünden ağır bir yenilgiye uğradı. Halife bundan beş yıl sonra Halep'e Mengü Te-gin kumandasında yeni bir ordu gönder­di. Mengü Tegin Halep'e yardıma gelen Bizans ordusunu mağlûp ettikten son­ra şehri on üç ay kuşattı. Bunun üzeri­ne İmparator II. Basileios büyük bir or­duyla Fâtımîler'e karşı harekete geçti. Bizans ordusu yaklaşınca Fatımî kuv­vetleri geri çekildi. Halife Azîz-Billâh ye­ni bir ordu hazırlayıp sefere çıkmak üze­reyken Bilbîs'te vefat etti (28 Ramazan 386/ 14 Ekim 996), Na'şı Kahire'ye götü­rülüp orada defnedildi. Yerine oğlu Hâ­kim -Biemrillâh geçti.

Azîz-Biliâh hoşgörüsüyle ünlü bir ha­lifeydi. Özellikle gayri müslimlere geniş bir hürriyet tanıdı. Ancak devlet yöneti­minde yahudi ve hıristiyanlara yer ver­mesi, bu arada îsâ b. Nasturus'u vezirli­ğe, Manasah b. Ephraim'i de Suriye baş­kâtipliğine getirmesi müslümanlar ara­sında hoşnutsuzluğa sebep oldu. Azîz bu hoşnutsuzluğu gidermek için bazı gayri müslim devlet memurlarını görevden aldı. Fakat bunlar kısa bir süre sonra saraydaki nüfuzlarını kullanarak tekrar eski mevkilerine döndüler. Devlet idare­si kuvvetli bir ordunun desteğine sahip olduğundan gayri memnun müslüman­lar istemeyerek de olsa yönetime bo­yun eğmek zorunda kaldılar.

Azîz-Billâh Fatımî halifelerinin en iyi­leri ve en zekilerinden biridir. Fatımî Dev­leti en geniş sınırlarına onun devrinde ulaştı. Atlas Okyanusu'ndan Kızıldeniz'e kadar uzanan topraklarda, Yemen'de, Mekke'de ve hatta Ukaylîler'in hakimiye­tindeki Musul'da bile adına hutbe okut­tu. Onun zamanı refah, bolluk, dinî mü­samaha ve kültürün zirvede olduğu bir dönemdir. Ezher Camii'ni de önemli bir ilim merkezi haline getiren odur. Aynı zamanda kitaplara olan merakıyla da tanınan Azîz-Billâh çok sayıda kütüpha­neyi binlerce cilt kitapla doldurmuştur. Özellikle saray kütüphanesi o devrin en büyük kütüphanelerinden biriydi ve ri-

vayete göre sarayın kırk odası raflar ko­nularak kitaplara tahsis edilmişti. Kütüp­hanede bir kısmı müellif nüshası olmak üzere fıkıh, hadis, dil, gramer, tarih, si-yasetnâme ve kimya gibi çeşitli ilim dal­larında yazılmış çok değerli eserler var­dı. Eserlerin sayısı hakkında 200.000 ile 2 milyon arasında değişen rakamlar ve­rilmektedir. Kitâbü'd-Deyâröt adlı ese­rin müellifi Şâbüştî de bu kütüphanede hâfız-ı kütüb* olarak görevlendirilmiş­ti. Daha sonraki Fatımî halifeleri döne­minde de önemini koruyan bu kütüpha­nedeki 100.000 cilt kitap, 580'de (1184; Selâhaddîn-i Eyyûbî devrinin mümtaz âlimi Kadî el-Fâzıl'ın kurmuş olduğu Fâ-ziliyye Medresesi'ne nakledilmiştir. Kay­nakların belirttiğine göre babası Muiz-Lidîniilâh gibi Azîz-Bilâh da birkaç dil bi­lirdi.

İmar faaliyetleriyle de yakından ilgile­nen Azîz-Billâh Kasrüzzeheb, Kasrülbahr, Câmiü'l-Karâfe gibi saray ve camiler, köprü, kanal ve rıhtımlar yaptırdı. Bu yüzden devlet hazinesi çok ağır bir yük altına girmişti. Azîz-Billâh her sahada lüks ve israfa kaçmış, nâdir bulunan şey­lere düşkünlüğünü ve ava olan merakını tatmin için Sudan'dan muhtelif av hay­vanları getirtmiştir.

BİBLİYOGRAFYA:

İhnü'l-Kalânisî, Zeyiü T&rîhi Dımaşk (nşr. H. F. Amedroz], Beyrut 1908, s. 13, 14-22, 27-35, 38-45; İbn Hammâd. Ahbâru mülaki Beni zÜbeyd ue sîretühürn (nşr. et-Tihâmî Nakara — Abdülhalîm Üveysî), Riyad 1401/1980, s. 93-94; Yâküt, Mu'cemü't-üdebâ', XVIII, 16-17; İbrtfrl-Esîr. el-Kâmil, VIII, 663, 667, 696-700, 709; IX, 7-9, 17-18, 34, 37, 54, 58, 77, 85, 88-90, 110, 116-118; İbn Hallikân, Vefeyât V, 371-376; İbn İzârî, el-Beyânü'i-muğrib, I, 239-233; Safedr, el-Vâft, XXII, 174; İbn Kesîr. el-8idâye, XI, 282, 292, 320; İbn Haldun, el-lber, Beyrut 1399/1979, IV, 56 vd.; Kaikaşendî. Şubhu'l-a'ş4 I, 39, 96-97; III, 343-349, 354-356, 359-360, 363, 365, 379, 485-486; IV, 164, 269; Mak-" rîzî, el-Hılat, I, 354, 379-380, 408, 451, 457, 468, 470; II, 157,268, 277,284-285,318,341, 366; İbn Tağrîberdr, en-Nücümuz-zâhire, N, 112-174; ibn İyâs, Bedâ*icu'z-zühür, l/l, s. 192-197; Emîn Muhammed Talî*. Aşlil'l-muoah-hidîne'd-dürûz ue ıısûlühüm, Beyrut 1961, s. 60-61; Hitti, İslâm Tarihi, IV, 994-995; H. İbra­him Hasan, Tânhu'd-deüleÜ'l-FâUmiyye, Kahi­re 1981, s. 156-164, 429-430; a.mlf.. T&rîhu'l-islâm, Kahire 1984. III, 167-170; O'Leary, A Short History of the Faümid Khaiifate, Delhi 1987, s. 115-122; İsmail E. Erünsal, islâm Me­deniyetinde Kütüphaneler", Büyük İslâm Ta­rihi, İstanbul 1989, XIV, 230-231; N. A. Koenig, "Azîz Buları", İA, II, 152-154; E. Graefe, "Fâtı-mîler", İA, IV, 523-524; M. Canard. "al-cAzîz Bi'llâh", E/2(İng.)r 1,823-825.

1A1 Abdülkerim Özaydın

AZİZİYE CAMİİ

İstanbul Maçka'da

XIX. yüzyılda yapımına başlanıp

banisi Sultan Abdülaziz'in

tahttan indirilmesi üzerine

tamamlanamayan cami.

...I

Projesine göre Sultan Abdülaziz (1861-1876) bu camiyi kendi adını yaşatmak üzere Maçka'nın Dolmabahçe üzerinde­ki hâkim bir noktasında dört minareli olarak yaptırmak istemişti. Mimarı da o yıllarda birçok yapıyı inşa eden Sarkis Balyan (ö. 18991 olacaktı. Yaptırdığı bü­tün büyük yapılarda şehrin kuzey taraf­larını tercih eden Abdülaziz, kendi camii için Marmara'dan gelindiğinde Boğaz gi­rişine hâkim bu yeri seçmiştir. Caminin geliri için önce, Beşiktaş'tan Maçka'ya doğru çıkan ve günümüzde de Akaret­ler adıyla anılan iki yol üzerinde iki ta­raflı olarak semte adını veren bir örnek kagir evler yapıldıktan sonra caminin te­meli atılmıştır. 1874 sonlarında veya 1875 yılı başlarında büyük bloklar halindeki temel taşlan konularak bina yerden he­nüz yükselmeye başlamışken Sultan Ab­dülaziz'in 30 Mayıs 1876'da tahtından indirilmesi üzerine inşaat durmuş ve ca­mi tamamlanmadan böylece kalmıştır. Duvarların ve büyük ana payelerin uzun süre duran temel taşlan, buranın "Taşlık" adını almasına sebep olmuştur. 194O'lı yıllarda cami arsasına bir kahvehane ile bazı özel binalar yapılmış ve bu sebeple Aziziye Camii'nin izleri de ortadan kal­dırılmıştır.



BİBLİYOGRAFYA :

"Akaretler", İstanbul Kültür ve Sanat An­siklopedisi, İstanbul 1982, I, 510-512 (Akaret-ier hakkında çeşitli söylentilere dair).

İH Semavi Eyice

AZİZİYE CAMİİ

Konya'da çarşı içinde XIX. yüzyılda yapılmış cami.

Bezirganlar Hanı arsası diye bilinen bu yerde önceleri, IV. Mehmed'in kızların­dan Hatice Sultan'ın eşi Musâhib Mus­tafa Paşa (ö. 1096/1685) tarafından yap­tırılan ve altında dükkânlar bulunduğun­dan Yüksek Cami denilen bir mâbed var­dı. 1284'te (1867-68) bu caminin yan­ması üzerine, vakıf gelirleri kullanılmak ve Sultan Abdülaziz ile annesi Pertevni-yal Valide Sultan'ın da büyük maddî yar­dımları sağlanmak suretiyle yapımına 1872'de başlanıp birkaç yılda tamamla­nan kagir bir cami inşa ettirildi.

Aziziye Camii tamamen kesme taştan yüksek bir bina olup harime merdivenle çıkılmaktadır. Camilerde usulden olan avlusu yoktur. Şadırvanlar ise minare kürsülerine bitişiktir. Altı sütunlu ve üç kubbeli son cemaat yerini takip eden harim kare bir plana göre yapılmış olup büyük bir kubbe bu mekânı örtmek­tedir. Caminin iki yan duvarında beşer giriş bulunması Türk mimarisinde pek rastlanmayan bir özelliktir. Kubbe kas­nağının etrafında sıralanan sivri külâh­lı ağırlık kulecikleri ile dört köşede yük­selen değişik biçimli ve başlı başına bir




mimariye sahip olan dört büyük ağır­lık kulesi, Aziziye Camii'ne değişik bir görünüm vermektedir. Yivli gövdeli çif­te minare de nisbetleri ve şerefe biçim­leri bakımından Türk minarelerine gö­re değişiktir. Yapının her cephesinde yuvarlak kemerli büyük pencereler var­dır. Minber ve mihrap zengin süsleme-li olarak bölgede göktaş adı verilen ma-vimtrak taştan işlenmiştir. Mihrap ile kapıların üstünde çok güzel yazılar yer almaktadır. Aziziye Camii, XIX. yüzyıl­da Türk mimarisine hâkim olan Avru­pa sanat akımlarının birkaçının karış­tırılması suretiyle meydana getirilmiş, belirli bir üslûbu olmayan ve cami mi­marisinde bazı yenilikler deneyen de­ğişik bir yapıdır.

BİBLİYOGRAFYA:

Mehmet Önder, Meulâna Şehri Konya, Kon­ya 1962, s. 205-206; Konyalı. Konya Tarihi, s, 325-327; G. Goodwin, A History of Ottoman Architecture, London 1971, s. 424.

life! Semavi Eyice

AZİZİYE CAMİİ

Kuzey Romanya'da Dobruca'nın Tulça (Tulcea) kasabasında

XIX. yüzyıla ait bir cami.

L J


Adından ve mimarisinden de anlaşıl­dığı gibi Sultan Abdülaziz'in saltanat yıl­larında {1861 -1876) yaptırılmıştır. Tulça'-da bugün hâlâ müslüman cemaat bu­lunduğundan cami de ibadete açıktır. Ya-

347


pıldığı yıllarda Osmanlı Türk mimarisine hâkim olan ve Tanzimat üslûbu olarak adlandırılan mimari tarzında inşa edil­miştir. Oldukça büyük ölçüde bir bina olan caminin mimari bakımından bir özelliği olmadığı gibi herhangi bir süs­lemesi de yoktur. Her bir kenarı dıştan 20 m. kadar uzunlukta bir kare biçimin­de olan binanın üstü kiremit örtülü ah­şap bir çatı ile kapatılmıştır. Esas cüm­le kapısından başka iki yanlarda da bi­rer kapısı bulunmakta, iki sıra halin­de dizilmiş birçok pencere içeriyi aydın­latmaktadır. Caminin son cemaat yeri yoktur. Sağ duvarına bitişik ince, uzun bir minaresi vardır. İçeride ahşap direk­lere dayanan ve iç mekânı U biçiminde dolaşan ahşap bir mahfili bulunmakta­dır. Tavan basit ahşap pasalı tavandır. Mihrap ve minber ise son derecede sa­dedir. 1966'da gördüğümüzde Aziziye Camii'nin içi temiz ve halıları döşeli ol­makla beraber camlan kırıktı. Aradan geçen on yıl içinde cami tamir görmüş olmalı ki 1976'da E. H. Ayverdi bu ese­ri gayet iyi durumda bulduğunu belirt­mektedir.

BİBLİYOGRAFYA:

Ayverdi, Avrupa'da Osmanlı Mi'mârîEserle-

Semavi Evice

ri I, s. 62-65. İTİ

um

AZÎZİYYE



Rifâiyye tarikatının Abdülazîz b. Ahmed ed-Dîrînî'ye

(Ö. 694/1295) nisbet edilen bir kolu

(bk. DİRİNİ).

L J


r „ ..

AZlZUDDEVLE

Ebû Şücâ' Fâtik b. Abdillâh er-Rûmî (ö. 413/1022)

Fatımî Halifesi Hâkim - Biemrillâh'ın Halep valisi.

I

Önceleri Halife Azîz-Billâh'ın azatlısı Mengü Tegin'in gulâm'ıydı. Halife Hâ­kim -Biemrillâh onu önemli görevlerde denedikten sonra "emîrü'l-ümerâ, azî-züddevle. tâcü'l-mille" unvanlarıyla Ha­lep ve çevresine vali tayin etti (Cemâzi-yelevvel 407/Ekim 1016|. Azîzüddevle 2 Ramazan 407 (2 Şubat 1017) tarihinde Halep'e girdi. O yörede ikamet eden be-devî Benî Kilâb kabilesi reisi Salih b. Mir-dâs ve Bizans İmparatoru II. Basileios ile iyi ilişkiler kurmayı başardı. Azîzüd-



348

devle'nin bu hareketlerini bağımsızlık için atılmış bir adım olarak değerlendiren halifenin kendine karşı tavır değiştirdi­ğini görünce isyan ederek kendi adına hutbe okutup para bastırdı. Halife onu itaat altına almak için üzerine asker sev-kedince Bizans İmparatoru Basileios'tan yardım istedi (411/1020). Bizans impa­ratoru daha yolda iken Hâkim'in Öldü­ğünü öğrenen Azîzüddevle, Basileios'un şehri işgal etmesinden endişe ederek ona yardımına ihtiyacı kalmadığını ha­ber verdi ve geri dönmesini istedi. Hat­ta daha da ileri giderek geri dönmeye­cek olursa Benî Kilâb ile birlikte kendi­sine karşı savaşa gireceğini bildirdi. Bu­na rağmen Basileios Malazgirt'e kadar gelip şehri ele geçirince o yöredeki halk korkudan yurtlarını terkederek Halep'e çekildi.

Azîzüddevle Hâkim'in yerine geçen Ha­life Zâhir'in. kendisine hil'atler gönde­rerek gönlünü almaya çalışmasını Ha­lep'te hâkimiyetini sağlamlaştırmak için iyi bir fırsat olarak değerlendirdi ve ka­lenin aşağısındaki sarayı müstahkem bir şekilde yeniden inşa ettirdi. Ayrıca ken­dini korumak maksadıyla çok sayıda gu-lâmı iç kalede görevlendirdi. Bunlar Türk asıllı Ebü'n-Necm Bedr'in emrindeydiler.

Kahire'de ise iktidar genç halifede de­ğil halası Sittülmülk'ün (Seyyidetülmülk) elindeydi. Sittülmülk Bedr'e rüşvet ve hediyeler vererek onu Azîzüddevle'yi öl­dürmeye ikna etti. Eğer bunu başarabi-lirse kendisini Halep valisi tayin edece­ğine söz verdi. Bedr, Azîzüddevle'nin çok sevdiği ve güvendiği Hint asıllı gulâmı Tüzün'ü çeşitli vaadlerle aldatarak efen­disini bir gece yatağında uyurken öldürt­tü (3 Rebiülâhir 413/6 Temmuz 1022). Ka­pıda bekleyen Bedr olayla hiç ilgisi yok­muş gibi feryat etmeye başlayınca yeti­şen gulâmlar Tüzün'ü hemen orada öl­dürdüler. Bedr durumu gizlice halifeye bildirdi ve Azîzüddevle'nin yerine Halep valiliğinç tayin edildi.

Kabiliyetli ve o ölçüde de ihtiraslı bir emîr olan Azîzüddevle felsefe, şiir ve edebiyata meraklı idi. Meşhur Arap şai­ri Ebü'l-Alâ el-Maarri Risâletü'ş-şâhiî ve'ş-şâhic ile Kitâbü'I-Kâ'if adlı eser­lerini ona ithaf etmiştir.

BİBLİYOGRAFYA:

İbnü'l-KalânisF, Târîhu Dımaşk (nşr. Süheyl Zekkâr), Dımaşk 1403/1983, s. 117; İbnü'l-Adîm. Zübdetui-haleb, I, 215-221; Suhayl Zakkar. The EmiraLe ofAleppo (1004-1094), Beyrut 1391/ 1971, s. 59-63; Ali Sevim, Selçuklular Tarihi, s. 27, 208; Ziriklî, el-A'lâm (Fethullah), V, 126; Walker, "Sitt-ül-mülk", İA, X, 721-722.

lifti Abdülkerim Özaydin



H

AZL

ı

L

(bk. AZİL).

j




AZM

"1

_

(bk. AZİM).

j




AZMİZÂDE MUSTAFA HÂLETl

n




(ö. 1040/1631)




Daha çok rubaileriyle tanınan , - divan şairi. .

977'de (1570) İstanbul'da doğdu. Sul­tan III. Murad'ın hocası âlim ve şair Az-mî Efendi'nin oğludur. Medrese öğreni­mini tamamladıktan sonra Hoca Sâded-din Efendi'den mülâzım oldu ve 1591 yılında müderrisliğe başladı. İstanbul'un bazı medreselerinde çalıştı ve derece de­rece yükselerek 1597'de Sahn, 1600'de Süleymaniye müderrisi oldu. Daha sonra kadılığa geçerek 1602'de Şam, 1604'te Kahire kadılığına tayin edildi. Bir süre sonra azledildi. 1606'da Bursa kadısı ol­duysa da devrin meşhur âsilerinden Ka-lenderoğlu'nun şehre girmesi üzerine kadılıktan ayrıldı. Bir müddet Ahyolu ar­palığı ile geçindi. 1611'de tayin edildiği Edirne kadılığında da dört ay kalabildi ve buradan Şam'a gönderildi. İki yıl son­ra azledilerek İstanbul'a döndü. 1613te İstanbul kadılığına getirildi, fakat iki ay kadar kaldığı bu görevden de uzaklaştı­rıldı. Dört yıl boşta bekledi, Sultan II. Os­man'ın tahta geçmesi üzerine sunduğu bir "arz-ı hâl" mesnevisiyle 1618'de Mı­sır kadılığına tayin edildi, ancak 1619'-da yine azledildi. 1623 yılında Sultan IV. Murad'ın cülusunda Anadolu kazaskeri oldu. Bir yıl sonra kendisine Rusçuk ar­palığı verilerek bu görevden de alındı. 1627'de Rumeli kazaskerliğine getirildi ve 1629'da emekliye sevkedildi. 26 Şa­ban 1040'ta (30 Mart 1631) vefat etti; İstanbul Sofular'da oturduğu evin karşı­sına yaptırdığı mektebin bahçesine def­nedildi.

Azmîzâde kaynakların bildirdiğine gö­re dürüst, âdil, iyilik sever, hoşsohbet ve çok cömert bir insandı. Kâtib Çelebi, Osmanlı tarihinde Kınalızâde Ali Efendi ile Azmîzâde kadar çok okuyan, araştı­ran bir âlim daha olmadığını belirtir. Ta­lebesi olan Atâî, öldüğünde kenarlarına tashih notlan konmuş ve ayrıca çeşitli notlar kaydedilmiş 4000 kadar kitabı çık­tığını yazmaktadır. Zekâsı, yeteneği ve gayretiyle yirmi bir yaşında tahsilini ta­mamlayarak müderris olmuş, dokuz on

yıl içinde tedris hayatının en üst derece­si olan Süleymaniye müderrisliğine yük­selmiştir. Bununla birlikte Rumeli kazas­kerliği makamına kadar eriştiği halde bu meslekte başarılı olduğu söylenemez. Tayin edildiği kadılıklarda bir iki yıldan fazla duramamış, sık sık vilâyet değiş­tirmiş veya boşta beklemiştir. Meslek hayatındaki bu başarısızlığı, onun za­manla karamsar bir psikoloji içine düş­mesine yol açmıştır. Yine Atâî*nin belirt­tiğine göre Azmîzâde, bilgisi ve yetene­ği ölçüsünde hakettiği İlgiyi göremeyip bir kenara itildiği kanaatindedir. Şiirle­rinde de yaşadığı hayattan, değerinin bi­linmediğinden ve haksızlıklara uğradığın­dan sık sık şikâyet ettiği görülmektedir.

Süre çok genç yaşta başlamış olan Az­mîzâde Hâletî bu vadide kısa sürede üne kavuşmuştur. 1006 (1597-98) yılında tez­kiresini yazan Beyanı", onun genç yaşına rağmen olgun bir kişi olduğunu ve baba­sı gibi şiirleriyle tanındığını kaydetmek­tedir. 1602'de tayin edildiği Şam kadılı­ğında kendisini tanıyan Bağdatlı Ruhî de bir kıtasında onun güzel şiirleriyle gö­nüllerde yer tuttuğunu ifade etmiştir.

Eserleri. Azmîzâde'nin manzum ve men­sur birçok eseri vardır. Edebi muhteva­lı eserlerinin başlıcaları şunlardır: 1. Di­van. Azmîzâde divanını 1012 (1603) yı­lından önce Sultan [II, Mehmed adına tertiplemiştir. Oldukça hacimli olan bu divanda münâcât, na't. mi'râciye gibi di­nî şiirlerden sonra Sultan III. Mehmed, Sultan !. Ahmed ve devrin büyüklerine

yazdığı kasidelerle gazel, müseddes, ter-kib, kıta ve rubâîleri toplanmıştır. Sade­ce İstanbu! kütüphanelerinde yirmi ka­dar nüshası bulunan divanın yazmaları oldukça fazladır. Şiir sayılan da çok fark­lı olan bu nüshalar arasında şiir adedi bakımından zengin bir yazma olan Sü­leymaniye Kütüphanesi'ndeki bir nüsha­da (Ayasofya, nr. 3910) otuz kaside, 411 gazel, üç müseddes, terkibibend şeklin­de Mehdî Çelebi mersiyesi, 116 kıta, 593 rubâî ve 327 beyit vardır. Topkapı Sara­yı Müzesi Kütüphanesi'nde bulunan nüs­ha da (Hazine, nr. 894) otuz bir kaside, 721 gazel, 300 rubâî ve Sâkinâme'yi içi­ne alan iyi bir yazmadır. Divan nüshaları karşılaştırıldığında şiir sayılarının daha da artacağı tahmin edilmektedir. Eser henüz yayımlanmamıştır.

Azmîzâde edebiyatımızda şiirlerinden çok rubâîleriyle tanınmıştır. İran'da ru-bâfnin gerçek üstadı olan Ömer Hayyam gibi Türk şiirinde de Azmîzâde'nin bü­yüklüğü hem kendi devrinde hem de da­ha sonraki yüzyıllarda genel bir kabul görmüştür. Azmîzâde rubâîlerinin değer­leri yanında sayıları bakımından da aşı­lamamış bir şair olup rubâîlerinin topla­mı 900-1000 civarındadır. Divanındaki rubâîleri ayrıca Rubûiyyât-ı Hâletî adıy-ia bir araya getirilmiştir (Süleymaniye Ktp., Esad Efendi, nr. 3479/11; Halet Efendi, nr. 806/19], 2. Sâkinâme. Deği­şik yazmalarda 496, 515 ve 520 beyit­ten ibaret olan mesnevi şeklindeki eser, aruzun "feûlün feûlün feûiün feûl" kalı-

bıyla yazılmıştır, Bir giriş ile on beş bö­lüm ve bir sonuç kısmı içinde alışılmış sâkînâme konulan tasavvufî bir anlayış­la ele alınmıştır. Hâletî'nin Sâkmâme'-sinin benzerlerinden ayrıldığı nokta, övü­len şarabın ilâhî aşk şarabı olması dola­yısıyla eserin tasavvufî özelliğidir. Bazı divan nüshaları içinde bulunan Sâkinâ-me'ye (TSMK, Hazine, nr. 894; Atıf Efen­di Ktp., nr. 2067) ayrıca mecmualar için­de de rastlanmaktadır (Nııruosmaniye Ktp., nr. 4097), 3. Münşeat. Azmîzâde'nin devrindeki bazı kişilere yazdığı mektup­larının toplandığı bu eser, onun inşâ sa­natındaki ustalığını göstermesi bakımın­dan önemlidir. İstanbul Üniversitesi (TY, nr. I916İ, Topkapı Sarayı Müzesi (Revan, nr. 1057), Nuruosmaniye (nr. 49761, Sü­leymaniye (Lala İsmail, nr. 599; Esad Efen­di, nr. 3330/4) ve Uppsala (nr. 707) kü­tüphanelerinde nüshaları mevcuttur. 4. Mihr ü Mâh. Azmîzâde bu eseri, babası. Azmî Efendi'nin Assâr-ı Tebrîzî adıyla tanınan Şemseddin Muharnmed'den çe­virmeye başladığı Mihr ü Müşterî veya Mühr ü Meh adını taşıyan mesnevisini tamamlamak üzere kaleme almış, ancak kendisi de 500 beyitten fazla çevireme-diği için eser yine eksik kalmıştır. Şairin ayrıca Süleymaniye Kütüphanesi' nde Tezkiretü'l-evliya ve merâkıdü'1-asti-yâ ü etrâfi Bağdâd adıyla bir eseri da­ha görülmektedir (Fâtih, nr. 4263/2).

Azmîzâde'nin bu eserlerinden başka pek çok şerh, haşiye ve ta'likatı da var­dır. Bunlardan Haşiye calâ Düreril-hük-kâm, Molla Hüsrev'in eserine yapılan en meşhur haşiye olup Süleymaniye Kütüp­hanesi'nde birçok yazması vardır. İbn Melek'in Menâr şerhine yapılan ve Ne-tâ'îcü'l-efkâr adıyla da anılan Haşiye zaiâ Şerhil-Menâr (İstanbul 1315, 1317) ile Muğni'l-lebîb'e şerhi ve el-Hidâye'-ye ta'likatı tanınmış diğer eserleridir.

BİBLİYOGRAFYA:

Beyânî, Tezkire, Millet Ktp., Ali Emîrî, nr. 757, vr. 23b; Kafzâde Fâizf, Zübdetü'l-eş'âr, Süleymaniye Ktp., Şehid Ali Paşa, nr. 1877, vr. 23b; Atâî. Zeyl-i Şekâik, s. 739; Riyâzî, Tezki­re, riıtruosmaniye Ktp., nr. 3724, vr. 51?; Kâtib Çelebi, Fezleke, II, 135; Keşfü'z-zunûn, I, 784; li, 119; Seyyid Mehmed Rızâ, Tezkire, İstanbul 1316, s. 26; Mehmed Âsim. Zeyl-İ Zübdetü'l-eş'âr, İÜ Ktp., TY, nr. 1533, vr. 12a; Evliya Cele­bi, Seyahatname, I, 378, 669; Muhİbbî, Huiâşa-tü't-eşer, IV, 390; Naîmâ, Târih, III, 73;Ayvan-sarâyî, Vefeyât-ı Selâtîn, s. 162; Atâ Bey, Târih, İV, 151; Siciil-i Osmânf, II, 103; Osmanlı Mü­ellifleri, II, 311; Gibb, HOP, III, 221; İstanbul Kü­tüphaneleri Türkçe Yazma Diuanlar Katalogu, İstanbul 1959, II, 264; Ali Cânib Yöntem, "Ha­leti", İA, V/l, s. 125-126; Fahir iz, "Hâletî", El2 (lng,), ili, 91-92; TDEA, IV, 41-42.

m Halûk İpekten 349

AZMZADE ESAD PAŞA

(bk. ESAD PAŞA, Azmzâde). j

AZMZÂDELER

XVIH vg XIX. yüzyılda Suriye'de önemü hizmetlerde bulunan I bir Türk ailesi.

Aslen Konyalı olup daha sonra Suri­ye'ye yerleşen sülâlenin bilinen ilk atası Kemik Hüseyin'dir. Bundan dolayı aile Suriye'ye gittikten sonra, Arapça "ke­mik" mânasına gelen azm lakabıyla anıl­mıştır. Hüseyin'in torunlarından İbrahim Bey 1638'de Bağdat Seferi'nden sonra Suriye bölgesine yerleşmiştir. İbrahim Bey'in İsmail (o. 1730) ve Süleyman (ö. 1743) adlarında iki oğlu olduğu bilinmek­tedir. İsmail'in de hepsi kendisi gibi pa­şa olan İbrahim (ö. 1746), Mustafa fö. 1755), Esad (ö. 1757) ve Sâdeddin (ö. 1762) adlarında dört oğlu olmuştur.

Azmzâdeler'den bazıları çerde* baş-buğluğu, mutasarrıflık, mîrâhur*luk ve vaiilik görevlerinde bulunmuşlar, emîrü'l-hac olarak hizmet etmişlerdir. Vak'anü-vis Ahmed Vâsıf Efendi, 1725'ten 1800'e kadar bu aileden otuzdan fazla vezir ve mîr-i mîran* çıktığını kaydetmektedir {Târih, I, 230). Azmzâdeler'den ilk Şam valisi ve emîrü'1-hac olan kişi İsmail Pa-şa'dır. Onun babası ise "vezîr-i ekber Azm" olarak anılmaktadır. İsmail Paşa'­nın ardından kardeşi Süleyman Paşa 14 Ocak 1734'te Şam valisi oldu. Daha son­ra İsmail Paşa'nın oğlu Esad Paşa 1743'-ten 17S7'ye kadar Şam valisi ve emîrü'l-hac olarak görev yaptı. Fakat vazifesini suistimalden dolayı 17S7'de idam edil­di. Yine bu aileden olup Halep ve Say-da valiliklerinde bulunan Mehmed Paşa 1771'de Şam valiliğine ve emîrü'1-hac ma­kamına getirildi. 1772-1773 yılları arasın­da ise bir yıl kadar Karaman valiliği yap­tıktan sonra tekrar eski görevine tayin edildi ve ölümüne kadar burada kaldı.

Azmzâdeler genellikle Suriye bölgesin­de olmak üzere Şam, Halep. Bağdat, Rakka, Kudüs, Sayda, Trablusşam, Ya­fa, Cidde ve Mısır'da; Anadolu'da Kara­man, Konya, Maraş, Sivas, İçel, Trabzon, Diyarbakır, Afyonkarahisar'da, ayrıca Ro­dos, Limni, İstanköy ve Rumeli'de gö­rev yaptılar. Suriye bölgesinde uzun sü­re bulunmalarından dolayı arşiv vesika­larında "Arabistan vüzerâsı", 1725'ten 1807'ye kadar aralıklarla emîrü'l-hac ola­rak çalışmalarından dolayı da "ced-be-ced emîrü'l-hacdırlar" şeklinde anılmış­lardır. Azmzâdeler Suriye'de görev yap­tıkları sırada göçebe Arap kabilelerinin

350

çıkardığı huzursuzlukları önlemişler, ay­rıca Lübnan'da Zahir el-Ömer. Mısır'da Bulutkapan Ali Bey ve Mehmed Zeheb isyanlarına karşı mücadele etmişlerdir. Bundan başka Napolyon'un Suriye ha­rekâtı sırasında Azmzâde ailesinden Ab­dullah Paşa'nın bölgeyi savunmada hiz­meti geçmiştir.



XIX. yüzyılın ikinci yarısından sonra ailenin Araplaşmaya başladığı ve Arap milliyetçilik hareketleri sırasında aile mensuplarının bazı teşebbüslerde bulun­dukları görülmektedir. Bununla birlikte bu davranışı tasvip etmeyen ve karşı çı­kan Azmzâdeler de vardır. 1915'te Os­manlı Meclis-i Meb'ûsanı'nda Şam me­busu olarak bulunan Azmzâde Mehmed Paşa buna bir örnek teşkil eder. Onun, Arap milliyetçilik hareketlerinde önem­li rol oynayan Refik Bey el-Azm ve Hakkı el-Azm'ın idamı üzerine ilâhî adaletin yerini bulduğunu söylediği ve aile fert­lerinden böyle utanç verici davranışlar­da bulunanların çıkmasından dolayı duy­duğu üzüntüyü dile getirdiği bilinmekte­dir. Yine bu aileye mensup olup 1956'-da Suriye Savunma bakanı olan Hâlid el-Azm ihtilâlden sonra Şam'daki Türk el­çiliğine sığınmıştır. Suriyeli tanınmış edip ve şair Cemil el-Azm (o. 1933i da bu ai­leye mensuptur.

Bazı aile mensupları halen Suriye'de yaşamakta olan Azmzâdeler, görev yap­tıkları yerlerde hanlar, hamamlar, çeş­meler, kuyu ve kulelerle pazar yerleri ve daha başka hayır eserleri meydana getirmişlerdir. Şam'daki Azmzâde Esad Paşa Köşkü bugün müze olarak kulla­nılmaktadır. Aynı şehirde bulunan Türk elçiliği binasının bir bölümünün mülki­yeti de daha önce Azmzâde Hâlid'e aitti.

BİBLİYOGRAFYA:

BA. Cevdet-Dâhiliye, nr. 329, 770, 898, 1202,4827.9963, 10116, 10671, 15860, 16541, 17099, 25699; BA. HH, nr. 777, 826, 978, 981, 1031, 1169, 1192, 2288, 3766, 3847, 4692, 5069, 5161, 5174, 5183, 5189, 5318, 5319, 5321, 8228, 8409, 9811, 10316, 10717, 11748, 12333; Şem'dânîzâde, Mûri't-teuârih (Aktepe), U/A, s. 11, 13-14, 38; U/B, s. 102; Enverî, Tâ­rih, İÜ Ktp., TY, nr. 5994, vr. 231", 232Bb, 233a, 335"-b, 336ab, 350"; Vâsıf. Tarih, I, 230; II, 177-178, 267; a.tnlf.. Târih (ilgürel), s. 43-44, 136-137; Cevdet, Tarih, I, 248; II, 32. 38-39, 114, 295-393; Âliye Dîuân-ı Harb-i Örfîsinde Tedkîk Olunan Mes'eie-i Siyâsiyye Hakkında îzâhât, İstanbul 1332, s. 20, 40; Cemal Paşa. Hâtıralar, İstanbul 1977, s. 316-317; Abdülke-rim Râfiq, The Proumce of Damascus, 1723-1783, Beyrut 1966, s. 56, 85-94, 108, 160-161, 200-295, 301-315; Shimon Shamir, "As'ad Pasha al-'Azrn and Oltoman Rule in Damas­cus (1743-58)", SSOAS,XXVI (1963), s. 1-28.

m Ali Karaca

azrA


(bk.VAMlKveAZRÂ).

AZRAİL


Dört büyük melekten can almakla görevli olanı.

Ahd-i Atîk'te Ölüm Tann'nın gönder­diği bir meleğin faaliyeti olarak kabul edilmektedir. Rab ile İsrâiloğullan ara­sındaki diyalogu sağlayan "rabbin me­leği" (Yahve'nin meleği) insanların ölümle cezalandırılmasında zaman zaman görev almakta (11. Krallar, 19/35; 1. Tarihler, 21/ 15), bu işi yapan melek bazan da "helak edici" (Çıkış, 12/23; 11. Samuel, 24/16) diye adlandırılmaktadır. "Ölüm melek­leri" (mal'ake ha-mawet) ifadesi ise sa­dece bir yerde zikredilmektedir (Süley­man'ın Meselleri, 14/ 16). Rabbiler (yahu-di din bilginleri) "ölüm meleği" (mal'ak ha-mot) kavramını Mezmurlar'daki (89/48) ifadeyle temellendirmişlerdir. Rabbiler'e ait eserlerde ondan fazla ölüm meleği adı yer alır ki bunlardan biri de Azrael'-dir. Yahudilik'te ölüm meleğinin yara­tılışın ilk gününde var edildiğine inanı­lır. Mekânı göklerde olup on iki kanadı vardır. Ölüm anında kılıcını çekmiş ola­rak kişinin baş ucuna gelir. O, Mesih ta­rafından yok edilecektir. Yahudi gelene­ğine göre Ölüm meleği, ruhunu almak üzere Hz. Musa'ya geldiği zaman Mûsâ onu reddetmiş ve onun ruhu Tanrı ta­rafından alınmıştır (JE, IV, 480-481). Da­ha ayrıntılı olmak üzere benzer bir riva­yet de hadislerde yer almaktadır (Buhâ-rî, "Cenâ'iz", 69, "Enbiyâ3", 31 ; Müslim, "Fezâ'ü", 157, 158). Hıristiyanlık'taki umu­mi melek inancı Yahudilik'ten alınma­dır. Bu sebeple onlarda da Ölüm mele­ğinin varlığına ve görevlerini ifa edişine Yahudilik'te olduğu gibi inanılmaktadır (Michl,l, 511).

Azrail kelimesi muhtemelen İbrânîce asıllı olup Kur'ân-ı Kerîm'de ve sahih ha­dislerde geçmemektedir. Secde sûre­sinde (32/11] insanların canını almakla görevli olan melekten "melekü'1-mevt" (ölüm meleği) diye bahsedilir. Hadislerde de "melekü'1-mevt" tabiri geçmektedir IBuhârî, "Cenâ'iz", 69, "Enbiyâ3", 31; Müs­lim, "Fezâ'il", 157, 158; Tirmizî, "Tefsir", 7; İbn Mâce, "Cihâd", 10; Müsned, 11, 269, 351; IV, 287; V, 395). Ancak ilk iki halife döneminde müslüman olan Kâ'b el-Ah-bâr ile Vehb b. Münebbih gibi şahıslar­dan nakledilen İsrâiliyat arasında Azrail

ile ilgili bazı rivayetler de tefsir kitapla­rına girmiştir. Ebü'l-Leys es-Semerkan-dfnin ölüm meleği hakkında verdiği bil­giler {Hakâ3tku'd-deka3ik, s. 507) bu ne­vi rivayetlerdendir. Secde sûresinde ve öteki bazı âyetlerde can almakla görev­li melekten tekil sigasıyla bahsedildiği halde diğer âyetlerde (el-Enfâl 8/50; en-Nahl 16/32-33) çoğul şekliyle (melâike) bahsedilir. Bu sebeple Azrail'in ruhları almakla görevli melekler topluluğunun reisi olduğunu veya meleklerden yardım­cıları bulunduğunu söylemek mümkün­dür. Nâziât sûresinin baş tarafında ge­çen (79/1-2) "nâziât" (çekip çıkaranlar) ve "nâşitât" (incitmeden alanlar) kelimeleri­nin ölüm melekleri (nâziât kâfirlerin ve gü­nahkârların, nâşitât da müminlerin canla­rını almakla görevli melekler) mânasına geldiği görüşü kesin değildir. Çünkü mü-fessirlerin kanaatine göre aynı kelimele­rin ruhları, yıldızları, gazileri veya onların atlarını nitelendirmiş olması da müm­kündür.

Kur'an'da ölüm meleğinin can almakla görevli olduğu açıkça belirtilmekle bir­likte (es-Secde 32/11) bu fiil, her işin gerçek faili olan Allah'a da nisbet edilir (ez-Zümer 39/42). Nitekim başka âyet­lerde (el-En'âm 6/61; el-A'râf 7/37) ölüm meleklerinden "elçilerimiz" (rusulünâ) di­ye bahsedilmektedir. İbn Mâce'nin riva­yet ettiği bir hadise göre ise ("Cihâd", 10) ölüm meleği bütün ruhları almakla görevlendirilmiştir. Yine Kur'ân-ı KerînY-de belirtildiği üzere ölüm melekleri, kö­tülüklerden korunan müminlerin ruhla­rını alırken şefkat ve nezaketle hareket ederler ve kendilerine selâm verirler (en-Nahl 16/32); kötülük işlemek suretiyle kendilerine zulmedenlerin canlarını alır­ken de yüzlerine ve arkalarına vururak onlara karşı sert ifadeler kullanırlar (el-Enfâl 8/50; Muhammed 47/27; en-Nisâ 4/97; el-A'râf 7/37).

Kur'an ve sahih hadislerde Azrail hak­kında ayrıntılı bilgi yoktur. Bundan dola­yı A. J. Wensinck gibi bazı âlimlerin ölüm meleğini tasvir biçimi, onun gücü, bu­lunduğu yer, canlıların ruhunu alış şekli ve zamanı hakkındaki iddiaları (bk. ÎA, II, 156-157; E!2 |İng;|, IV, 292-293) İslâmî değildir. Ölüm gibi çok önemli bir hadi­se etrafında insanlık tarihi boyunca olu­şan ortak yorum ve yakıştırmalardan ve kısmen de İsrâiliyat'tan İbaret olan bu tür rivayetler bazı müslüman müellif ve ediplerin eserlerine de girmiştir. Nite­kim Türk edebiyatında ve halk hikâye­lerinde de Azrail motifi aynı unsurlarla işlenmiştir.

BİBLİYOGRAFYA:

Müsned, II, 269, 351; IV, 287; V, 395; Bu-hârî, "Cenâ3iz"r 69, "Enbiyâ5", 31; Müslim, "Fezâ'ü", 157, 158; İbn Mâce, "Cihâd", 10; Tirmizî, "Tefsir", 7; Mukâtil b. Süleyman, et-Tefsîrü'i-kebîr, Bursa Eski Yazma ve Basma Eserler Ktp., Hüseyin Çelebi, nr. 27, vr. 1283, \89-b, 266"; Taberî. Tefsir, Kahire 1388, I, 203; XXI, 97-98; XXX, 27-29; Ebü'l-Leys es-Semerkandî, Hakâ'iku'd-dekâ* ik (lohn Mac-donald, "The Angel of Death in Late fslamic Tradition", içinde), AS, 111/4 (19641, s. 507-513; krş. Abdürrahîm b. Ahmed el-Kâdî, De-kâ*iku'l-ahbâr ft zikri'l-cenneü ue'n-nâr, Bey­rut 1404/1984, s. 9-16; Zemahşerî, el-Keşşâf Kahire 1387/1968, III, 242; IV, 212; Fahreddin er-Râzî. Tefsir, II, 163; XXXI, 27-32; Beyzâvî, ■ Enuârü'L-tenzîl, Kahire 1388, II, 536; Abdullah Aydemir, Tefsirde İsrâiliyyât, Ankara 1979. s. 248, 300; L. B.. "Death Angel of", JE, IV, 480-482; "Azrail", TA, IV, 446-447; J. Mİchl. "An-gels", hem Cathotic Encydopedia, Hew York 1967, I, 509-514; A. J. VVensinck, "'Izrâ'ıl", E\? (ing.l, IV, 292-293; a.mlf. - [İdare], "'îzrâ'îl", UDMİ, XII], 314-315; a.mlf. - Halim Sabit Şi-bay, "Azrail", İA, II, 156-157.

ttl Ahmet Saim Kılavuz AZRİYYE

Hâricîler'den İbn Azre'nin

fikirlerini benimseyenlere verilen ad

(bk. HARİCİLER).

AZUDÜDDEVLE

(bk. ADUDÜDDEVLE).

AZZÂM, Abdurrahman

Abdurrahman b. Hasen

b. Salim b. Azzâm

(1894-1976)

Mısırlı ilim, fikir ve devlet adamı.

8 Mart 1894'te Mısır'ın önemli yerle­şim merkezlerinden Cîze'nin Sübek kö­yünde doğdu. Ailesi daha sonra kendi­sini okutabilmek için Hulvân'a yerleşti­ğinden ilkokulu orada bitirdi. On beş ya­şında İken babasını kaybetti. Orta öğre­nimini Cîze Saîdiyye Medresesi'nde ta­mamladı (1912).

İngiliz işgali altında bulunan ülkesinin fakirlik, cehalet ve hastalık gibi düşman­larını yenmeden hürriyete kavuşamaya­cağına inanan Abdurrahman Azzâm, tıp tahsil etmek üzere aynı yıl Londra'ya git­ti. Ancak ders yılının sonlarına doğru ga­zetelerden. Balkanlar'daki Bulgar, Sırp ve diğer hıristiyanlann vahşice cinayet-

ler işlemeye başladıklarını, buralardaki camilerin kiliseye çevrildiğini, müslüman halkın yerlerinden ve yurtlarından kaç­mak zorunda bırakıldığını, hatta binler-cesinin öldürüldüğünü okuyunca tahsi­lini terketti ve devam etmekte olan II. Balkan Harbi'nde Osmanlı ordusu safla­rında yer almaya karar verdi. Arnavut­luk yoluyla İstanbul'a, oradan da Edir­ne'ye geçti. Burada Enver Paşa ile tanış­tı ve kendisinden yakın ilgi gördü. 1913'-te Edirne'nin Bulgar işgalinden kurta­rılmasında önemli hizmetleri görülerek askerî nişanla taltif edildi. Bir ara İstan­bul Üniversitesi'ne kaydını yaptirdıysa da devam etme fırsatı bulamadı. 1. Dün­ya Savaşı'nın başlamasından birkaç ay önce Mısır'a döndü. Kısa bir süre sonra İtalya'nın İtilâf devletlerine katılmasıy­la Trablus Harbi'ne iştirak etmek üzere Libya'ya (Berka) geçti Iİ915) ve orada çe­şitli savaşlarda bulundu. Emir İdrîs es-Senûsî, Ömer el-Muhtâr ve bölgenin is­tiklâlini ilân eden diğer liderlerle sağ­lam dostluklar kurdu. Onların müşterek gayretleriyle Trablus Cumhuriyeti ilân edilince italya bu yeni devlete savaş aç­tı (1918). Abdurrahman Azzâm, silâh te­min etmek maksadıyla bu sıralarda bir­kaç defa.Almanya'ya ve İstanbul'a gidip geldi. Bu faaliyetleri sebebiyle İngilizler onun Mısır'a girmesini yasaklarken İtal­yanlar da hakkında idam kararı çıkar­dılar. Mısır istiklâlini ilân ettikten son­ra, sekiz yıl savaştığı Libya'dan Ömer el-Muhtâr ile birlikte ülkesine döndü (1923). İki yıl misafir ettiği Ömer el-Muhtâr, ile­ri yaşına rağmen vatanına gidip cihad etmek isteyince ona gerekli silâh ve malzemeyi temin ederek Libya'ya geç­mesini sağladı.

351

Mısır anayasasının ilânından sonra ya­pılan ilk milletvekili seçimlerine katıldı ve parlamentonun en genç üyesi oldu. Mecliste özellikle askerî meselelerde oto­rite olduğunu kabul ettirdi. Çeşitli te­maslarda bulunmak üzere bir parlamen­to heyetiyle Rio de Janeiro'ya (1927), bir iktisat heyetiyle Brüksel'e (1929), bir zi­raat heyetiyle de Romanya'ya gitti (1930), Mısır'ı temsilen katıldığı Kudüs'te top­lanan Filistin Konferansı'nda (Aralık 1931) yaptığı ve büyük bir ilgiyle karşılanan konuşmasında, Trablus'u işgal eden ve Ömer el-Muhtâr'ı uçaktan atarak şehid eden (16 Eylül 1931) İtalya'yı ağır bir dil­le kınadı. Bu sırada Filistin'i mandası altında bulunduran İngilizler bu konuş­ma sebebiyle onu Kudüs'ten çıkardılar. Bu olay üzerine Arap birliği fikri konu­sundaki çabalarını yoğunlaştırdı ve bü­yük yankılar uyandıran bazı yazılar ka­leme aldı.



Mısır'ı temsilen İslâm ülkelerinde çe­şitli görevler yaptı. 1936'da İrak, İran ve Suudi Arabistan'a, 1937'de Afganistan'a orta elçi tayin edildi. 1938'de Vakıflar ve Sosyal İşler Bakanlığı'na getirildi. Lond­ra'da toplanan Filistin Konferansı'na ka­tıldı (1939]. Aynı yıl Türkiye'ye orta elçi olarak gönderildi.

Abdurrahman Azzâm'in ingiltere'nin yanında yer almak isteyen Mısır hükü­metine engel olması ve böylece devletin II. Dünya Savaşfna katılmasını önleme­si, Vakıflar ve Sosyal İşler bakanlığı sı­rasında iyi bir ordu kurmaya başlama­sı, önemli hizmetlerinin başında gelmek­tedir. 1942 yılına kadar başkumandan­lığını bizzat yürüttüğü el-Ceyşü'I-murâ-bıt adlı bu ordu kısa bir süre sonra İn­giliz entrikaları ile ilga edildi (1944).

Aynı yıl Dışişleri bakan yardımcılığı­na getirilen Azzâm 22 Mart 1945 tari­hinde Arap Birliği'nin kuruluşunda önem­li rol oynadı ve birliğin ilk genel sekre­teri oldu. Bu sahadaki çalışmalarını yü­rütürken başta Amerika Birleşik Dev­letleri Başkanı Roosevelt olmak üzere pek çok devlet başkanı ve devlet erkâ­nı ile görüşmeler yaptı. I. Dünya Sava-şı'nda ve sonrasında cephede savaşa­rak savunduğu Libya'yı II. Dünya Sava-şı'ndan sonra da büyük devletlere kar­şı himaye etmeye çalışarak parçalan­masına engel oldu ve istiklâline kavu­şuncaya kadar devletler arası düzeyde onu müdafaa etti. Abdurrahman Azzâm. Şîa ile Ehl-i sünnet arasında müsbet bir diyalogun kurulması için ciddi gayretler de gösterdi.

352


Abdurrahman Azzâm, Cemal Abdünnâ-sır ve Mısır ordusunun bazı kumandan­ları ile ihtilâfa düşünce Arap Birliği ge­nel sekreterliğinden istifa ettiğini açık­ladı (9 Eylül 1952). Bu istifa Arap âlemin­de büyük üzüntü ile karşılandı. Daha sonra Suudi Arabistan'ın Birleşmiş Mil­letler temsilciliğinde siyasî müsteşarlık görevini kabul etti. Önce Melik Abdüla-ziz, sonra da Melik Faysal'ın müsteşarı olarak uzun yıllar Suudi Arabistan'da kaldı ve bu ülkede önemli hizmetler gör­dü. Bazı diplomatik görüşmeler yapmak üzere gittiği Fransa'nın Cannes şehrinde 2 Haziran 1976'da vefat etti. Cenazesi Kahire'ye getirilerek Hulvân'daki mesci­dinde toprağa verildi.

Mısırlı tanınmış âlimlerden Abdülveh-hâb Azzâm'ın amcası olan Abdurrahman Azzâm, güçlü şahsiyeti, askerî, idarî ve siyasî dehasıyla tanınmış, İslâm ülkele­ri arasındaki birçok önemli anlaşmazlığı çözmedeki başarısı sebebiyle de "Şey-hü'1-Arab" diye anılmıştır.

İngilizce, Fransızca ve Türkçe'yi iyi bi­lirdi. Yankılar uyandıran pek çok yazısı arasında el-cArab dergisinde yayımla­nan "Geleceğin Milleti Araplar" (el-eArab ürnmetü'l-müstakbel) adlı ünlü makalesi daha sonraki yıllarda pek çok gazete ve dergi tarafından iktibas edilmiştir. Siya­sî makaleleri el-Cihâd, ez-Ziyâ'', Mısır, Kevkeb, eş-Şark, ei-Belâğ, el-cArab ve Ehram gibi çeşitli gazete ve mec­mualarda yayımlanmıştır.

Eserleri. 1. Botalü'l-ebtâi Hz. Peygam-ber'in hayatı ile ilgili olan ve Azzâm'ın Mısır radyosunda yaptığı konuşmalardan meydana gelen bu eser Kahire'de yayım­lanmış (1357/1938) ve Büyükler Büyü­ğü Resûl-i Ekrem'in Örnek Ahlâkı ve Kahramanlığı adıyla Hayreddin Kara­man tarafından Türkçe'ye de tercüme edilmiştir (istanbul 1971). 2. er-Risâletü'l-hâlide. İslâm'ın insanlık için yegâne sa­adet kaynağı olduğu ana fikrinden ha­reketle kaleme alınan bir eserdir (Kahi­re 1365/1946]. Pek çok dile çevrilen, En­donezya, Pakistan ve bazı Arap ülkelerin­de ders kitabı olarak okutulan bu eser Hasan Hüsnü Erdem tarafından Ebedî Risâlet adıyla Türkçe'ye çevrilmiş ve Ah-med Hamdi Akseki'nin uzun bir mukad-dimesiyle birlikte yayımlanmıştır (Ankara 1948). Azzâm'ın bu eseri, Caesar E. Fa-rah tarafından The etemal message of Muhammed adıyla İngilizce'ye de tercü­me edilmiştir (London 1979). 3. Müzek-kirâtü cAbdirrahmân cAzzâm (Kahire, ts.). Yakın dostu Cemil Arife bütün ay-

rıntılarıyla anlattığı ve bazı bölümlerinin ölümünden sonra yayımlanmasını iste­diği hâtıralarıdır.

BİBLİYOGRAFYA:

Abdurrahman Azzâm. Batalü'l-eblâl, Kahire 1357/1938; a.e., Büyükler Büyüğü Resül-i Ekrem'in Örnek Ahlâkı ue Kahramanlığı (trc. Hayreddin Karaman), İstanbul 1964; 1971; a.mlf.. er-Risâletü'l-hâlide, Kahire 1365/1946; a.e., Ebedî Risâlet (trc. Hasan Hüsnü Erdem), Ankara 1948; İstanbul 1961; Eşref Edib. Meh-med Akif-Hayatı, Eserleri oe 70 Muharririn Yazıları, İstanbul 1938, I, 139, 543; Vahîd ed-DâlF, Esrârü'l-câmi'ati'l-'Arabiyye üe *Abdur-rah.iy.an 'Azzâm, Kahire 1982; Cemil Arif, Mü-zekkirâtü cAbdlrrahmân cAzzâm, Kahire, ts. (el-Mektebetü'1-Misri'i-hadîs); Ahmed Atiyye-tulları, ei-Kâmûsü's-siyâsî [baskı yeri ve tarihi yok|, s. 777. m

ffil Fuat Güneı.

AZZÂM, Abdülvehhâb

Abdülvehhâb b. Muhammed

b. Hasen b. Salim b. Azzâm

(1894-1959)

Mısırlı edip, yazar ve doğu dillen âlimi.

Mısır'ın önemli yerleşim merkezlerin­den Cîze'nin Sübek köyünde doğdu. Tah­siline dinî eğitimle başladı ve küçük yaş­ta hafız oldu. Bir süre Ezher Üniversite-si'ne devam etti, daha sonra Medrese-tü'l-kazâi'ş-şer'î'ye geçerek 1920 yılın­da buradan mezun oldu ve aynı okula hoca olarak tayin edildi. Bu sırada Ka­hire Üniversitesi'ne de devam ederek 1923'te Edebiyat ve Felsefe Bölümü'nü bitirdi. Aynı yıl Londra'daki Mısır sefa­retine imam olarak gönderildi. Burada görevliyken Londra Üniversitesi Doğu Dil­leri Bölümü'ne girdi. Farsça, Türkçe ve Urduca öğrendi; 1928'de "Ferîdüddin At-târ'a göre tasavvuf" konulu bir mastır çalışması yaptı. Mezun olduğu Kahire Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'nde ho­calık yapmak üzere Mısır'a döndü. Bu­rada Fars edebiyatının önemli eserlerin­den Şehnâme'nm Arapça tercümesi üze­rine doktora çalışması hazırladı (I932|. Önce aynı üniversitenin Arap Dili ve Do­ğu Dilleri Bölümü başkanlığına, 1945 yı­lında da Edebiyat Fakültesi dekanlığına getirildi. Bir yıl sonra da Mecmau'1-luga-ti'l-Arabiyye (Arap Dil Akademisi) üyesi ol­du. 1948'de Suudi Arabistan'a orta elçi olarak gönderildi. Sonra Pakistan'a, ora­dan da tekrar Suudi Arabistan'a büyü­kelçi tayin edildi (1954). Suud hükümeti tarafından Riyad Üniversitesi'ni kurmak­la görevlendirilen Abdülvehhâb Azzâm

burada başarılı çalışmalar yaptı. Azzâm Riyad'da vefat etti. Cenazesi Mısır'a gö­türülerek Hulvân'da toprağa verildi.

Seyahatleri sırasında pek çok edip, şair ve âlimi yakından tanıma imkânını bulan Abdülvehhâb Azzâm bu sayede geniş bir bilgi ve kültür birikimine sahip oldu. Mı­sır'dan başka Suriye ve İrak Arap Dil aka­demilerinin de üyesi idi. Fransızca, İngi­lizce, Farsça, Urduca ve Türkçe'yi çok iyi biliyordu. Fars ve Türk dili ve edebiyat­larını Kahire Üniversitesi'nde i!k defa o okuttu.

Mehmed Akif Ersoy Hulvân'da bulun­duğu sırada Abdülvehhâb Azzâm'ın onun­la yakın komşuluk şeklinde başlayan iliş­kileri giderek dostluğa dönüşmüştü. Ni­tekim o bu durumu, "Mehmed Akif'in Hulvân'da merhum prens Abbas Halim Paşa'nın yanında ve evime yakın bir yer­de ikameti benim için büyük bir bahti­yarlıktır" şeklinde dile getirir. Akif'in bazı şiirlerini Arapça'ya çevirip neşret­tiği gibi onun vefatı üzerine er-Risâle mecmuasında "İslâm Şairi Mehmed Akif" başlığı ile bir dizi makale neşretti. Meh­med Akif'i ve Muhammed İkbal'i ilk de­fa Arap dünyasına tanıtan da o olmuş­tur. Tâhâ Hüseyin, Kahire Üniversitesi'n­de Farsça Öğretiminin onun sayesinde yerleştiğini ve oradan diğer üniversite ve enstitülere geçtiğini söyler.

Bir sûff olan Abdülvehhâb Azzâm'ın tasavvuf anlayışı, inziva hayatı yaşamak şeklinde değil aksine cemiyetin içinde İslâmiyet ve müslümanlar uğrunda mü­cadele vermek tarzında idi. İnanç esas-

ları, ibadet şekilleri ve hayat görüşü iti­bariyle İslâmiyet'in ifrat ve tefritten uzak ve insan benliğine en uygun din oldu­ğunu söyler, müslümanların bu vahdet dininden uzaklaşmaması ve bütün insan­lara örnek bir hayat tarzı sunması gerek­tiğini belirtirdi. Müslümanların kardeş olduğuna gönülden inandığı için Cem'iy-yetü'l-uhuvveti'l-İslâmiyye adlı bir cemi­yet kurdu ve başkanlığını kendisi yaptı. Bu sebeple XX. yüzyılın ikinci çeyreğin­de Mısır fikir hareketinin dinî, siyasî ve edebî sahalarında önemli hizmetler ver­miştir.

Eserleri. Çeşitli sahalarda pek çok eser kaleme alan Abdülvehhâb Azzâm'ın eser­leri şöyle sıralanabilir: Telifleri. 1. Zik-râ Ebi't-Tayyib bacde eli câm (Bağdad 1936; Kahire 1956], Mütenebbî'nin ölü­münün bininci yıl dönümü dolayısıyla ka­leme almıştır. Z. Muhammed İkbâl sî-retühû ve ielsefetühû ve şi'ruh (19541. 3. et-Taşavvuî ve Ferîdii'd-dîn cAttâr (Kahire 1945). 4. Rahalâîü 'Abdilveh-hâb 'Azzâm (Kahire 1939|. S. eş-Şevd-rid ev Hatarât câm (Karaçi 1953). Ta­savvuf açısından dinî, ahlâkî ve içtimaî konulara dair yazdığı bazı makalelerden meydana gelmiştir. 6. Mehdü'l-'Arab (Kahire 1946). 7. Mevkı'u cUkâz (Kahi­re 1950). 8. el-Evâbid (Kahire 1942). 9. en-Nefehât (Kahire 1953). 10. Dîvânül-Meşûnî (Kahire 1954). Ömer Hayyam'ın rubailerine benzer 300 rubâîden oluşan bu eser onun felsefî görüşlerini yansıt­maktadır.

Tercümeleri. Farsça'dan yaptığı tercü­meler: 1. Peyâm-ı Meşrık (Karaçi 1951, İkbal'den). 2. Darbü'l-kelim (Kahire 1952, İkbal'den). 3. Dîvânü'l-esrar ve'r-rumûz (Kahire 1956, İkbal'den). 4. Fuşûl mine'l-Meşnevî (Kahire 1946). S. Çehâr Maka­le (Kahire 1949, Arûzî'den, Yahya el-Haş-şâb ile birlikte). Türkçe'den yaptığı ter­cümeler: Celâl Nuri İleri'nin İttihâd-ı İs­lâm (İstanbul 1331) adlı eserini Hamza Tâhir ile birlikte İttihâdü'l-müslİmîn adıyla tercüme etmiştir (1920). Ayrıca Farsça ve Türkçe şiirlerden yaptığı seç­meler (muktetafât) muhtelif dergilerde yayımlanmıştır.

Tahkik Ettiği Eserler. 1. eş-Şehnâme (Kahire 1932], Bündârî tarafından Arap­ça'ya tercüme edilen Şehnâme'yi neşre hazırlamış ve esere değerli bir mukad­dime yazmıştır. 2. Dîvânü'l-Mütenebbî (Kahire 1944). 3. Mecâlisü {resâ'ilü) eş-Şâhib b. cAbbâd (Kahire 1947, Şevki Dayf ile birlikte). 4. el-Varaka li-Muhammed b. el-Cerrâh (Kahire 1953, Abdüssettâr Ferrâc ile birlikte). S. Mecâlisü's-Sultân el-Ğavri (Kahire 1360/1941). 6. Keke ve Dimne (Kahire 1941).

Araştırmaları. Çeşitli ilmî kongrelerde tebliğ olarak sunduğu ve Mecelletü'l-Ma'hedi'l-*ilmî''nin muhtelif sayıların­da neşrettiği (bk. Muhammed Mehdi Al-lâm, s. 188-189) başlıca araştırmaları şun­lardır: "Şılâtü'l-luğati'l-cArabiyye ve'l-lu-ğâti'l-İslâmiyye" (Arapça ile Farsça, Türk­çe ve Urduca'nın yakın ilgisi hakkındadır); "Esmâ'ü'l-'uşb ve'ş-şecer fî bevâdi'l-cArab"; "el-Elfâzü'l-Fârisiyye ve't-Türkiy-ye fi'Muğatn-'âmmiyye'l-Mışriyye"; "el-Elfâzü'l-'Arabiyye fı'l-lugâti'l-İslâmiyye ğayri'l-cArabiyye"; "Ahkâmü'l-kavâfîfi'l-inşâd"; "Te'şîru 'ulümi'l-lugati'l-'Arabiy-ye fi'1-bilâdi'l-İslâmiyye ğayri'l-cArabiy-ye"; "el-Fârisiyye fî kitabi Sîbeveyhi"; "eş-ŞiVü'l-^âmmî fî Necd".

BİBLİYOGRAFYA:

Eşref Edib, Mehmed Akıf-Hayatı, Eserleri ne 70 Muharririn Yazdan, İstanbul 1938, I, 138-144; el-KâmÛsü'i-lslâmî, V, 367; Ziriklî, el-A'lâm (Fethullah), IV, 186; Muhammed Mehdî Allâm, el-Mecma'iyyûn fî hamsine 'âmen, Ka­hire 1406/1986, s. 187-189; Mi3e şahşiyye Mışrİyye ve şahşiyyetü Şükrt el-Kâdî (nşr. el-Hey'etü'1-Mısriyyetü'l-âmme li'l-kitâb), Kahire 1987, s. 178-180; Yahya el-Haşşâb. "cAbdüI-vehhâb cAzzâm", Meceüetü KüUiyeti'l-Âdâb, XIX/1, Kahire 1957, s. 3-9; Tâhâ Hüseyin, ■''Ab­dülvehhâb "Azzâm", MMLA, XX (1967), s. 341-345; Atâ Ahmed Kefâfî, 'Tacrîf bi-matbû'â-ti'l-Mached (Abdülvehhâb Azzâm)", Mecelle-tü'l-Ma'hedi'l-Buhûş ue'd-dirâseti'l-cArahiyye, IV, Kahire 1973, s. 410-411; Mahfuz Azzâm. "cAbdülvehhâb 'Azzâm: Edîbü'l-İslâm", ME,

LIII/4II98I), s. 728-734. [Tl

m Fuat Güneı.

AZZE


Emevî devrinin

meşhur şairlerinden Küseyyir'in

şiirlerinde önemli bir yeri olan sevgilisi

(bk. KÜSEYYİR).

353

B

B/b harfi, dünya alfabelerinin pek ço­ğunun aslını teşkil eden Kuzey Sâmîle-ri'nin icat ettikleri ilk harf sisteminin ikinci işareti olması sebebiyle, bazı istis­nalar dışında bugün de bütün alfabele­rin ikinci harfidir. En önemli temsilci­si Fenike alfabesi olan Kuzey Sâmî harf sisteminin Yunan alfabesine de alfa, beta. gamma, delta ... şeklinde geçen alef, beth, gimmel, daleth ,.. sıralamasın­da b fonemini (ses birimi) gösteren beth işareti bir "kulübe, ev" piktogramından (sesi ve anlamı olan resim-yazı unsuru) geliştiği için bu adı almıştır (Akkadca bî-tu/betu, İbrânîce beth, Arapça beyt "ev"); Arapça ve Farsça'da "bâ" (> V), Türk­çe'de "be" şeklinde söylenir.



Bâ, muhtemelen Arap alfabesinin ilk noktalanan harfi erin dendir (Abdüssabûr Şahin, s. 406; İA, I, 500); benzeri diğer noktalı harflerle karıştırılmasını önle­mek ve tek noktalı olduğunu belirtmek İçin el-bâü'1-muvahhade, noktasının alt­ta bulunduğunu ifade için de el-bâü't-tahtâniyye gibi terkiplerle tanımlanır. Eb~ ced hesabındaki sayı değeri 2'dir ve ikin­ci harf olmasından dolayı sıralama ve sınıflandırmalarda 2 rakamı yerine kul­lanılır. Astronomide İkizler (Gemini) bur­cunun, Arap takviminde haftanın ikinci günü olmasından dolayı el-isneyn (iki) adını taşıyan pazartesinin ve adının ya­zılışında son harfi teşkil etmesinden do­layı da receb ayının rumuzudur.

B, patlayıcı (inficârî, plosive) dudak kon­sonantlarının (hurûf-i şefeviyye, bilabiale) sadalı (cehrî, sonore) olanıdır ve kapatılan iki dudağın açılışı sırasında nefes ver­mek suretiyle çıkarılır. Sert ve sadasız (mehmûs, sourd) şekli p olup Osmanlıca ve Farsça alfabelerde üç noktalı bâ ( v ) şeklinde gösterilerek bâ-i müsellese adıy­la anılır. Arapça'da p sesi bulunmadı­ğı için bu sesi ihtiva eden yabancı asıllı veya diğer Sâmî dillerle ortaK kelimeler b ve f sesleriyle telaffuz edilir; meselâ: Ptolemaios > Batlamyus, Pers / Parth > Fars. B sesi bütün dillerde olduğu gibi Arapça, Farsça ve Türkçe'de de kolaylıkla

m, v/w, f seslerine dönüşür: Ar. Bekke ( <*î ) > Mekke ( ** - Al-i İmrân 3/96), el-bür'ul ( J*vJI) > el-für'ul (-M1; Onat, I, 139), el-bâşak ( &W ) > e!-vâşak ( *iyi ; a.g.e., I, 141); Far. nebişten ( £~- ) > ne-vişten ( d^y ; Ateş, s. 13), âb ( vî) > av (j1; a.g.e., s. 13; Türkçeleşmiş hoş-âb > hoşav/hoşaf); Türkçe ben > men, bin > min gibi. Bu değişme kabiliyetine bağlı olarak bâ harfinin okunuşu tecvid ilmin­de de bazı özel kaidelere tâbi olmakta­dır. 1) İdgam-ı mütecâniseyn: Aynı mah­reçten çıkan, fakat nitelikleri farklı olan iki harfin seslerinden birinin diğerine karıştırılarak telaffuz edilmesi (meselâ: yâ büneyyerkemme'ana L^-vAj'^. Hûd 11/42). 2) İklâb (çevirme): Bâ harfinin kendinden önce gelen nunu mim sesiy­le okutması (meselâ: mimba'lihâ W*o*; en-Nisâ 4/128). 3) Kalkale (vurgu, accent): Sakin olan banın üstüne bastırılarak vur­gulu telaffuz edilmesi (meselâ: kabl J^ ; el-Bakara 2/25; karib ^.J ; el-Bakara 2/ 186). B harfi, mahrecinin tabiatına uygun olarak başka dillerde olduğu gibi Türk­çe'de de kelime içinde kendinden önce gelen n harfini m sesiyle okutur (mese­lâ: İstanbul > İstambul, minber > mimber, sünbü! > sümbül). Türkçe kelime ve hece sonlarında b fonemi bulunmaz ve Türk­çeleşmiş yabancı asıllı kelimelerde de "p"ye dönüşüp kendini takip eden yu­muşak sessiz harfi sert hale getirir (me­selâ: Ar. kitâb > kitap, abdal > aptal).

Bâ harfi Arapça'da edattır (harfü'1-cer, preposition) ve bu durumda "bi"- oku­narak "-e, -de, ile" vb. anlamlarını taşır, yemin ifade eder (billâh «^) ve önüne geldiği isimlere aynı zamanda zarf ma­nası verir (meselâ: bi-hakkın &*i "hak­kıyla", bi'1-ittifâk J^Vb "ittifakla", bi-nef-sihi **£> "kendisi"). Bâ ayrıca Arapça'da fiillerin geçişlilik derecelerine de tesir eder: etâ ( J&) "geldi", etâ bi (v^1') "ge­tirdi" gibi. Farsça'da da "bâ'nın muhaf-fefi olan "be", "-e, ile" anlamlarını taşı­yan ve isimlerden zarf yapan bir ön edat olarak kullanılmaktadır (dest - be - dest c—u c~*ı "elden ele", tâ-be-sabâh ^r^>

"sabaha kadar"); ancak bugün bu eda­tın yalnız bâ harfinden ibaret olmayıp aslının Pehlevîce'deki pat olduğu bilin­mektedir (bk. Ateş, s. 75). Ayrıca Fars­ça'da fiillerden önce "bi" şeklinde gelir ve Arapça'daki (-ü ) manâsını taşır; me­selâ bigoft ( ^-^ ) "dedi".

BİBLİYOGRAFYA:

Lisânü'l-^Arab, "bâ5" md.; T&cil'l- arûs, "bâ3" md.; Lane, Lexicon, I, 141-144; Kâmûs-ı Tür-kî, I, 256; Türk Lügati, I, 560-562; J. W. Red-house, Türkish and Englishı Lexicon, İstanbul 1978, s. 134-135; Ahmed Ateş-Abdülvehhâb Tarzı, Farsça Grameri, İstanbul 1970, s. 13, 75, 89; Naim Hazım Onat Arapçanın Türk Diliyle Kuruluşu, İstanbul 1944, I, 139-157; Alphabe-te und Schriftzeichen des Morgen- und des Abenlandes (nşr. O. Harrassowitz), Berlin 1969, s. 10, 80; S. Moscati, An introduction to Com-paraüue Grammar of the Semitic Languages, Wiesbaden 1980, s. 24-27; Muhammad H. Ba-kalla v.dğr., A Dictionary of Modern Linguistic Terms, Beirut 1983; Ali Kemal Belviranlı, Tec-üid, Konya 1980, s. 38-39, 46, 54-56; Abdüs-sabûr Şahin, "Hz. Muhammed Devrinde Arap Yazısında Hareke ve Nokta" (trc. Tayyar Altı-kulaç), Diyanet Dergisi, IX/102-103, Ankara 1970, s. 403-406; B. Moritz, "Arabistan (ya­zı]", İA, I, 500; A. Schaade. "Bâ", İA, II, 160; TDEA, 1,271. [Tl

Iffil bARGON bRDIÎM

BA n

(bk. EB).



_l

.-_
1

(bk. KULAÇ).

BÂ ALEVİ


Suudi Arabistan

seyyid ve sûfîlerinin mensup olduğu,

Hadramut'un Terim kasabasında ve

civarında yaşayan köklü bir aile.

Bâ Alevî (Benî Alevî) ailesi ve kollan, ailenin kurucusu olan şahsın isminin ba­şına "Bâ", "Bel", "Bil", "Âl-i Bâ", "İbn Âl", "Evlâdu Bâ" gibi ön ekler ve kelimeler getirilerek anılmakta, bunlar künye ve nisbe yerine geçmektedir. Bâ Alevî baş­langıçta bir aileyi ifade ederken zaman­la ailenin çeşitli kollara ayrılması ve bu kollardan her birinin Bâ Fakîh, Bel Fa-kîh, Cüfrî, Habşî, Haddâd, Ayderûs, Sek-kaf, Âlü's-Sekkâf ve Şillî gibi özel un­vanlarla anılmaları sonucunda Bâ Alevî

355


isminin kapsamı bir aşireti, hatta kabi­leyi ifade edecek derecede genişlemiş­tir. Bundan dolayı Bâ AlevT şahıs, aile. aşiret ve kabile ismi olarak kullanılır. IV. (X.) yüzyıldan başlayarak günümüze ge­linceye kadar Yemen'in dinî, fikrî, ilmî, bazan da idarî ve siyasî hayatında sü­rekli olarak önemli roller oynayan, za­man zaman Hicaz'dan Hindistan'a kadar olan sahada faaliyet gösteren bu aile­nin önemli şahsiyetlerini tanıtmak için bir hayli eser yazılmıştır. Bunların baş-lıcaları şunlardır: Abdurrahman b. Mu-hammed el-Hatîb, el-Cevherü'ş-şeffaf fî menâkıbi'S'SÖdeti'l-eşraf; Ali b. Ebû Bekir es-Sekkâf, el-Berkatü'1-mûşîka fî ilbâsi'l-hırkati'l-enîka (Kahire 1347); Muhammed b. Ali Harid, Ğurerü'1-be-hâ'î'd-dav'î fî menâkıbi's-sâdeti Be­nî cAîevî {fî menâkıbi's-sâdeti Benî Baş-rî ue 'Aydîd ve cAleuî); Ömer b. Muham­med b. Ahmed Bâ Şeybân, et-Tiryâku'l-kulûbi'1-vâf bi-zikri hikâyâti's-sâde-ti'l-eşraf; Abdullah b. Abdurrahman Bâ Harun, el-Menhelü'ş-şâfî. Bu kaynak­lardan faydalanan Şillî, genel biyografik eserleri de dikkate alarak yazdığı el-Meşre cu'r-revî fî menâkıbi's-sâdeti Âli Ebî ''Alevî (Kahire 1319) adlı eserinde 280'den fazla şahsın hayat hikâyesini an­latmıştır. Muhibbî'nin Hulâşatü'l-eşer'l-ni esas alan VVüstenfeld'in Die Çufiten in Süd-Arabien (Göttingen 1883) ad­lı eseri ise sadece XI. (XVII.) yüzyılı kap­samakta olup bu aile hakkında fayda­lı bilgiier vermektedir. Abdullah b. Mu­hammed b. Hâmid es-Sekkâf'in Târî-hu'ş-şu^arâ^i'l-Hadramiyyîn'ı de (1-111, Kahire 1353-1355) bu konuda önemli bir eserdir.

Ailenin kurucusu olan Alevî'nin soy şeceresi kaynaklarda Aievî b. Abdullah (Ubeydullah) b. Ahmed b. îsâ el-Muhâcİr b. AH el-Uraydî b. Ca'fer es-Sâdık şek­linde verilmekte ve Ca'fer es-Sâdık va­sıtasıyla Hz. Ali'ye bağlanmaktadır. Ale­vî'nin babası Abdullah b. Ahmed Bas­ra'da doğdu, tahsiline burada başladı. 337'de (948) ünlü sûff Ebû Tâlib el-Mek-kî ile buluşarak onun ders ve sohbetle­rine devam etti. Babası Ahmed b. îsâ ei-Muhâcir ile Basra'dan Hadramut'a göç ederek Terim civarındaki Cişir bölgesi­ne gitti. Daha sonra el-Hussiyye denilen yerde yerleşti; babasının burada vefat etmesinden sonra yine o civardaki Sü-mel köyünde ikamete başladı ve bura­da 383 (993) yılında vefat etti (bk. Ayde-rûsî, s. 74 vd..}, Oğullan ise bir süre Cü-beyr denilen yerde kaldıktan sonra 1166'-

356

da bölgenin en önemli ve en mâmur ka­sabası olan Terim'e yerleştiler. Bundan sonra Terim adı Bâ Alevî ailesi mensup­ları ile birlikte anılmaya başlandı. Had-ramut halkı gibi Şafiî mezhebine bağlı olan Bâ Alevîler ilim ve takva sahibi ol­makla tanınmışlardı. Bunların çoğu mu­tasavvıf ve tarikat ehli idi. Çeşitli za­manlarda ve çeşitli yerlerde idareciler nezdinde büyük itibar görmüş, bazıları devlet hizmetine de girmiş, ancak daha çok bölgenin şeyhleri ve seyyidleri ola­rak tanınmışlardı.



Bâ Alevî ailesine mensup tanınmış şahıslardan bazıları şunlardır:

1. Ali b. Alevî b. Muhammed b. Alevî (ö. 527/1133). 521'de (1127) Terim'e gelip yerleşen ailenin ilk ferdidir.

z. Muhammed b. Ali b. Alevî (ö. 550/ 1155'ten sonra], Zifârü'l-Kadîme deni­len sınır bölgesinde oturduğu için Sâhİ-bu Mirbât diye tanınan ve burada vefat eden Muhammed b. Ali, torununun oğ­lu olan Ahmed b. Abdurrahman b. Alevî el-Fakîh'e mensup bulunan Bâ Fakîh ve Haddâd kollarının da ceddidir.

3. Muhammed b. Ali b. Muhammed (p, 653/1255). 574'te (1178) doğdu. Ale-viyye tarikatının kurucusu olup el-Üs-tâdü'l-A'zam ve el-Fakîhu'l-Mukaddem diye tanınır. Arap yarımadasının güne­yinde yaşamış en önemli kutub* olarak kabul edilir. Çağdaşı sûfîlerle iyi müna­sebetler kuran bu zat Mağribli ünlü sûfî Ebû Medyen'in hayranı idi. Kurduğu tari­kat oğulları aracılığıyla yayılmıştır (Neb-hânî, I, 127).

4. Alevî b. Muhammed (ö. 669/1270). el-Üstâdü'1-A'zam'ın oğlu olan bu zat ve oğlu Abdullah Bâ Alevî (1240-1330), ailenin halk nazarında büyük bir itibar kazanmasını sağlamışlardır.

5. Muhammed b. Ali b. Alevî (ö. 765/ 1364). 705'te (1305) doğdu. Mevla'd-De-vîle (Devîle kasabasının efendisi) unvanıyla tanınan bu zat Alevî b. Muhammed'in torunu olup Yabhar'da Hz. Hûd'a nisbet edilen Devîle Türbesi civarında ikamet ederdi. Oğlu Abdurrahman es-Sekkâf (ö. 810/1407), yine bu ailenin önemli kolla­rı olan Âl-i Sekkaf ve Ayderûs'un büyük ceddidir.

6. Ömer b. Abdurrahman b. Muham­med (ö. 889/1484). 823'te (1420) Te-rim'de doğdu; Hamrâ köyünde yaşadığı için Sâhibü'l-Hamrâ diye anıldı. Mekke ve Aden'i ziyaret ettikten sonra Taiz'de vefat etti. Aynı zamanda şair olan bu zatın çeşitli risaleleri vardır. Fethu'liâ-hi'r-rahmâni'r-rahîm fî menâkıbi *Ab-

dilîâh b. Ebî Bekir b. Abdirrohmân ad­lı eserinde Ayderûs'un mönâkıbını anlat­mıştır.

7. Ahmed b. Abdullah (ö. 920/1514). Şenbel'de yaşadığı için Şenbel diye tanın­dı. Târîhu Şenbel adlı bir eseri vardır.

8. Ömer b. Muhammed (ö. 944/ 1537). 881'de (1476) doğdu. Tiryâku'l-kulub adlı eserinde Bâ Alevî ailesine mensup 355 seyyidin hal tercümesini anlatmış­tır {GAL, II, 401],

9. Muhammed b. Ali (ö. 960/1553). 890'da (1485) Terim'de doğdu. Lakabı Cemâleddin olup Hârid diye tanınır. Mu-haddis, fakih, tarihçi ve şairdir. Bâ Ale-vî'nin bazı kollarını konu alan Gu.rerü'1-behâ'i'd-dav'î^ıfî menâkıbi's-sâdeti Benî 'Alevî adlı eserinden başka el-Ve-sâ'il adıyla hadise, en-Nefehât adıyla tasavvufa dair eserler de yazmıştır.

10. Sâüm b. Ahmed (ö. 1046/1636), 995'te (1537) doğdu. Ahmed eş-Şinnâvî vasıtasıyla tasavvufa giren Sâlim'in çe­şitli eserleri vardır. Şillî bu eserlerin lis­tesini ihtiva eden bir risaleyi eserine al­mıştır (bk. el-Meşm'u'r-revî, li, 104-110).

1. Bulğatü'l-mürid ve buğyetü'1-müs-tefîd. Muhammed Gavs'ın el-Cevâhi-rü'î-hams adlı eserinin 4 ve 5. bölümle­rine yazılan bir şerhtir (bk. GAL, II, 418}.

2. es-Sifrü'l-mestur îi'd-dirâye fi'd-dür-ri'1-menşûr li'1-vilâye; 3. Mişbâhu's-sırri'1-lâmi'1 bi-miüâhi'l-cifri'l-câmic;

4. Ğurerü'l-beyân can cömri'z-zaman;

5. el-Bu.rhânü'l~macrûf fî mevâzîni'l-hurûf(GAL, 11,407, 418; SuppL, II, 565).

11. Ebû Bekir b. Ahmed eş-Sillî (ö. 1053/1643). 990'da (1582) Terim'de doğ­du. Tarihçi ve lügat âlimi olup el-Meş-ra "ur-revî müellifinin babasıdır. Dört yıl Medine'de ikamet ettikten sonra mem­leketine gitti ve orada vefat etti. Vefe-yâtû'l-a yân nün ehli'z-zamân adlı ça­ğı ve çağdaşları hakkında genel bilgi­ler veren bir eser ve Gazzâlî'nin £fıyd3ü culûmi'd-dîn"ı ile Sühreverdî'nin cAvâ-rifû'l-masarifine açıklayıcı notlar (ta'li-kat) yazmıştır. Şillî'nin Ramazân ve eş-Şıyâm, Muhtaşaru Kitâbi'l-Gurer gibi eserlerinden başka verdiği dersleri, işit­tiklerini ve hocalarının adlarını ihtiva eden bir de derlemesi (cüz) vardır (Mu-hibbî.l, 71-78; Ziriklî, 1,62).

12. Akil b. Ömer b. İmrân (ö. 1062/ 1652). 1001'de (1593) Zifâr civarındaki Ribât kasabasında doğdu ve Zifâr'da öl­dü, el-"Akide ve Fethu.'1-kerîmi'l-ğâtir fî şerhi Hilyeti'î - müsâfir adlı eserleri vardır (Muhibbî, III, 114-116; GAL SuppL, 11,533).

13. Ahmedb. Ebû Bekir (ö. 1091/1680). 1049'da (1639) doğdu. Hayatının büyük bir kısmını doğum yeri olan Mekke'de geçirdi ve burada vefat etti. Çeşitli risa­leler, ayrıca bazı eserlere taiik'ler yaz­dı. Osmanlılar'ın Yemen'i fethetmelerini konu alan Nehrevâlî'nin el-Berku'1-Ye-mânî adlı eserini kısaltarak kitaba bazı ilâveler yaptı. Şiirle de ilgilendi (Muhib-bî, I, 163).

14. Abdullah b. Ca'fer (ö. 1168/1755). Hadramut'ta doğdu. Yirmi yıl Hindistan'­da kaldıktan sonra Mekke'ye geldi ve bu­rada vefat etti. Keşîü esrâri culûmi'l-mukarrebîn, Keşfü'l-ciîbâb can cilmi'l-hisâb, el-Le'âli'l-cevheriyye caie'l-'akâ'idi'1-Benî Feriyye, Şerhu Dîvâni Şeyh b. İsmâ'îl eş-Şihrîgibi eserlerin­den başka bir divanı ve mektupları var­dır (Cebertî, I, 163; Ziriklî, IV, 77).

15. Muhammed b. Zeyn b. Sumayt (ö. 1172/1758). 1100'de (1689) Terim'de doğdu. Üstatlarından Abdullah b. Alevî el-Haddâd ile Ahmed b. Zeyn el-HabşF hak­kında Gâyetü'l-kasd ve'1-murâd (Bom­bay 1885) adlı bir menâkıbnâme yazdı. Kurretü'l-'ayn, Behcetü'1-fu''âdve Lüh-bü'1-elbâb gibi eserlerinden başka bir de divanı vardır (GAL Suppl., II, 566].

16. Abdurrahman b. Hüseyin (o, 1250/ 1835). Hadramut müftüsü ve Şafiî âli­midir. Buğyetü'J-müsterşidîn iı telhisi Fetâvâ ba'zi'1-e* immeti'1-müte* ahhi-rin, Gâyetü telhîşil-murâd min fetâ­vâ îbn Ziyâd (Kahire 1303) gibi eserleri vardır [GAL Suppl., 11, 817; Serkîs, I, 5İ7).

17. Abdullah b. Hüseyin el-Câvî (ö. 1272/1855). Terim'de doğdu. Sûfî, fakih ve dil âlimidir. Birkaç defa Mekke ve Medine'yi ziyaret edip buralarda bir sü­re kaldıktan sonra Hadramut'a gitti ve orada öldü. Vaaz, Öğretim ve telifle meş­gul olan el-CâvTnin Süllemü't-tevfîk ilâ mahabbeti'Uâhi cale't-tahkik, Mirkâ-tü su'ûdi't-taşdîk, Şılatü.'1-ehl ve'l-ak-mbîn, Miftâhu'l-i'râb gibi eserleri var­dır (GAL Suppl., II, 820).

18. Fazl b. Alevî [ö. 1283/1866], Se-bîlü'l-ezkâr ve'l-ictibâr ve "îkdü'î-ie-râ'id min nüsûsi'l-culemâ:'i'î-emâcid adlı eserleri vardır {GAL SuppL, II, 566; Serkîs, 1, 517).

19. Ebû Bekir b. Abdurrahman (ö. 1341 / 1923]. 1262'de (1846) doğdu. İbn Şihâb diye tanınır. Çeşitli Arap ülkelerini dolaş­tıktan sonra Hindistan'a gidip Haydarâ-bâd'a yerleşti ve orada öldü. Bid'atlar-la amansız bir mücadeleye giren İbn Şi­hâb Hindistan, Malezya ve Endonezya'­da tanındı. Başta fıkıh ve usûl-i fıkıh ol-

mak üzere edebiyat, mantık, tıp, kimya, matematik gibi ilimlere dair otuz kadar eser yazdı. Bunlardan bir kısmı Hindis­tan'da basıldı (Ziriklî, 1, 65; Serkîs, i, 140).

Bâ Alevî ailesinin belli başlı önemli kol­lan şunlardır:

Bel Fakih (*Jû,). Bil Fakîh de denilen, Bâ Alevî'nin Eska* diye tanınan Fakih Muhammed b. Abdurrahman'a (ö. 917/ 1512) nisbet edilen koludur.

el-Üstâdü'1-A'zam, el-Fakihü'l-Mukad-dem ve Sâhibü'l-Mirbât gibi unvanlarla tanınan Muhammed b. Ali'nin soyundan gelen Eska' çeşitli ilimleri tahsil etti. İbn Zahîra ve Sehâvl gibi tanınmış âlimler­den ders aldı. Aden, Zebîd, Mekke ve Medine'yi ziyaret etti; buralarda birçok âlimle tanışıp kendilerinden faydalan­dıktan sonra Terim'e yerleşti ve burada vefat etti. Eska'ın tarihe dair el-Hat ad­lı eseri, Bâ Fakîh eş-Şihrî'nin Şihr tari­hini yazarken faydalandığı en güvenilir kaynak olmuştur.

Bel Fakîh ailesine mensup seyyidlerin çoğu mutasavvıf olmakla beraber içlerin­de müderris ve müftü olanlar da vardır.

Eska'ın soyu Abdullah, Abdurrahman ve Ahmed adındaki üç oğlu vasıtasıyla devam etmiştir. Abdullah uzun süre Mek­ke'de kalmış ve burada vefat etmiştir (974/1567). Abdurrahman'ın Muhammed ve Hüseyin adında iki oğlu vardı. Hüse­yin'in Ahmed adındaki oğlu Terim'de ka­dılık yapmış, Ebû Bekir adındaki diğer oğlu Hindistan'a giderek Adil Çan'ın hi­mayesine girmiş ve orada vefat etmiş­tir (1074/1663).

Ref'u'l-estâr can mefâtîhi'l-envâr ad­li eserin müellifi Abdurrahman b. Abdul­lah Bel Fakih (ö. 1162/1749), ed-Düre-rü'1-behiyye ü'l - müselselâti'n - nebe-viyye'nin müellifi Abdullah b. Ahmed Bel Fakih (ö. 1112/1700), Bedelü'n-nih-le iî teshili silsileti'l-vuşla ile Sâdâtinâ ehli'l-kıble adlı eserlerin müellifi Abdul­lah b. Hüseyin Bel Fakîh (ö. 1266/1850] gibi müellifler Bel Fakîh ailesine men­sup tanınmış âlimlerdendir.

Bâ Fakih ( ^ ). Bâ Alevî'nin, Mevlâ AydFd ve Sâhibu Aydîd unvanıyla tanı­nan Muhammed b. Ali'ye (ö. 862/1458) nisbet edilen koludur. Babası Ali b. Mu­hammed (ö. 838/1434) Terim civarın­daki Havta'da yaşamakta idi. Oğlu Mu­hammed ise Aydîd'i yurt edinmişti. Sâ-hibü Aydîd'in Bâ Fakih diye tanınması, büyük ihtimalle, Sâhibü Mirbât unvanıy­la tanınan Muhammed b. Ali'nin soyun­dan gelen ve el-Fakih diye anılan Ah-

med b. Abdurrahman'ın (ö. 726/1326) neslinden gelmiş olmasıdır. Bâ Fakîh'in büyük cedleri olan Muhammed b. Ali'nin atalarına ve evlâdına evliya nazarıyla ba­kılmakla beraber aralarında fakihler ve müderrisler de vardı. Muhammed b. Ali'­nin nesli Abdurrahman, Abdullah, Ali, Alevî ve Zeyn adlı çocukları vasıtasıyla devam etti. Bu aileden aralarında fakih, kadı, müftü, mutasavvıf, dilci, şair ve matematikçilerin de bulunduğu birçok ilim ve fikir adamı yetişmiştir.

Bâ Alevî'nin diğer bir kolu Âlü's-Sek-kâf diye tanınır. Bâ Alevîler'in büyük ced­di Abdurrahman es-Sekkâf (ö. 819/1416) bunların da ceddidir. Âlü's-Sekkâf aile­sinden de birçok mutasavvıf ve âlim ye­tişmiştir. Şeyh b. Abdurrahman (ö. 829/ 1426), Şeyh b. İsmail (ö. 950/1543), Ale­vî b. Abdurrahman (ö. 1273/ 1856], Alevî b. Ahmed (ö. 1355/1916], es-Sekkâf un­vanıyla tanınmış âlimlerdendir (bk. Ay-derûs, s. 212; Nebhânî, I, 155, 201, 320, 399; II, 44, 63, 156; Kehhâle, V, ?9; VI, 295; Ziriklî, V, 51-52).

BİBLİYOGRAFYA:

Abdülkadİr el-Ayderûsî, en -/Yürü 's -safir, s. 74-78, 90, 92, 95-96, 203, 212, 223, 258, 286-287; Muhibbi. Hutâşatü'l-eşer, 1, 71-78, 94-95, 163, 182-183MI, 365-366"; III, 39-40, 62-63, 114-116, 166, 488; Şillî, el-Meşrec u'r-reut fî menâkıbı Beni 'AleuT, Kahire 1319, 1, 196-199; [İ, 28, 29, 62, 104-110, 203, 230, 240, 260; Şevkânî, el-Bedrü't-tâlic, II, 120; Cebertî, cAcâ'İbü'l-âşâr, I, 163; Serkîs, Mu'cem, I, 140, 517; Brockelmann. GAL, II, 401, 407, 418; Suppl, II, 533, 560, 565, 566, 817, 820; Ziriklî, el-A'lâm, 1, 62, 65; (V, 77; V, 51-52; Kehhâle, Mu'cemü'l-mü'eUiftn, IV, 21, 46; V, 39; VI, 295; R. B. Serjeant, The Saiyids of Hadramaıut, London 1957, s. 14, 19, 25; a.mlf., "Materials for South ArabianHistory", BSOAS, XIII (1950), s. 281-307, 581-601; XXV (1962), s. 246; Neb­hânî, Kerâmâtü'l-euüyâ*, I, 127, 155, 201, 320, 399; II, 44, 63, 85; Abdülhay el-Kettânî, Fihri-sü'l-fehâris, I, 178, 311; 0. Löfgren. "cAyd.arüs", El2 (İng.), 1, 780-782; a.mlf.. "Bâ", a.e., I, 828; a.mlf., "Bâ cAlawi", a.e., 1, 828-830; M. A. Ghül, "Fakih, Bâ", a.e, 11, 756; a.mlf., "Fakih, Bal", a.e., 11, 756-757. iyi

İm Sâmîes-Sakkar

bAfadl

Fadl b. Muhammed



b. Abdülkerîm b. Muhammed'e

nisbet edilen, Hadramut'un

Terim kasabasında yaşayan

eski bir şeyh ailesi.

Mezhic kabilesinin Sa'd el-Âşire kolu­na mensup olan Bâ Fadl, Bâ Alevîler'in IX. (XV.) yüzyılda Terim'de hâkim duru­ma gelmelerinden önce buranın en nü-

357


fuzlu ve hatırı sayılır ailesi idi. Bu aile­den birçok mutasavvıf ve fakih yetiş­miştir. Cemâleddin Muhammed b. Ah-med (ö. 903/1498) Bâ Fadl'ın Aden ko­lunun kurucusu olup burada müderris­lik ve müftülük yapmış, çeşitli eserler yazmış, Yemen'deki Tâhirî hükümdar­larından Sultan Âmir b. Abdülvehhâb'ın (Âmir II) nezdinde büyük bir itibar ka­zanmıştı.

Bâ Fadl'ın Şihr'de yerleşmiş olan diğer kolu Bel Hac diye anılır. Bu kolun kuru­cusu Abdullah b. Abdurrahman b. Ebü Bekir (ö. 918/1513) öğrenimine Şihr'de başlamış, bilgisini arttırmak için çeşitli seyahatler yapmış, bir süre Mekke'de ikamet ettikten sonra memleketi olan Şihr'e dönerek müderrislik ve müftülük yapmaya başlamıştır. Bazı tasavvufT ve fıkhî eserler yazmış ve burada vefat et­miştir. Herkesin saygı gösterdiği ünlü bir kişi olan Abdullah b. Abdurrahman, Hadramut sultanları ile kabileler arasın­da çıkan ihtilâflar konusunda ara bulu­culuk yapardı.

Abdullah'ın Ahmed ve Hüseyin adın­da iki oğlu vardı. eş-Şehîd diye anılan Şehâbeddin Ahmed b. Abdullah babası­nın ölümünden sonra onun yerine geçe­rek ders ve fetva verdi, çeşitli eserler yazdı. Portekizliler'in şehri istilâsı sıra­sında çıkan çatışmalar esnasında şehid düştü (929/15231 ve babasının yanına gömüldü. Sâzeliyye tarikatına meyleden diğer oğlu Hüseyin (ö. 979/1572), İbnü'l-Arabfnin eserlerine büyük değer verir­di.

Hüseyin b. Ahmed eş-Şehîd (ö. 1087/ 1677), Zeynüddin b. Ahmed (ö. 1026/ 1617), Muhammed b. İsmail (ö. 1006/ 15971, Ahmed b. Abdullah es-Sûdî (ö. 1044/1634) gibi kişiler bu ailenin tanın­mış simalarındandır.

BİBLİYOGRAFYA:

Abdiilkadir el-Ayderûsî, en-Nûrü's-sâfir, s. 23-26, 92-93, 125-126, 308-310; Muhibbi, Hu-İâşâtÜ'1-eşer, 111, 395-396; İbnü'l-İmâd, Seze-r&t, VIII, 122, 163; Brockelmann. GAL, II, 389; Suppl, II, 528; Hediyyelü'l-'Snfîn, 1, 23, 44, 98, 100, 135; kehhâle, Mu.'cemü'l-mü" elliftn, I, 295; VI, 68; F. VVüstenfeld. Die Çufıten in Süd-Arabien im XI (XVI!) Jahrhundert, Göt-tingen 1883, s. 86-90; R. B. Serjeant, The Sat-yids of Hadramaıuf, London 1957, s. 12, 14; a.mlf., "Historians and Historiography of Had-ramawt", BSOAS, XXV [19Ö2), s. 256; M. A.

Ghül, "Fadl, Bâ", £/2(İng.|, II, 729-730.

__

Iffl Sâmîes-Sakkâr 358



BA MAHREME

Takıyyüddîn Abdullah b. Ömer

b. Abdillâh Bâ Mahreme el-Yemenî

(ö. 972/1565)

Yemenli fıkıh ve astronomi âlimi.

J

İslâmî ilimlerde temayüz etmiş Bâ Mahreme ailesinin en önemli isimlerin­den biri olan Abdullah b. Ömer, 10 Ce-mâziyelâhir 907'de (21 Aralık 1501) Had-ramut'un Şihr adlı liman şehrinde dün­yaya geldi. İlk öğrenimini fakih ve sûfî olan babası ile tarihçi ve fıkıh âlimi olan amcası Abdullah Tayyib Bâ Mahreme1-nin yanında yaptı. Daha sonra, "Bu çocu­ğun benden istifade etmesinden çok ben ondan istifade ettim" sözleriyle talebe­sini takdir eden Kâdî Abdullah b. Ahmed Bâ Sürûmfnin derslerine devam etti. Bâ Mahreme ciddi, düzenli ve titiz çalışma­larıyla zamanının ilimlerinde, bilhassa fıkıh, matematik ve astronomi sahala­rında eser verecek derecede yetişip te­mayüz etti. Zebîd, Şihr, Aden, Taiz ve Haremeyn'de eğitim ve öğretim faaliyet­lerinde bulunarak aralarında fakih Mu­hammed b. Abdürrahim Bâ Câbir'in de yer aldığı birçok talebe yetiştirdi. İlim ve fetvada kendisine başvurulan tanın­mış şahsiyetlerden biri oldu, şöhreti Ye­men ve çevre bölgelere yayıldı. Çok uzak­lardan fetva almak için gelenlerin en zor meselelerini rahatlıkla hallederdi. Eser­leri ve fetvalarında vermiş olduğu ce­vaplar zekâsının kuvvetini ve bilgisinin derinliğini göstermektedir. İki defa Şihr kadılığına tayin edildi, ancak kendi iste­ğiyle bu vazifeden ayrılıp hac farizasını ifa ettikten sonra Aden'e yerleşti ve ölü­müne kadar (11 Receb 972 /I2 Şubat 1565) orada kalarak telif ve tedrisatla meşgul oldu. Abdullah Bâ Mahreme ay­nı zamanda şairdi.



Eserleri. Fıkıh, matematik ve astrono­mi sahalarında çoğu risale şeklinde yir­miye yakın çalışması bulunan Bâ Mah-reme'nin başlıca eserleri şunlardır: 1. en-Nüket caid Şerhi'l-Minhâc. Nevevî"-nin Şafiî fıkhiyla ilgili Mmhâcü't-tâlibîn adlı eserinin şerhi olan İbn Hacer el-Hey-temî'nin Tuhfetü'l-muhtaç li-şerhi'l-Minhdc'ına yazdığı iki ciltlik haşiyedir. 2. Zeyi 'ald Tabakâti'ş-$âfic iyye. İsne-vî'nin Tabakötü'l-fukahâ 'i'ş-Şâfi eiyye

adlı eserine yapılan bir zeyildir. Muham­med b. Abdurrahman el-Hadramrnin ed-Dürrü'l-fâhİr fî temcimi acyâni'l-kar-ni'I-^âşir adındaki eserinin (Eymen Fuâd Seyyid, s. 210-211) kaynaklarından biri olan bu kitabı Abdullah Muhammed ei-Habeşî Meşâdirü'l-fikri'l-İslâmî fil- Ye-men'de (s. 480) Reşfü'z-zülâl fi't-tekmîl ve't-tezyîl, Merâdcu tânhi'l- Yemen'-de ise Is. 88! Tetimmetü Tabakâti'ş-Şâ-fi'iyye adıyla kaydetmekte ve kayıp olduğunu belirtmektedir. 3. Haşiye eaîâ Esrie'l-metâlib. İbnü'l-Mukrî el-Yeme-nî'nin Ravzü't-tâlib adlı eserine Zeke-riyyâ el-Ensârî'nin yaptığı şerhten iba­ret olan dört ciltlik Esne'I-metâlib üze­rine yazdığı haşiyedir. 4. ed-Dürretü (er-Rauzatü)'z-zehiyye fî şerhi'r-Rahbiyye. Muhtemelen İbnü'l-Mütefennine'nin fe-râiz ilmine dair kaleme aldığı ei-Rahbiy-ye adıyla bilinen Buğyetü'l-bâhiş adlı urcûze*sinin şerhidir. S. Hakikatü't-tev-hîd. Muhyiddin İbnü'l-Arabî'nin vahdet-i vücûd* görüşüne reddiye olarak yazıl­mıştır. 6. Mişkâtü'l-mişbâh H-şerhi'î-'idde ve's-silâh. Yazann basılmış tek eseridir (Kahire, ts.). 7. el-Fetâvâ. 8. el-Lüm^a fî cilmi'I-felek. 9. Risâletü'r-mb'i'l-müceyyeb. 10. Risale fî 'ilmi'i-hisâb. 11. Risale fi'hülâfi'l-metali* ve't-lifâkıhâ (diğer eserleri ve bunların yazma nüshaları için Abdullah Muhammed el-Ha-beşî'nin Meşâdirü'l-fikri'l-İslâmî fi'l-Yemen adlı kitabına bakılabilir).

BİBLİYOGRAFYA:

Abdiilkadir el-Ayderûsî, en-Nûrü's-sâfır, s. 250-254; İbnü'j-İmâd, Şezerât, VIII, 367-368; el-Kamûsü'l-İslâmî, 1, 264; Kehhâle, Mu'ce-mü'l-mü'ettifîn, VI, 95; Abdullah Muhammed el-Habeşî, Merâci'u târîhi'l-Yemen, Dımaşk 1972, s. 88; a.mlf., Meşâdirü'I-fikrVl-İslâmT fi'l-Yemen, Beyrut 1408/1988, s. 236, 296, 320, 480, 540, 549; Eymen Fuâd Seyyid, Meşâdiru târîhi'l-Yemen fı'l-'aşri'l-İslâml Kahire 1974, s. 210-211; Ziriklî, el-A'lâm (Fethullah), IV, 110.

liltJ Kasım Kırbtvık

BAAL


(bk. BA'L).

BAALBEK


r

BAB



(bk. KAPI).

BAB


Şîa fırkalarının

kendi mezhep büyükleri için

kullandıkları dinî unvan.

Sözlükte "kapı; vesile; konu, bahis" gi­bi değişik anlamlara gelen bab kelime­sinin bu farklı mânalarından hareketle bir kitabın aynı cins konularının toplan­dığı fasıllarla Arapça'daki fiil çekim ka­lıplarının her birine de bab denmekte­dir. Mezhepler tarihinde ise dinî-hiye-rarşik bir unvan oiarak kullanılır.

Şifler, imamın manevî nurunu akset­tirecek ve kendileriyle imam arasında ir­tibatı sağlayacak "kâmil bir Şiî'nin ge­rekliliğine inandıklarından bab fikri baş­langıçtan itibaren bütün Şiî grupları için­de mevcut olmuştur. "Ben iiim şehriyim, Ali ise o şehrin kapısıdır (bab)" anlamın­da Hz. Peygamber'e izafe edilen ve Şiî muhitlerde fazlaca itibar gören hadisin (bk. Aclûnî, I, 235-236), bab telakkisinin bu çevrelerde ortaya çıkmasında ve yay­gınlaşmasında büyük payı olduğu mu­hakkaktır. Konu. mehdî fikriyle bağlan­tılı olduğu gibi diğer semavî dinlerde mevcut "bin yıl inanışı" (milenium) ile de ilgili olabilir (Yeni Ahit, Vahiy, 20/ 1 -7).

İlk dönem Şia'sında imamın en kıdem­li ve en yetkili talebeleri için kullanılan bab kelimesi, sonraları çeşitli Şîa grup­larınca ayrıntılarda görüş ayrılıkları ol­makla birlikte genellikle "derun ile mü­nasebet sağlayan vasıta" şeklinde anla­şılmış ve böylece "gaybet"ten (on ikinci imamın gizlenmesi} sonra, "imamla bu­luşan, onun yazılı ve sözlü emirlerini ala­rak kendisiyle ona inanıp bağlananlar arasında irtibatı sağlayan kişi" anlamı­nı kazanmıştır. Çoğunlukla bâbü'1-imâm şeklinde kullanılan bu terim zamanla, "gelişi beklenen, gelmesi yakın olan ve Allah'ın ortaya çıkaracağı (men yüzhiru-hu'llâh) önemli birinin habercisi" olarak da anlaşılmıştır. 260-328 (874-940) yıl­ları arasını kapsayan "gaybet-i suğrâ" döneminde bab kelimesi, sadece on ikin­ci imam i!e Şiîler arasında irtibatı sağla­yan ve bir nevi sefirlik hizmeti gördük­lerine inanıldığı için "süferâ-i erbaa" ve­ya "nüwâb-ı erbaa" diye adlandırılan ki­şiler için kullanılmıştır. Ancak 328'de (940) başladığı kabul edilen "gaybet-i kübrâ" döneminden itibaren bab unva­nının kime verileceği hususu Şîa grup-

ları arasında tartışma konusu olmuştur. Bab olarak kabul edilecek mezhep bü­yüğünün tesbitinde birbirinden farklı görüşlere sahip olsalar dahi, hemen hep­sinde "gâib ve muntazar bir imam" fik­ri bulunduğundan, bu dönemde bütün Şîa kollan babı "beklenen gizli imama açılan kapı" mânasında anlamıştır.

Başlangıçta bab unvanıyla anılan Şîa ileri gelenleri bu unvanı kendileri talep etmeyip öteki Şiîler'ce onlara tevcih edil­diği halde sonradan bazıları kendileri­nin bab olduğunu iddia etmiş ve bu un­vana talip olmuşlardır. Şîa'nın müfrit kolları arasında, bab olduğu iddiasında bulunan ilk kişinin, tenasüh* ve hulul* inançlarını da Şia'ya getirdiği bilinen Şel-megânî (ö. 322/934) olduğu söylenirse de (bk. ERE, II, 300), Nusayrîliğin kuru­cusu Muhammed b. Nusayr en-Nemîrf-nin (o. 270/883) on birinci imam Hasan e!-Askerî'nin babı olduğunu ileri sürdü­ğü bilinmektedir. O böyle bir iddia ile daha sonra doğacak Babîlik fırkasına zemin hazırlamıştır. Nusayrîler sonraki dönemlerde "üç sırlı harf" nazariyelerin­de, Ali ve Muhammed'den {Hz. Peygam­ber) sonra üçüncü sırada yer alan kişi olarak Selmân-ı Fârisî'yi bab kabul et­mişlerdir.

İmâmiyye Şîasi içinde teşekkül etmiş fırkalardan olan Şeyhîliğe göre, imam­lar mârifetullaha açılan bablardır. On­lardan sonra bu bilgi ve hakikatin mer­kezi, birer kâmil Şiî olan Ahmed el-Ah-sâf ile Kâzım Reştfdir. Şeyhîliğin değişik bir şekli kabul edilebilecek olan Babîlik fırkasının kurucusu Mirza Ali Muham­med ise daha değişik bir iddia ile ken­disinin bab olduğunu ve beklenen meh-dîye açılan kapının da yine kendisi oldu­ğunu ileri sürmüştür. İsmâiliyye'de bab dinî hiyerarşide bir rütbedir. Bu terim, anlamı fazla net olmamakla birlikte Fa­tımî dönemi öncesinde de kullanılmış­tır. Fâtımîler babı imamdan hemen son­ra gelen ve doğrudan ondan direktif alan kişi olarak anlıyordu. Nitekim on­lara göre bab, aldığı bu direktifleri da­vet hiyerarşisinde rütbe itibariyle ken­dinden sonra gelen hüccetlere iletir­di. İsmâiüyye içinde babın fonksiyonu ve statüsü hakkında bilgi veren bazı kay­naklar, davet mertebelerinin en üst rüt­besi olan "dâi'd-duât" ile babın eşdeğer olduğunu kaydederler. Dürzîlik'te ise bab terimi "el-aklü'1-küllî" ile irtibatı sağla­yan dinî otoriteyi ifade etmektedir.

BİBLİYOGRAFYA:

Lisânü'l-cArab, "bâb" md.; Tehânevî. Keşşaf, "bdb" md.; Kamus Tercümesi, "bâb" md.; Aclü-nî, Keşful-hafâ', I, 235-236; Mez. el-Hadâre-tul-İslâmiyye, II, 56-61; E. Ruhi Flğlall, Çağı-mızda îtikâdî İslâm Mezhepleri, Ankara 1990, s. 185-186, 210-211, 282-284; a.mlf.. "Mesih ve Mehdi İnancı Üzerine", AÜİFD, XXV (1981), s. 209; Muhsin Abdülhamîd, İslama Yönelen Yıkıcı Hareketler ftrc. M. Saim Yeprem — Ha­san Güleç), Ankara 1984, s. 73 vd.; İsmail Hak­kı izmirli. "Dürzi Mezhebi", DİFM, sy. 2 (1926), s. 70-71; Farhad Kazemi. "Sonıe Preliminary Observations on the Early Development of BabismV, MW, XÜII/2 (1973), s. 119-131 ; Say-yid Ali Raza Nagavi, "Babİsm and Bahâ'ism", /5,XIV/3 (1975), s. 187-217; Edward G. Brow-ne, "Bâb, Babîs", ERE, II, 299-309; CI. Huart, "Bâb", İA, li, 163-165; a.mlf., "Şeyhîler", İA, XI, 480; L, Massignon, "Nusayrîler", İA, IX, 368; G. Levi Della Vida.'""Selman", İA, X, 458; Abdülmennân Ömer, "Bâb*,^UDMİ, III, 783-784; B. Lewİs. "Bâb", El2 (İng.), I, 832; M. G. S. Hodgson "Durüz", a.e., II, 632; D. M. Mac Eoin. "Bâb", Eh:, III, 277-278; a.mlf., "Bâb, Sayyed 'Ali Mohammad Sîrâzi", a.e., III, 278-284; a.mlf., "Babism", a.e., III, 309-315.

İSİ Metin Yurdagür

r ~ı

BAB, Mirza Ali Muhammed



L

Banalliğin menşei olan Bâbîliğîn kurucusu (bk. BAHAİLİK).

_

r

BAB-ı ALİ




L

(bk. BABIÂLİ).

_

r

BÂB-ı ÂSAFİ







(bk. BABIÂLİ).




L J

BÂB-ı DEFTERÎ (bk. DEFTERDAR).

BÂB-ı FETVA

(bk. BÂB-i MEŞİHAT).

BAB-ı HÜMÂYUN

Topkapı Sarayı denilen

Sarây-i Cedîd'in dışarıya açılan

en büyük kapısı.

Fâtih Sultan Mehmed İstanbul'un fet­hinden hemen sonra önce Beyazıt'ta Sa-rây-ı Atîk'i yaptırmış, bir müddet sonra da şehrin en doğudaki ucunda Sarây-ı

359


Cedîd veya Yeni Saray denilen manzu­menin yapımını başlatmıştır. Bütün Os­manlı devri boyunca padişahların otur­duğu esas mekân olan ve uzun süre dev­letin idare merkezi durumunu da mu­hafaza eden bu saray kompleksi geniş bir alanı kaplıyor ve bunun etrafını Sür-ı Sultanî denilen bir duvar çeviriyordu. Bu sur duvarında açılan kapılar dışarısı ile bağlantıyı sağlıyordu. Bu kapıların en önemlisi, şehrin içinden gelen ana cad­denin (Divanyolu) saraya kavuştuğu yer­de açılmış olan âdeta bir zafer takı gö­rünümündeki Bâb-ı Hümâyun'dur. Kapı kemeri üstünde bulunan Arapça kitabe­de surun, dolayısıyla kapının Fâtih Sul­tan Mehmed tarafından Ramazan 883'-te (Aralık 1478) yaptırılmış olduğu belir­tilmektedir. Kemalpaşazâde surun yapı­mına başlanış tarihini Zilkade 882 (Şu­bat 1478) olarak vermektedir. Sarayın en büyük giriş kapısı olan ve tören alayla­rının yapıldığı Bâb-ı Hümâyun'un üze­rinde başlangıçta bir de köşk bulunu­yordu.

Bâb-ı Hümâyun'un üstündeki köşke Fa­tih Köşkü denildiği de ileri sürülür. Köşk, Yavuz Sultan Selim devrinde (1512-1520) Mısır'dan getirtilen bazı sanatkârlara tahsis edilmiş, ancak daha sonra, bu in­sanların saray kapısından girip çıkma­ları uygun görülmediğinden, onlara baş­ka bir yer tahsis edilerek burası değişik maksatlarla kullanılmıştır (aş. bk.). Alt kattaki odalar ise sarayın kapılarını bek­lemekle görevli Kapıcılar Ocağı'ndan Sa~ rây-ı Hümâyun kapıcılarına ayrılmıştı.

Kapı kemerinin üstünde yer alan Sul­tan II. Mahmud'un (1808-1839] tuğrası, onun devrinde burada bazı değişiklikler yapıldığını göstermektedir. Fakat asıl bü-

yük değişiklik Sultan Abdülaziz (1861-18761 döneminde üstteki köşkün yan­ması üzerine yapılmıştır. Bu sırada köşk tamamen kaldırılarak burası düz bir te­ras biçimine sokulmuş ve etrafına kon­sol çıkmalı bir saçak silmesi yapılmış, terasın kenarlarına da çepeçevre şebe­keli korkuluklar konulmuştur. Eski bir fotoğraftan, aslında taş olan cephelerin taş taklidi ve aralarda geometrik süsle-meli tuğla taklidi şeritler halinde sıva­narak bezendiği anlaşılmaktadır. Sur be­deniyle aynı karakterde olan kapının iki yanındaki nöbetçi hücreleri ise mermer kaplanmak suretiyle değiştirilmiş, aynı üslûpta mermer süs kaplaması arka yüz­de de tekrarlanmıştır. Buralara konulan kitâbelerdeki 1284 (1867-68) ve 1285 (1868-69) tarihleri, bu değişikliğin ne zaman yapıldığı hakkında açık bilgi ver­mektedir.

I. Dünya Savaşı'nın ardından İstanbul işgal edildiğinde Fransız kuvvetleri bil­hassa sarayın Marmara tarafındaki es­ki askerî depolara el koymuş, Bâb-ı Hü­mâyun odalarına da Fransız ordusun-daki Senegalli askerleri yerleştirmişler­di. Topkapi Sarayı Müzesi Rehberi'nüe 1923 yılında bunların çıkardıkları bir yan­gın sonunda ahşap kısımların yandığı bildirilmektedir.

1950 yılında Müzeler İdaresi'nce Bâb-ı Hümâyun'da bazı restorasyon çalışma­ları yapılmıştır. Bu çalışmalar sırasında cepheler raspa edilerek çürüyen taşlar değiştirilmiş, üstteki teras korkulukla­rı kaldırılmış, fakat bunların altındaki konsollu silme bırakılmıştır. Avlu tara­fındaki arka cephede ise avluya açılan sivri kemerli üç eyvanı kapatan duvarlar kaldırılmış, buralara demir parmaklık-

lar konulmuştur. Müzeler İdaresi, Bâb-ı Hümâyun'un üstündeki köşk veya kas­rın eski resimlerine göre ihyasını da ta­sarlamış, fakat bu düşünce gerçekleş­memiştir.

16,5 X 39.5 m. ölçülerinde dikdörtgen biçiminde bir kitle teşkil eden Bâb-ı Hü­mâyun, komşu sur duvarları gibi kesme taştan inşa edilmiş heybetli bir yapıdır. Cephede hâkim unsur, alt kısmında kö­şelerde yeşil somaki iki sütunçeye da­yanan yüksek bir sivri kemerdir. Bunun iki yanında daha alçak birer sivri kemer­li nöbetçi hücresi bulunuyordu. 1868 ta­mirinde bunların içleri ve etrafları mer­mer kaplanarak dip duvarlarına Türk neo-klasiği üslûbunda birer "ayna" iş­lenmiştir. Kemerlerin üstlerinde ise bi­rer kitabe vardır. Bunlardan sağdakin-de celî-sülüsle "es-Sultânü zıllullâhi fi'l-arz", soldakinde "Ye'vâ ileyhi küllü maz­lum" (Abdülfettah 1285) yazılmıştır. Bü­yük kemerin içinde kapı menfezinin üs­tünde ise Fâtih devrine ait iki kitabe bulunmaktadır. Bunlardan sivri alınlığı kaplayan ve istif bakımından hat sanatı şaheserlerinden olan celî-sülüs müsen-nâ yazı farklı şekillerde okunmuşsa da doğrusu Hicr sûresinin "İnne'l-müttakl-ne" diye başlayan 45-48. âyetleridir. Bu­nun altında dikdörtgen çerçeve içindeki Arapça inşa kitabesi ise buranın Fâtih Sultan Mehmed tarafından yaptırıldığını ve yapım tarihini belirtmektedir. Kapı nişinin iki yan duvarında yüksekte kar­şılıklı iki madalyon halindeki yazılar da hat sanatı bakımından çok değerlidir. Bunlardan sağdaki Saf sûresinin 13. âye­tinin bir bölümü (nasrun mine'llâhi...) ile "yâ Muhammed" lafzını, soldaki ise Bâb-ı Hümâyun'un yazılarını yazan Fâtih devri büyük hattatlarından Ali Sâfi'nin adını ve künyesini ihtiva etmektedir.

Mermer söveli kapıdan üç bölümlü bir giriş sofasına (veya dehlizine) geçilir. Ka­pı kanatlan dövme demirdendir. Bu so­fanın orta kısmını yüksek bir kubbe ör­ter, üç bölümün üstleri ise daha alçak be­şik tonozlarla örtülmüştür. Bu giriş so­fasının iki yanındaki kapılar, yanlardaki kubbeli odalara ve yukarıdaki asma kat odalarına çıkan merdivenlere açılır. Her­halde evvelce bu merdivenlerden Bâb-ı Hümâyun'un üstündeki köşke de çıkılı­yordu. Asma kat odaları avlu tarafında­ki cephede açılmış pencerelerden ışık al­maktadır.

Bâb-ı Hümâyun kitlesinin birinci avlu­ya bakan cephesi de aynı mimari karak­terdedir. Burada da kapı ve yanındaki hücreler Sultan Abdülaziz zamanında ön yüzdeki gibi mermer kaplanmış ve yazı­larla süslenmiştir. Dış yüzdeki âyetler­den ibaret olan bu yazıları hazırlayan hattat Abdülfettah Efendi'nin (ö. 1896) adı ile öndeki kitabeden bir yi! farklı ola­rak 1284 tarihi görülür. Kapı alınlığının içine, ön cephedeki girift istifli yazının aynen benzeri taklit edilerek işlenmiştir. Yay kemerli kapı açıklığının ortasında da Sultan Abdülaziz'in tuğrası bulunmak­tadır.

Bâb-ı Hümâyun'un üstündeki köşkü sağlam hali ile gösteren eski resimler vardır. Bunların içinde en eskisi, XVI. yüz­yılda Seyyid Lokman'ın Hünemâme'sin­deki minyatürdür. Burada kapı ve köş­kün bütün ayrıntıları gösterilmemiştir. Daha sonraları ise İstanbul'da bulunmuş T. Altom, I. Melling ve G. Fossati gibi res­sam ve mimarlar da Bâb-ı Hümâyun'u gösteren resimler yapmışlardır. Çizdik­leri ve yayımladıkları gravürlere göre bu köşk iki sıra pencere ile aydınlanan,

cephelerinde hiçbir çıkması olmayan bir yapı idi. İç düzeni ve süslemesi hakkın­da herhangi bir bilgi olmamakla bera­ber Sedat H. Eldem bu köşkün iç mima­risi hakkında tahminlere dayanan bir çi­zim yapmıştır.

Bâb-ı Hümâyun, üstündeki köşk veya kasrın yok olması ile gerçek hüviyetini bir dereceye kadar kaybetmiş ve 1868 tamirinde cepheleri aslından değişik bir görünüş almış bulunmakla beraber Os­manlı tarihinin en büyük sarayının ana girişi olarak büyük bir tarihî değere sa­hiptir. İstanbul'da fetihten sonra yerle­şen Türk mimarisinin ilk örneklerinden olarak da sanat tarihi bakımından ayrı­ca önem taşır.

BİBLİYOGRAFYA:

A. I. Melling. Voyage pittoresçue de Conslan-iinople et des riües du Bosphore, Paris 1819, İv. 12; Th. Allom - R. Walsh, Constantinople and the Scenery of the Seven Churches of Asia Minör, London 1838, li, 6-7; G. Fossati, Aya Sofia, London 1852, İv. 23-24; Halil Ed-hem [Eldem], Topkapı Sarayı, İstanbul 1931, s. 10; Topkapı Sarayı Müzesi Rehberi, İstan­bul 1933, s. 3-4, rs. 1-3; Nigâr Anafarta. Hü-nernâme Minyatürleri ue Sanatçıları, istanbul 1969, İv. 38; Ayverdi, Osmanlı Mi'mârisi IV, s. 694-701; a.mlf. - R. Ekrem Koçu, "Bâbıhüma-yûn", İsLA. IV, 1765-1771; Sedad Hakkı El­dem — Feridun Akozan, Topkapı Sarayı: Bir Mimari Araştırma, İstanbul 1982, s. 68-69, İv. 31-33; Semavi Eyice, Topkapı Sarayı, İstanbul 1985, s. 7. r-ı

m Semavi Eyice

Teşkilât. Bâb-ı Hümâyun Osmanlı dev­let teşkilâtında çeşitli merasimlerin ic­rası, saray veya hükümete karşı mem­nuniyetsizlik ve başkaldırmanın başlan­gıç yeri ve aynı zamanda suçluların teş­hir mahalli olarak önemli bir yer işgal etmiştir.

Burada alışılagelmiş şekildeki mera­simlerin başında, Dîvân-ı Hümâyun'un toplantı günlerinde yapılan merasim ge­lirdi. Divan toplantılarının düzenli olarak yapıldığı XVI-XVII. yüzyıllarda divan üye­si olan vezirler, kazaskerler ve devlet er­kânı sabah namazını Ayasofya Camii'n-de kıldıktan sonra Bâb-ı Hümâyun önün­de kendilerine ayrılan mevkilerde yer alırlar, yeniçeri ve diğer bölük ağalan ile saray görevlileri de burada iki sıra ha­linde dizilirlerdi. Alkış* merasiminden sonra duacı ortaya çıkarak dua edip Fa­tiha okur, ardından Bâb-ı Hümâyun ka­pıları açılır, önce yol gösterici olarak ka­pıcılar kethüdası ve r,efsülküttâb, arka­sından da diğer devlet erkânı girerdi. Daha sonra sadrazamın buradan geçi­şinde de merasim yapılırdı.

Bayramlarda ise gece yansından iti­baren Bâb-ı Hümâyun açılır, tebrik me­rasimine katılacak olanlar gelmeye baş­larlardı. Seviyelerine göre divanda ve di­van dışında kendilerine ayrılan yerlere otururlardı.

Osmanlı sultanlarının sefere hareket­lerinden önce tuğ-ı hümâyun Bâb-ı Hü­mâyun veya çok defa Bâbüssaâde önün­de dikilir, burada merasim yapılırdı. Os­manlı şehzadelerinin sancak beyi olarak saraydan çıkışlarında ise genellikle Bâb-ı Hümâyun önünden başlayarak ihtişam­lı merasimler icra edilirdi. Nitekim Şeh­zade III. Mehmed'in sancağa çıkış me­rasiminin çok ihtişamlı olduğu devrin kaynaklarında belirtilmektedir (Selânikî, s. 142].

Bâb-ı Hümâyun aynı zamanda Osman­lı tarihinde saraydan veya Dîvân-ı Hü­mâyun'dan çeşitli isteklerde bulunan, divanın icraatını engellemek isteyen ve idareye kafa tutan yeniçeri ve bölük hal­kının toplantı ve nümayiş yeri olmuştur. Meselâ II. Bayezid'in şehzadeleri Ahmed ile Selim arasındaki ihtilâflarda Ahmed'i istemeyen yeniçeriler; ayrıca II. Selim'in tahta çıkışı sırasında askerler ve IV. Mu-rad'ın saltanatı sırasında Sadrazam Ha­fız Ahmed Paşa ve diğer bazı devlet er­kânının başlarını isteyen zorbalar Bâb-ı Hümâyun önünde toplanarak pazarlık yapmak istemişlerdir. Patrona İsyanı'n-da (1730] âsilerin istediği üç vezirin ce­setleri öküz arabaları üzerinde Bâb-ı Hü-mâyun'dan çıkarılarak kendilerine tes­lim edilmiş, Damad İbrahim Paşa'nın na-aşı ise Bâb-ı Hümâyun önünde isyancı­ların beklediği meydana konulmuştur. Ancak daha sonra Patrona Halil ile isya-

361


na katılan zorbaların cesetleri de Bâb-i Hümâyun'dan aynı şekilde çıkarılmıştır.

Bâb-ı Hümâyun'un önü aynı zamanda bir teşhir alanı olarak da kullanılmıştır. Âsilerin ve eşkıyanın kafalarının ibret için burada teşhir edilip günlerce kaldı­ğı Olurdu (Ayvansarâyî, s. 186, 189).

Bütün bunların yanında Bâb-ı Hümâ­yun üzerindeki köşk muhallefât* hazi­nesinin muhafazası için de kullanılmış­tır. Hazinedarbaşının nezâretinde bu­lunan bu hazine Bâb-ı Hümâyun'un sa­ğındaki odada muhafaza edilirdi. Ayrıca Bâb-ı Hümâyun odaları bir süre defter-i hâkânî mahzeni yani arşiv dairesi ola­rak da kullanılmıştır.

Topkapı Sarayı ile Bâb-ı Hümâyun'u bekleyen ve sarayın güvenliğinden so­rumlu olan kapıcıların bir kısmına Bâb-ı Hümâyun kapıcıları denilirdi. Bunların sayısını XVII. yüzyıl başlarında Ayn Ali 417 (Risale-i Vazîfehorân, s. 93), ondan biraz sonra Koçi Bey 400 olarak göster­mektedir (Risale, s. 18). XVII. yüzyılın ikin­ci yansında beş bölük halindeki Bâb-ı Hümâyun kapıcılarının sayılarının hayii azaldığı görülmektedir.

Osmanlılar döneminde çeşitli diploma­tik görevlerle veya seyyah olarak İstan­bul'a gelenler rapor veya seyahatname­lerinde bu âbidevî binadan sık sık bah­setmişlerdir. Ancak özellikle XIX. yüzyıl­da, kısa süre İstanbul'da kalıp eksik ve yanlış bilgiler edinen bazı Batılı seyyah­lar Bâb-ı Hümâyun tabirini yanlışlıkla Babıali için Kullanmışlardır.

362


BİBLİYOGRAFYA :

BA, Cevdet-Zabtiye, nr. 2335; Selânikî, Târih (İpşirli), bk. İndeks; Peçuylu ibrahim. Târih, II, 89, 95, 124; Ayn Ali, Risâle-i Vazîfehorân, s. 93; Koçi Bey, Risale, s. 18; d'Ohsson, Tableau general, VII, 78; Ayvansarâyî, Mecmûa-İ Teuâ-rîh, s. 186, 189; Ata Bey. Târih, I, 221; Daniş-mend. Kronoloji, I, 422-423; II, 371-372; III, 1; Uzunçarşılı. Saray Teşkilatı, tür.yer.; a.mlf., Merkez-Bahriye, tür. yer.; Münir Aktepe, Patro­na İsyanı 0370), istanbul 1958, s. 151-152, 154, 176, 179; U. Heyd, "Bâb-ı Hümâyûn™, EP (İng.l, I, 836-837; a.mlf., "Bâb-ı Hümâyûn", UDMİ, III, 797-798; A. Sh. Shahbazı, "Bâb-e Homâyün", E/c, I!I, 284-285.

r---------1

İffl Mehmet İpşirli

BAB MAHKEMESİ

Osmanlı Devleti'nde

büyük şehir kadılarının

yardımcısı olan nâiblerin

başkanlık yaptığı mahkeme.

Kahire, Şam, Bağdat, Selanik gibi bü­yük şehirlerin hepsinde Bab Mahkeme­si bulunmakla birlikte bunların içerisin­de en önemlisi ve tanınmış olanı İstan­bul Bab Mahkemesi idi. Bu mahkeme­de bab naibi, İstanbul kadısının işlerinin çokluğu sebebiyle ona vekâleten yardım eder, dava dinler, karar verirdi. İstan­bul'da çok önemli konulardan biri olan narh tesbit edildikten sonra İstanbul ka­dısı, Bab Mahkemesi naibi, çardak* nai-

bi ve diğer görevlilerin mühürleriyle su­retler hazırlanarak İstanbul'daki diğer kadılıklara bildirilirdi.

Bab naibinin başkâtip, kâtipler, vekâ-yi' kâtibi gibi birçok yardımcısı vardı. Ka­zasker mahkemelerinde ise bab nâible-ri yerine şer'iyyatçı denilen nâibler bu­lunurdu. İstanbul'da bulunan yirmi yedi mahkemenin en önemlilerinden biri Bab Mahkemesi idi. Bugün İstanbul Şer'iyye Sicilleri Arşivi'nde Bab Mahkemesi'nin 1076-1327 (1665-1909) tarihleri arası­na ait 544 şer'iyye sicili bulunmaktadır. Bu siciller son yüzyılların İstanbul haya­tı için çok değerli bilgiler ihtiva etmek­tedir. Ne zaman kurulduğu kesin ola­rak bilinmeyen, ancak XVII. yüzyılda kay­naklarda adına sık sık rastlanan bu mah­keme II. Meşrutiyet'ten sonra mahke­melerin birleştirilmesine kadar devam etmiştir.

BİBLİYOGRAFYA;

BA. HH, nr. 10.340; BA, İbnülemİn-Tevcihat, nr. 2085; Şeyhî, Vekâyiu'l-fuzalâ, I, 709-717; II, 530, 532, 581 ; Pakalın, I, 142; Uzunçarşılı. İlmiye Teşkilâtı, s. 117, 136, 139, 143; Müba-hat S. Kütükoğlu, Osmanlılarda Narh Müesse­sesi ue 1640 Tarihli Narh Defteri, İstanbul

1983, s. 17,36. [Tl

ISI Mehmet İpşirli

BÂB-ı MEŞİHAT

ı - _* * I \

Osmanlı Devleti'nde özellikle Yeniçeri Ocağı'nın

kaldırılmasından sonra

şeyhülislâmların resmî dairelerine

verilen ad.

Osmanlı Devleti'nde her yetkilinin ken­di oturduğu konağın bir kısmını, genel­likle de selâmlığını resmî daire olarak kullanması bir gelenekti. Vak'a-i Hayriy-ye'ye kadar (18261 şeyhülislâmlar da otur­dukları konakların selâmlık kısmını me­şihat dairesi olarak kullanırlardı. Yerleri müsait olmayanlar ise uygun bir konak

kiralayarak oraya taşınırlar ve resmî iş­leri burada görürlerdi. Yeniçeri Ocağf-nın ilgasından sonra Sadrazam Mehmed Selim Paşa Sultan II. Mahmud'a takdim ettiği bir takririnde Eski Saray'ın seras­ker dairesi olmasını, Ağakapısı'nin da şeyhülislâmlığa tahsisini arzetmişti. II. Mahmud bu arz üzerine yazdığı hatt-ı hümâyunda teklifin çok uygun olduğu­nu, yeniçeriliğin ve Ağakapısı'nın unutul­ması için burasının şeyhülislâmlara ve­rilmesini ve adının da Fetvahane olma­sını emretmiş, sadrazamlar için sabit pa-şakapısı olduğu gibi şeyhülislâmlar için de belirli bir yer olmasını istemiştir. Bu­nun üzerine Bâb-ı Meşîhat'in Ağakapı-sı'na taşınmasına karar verilmişse de bu sırada büyük bir yangın geçiren Ba­bıâli'nin çalışmaları geçici bir süre için buraya nakledildiğinden ancak Babıâ­li'nin tamirinden sonra 1827'de Ağaka-pısı meşihata tahsis edilmiştir.

Yine aynı hatt-ı hümâyunda Fetvahâ-ne'nin ihtiyaçtan fazla olan oda ve bina­larının boş kalmaması için bunların çe­şitli sebeplerle ilim tahsil edemeyenlere haftanın belli günlerinde ders verilmek üzere tahsis edilmesi istenmiş, bu hu­susların şeyhülislâm efendiye bildirilerek görüşünün alınması emredilmiştir (Lut-ff,I, 161-162).

1836'ya kadar burası sadece Fetva­hane olarak kullanılırken o zamana ka­dar kendi evlerini resmî daire gibi kul­lanan kazaskerler ve İstanbul kadıları da çok geniş olan bu mekâna taşınmış­lardır. Böylece başlıca şer'î ve hukukî ku­rumlar bir yerde toplanmış bulunuyor (Lutfî, V, 66), sık sık değişen şeyhülislâm, kazasker ve İstanbul kadısı konakları­nın yerini bulmakta güçlük çeken halk da rahata kavuşmuş oluyordu (bu bina­nın daha önceki yüzyillardaki durumu için bk.AĞAKAPISI),

Kaynaklarda zaman zaman Bâb-ı Fet­va ve Fetvahane olarak da geçen Bâb-ı Meşihat çeşitli dairelerden teşekkül et­mekteydi. Bu kurumun XIX ve XX. yüz-yıllardaki teşkilât ve gelişmesini devlet

salnamelerinden takip etmek mümkün olmaktadır. Meselâ 1918 yılında Bâb-ı Meşîhat Fetvâhâne-i Âlî, Hey'et-i İftâiy-ye. İ'lâmât-ı Şer'iyye Müdüriyeti, Te'lîf-i Mesâil Şubesi, Nakîbüleşraf Dairesi (ne-kâbet ale'l-eşrâf), Ders Vekâleti ve Mec-lis-i Mesâlih-i Talebe, Medrese-i Süley-mâniyye, Sahn Medresesi, İbtidâ-i Dâ­hil Medresesi, İbtidâ-i Hâriç Medresesi. Tedkîk-i Mesâhİf ve Müellefât-ı Şer'iyye Meclisi, Meclis-i Meşâyih, Mektübî Dai­resi, Muhasebat Dairesi, Me'mürîn Mü­düriyeti, Sicili - i Ahvâl Müdüriyeti, Evrak Müdüriyeti, Şûrâ-yi İlmiyye, Encümen-i İntihâb-i Me'mûrîn-i İlmiyye, Medresetü'l-kudât, Müneccimbaşılık. Sıhhiyye Müfet-tiş-i Umumîliği gibi dairelerden oluşmak­taydı {Salnâme-i Deulet-i AUyye-i Osmâ-niyye, s, 138-143). Bâb-ı Meşîbafın tam ve ayrıntılı teşkilâtı ayrıca /imiyye Scıl-nâmesi'nûe de verilmiştir.

Bâb-ı Meşîhat sadece resmî bir daire değil aynı zamanda Osmanlı Devleti'n-deki pek çok ilmî, kazâî ve siyasî-idarî toplantı ve faaliyetler için de bir merkez olmuştur. Medrese mezunlarının mülâ-zemet imtihanları ile (Vâsıf, s. 293) kadı ve müderrislerin ruûs imtihanları bura­da yapılırdı (Lutfî, IX, 150; X, 102). XIX. yüzyıl boyunca giderek önem kazanan ve sık sık akdedilmeye başlanan meşve­ret meclisleri de zaman zaman Bâb-ı Meşîhat'ta toplanır ve başta sadrazam olmak üzere bütün yetkililer bir araya gelir ve ülkenin önemli meselelerini gö­rüşürlerdi. Bu fevkalâde toplantıların ne-

BAB NAİBİ

rede yapılacağı padişah iradesiyle ke­sinlik kazanırdı.

XIX. yüzyıl sonu ile XX. yüzyıl başla­rında padişahlar çeşitli vesilelerle Bâb-ı Meşîhat'ı ziyaret etmişler, şeyhülislâm ve diğer yetkililerle konuşup taltiflerde bulunmuşlardır (Lutfî, X, 27). Şeyhülislâm­ların azledildiğini göstermek için Bâb-ı Meşîhafın fenerinin söndürülmesi bir âdet idi. Bu âdet çeşitli şiirlerde nükte konusu büe olmuştur.

Ağakapısı meşihata tahsis edildikten sonra birçok defa tamir görmüş, tefrişi ve eksikliklerinin giderilmesi için gayret sarfedilmiştir. Başbakanlık Osmanlı Ar-şivi'nde bu iş için kullanılan malzeme ve binaların bedelleriyle ilgili pek çok bel­ge bulunmaktadır/^

Daha sonra İstanbul Kız Lisesi buraya taşınmış. 1927'de çıkan yangında bina­larla birlikte Meşihat'ın arşivi de büyük hasara uğramıştır. Bir süre sonra giriş kapısının sağında yapılan üç katlı bina 15.000 m2 civarındaki bahçe ile birlikte İstanbul Üniversitesi Botanik Enstitüsü'-ne verilmiş, ancak Süleymaniye Külliye-si'nin Haliç'ten görünüşünü engelleyen bu yapının iki katı yıktırılmıştır.

Bâb-ı Meşîhafın günümüzde İstanbul Müftülüğü olarak kullanılan Fetvahane binası 1982-1985 yılları arasında tama­men yıktırılarak aslına uygun şekilde ye­niden yaptırılmıştır. Ayrıca giriş kapısı­nın hemen sağındaki iki Katlı bina bu­gün yaklaşık 10.000 cilt sicilin muhafa­za edildiği Şer'iyye Sicilleri Arşivi olarak kullanılmaktadır. Cümle kapısının solun­daki iki katlı binanın üst katı müftülük kütüphanesi olup yazma ve matbu bü­tün muteber fetva kitapları başta olmak üzere zengin bir fıkıh eserleri koleksiyo­nunu ihtiva etmektedir. Binanın alt ka­tında ise henüz gereği gibi tasnif edil­memiş olan meşihat arşivi bulunmak­tadır.

BİBLİYOGRAFYA:

BA. HH, nr. 8871, 16.248; BA, İrâde-Dâhiliye, nr. 20.772, 27,379, 33.095, 36.841 ; BA. İrâde-Meclİs-i Mahsus, nr. 2043; BA. İrâde-Meclis-i Vâlâ, nr. 19.670; Salnâme-i Deulet-i Aliyye-i Osmâniyye, İstanbul 1334, s. 138-143; İlmiy­ye Salnamesi, tür.yer.; Vâsıf, Târih (îlgürel), s. 293; Atâ Bey, Târih, lil, 139-140; LutfT, Târih, 1,161-162, 166-167; V, 66; (X, 39, 57, 114, 121, 127, 150, 157; X, 27, 93, 102; Uzunçarşılı, İlmi­ye Teşkilâtı, s. 139, 199, 208-209; İbnülemin, Son Hattatlar, s. 647. r—ı

İSI Mehmet Ipşikli

BAB NAİBİ

(bk. BAB MAHKEMESİ).

363

BÂB-ı SERASKERÎ



Asâkir-i Mansûre-i Muhammediyye'nin en üst rütbedeki kumandanı o!an

seraskerin resmî makamı ve buranın âbidevî ana giriş kapısı.

D TARİH. Serasker Kapısı olarak da anılan bu makama, önce, eskiden yeni­çeri ağalarının ikametgâhı olan Ağa Ka­pısı, 1252'de de (1836-37) Eski Saray tahsis edilmiştir. Seraskerlik ikametgâ­hı için ilk müstakil yapı Sultan Abdülaziz zamanında yaptırılmış olup bugün İs­tanbul Üniversitesi merkez binası ola­rak kullanılmaktadır.

Bâb-ı Seraskerî'nin kurulup teşkilât­landırılmasından sonra sadrazamlar ar­tık "serdâr-ı ekrem" unvanıyla askere kumanda etmeyi terketmişlerdir. Gerek barış gerekse savaş zamanlarında bütün askerî işler bu dairece yürütülmüş, se­rasker de Osmanlı kara kuvvetlerinin en büyük kumandanı olmuştur. 183S yılın­dan sonra rütbece şeyhülislâmlıkla, hat­ta zaman zaman sadrazamlıkla aynı se­viyede tutulan seraskerliğin sadrazam­lıkla birlikte aynı şahısta birleştiği de olmuştur.

Bâb-ı Seraskerî'nin bünyesinde zaman­la bazı değişiklikler ve yenilikler yapıl­mıştır. Meselâ 1834'ten sonra kurulan redif* teşkilâtı Seraskerlik'e bağlanmış, 1837'de Serasker Kapısı'nda bir tercüme odası açılmıştır. Bâb-ı Seraskerî, Tanzi­mat'ın ilânından önce, nezâretlerin he­nüz kuruluş safhasında çoğu gayri müs-limlerin nüfuslarına dair olan "nüfus jur­nalleri" tanzimini de yürütmüştür. 1839'-da Tanzimat'ın ilânından sonra Bâb-ı Se-raskerînin önemi daha da artmış, hat­ta sadâretten sonra ikinci sırayı almış­tır. Askerî alanda yapılan değişikliklere paralel olarak Serasker Kapısı'nda da ye­ni bürolar oluşturulmuş, doğrudan doğ­ruya serasker paşaya bağlı olarak mek-tûbî, yoklama, jurnal, nizamiye, muha­bere, rûznâmçe ve vezne gibi kalemler teşkil edilmiştir. 1845 yılında zaptiye mü­şirliğinin kuruluşuna kadar İstanbul'da zabıta İşlerini de Seraskerlik yürütmüş­tür. II. Abdülhamid'in tahta çıktığı yıl­larda Bâb-ı Seraskerîde serasker paşa­nın maiyetinde bir müsteşar, bir mek-tupçu, bir nizamiye muhasebecisi ile bir hassa muhasebecisi bulunmaktaydı. Bu kalemler zamanla ya genişletilerek ba­ğımsız bir hale getirilmiş veya tamamen lağvedilmiştir. 1879'da Bâb-ı Seraskerî

364


Harbiye Nezâreti'ne dönüştürülmüşse de 1884'te tekrar eski şekline çevriimiştir. II. Meşrutiyet'in ilânı arefesinde Har­biye Nezâreti'nin kesin olarak kurulma­sıyla bütün askerî işler bu nazırlığa bağ­lanmış ve bu durum Cumhuriyetin ilâ­nına kadar devam etmiştir.

BİBLİYOGRAFYA:

BA, HH. nr. 50.912, 51.034, 51.356, 51.533; Lutfî. Târih, I, 192; Mecelle-İ ümûr-ı Belediy-ye, !, 926-933; Uzunçarşılı, Kapukulu Ocakla­rı, 1, 582, 672-674; Pakalın. I, 142; Karal, Os­manlı Tarihi,V, 151 ; VI, 115-116; VII, 141-142; VIII, 352-353; Halim Alyot. Türkiye'de Zabıta, Ankara 1947, s. 70; Sertoğlu, Tarih Lügati, s. 311-312; B. Lewis, "Bâb-ı Seraskeri", El2 (İng.), I, 838; a.mlf., "Bâb-ı Seraskerî", ÜDMİ,

III, 794. m

MU

Abdülkadir Özcan



D MİMARİ. Bugün İstanbul Üniver­sitesi merkez binasının giriş kapısı olan bu âbidevî kapı, güney (dış) tarafındaki yazıda belirtildiği üzere Dâire-i Umûr-i Askeriyye girişi idi. Kesme köfeki taşı kaplamalı ve iki tarafından dendanlı ku­lelerle sınırlandırılmış olan üçlü bir giriş takı biçiminde inşa edilmiştir. Ortada geniş ve yüksek, hafif at nalı bir kemer ve iki yanında sütun demetlerine otur­tulmuş daha alçak ve dar iki kemer var­dır. Yanlardaki kuleler iki katlı olup üst katlara girişler arka taraftaki kapılarla sağlanır. Dış cephede "T.C." harflerinin bulunduğu ovai madalyonda daha önce Sultan Abdülaziz'in tuğrası bulunmak­taydı. Günümüzde ilâve edilmiş "İstan­bul Üniversitesi" yazısının altında üçlü bir düzenleme ile Şefik Bey hattı, celî-sülüs kitabe bulunur. Ortasında diğer­lerine göre daha irice "Dâire-i Umûr-ı Askeriyye" yazısı, bunun sağında Fetih sûresinin birinci âyeti i ^ ^ ^U*^W "Biz sana apaçık bir fetih yolu açtık"), solunda ise aynı sûrenin üçüncü âyeti ( Irfj*1 ir*" ^^jr^ij "Seni kıymetli bir zaferle destekledik"] yazılıdır. Altında ise Şefik Bey'in imzası ile 1282 (1865) tari­hi yer alır.

Yeşil zemin üzerine altın varakla ya­zılmış bu kitabe düzeni kapının iç tara­fında da yer almakta, ancak burada Ka­zasker Mustafa İzzet Efendi'nin hattıy-

la tarih beyti, "Askere Nüzhet kulu teb-şîr eder târîhini /-Uıtf-i Şâh Abdülazîz açtı der-i nasr-ı azîz" olan manzume bu­lunmaktadır. Bu âbidevî kapının iki ya­nında ve eşit uzaklıkta iki de köşk yer almaktadır. Bunlardan batıdaki köşk, es­kiden rektörlük ve senato binası olan, günümüzde ise Atatürk İlkeleri ve İnkı­lâp Tarihi Enstitüsü olarak hizmet ve­ren Biniş Dairesi, bunun karşılığında yer alan doğudaki ise Şehzadeler Dairesi idi. İkişer katlı ve üst katları itibariyle re-vaklı girişlerle eyvanlı-köşe odalı eski Türk sivil mimarisine ait plan düzenini tekrarlayan bu köşklerin bahçe tarafın­da mermer basamaklar ortasında biniş platformları dikkati çeker.

Türk neo-kiasik mimarisinde geniş yer bulan iç süslemelerde de varak yaldız kullanılmış ve özellikle orta tavanlarda manzara resimleri yer almıştır. Bugün mevcut avizelerin bir kısmı da o dönem­den kalmadır.

Bâb-ı Seraskerî olarak tanınan bütün bu yapılar, Seraskerlik Dairesi'nin Sul­tan Abdülaziz zamanında neo-rönesans üslûbunda yapılmış ana binasının girişi­ni meydana getirmektedir. Mühendishâ-ne'den yetişme Ali Paşa tarafından ya­pılan ve bina eminliğini Altunîzâde İs­mail Zühdü Paşa'nın yürüttüğü bu bü­yük binanın girişindeki âbidevî kapı ve yan köşklerin mimarı olarak da Fransız asıllı Bourgeois'nın adı geçmektedir. Ni-

müdürlerinden Dr. A. Dethier'nin yazıla­rında mimarının Bourgeois olduğu be­lirtilir. Neo-klasik-Mağrib üslûpları ka­rışımı karma (eklektik) bir dış görünüşe sahip olan bu kapı ve köşk kompozisyo­nu, yan köşklerin planı ve düzeni açısın­dan klasik ve klasik öncesi Türk mima­risinin izlerini taşımaları bakımından ay­rıca dikkat çekicidir. Bu dönemlerde Ba­tı etkilerini dış mimaride en çok göste­ren yapılardan Dolmabahçe Sarayı'nda ve özellikle harem bölümünde de böyle bir durumla karşılaşılmaktadır.

Fâtih'in İstanbul'da yaptırdığı Sarây-ı Atîk'in (Eski Saray) arazisinde bulunan Seraskerlik Dairesi'nin ilk çekirdeği, II. Sultan Mahmud'un 1251'de (1836) Asâ-kir-i Mansûre-i Muhammediyye'nin yö­netildiği bir kışla inşa ettirmesiyle ilgili­dir. Sarayın kalıntıları bu maksatla yık­tırılmıştır. Bugün üniversite bahçesinin Süleymaniye Camii tarafına bakan kuzey kısmında, Beyazıt Meydanı'na açılan ka­pının genel hatlarını taşıyan, fakat da­ha sade ve ampir üslûba yakın bir âbi­devi kapı daha vardır. Orta kısmında dik bir rampa ile iç kısma geçilen bu kapı­nın üstünde, eskiden Sarı Kışla adıyla bi­linen ve bir zamanlar Yüksek Öğretmen Okulu ile Halkevi Talebe Yurdu'nun ba­rındığı iki katlı geniş kışla binası vardı. Bina tamamen yıkılmış olmakla birlik­te Süleymaniye yönündeki kapı bakıma muhtaç durumda ayaktadır. Kuruluşu Sultan 11. Mahmud devrine inen ilk Bâb-ı Seraskerfnin bu kuzeydeki âbidevî kapı olduğunu düşünmek için yeterli bilgi ol­masına rağmen üzerinde hiçbir kitabe veya tuğra tesbit edilememiştir. Beya­zıt Meydanı'ndaki âbidevî kapı ile geri­deki üç katlı Seraskerlik binası arasın­daki alan, eski resim ve kartpostallarda da görüldüğü gibi tâlim alanı olduğun­dan ağaçsızdı. Ağaçlandırma Darülfü­nun emini olduğu yıllarda Ismayıl Hakkı Bey (Baltacıoğlu) tarafından başlatılmış­tır. Bâb-ı Seraskerî 1988 yılında dış cep­heleri temizlenerek onarım geçirmiştir.

BİBLİYOGRAFYA:

Semavi Eyice, "İstanbul Arkeoloji Müzeleri­nin İlk Müdürlerinden Dr. Ph. Anton Dethier Hakkında Notlar", İstanbul Arkeoloji Müzele­ri Yıllığı, İstanbul 1960, s. 47; Oktay Aslanapa, "İstanbul Darülfünun ve Üniversite Binaları Tarihçesi", İstanbul Üniversitesi, istanbul 1983, 1, 38-47; a.mlf., "İstanbul Darülfünun ve Üni­versite Binaları Tarihçesi", istanbul Üniüersi-tesi Bülteni, sy. 13, İstanbul 1980, s. 32-37; Nurhan Atasoy. Ünioersite Giriş Kapısı için Rapor, İstanbul 1989; Cahit Kayra. İstanbul: Mekanlar ve Zamanlar, İstanbul 1990, s. 61-62; Hamid Küçükbatır, "Altunîzâde, İsmail

Zühdü Paşa", DİA, II, 545. [Tl MU

Aha Altun

BABA


(bk. ANA BABA).
r n

BABA


Bazı mutasavvıflara,

tarikat şeyhleriyle halifelerine veya

meczuplara verilen bir unvan.

Sevgi, saygı, fedakârlık ve himaye gi­bi ahlâkî esaslar üzerine kurulan baba-evlât münasebeti, çok eski zamanlardan beri din önderleriyle onlara tâbi olan ki­şiler arasında bulunması gereken iyi iliş­kiler için örnek alınmıştır. Tevrat'ta Hz. Âdem, Hz. Şît, Hz. İbrahim ve Hz. İshak gibi peygamberlerden "baba" diye söz edilmiş, bu anlayış Hıristiyanlık'ta da de­vam etmiştir.

Hz. Muhammed'in kendi öz çocukları dışında hiçbir kimsenin babası olmadı­ğını ifade eden âyeti lel-Ahzâb 33/40} tefsir âlimleri genellikle evlât edinme yasağıyla açıklamışlar, Hz. Peygamberle kendi sulbünden gelmeyen herhangi bir kimse arasında aile hukuku bakımından özel hükümler doğuracak şekilde bir ba-balık-evlâtlik münasebetinin söz konu­su olamayacağını belirtmişlerdir. Zemah-şeri'nin işaret ettiği üzere peygamber­ler ümmetlerine gösterdikleri sevgi, şef­kat ve samimiyet bakımından onların babaları yerinde oldukları gibi ümmet fertleri de peygamberlerine gösterdik­leri saygı ve bağlılık açısından onların evlâdı durumundadırlar (bk. ei-Keşşâf, III, 264). Nitekim Kur'ân-ı Kerîm Hz. Pey-gamber'in hanımlarından "müminlerin anneleri" (el-Ahzâb 33/6) diye söz etmek­te, bir hadiste de Hz. Peygamber'in üm­metinin babası mevkiinde bulunduğu belirtilmektedir [bk. İbn Mâce, "Taharet", 16; Ebü Dâvûd, "Taharet", 4; Nesâî, "Ta­haret", 35). İslâm âlimlerine göre bu ne­vi naslarda müminlerin Hz. Peygamber'! ve onun eşlerini kendi baba ve anneleri gibi saygıdeğer bilerek onlara hürmet duyguları beslemeleri, kendilerine say­gısızlık göstermekten veya onları saygı­sız ifadelerle anmaktan kaçınmaları ge­rektiği anlatılmak istenmiştir.

İslâm'ın ilk asırlarında din âlimlerine, âbid. zâhid ve mürşidlere baba unvanı verildiğine dair bir bilgiye sahip değiliz. X. yüzyıldan itibaren çeşitli tesir ve se­beplerle bazı meczuplarla münzevi süfî-lere bab veya baba unvanının verilmeye başlandığı görülmektedir. Hücvîri Keş-ful-mcıhcûb'öa Ferganalı Bab Amr adlı

bir sûfîden bahsederken bu bölgede bü­yük şeyhlere ve dervişlere bab unvanı­nın verildiğini söyler. Baba Kûhîfö. 442/ 1050) ile Baba Tâhir-i Uryân da (ö. 441/ 1055) bu unvanla meşhur olan sûfîler-dendir. XI. yüzyıldan itibaren baba unva­nı, başta İran ve Azerbaycan olmak üze­re İslâm ülkelerinde yaygın bir şekilde kullanılmaya başlanmış, halk çoğunlu­ğunun mutasavvıflara manevî koruyucu, ermiş ve baba nazarıyla bakması bu un­vanın yaygınlaşmasını kolaylaştırmıştır.

Baba unvanı XII. yüzyılda Türkistan'da hâcegân* yolunu tutan sûfîlerle Yesevî dervişleri arasında da ilgi görmeye baş­ladı. Menkıbelerde Ahmed Yesevî'nin mürşidi olarak adı geçen Arslan Baba ile Ahmed Yesevî'nin halifelerinden Zen-gi Baba ve Maçin Baba bu unvanla tanı­nırlar. Ata ile baba kelimeleri aynı anla­mı taşıdığından Yesevî dervişlerine ön­celeri ata denirdi. Bir ara bunlara hem baba hem de ata unvanı verildi. Nitekim Zengi Baba aynı zamanda Zengi Ata di­ye bilinir. Ali Sîr Nevâî, Nesâyimü'1-me-İmbbe adlı eserinde baba unvanıyla anı­lan Türkistan sofilerinin bir kısmından bahsetmektedir.

Baba kelimesi Anadolu'nun fethinden önce yaygın bir biçimde kullanılmakta idi. Baba Tâhir, Baba Hacı, Baba Efda-lüddîn-i Kâşî, Baba Rükn-i İsfahânî, Ba­ba Kûhî-i Şîrâzî, Baba Tevekkül! ve Ba­ba Sevdaî bu unvanla meşhur oldular. Selçuklu Hükümdarı Tuğrul Bey (ö. 455/ 1063) Hemedan'a geldiğinde Baba Tâhir ve Baba Cafer adlı iki sûfî ile tanışmış, nasihatlarını dinleyerek hayır dualarını almıştı. Baba unvanıyla tanınan pek çok şeyh, halife, derviş ve meczup vardır. Baba Ali Hoşmerdân, Baba Kemâl-i Ho-cendî, Baba Kanber-i Velî. Baba Hacı Mahmud, Sâmit Şeyh Ali Baba, Baba Bîk Esedâbâdî, Baba Çomaklu, Baba Ferec, Baba Şâdân, Baba Mahmûd-i Tûsî, Ba­ba Heten, Baba Süngü, Baba Ni'metul-lâh-ı Nahcuvânî Baba Semmâsî bu un­vanla tanınan mutasavvıflardandır.

Baba kelimesi Şiî ve Sünnî tasavvuf çevrelerinde ortaklaşa kullanılan bir un­vandır. Bundan dolayı bir mutasavvıfa baba denilmesi onun Sünnî veya Şiî ol­duğunu göstermeye yetmez. Çünkü Ka-lenderiyye. Haydariyye ve Bektaşiyye gi­bi Siî meşrepli tarikatlara mensup şeyh­lerle onların halife ve dervişlerine baba denildiği gibi Çiştiyye. Kübreviyye ve Nak-şibendiyye gibi Sünnî tarikatlara men­sup bazı şeyhlere de bu unvan verilmiş­tir. Meselâ Nakşibendiyye'nin kurucusu

365

Bahâeddin Nakşibend'in manevî babası ve şeyhi Muhammed Semmâsî ile Küb-reviyye'den Kemâl-i Cendî, Çiştiyye'den Köhnepûş baba unvanıyla tanınmışlardır. Anadolu'nun fethinden sonra buraya gelen sûfî ve dervişler arasında baba un­vanlı mutasavvıf ve şeyhler vardı. Bun­ların en tanınmışı, Babaî tarikatının ku­rucusu sayılan Baba İlyâs-ı Horasânî (ö. 637/12401 ile onun adına bir isyan hare­keti gerçekleştiren Baba İshak'tır. Bas­ta Hacı Bektâş-ı Velî olmak üzere Baba İlyas'ın halifelerinden çoğu ve ilk Bekta-şîler baba unvanını kullanmamıştır. Bu­nunla birlikte bu unvan XIII ve XIV. asır­da Anadolu'daki tasavvuf zümreleri ara­sında oldukça yaygındı. Nitekim Osman­lı Devleti'nin kuruluşu ile ilgili rivayet­lerde sık sık adları geçen Geyikli Baba ve Koyun Baba'dan başka Barakller'in şeyhi sayılan Barak Baba ile Duğlu Ba­ba, Avşar Baba, Postinpüş Baba, Somun-cu Baba, Otman Baba ve Timur'un ziya­ret ettiği Baba Süngü ile halifeleri bu unvanla tanınan sofilerdendir.



Balım Sultan tarafından teşkilâtlan­dırılan Bektaşîliğin iki kolundan biri Ba­balar (Babagân veya Nâzenînan) koludur. Daha çok şehir ve kasabalarda yaşayan, tekke ve zaviyeleri bulunan Bektaşî ba­balan "yol evlâdı", diğer kolu temsil eden Çelebiler ise "bel evlâdı" olarak tanınır. Bektaşîliğin son şeklinde babalık belli bir eğitimden geçtikten sonra ulaşılan önemli bir tarikat makamı haline gel­miştir. Ahî* birliklerinde esnaf teşkilâtı­nın başında bulunan kişiye de "ahî baba" denirdi. Akşemseddin'in halifelerinden Sivrihisarlı Baba Yûsuf (ö. 917/1511), Bayramiyye tarikatı mensuplarından ol­masına rağmen bu lakapla tanınmıştır. Abdülganî Pîr Babaî de (ö. 870/1465) Babaiyye adlı bir başka tarikatın kuru­cusudur. Ayrıca velî olduğuna inanılan babaların hâtıralarını yaşatmak için Ana­dolu ve Rumeli'de çeşitli köylere, kasa­balara, şehirlere, mahalle, cami, mezar­lık ve türbelere baba kelimesiyle başla­yan adlar verilmiştir (bk. "Türk Kültürün­de Babalar", s. 56-77).

Türkler arasında baba ve ata kelime­leri yanında, bunlar kadar yaygın olma­sa bile aynı mânada olmak üzere bab kelimesi de kullanılmaktaydı. Ancak bu son kelimenin Arapça'da "kapı" aniamı-na gelen bâb ile ilgisi yoktur ve kelime Fuad Köprülü'ye göre babanın kısaltıl­mış seklinden ibarettir [bk. İA, II, 165). Nitekim Farsça'da da baba ve bâb ke-

366

limeleri eş anlamlı olarak kullanılmak­tadır.



Baba unvanı tasavvuf? çevrelerin dı­şında çeşitli meslek zümreleri arasında da kullanılmıştır.

BİBLİYOGRAFYA:

İbn Mâce, "Taharet", 16; Ebû Dâvûd, "Ta­haret", 4; Tirmizî, "Menâkıb", 30; Nesâî, "Ta­haret", 35; Hücvîrî, Keşfü'l-mahcûb, Tahran 1979, s. 301; Gazzâlî, İhya', Kahire 1939, I, 61; Zemahşerî. et-Keşşâf, III, 264; Lâmiî. Nefehât Tercümesi, s. 350; Ali Şîr Nevâî, Nesâyim, s. 404, 414; SafT, Reşehât, s. 19, 29; Ma'sum Ali Sah, Tar&'ik, I, 261, 412; Köprülü. İlk Mutasau-oıflar (Ankara 1966), s. 13, 14; a.mlf., "Baba", /A, II, 165-166; Abdülbâki Cölpınarlı. Tasauüuf-tan Dilimize Geçen Atasözleri ve Deyimler, İs­tanbul 1977, s. 43-44; A. Güzel - Ş. K. Seferoğ-lu, "Türk Kültüründe Babalar", Erol Güngör İçin, Ankara 1988, s. 51-77; F. Taeschner, "Bâ-bâ", ÜDMİ, III, 798-799; H. Algar, "Bâb", Eln,

III, 278. [Ti

İRİ Süleyman Uludağ

BABA CAFER ZİNDANI

İstanbul'da Haliç surlarındaki

bir burcun altında ve içinde Bizans ve Osmanlı dönemlerinde hapishane olarak kullanılan yer.

Günümüzde İstanbul Ticaret Odası ile Galata (Karaköy) köprüsü arasındaki Ha­liç kıyısında yakın zamana kadar Yemiş İskelesi adıyla anılan yerde bulunmak­tadır. Buraya adını veren Cafer rivayete göre Hz. Peygamber soyundan gelmek­tedir ve Abbasî Halifesi Hârûnürreşîd tarafından Bizans İmparatorluğu'na elçi olarak gönderilmiştir. Cafer, İstanbul'da bulunan Araplar'la Rumlar arasındaki çarpışmalarda ölen müslümanların na-aşlarının sokak aralarında kalmasına çok üzülerek devrin imparatoru Nikephoros'a sert bir dille çatınca zindana atılmış, da­ha sonra da öldürülerek mahpus bulun­duğu burcun aitına gömülmüştür. Bir başka rivayete göre ise Şeyh Zindanı Ab-durraûf Samedânî adlı bir kişi İstanbul'­un fethinde bulunmuş ve onun girdiği kapıya Zindan Kapısı denilmiştir. Seyyid Baba Cafer'in torunlarından olduğu id­dia edilen Zindânî Abdurraûf yıllarca ceddinin türbedarlığını yapmış ve ölün­ce buraya gömülmüştür.

İstanbul'un fethinden sonra yeniçeriler bu kapıya, mensubu bulundukları Bek­taşîlik geleneklerine uygun olarak muh­temelen Bâb-ı Cafer'den bozma Baba Cafer demişlerdir. Cafer'in türbesinin üst kısmında bulunan hapishaneye de Baba Cafer Zindanı adı verilmiştir. Bu­raya sivil ve bazan da asker, özellikle ye-

niçeri zümresinden katil, hırsız, borç ve zina hükümlüleri gibi âdi suçlular atılır­dı. Hapishanede ayrıca hırsızlık yapan veya zina eden kadın suçlular için de bir bölüm vardı. Hatta XIX. yüzyılda bir ara burası bütünüyle kadınlara tahsis edil­mişti. Zindanda Rum, Ermeni ve yahudi gibi azınlıklar için de ayrı ayrı koğuşlar mevcuttu.

Buraya giren mahpuslar serbest bı­rakılırken kendilerinden harç adı altın­da 18 para ve dilekçi akçesi olarak da 2 para alınırdı. Ancak daha sonraları ki­lim, keçe vb. mefruşat getirenlerden ya­tak akçesi adıyla ücret alınmıştır. Mah­pusların iaşesi için devletçe herhangi bir ödenek ayrılmaz, mahkûmlar bazı hayır sahiplerinin sadaka ve adak gibi yardım­larıyla geçinirlerdi. Zaman zaman gerek bu bağışlar gerekse buraya düşen bazı zenginlerin verdiği rüşvetler yüzünden zindan kâtipleri ve subaşılar arasında anlaşmazlıklar, hatta kavgalar çıktığın­dan 1766'da bazı tedbirlerin alınmasına ihtiyaç duyuldu. Buna göre İstanbul ka­dılığı tarafından zindana tecrübeli ve dürüst bir subaşı tayin edilecek, mah­kûmlardan kesinlikle para alınmayacak, hayır sahiplerinin yaptığı aynî ve nakdî yardımlar Baba Cafer türbedarı, müte­velli ve zindan subaşısı nezâretinde mu­hafaza edilecek ve İstanbul kadısı dört ayda bir hesaplan kontrol edecekti. Su­başı mahpusların yiyeceklerinden, ser­best bırakılan bir mahkûmdan 20 akçe­den fazla harç alınmamasına kadar zin­danın her işinden sorumluydu. Mahpus­lara hiçbir şekilde eziyet edilmeyecek, herhangi bir suistimali görülen subaşı cezalandırılacaktı. Zindan bekçiliğinden ise asesbaşı"lar sorumluydu. İstanbul bazı isyan hareketlerine sahne olduğu zamanlarda âsiler tarafından öteki ha­pishanelerdeki mahpuslarla birlikte bu­radakiler de salıverilir, böylece isyancı­lar taze güç kazanırlardı.

Yeniçeri Ocağı'nın kaldırılmasından son­ra ocakla ilgili her şey ilga edilirken Bek­taşîliği hatırlatan Baba Cafer Kapısı ye­rine Bâb-ı Cafer veya Hazret-i Cafer Ka-

pisi, inşa edilecek karakola da Bâb-ı Ca­fer Karakolhânesi denilmesi hakkında II. Mahmud'un bir fermanı çıkmışsa da yeni isimler pek tutun ma m ıştır. Bu dö­nemde hapishane Sultanahmet'teki Tab-hâne'ye nakledilince burası kısmen kara­kol, kısmen de esnaf ve tüccar için tica­rethane olarak kullanılmıştır. Seyyid Ca­fer'in türbesi II. Mahmud tarafından ta­mir ettirilmiş, Kapının üstüne de bu pa­dişahın tamir kitabesi konulmuştur. So­kak kapısı üstünde bulunan 1298 (1881] tarihli kitabede ise Ca'fer el-Ensârî'ye yapılacak ziyaretin faziletleri belirtilmek­tedir. Burası gerçekten yüzyıllarca hal­kın ümit kapılarından biri olmuş, dertli, çocuksuz, sakat kimseler gerek türbe sahibinden gerekse türbe içindeki su­dan medet ummuş ve şifa aramışlardır. Zindanın halen (1989-1990] restorasyo­nu yapılmaktadır. Bitişiğinde bulunan Batı mimari üslûbundaki ticaret hanı da Baba Cafer Hanı veya Zindan Hanı olarak tanınır.

BİBLİYOGRAFYA:

Eyyûbî Efendi Kanunnâmesi, İÜ Ktp., nr. 734, vr. 19a; Evliya Çelebi, Seyahatname, I, 85-86; Takutm-i Vekâyi', nr. 917 [1247); Mecelie-i ümûr-ı Beledlyye, I, 909-915, 927-933; Meh-med Zİyâ. İstanbul ue Boğaziçi, İstanbul 1928, s. 330; Uzunçarşılı, Kapukulu Ocakları, I, 170, 357, 358; Danişmend, Kronoloji, III, 305; Erem-ya Çelebi Kömürcüyan, İstanbul Tarihi (XVII. Asırda İstanbul) (trc. H. Andreasyan), İstanbul 1952, s. 17, 167-168; Feridun Dirimtekin, Fe­tihten Önce Haliç Sudan, İstanbul 1956, s. 21-22; Münir Aktepe. Patrona İsyanı 1730, İs­tanbul 1958, s. 142; R. Mantran, İstanbul dans ia seconde moittâ du XVII' siecle, Paris 1962, s. 155-160; M. Halit Bayrı, İstanbul Folkloru, İstanbul 1972, s. 154-156; M. Orhan Bayrak, İstanbul'da Gömülü Meşhur Adamlar (1453-1978), İstanbul 1979, s. 117; R. Ekrem Koçu. "Baba Cafer", "Babacafer Zindanı", İsLA, IV, 1733-1737; "Baba Cafer Zindanı", TA.V, 7.

Iffl Abdülkadir Özcan

BABA EFDAL

(bk. EFDALÜDDlN-i KAŞANÎ).

BABA EFENDİ

(bk. RIZÂ! MAHMUD BABA EFENDİ).

BABA FİGÂNÎ {bk. FİGANI BABA).

BABA HAYDAR

(ö. 957/1550]

Kanunî devrinde

İstanbul'a yerleşen Semerkantlı bir Nakşibendî şeyhi.

Doğum tarihi belli değildir. Küçüklü­ğünde Hâce Ubeydullah Ahrâr'm (ö. 895/ 14901 sohbetinde bulunduysa da asıl ta-savvufî terbiyesini Ahrâr'ın halifelerinden aldı. Daha sonra Mekke'ye giderek uzun bir müddet orada kaidı. İstanbul'a ne zaman geldiği belli değildir. Teveccühü­nü kazandığı Kanûnî'nin emriyle Eyüp'te Düğmeciler mahallesinde onun adına bir mescid-tekke yaptırıldı. Baba Hay-dar'ın üç gece ardarda II. Bayezid'in rü­yalarına girip ondan bir cami yaptırma­sını istediği yolundaki rivayet bir men­kıbeden ibarettir. Baba Haydar'ın Mâ-verâünnehir'den İstanbul'a gelen Nakşi-bendîler için bir misafirhane vazifesini gören tekkesinde mürid yetiştirmiş ol­duğuna dair kayıt yoktur. Halk arasın­da tevazu ve zühdü ile şöhret bulan Ba­ba Haydar, mescidinin bahçesinde med-fundur.

BİBLİYOGRAFYA:

Taşköprizâde, Şekâ'ik, Beyrut 1395, s. 319-320; Mecdî, Şekâik Tercümesi, s. 435; Gazzî, el-Keoâkib, II, 140; Ayvansarâyî, Hadîkatü'l-ceuâmî', I, 285; Mecmûa-i Ceuâmi', II, 2-3; Ay­sel Okan. İstanbul Euliyaları, İstanbul 1968, s. 217-225; İrfan Gündüz, Osmanlılarda Devlei-Tekke Münasebetleri, İstanbul 1984, s. 58; Ka­sım Kufralı, "Molla İlahî ve Kendisinden Son­raki Nakşibendiye Muhiti", TDED, III (1948), s. 146; ist.A, IV, 1742-1743. rn

lifti Hamid Algar

BABA HAYDAR CAMİİ ve TEKKESİ

BABA HAYDAR CAMİİ ve TEKKESİ

İstanbul Eyüp'te

Kanunî tarafından Baba Haydar

Semerkandî için yaptırılan

cami-tekke.

J

Eyüp Düğmeciler mahallesinde bulu­nan yapı başlangıçta mescid-tekke nite­liğini taşımaktaydı. Baba Haydar'ın (ö. 1550), memleketi Semerkant'tan İstan­bul'a geldiğinde burada bulunan bir ku­lübede inzivaya çekildiği, ayrıca Eyüp Ca-mii'nde itikâfa girdiği bilinmektedir. Ka­nunî kendisi için "teberrüken" bu hayır eserini yaptırmışta III. Mustafa devrin­de (1757-1774) Eyüp'te Arpacı Mescidi imamı Şeyh Abdullah Efendi, aynı za­manda tekkenin tevhidhânesi olan mes­cide bir minber ekleyerek burasını ca­miye dönüştürmüştür. Geçirmiş olduğu çeşitli onarımlara rağmen asıl şeklini ko­ruyan cami-tevhidhâne günümüzde ca­mi olarak kullanılmaktadır. Çevre duva­rı ve hazîre dışında kaian bölümler ise ortadan kalkmıştır.



Cami-tevhidhane, moloz taş örgülü duvarların sınırladığı dikdörtgen planlı harim, kuzeyde ve doğuda ahşap du­varlarla kapatılmış son cemaat yeri ve harimin kuzeybatı köşesinde yükselen minareden meydana gelmektedir. Yapı kurşun kaplı ahşap çatı ile örtülüdür. Son cemaat yeri ile harimin girişleri ku­zey duvarının doğu kesiminde aynı ek­sen üzerinde yer almaktadır. Son cema­at yerinin, eliböğründelerin taşıdığı ge­niş bir saçakla son bulan ahşap kapla­malı cephesi yapıya bir sivil mimari ese­ri çeşnisi katmakta ve harimin, alttaki­ler dikdörtgen açıklıkli, kesme taş söğe-li, sivri tahfif kemerli ve demir parmak­lıklı, üsttekiler sivri kemerli ve alçı rev-zenli olmak üzere iki sıra halinde düzen­lenmiş pencerelerin sıralandığı cephele­ri ile tezat teşkil etmektedir.

Son cemaat yerinin üstü, güney yönün­de harime açılan kirpi saçaklı, fevkani bir mahfil olarak değerlendirilmiştir. Süs­leme olarak mihrabın mukarnasli kav-sarası ile harimin çubuklu tavanında yer alan, muhtemelen geçen yüzyılın ikinci çeyreğine ait "Sultan Mahmud güneşi" biçimindeki tavan göbeği kayda değer. Minber ile vaaz kürsüsü sonradan yapıl­mıştır. Son cemaat yerinden geçilen mi­narenin almaşık örgülü, kare planlı kai­desi ile köfekiden örülmüş baklavalı pa­bucu ilk inşa dönemine, yuvarlak gövde ile basit demir parmaklıklı şerefesi ise

367

XVIII. yüzyıldaki bir onanma aittir. Avlu­nun doğu yönündeki merdivenli girişin solunda hazîre duvarında, Baba Haydar Semerkandrnin kabrine bakan kitabeti bir niyaz penceresi vardır.



BİBLİYOGRAFYA:

Meanûa-i Cevâmİ, II, 2-3, no: 8; Ayvansa-râyî. Hadîkatü'i-ceüâmi', 1, 285; Bandırmalı-zâde, Mecmûa-İ Tekâyâ, İstanbul 1307, s. 13; Tahsin Öz, İstanbul Camileri, Ankara 1962, I, 30; Aysel Okan, İstanbul Evliyaları, İstanbul 1968, s. 217-225; Recep Akakuş. Eyyûb Sul­tan oe Mukaddes Emanetler, İstanbul 1973, s. 314; R. Ekrem Koçu, "Babahaydar Mescidi", İSLA, IV, 1742-1743; İstanbul Kültür ve Sanat Ansiklopedisi, İstanbul 1982, II, 936-937.

H M. Baha Tanman

BABA İLYAS

(ö. 637/1240)

1240 yılında Anadolu Selçuklu Devleti'ne karşı

giriştiği büyük siyasî-içtimaî

ayaklanma hareketine adını veren ve

Anadolu'da ilk gayri Sünnî

cereyanların temelini atan

Türkmen şeyhi.

L _


Şeyh Ebü'l-Bekâ Baba İlyâs-ı Horasâ-nt, büyük bir ihtimalle, Moğol istilâsı sı­rasında yıkılan Hârizmşahlar Devleti sa­hasından, beraberindeki Türkmenler'le Anadolu'ya göç etmiştir. Anadolu'ya gel­meden önceki hayatı hakkında hiçbir şey bilinmemektedir. Onunla ilgili en eski kaynaklardan biri olan ve torunu Elvan Çelebi'nin 733 (1332-33) yılında kaleme aldığı Menâkıbül-kudsiyye adındaki menakıbnâmeye göre, Anadolu'ya gel­dikten sonra Amasya yakınında bugün İlyas köyü adıyla bilinen Çat köyüne yer­leşmiş, bir zaviye açarak Vefâiyye tari­katını yaymaya başlamış ve etrafına pek çok mürid toplamıştır. Sözü edilen kay­nakta Dede Garkın adında bir Türkmen şeyhinin halifesi gösterilmekle beraber mensup bulunduğu tarikatın adı zikre-dilmemiştir. Ancak aynı sülâleden gelen ve yine bir şeyh olan Âşıkpaşazâde'nin belirttiğine göre Baba İlyas. Tacülârifın Seyyid Ebü'1-Vefâ Bağdâdî'nin (ö. 501/ 1107] kurduğu Vefâiyye tarikatına men­suptu (bk. Âşıkpaşazâde, s. 1). Bu sebep­le Baba İlyas'ın şeyhi olarak gösterilen Dede Garkın'ın da aynı tarikata bağlı ol­duğu söylenebilir. Vefâiyye tarikatının XIII. yüzyıldan itibaren Anadolu'da özel­likle Türkmen zümreleri arasında yayıl­dığı, Yeseviyye, Kalenderiyye, Haydariy-ye gibi gayri Sünnî mahiyetteki öteki ta­rikatlarla birlikte XIV. yüzyılda dahi mev-

368


cudiyetini sürdürdüğü anlaşılmaktadır (bk. Âşıkpaşazâde, s. 46; Neşrî, I, 47).

Bugüne kadar Baba İlyas'ın Babaîlik adı altında bir tarikat kurduğu ileri sü-rülmüşse de gerçekte böyle bir şeyin söz konusu olmadığı, bu yanılgının adı ge­çen ayaklanma hareketinin iyi tahlil edil­memesinden ileri geldiği söylenebilir. Ba­ba İlyas kendi adına tarikat kurmamış, bağlı bulunduğu Vefâiyye tarikatının şey­hi olarak Çat köyündeki zaviyesinde, İs­lâmiyet'e girmeleri üzerinden fazla bir zaman geçmediği için henüz eski inanç­larını belli ölçüde koruyan ve okuma yaz­ma bilmeyen yarı göçebe Türkmenler'e yapılarına uygun bir tasavvuf anlayışı sunmuştur. Onun fikirlerinin kısmen İs-mâilî tesirler taşımış olması da kuvvet­le muhtemeldir. Çünkü Baba İlyas, çok zor içtimaî ve iktisadî şartlar içinde ya­şayan, gerek yerli halkla gerekse yöne­tim çevreleriyle pek çok problemi olan Türkmenler'i Selçuklu hükümetinin bas­kılarından kurtaracak bir mehdî hüviye­tiyle ortaya atılmış bulunuyordu. Türk­menler onun talimat ve propagandala­rını canla başla benimsemişler, hatta daha da ileri giderek ona Baba Resûlul-lah bile demişlerdi (bk. Ebüi-Ferec, II, 539-54Î; İbn Bîbî, s. 498-500; Sıbt İbnü'l-Cevzî, XV, vr. 165a; S. de Saint Ûuentin, s. 61-63],

Baba İlyas 637 (1240) yılında Anadolu Selçuklu Sultanı II. Gıyâseddin Keyhus-rev'e karşı iktidarı eie geçirmek maksa­dıyla hazırladığı ayaklanmanın fiilî ida­resini halifesi Baba İshak'a havale etti. Ayaklanmanın ilk zamanlarında başarı kazanarak Güneydoğu ve Orta Anado­lu'yu ele geçiren Babaîier Amasya'da İlk yenilgiye uğradılar. Amasya Kalesi'ne sı­ğınmış olan Baba İlyas burada Mübâri-züddin Armağanşah kuvvetleri tarafın­dan kıstırılıp yakalandı ve idam edildi. Buraya gelen fakat şeyhini kurtarmaya muvaffak olamayan Baba İshak yöneti­mindeki diğer grup Konya üzerine yü­rüdü. Ancak Kırşehir yakınlarındaki Mal-ya ovasına geldikleri sırada Babaîier, pa­ralı Frank askerlerinin de bulunduğu Sel­çuklu ordusu tarafından ikinci defa ağır bir yenilgiye uğratıldılar ve Baba İshak öldürüldü. Böylece isyan bastırılmış oldu.

Baba İiyas'ın bu isyanla birlikte baş­lattığı dinî-tasavvufî hareket, asıl onun ölümünden sonra oğlu Muhlis Paşa ve diğer halifeleri vasıtasıyla özellikle Or­ta ve Batı Anadolu'da yayılmış, Osman­lı Devleti'nin kuruluş döneminde abda-lân-ı Rûm hareketini ve nihayet Bektaşî-

liği doğurmuş ve asıl Önemlisi, XVI. yüz­yılda Osmanlı belge ve vekayi'nâmele-rinde kızılbaş veya Râfîzî adı verilen zümrelerin teşekkülüne zemin hazırla­mıştır.

Bütün bunlar göz önüne alındığı tak­dirde Baba İlyas'ın Türkiye'nin içtimaî ve dinî tarihinde bugüne kadar en te­sirli rollerden birini oynamış bir şahsi­yet olduğu açıkça ortaya çıkmaktadır.

BİBLİYOGRAFYA:

Sıbt İbnü'l-Cevzr, Mir'âtü'z-zamân, Türk-ls-lâm Eserleri Müzesi Ktp., nr. 2138, XV, vr. 165a; ibn Bîbî, el-Euâmtrü'l-'alâ* iyye, s. 498-500; Ebü'l-Ferec, Târih, II, 539-541; Eflâkî. Menâkı-bu"l-carifin, I, 381; Âşıkpaşazâde, Târih, s. 1, 46; Oruç b. Adil, Teuârîh-i Âl-i Osman, II, 86; Neşrî, Cihannümâ (Taeschnerl, I, 47; ŞikârîAh-med. Karaman Tarilü, s. 9-10; Mecdî, Şakâik Tercümesi, s. 23; Elvan Çelebi, Menâkıbü'l-kudsiyye, s. 10-26; Amasya Tarihi, I, 180-182, 223-240; Köprülü, tik Mutasauoıflar (Ankara 1976), s. 207-209; a.mlf., Osmanlı İmparator­luğunun Kuruluşu, Ankara 1972, s. 161; a.mlf., "Anadolu'da İslâmiyet", DEFM, sy. 5 (1338), s. 303-311; a.mlf., "Bektaşiliğin Menşeleri", TY, sy. 8 (1341), s. 131-136; Abdülbâki Gölpınarlı, Yunus Emre ue Tasauuuf, İstanbul 1961, s. 48; S. de Saint Quentin, Histoire de Tartares (nşr. I, Richard), Paris 1965, s. 61-63; Cl. Cahen, Pre-Ottoman Turkey, Londan 1968, s. 258-281; a.mlf., "Baba Ishaq, Baba Jlyas, Hadjdji Bek-tash et quelques autres", Turcica, I, Paris 1969, s. 53-64; Ahmet Yaşar Ocak, XIII. Yüzyılda Ana­dolu'da Babaîter isyanı, İstanbul 1980, s. 59-133. r-ı

İSİ Ahmet Yaşar Ocak

BABA İSHAK

(ö. 637/1240)

1240 yılında Anadolu Selçuklu Devleti'ne karşı

hazırlanan ve

"Babaî isyanı" diye bilinen

büyük Türkmen ayaklanmasında

Baba İlyas adına harekâtı yöneten

Türkmen şeyhi.

Babaî isyanı sırasındaki mevkii ve yap­tıkları dışında hayatı hakkında hiçbir bil­gi yoktur. Yalnız Hüseyin Hüsâmeddin kaynak belirtmeden Baba İshak'ın asıl adının İzak olup Trabzon'daki Komne-nos hanedanına mensup bir Rum müh-tedisi olduğunu, Amasya'da bir Rum im­paratorluğu kurmak istediğini, bunu ba­şarabilmek için de müslüman hüviyeti altına gizlenerek Müslümanlık ve Hıris­tiyanlık karışımı bir doktrin geliştirdiği­ni yazmaktadır (Amasya Tarihi, II, 263-273). Hiçbir delii ve kaynakla destekle­nemeyen bu önemli iddiayı ancak bir ih­timal olarak değerlendirmek mümkün­dür. Bununla beraber Baba İshak'ın, Ba-

ba İlyâs-ı Horâsânî'nin en önde gelen halifesi olduğu, bu sebeple ayaklanma­nın propaganda ve teşkilâtlanma safha­sından fiilen başlatılıp yürütülmesine ka­dar her hususta onun adına hareket et­me yetkisinin kendisine verildiği, başta Elvan Çelebi'nin M.enâkıbü'1-ku.dsiyye'-si (s. 47-54) olmak üzere ilgili bütün kay­naklar tarafından doğrulanmaktadır.

Baba İshak son zamanlara kadar is­yanın önderi olarak biliniyor ve kendisi­nin şeyhi olmasına rağmen Baba İlyas olay dışında görülüyordu. Fakat konu üzerinde yapılan son araştırmalar, bu görüşe sebebiyet veren Jbn Bîbî'nin çe­lişkili ifadelerinden yola çıkılarak gerek eski kaynakların gerekse Elvan Çelebi'­nin eserinin sağladığı yeni bilgilerin ışı­ğı altında, isyanı planlayanın Baba İshak değil Baba İlyas olduğunu meydana çı­karmıştır (bk. Ocak, s. 83-89).

Baba İshak, yaşadığı Adıyaman (Hısnı-mansûr) yakınlarındaki Kefersud bölge­sinde Türkmenler'! silâhlandırdıktan son­ra civarı ele geçirdi ve böylece isyanı fi­ilen başlatmış oldu. Selçuklu kuvvetleri­ni üst üste yenerek Adıyaman'ı, Gerger ve Kâhta'yı da aldı. Yolunun üstüne çı­kan her yeri ve her şeyi zaptederek Ma­latya'ya yürüdü. Burada Selçuklu valisi Muzafferüddin Ali Şîr'i de yenerek ken­disine katılan bölge halkının bir kısmıyla sayıca artan kuvvetlerinin başında Amas­ya'ya ulaştı. Fakat Amasya Kalesi'ne sı­ğınmış olan Baba İlyas'ın Selçuklular ta­rafından öldürülmesine engel olamadı. Ancak burada Mübârizüddin Armağan-şah'ı mağlûp ederek şeyhinin idamına duyduğu kızgınlıkla Konya'yı ele geçir­meyi planladı. Maiyetindeki Babaîler'le birlikte intikam almak üzere Konya'ya doğru yürüyüşe geçti.

Baba İshak kumandasındaki Babaîler kadınları, çocukları, sürüleri ve bütün ağırlıklarıyla Kırşehir'in kuzeydoğusun­daki Malya ovasına geldikleri sırada Sel­çuklu ordusuyla karşılaştılar. Kumandan Emîr Necmeddin'in zırhlı Frank askerle­rini Öne alarak saldırıya geçmesiyle ölüm kalım mücadelesi vermelerine rağmen zırhlı askerlere bir şey yapamadılar ve yenildiler. Çok şiddetli cereyan eden sa­vaşta Baba İshak hayatını kaybetti. Ba-bafler, çocuklar ve kadınlar hariç olmak üzere kılıçtan geçirildiler. Pek az bir kıs­mı kaçıp kurtulabildi veya esir edildi. Kurtulanlar arasında bulunan bazı Ba-ba'İlyas halifeleri uç bölgelerine kaçtılar ve izlerini kaybettirdiler.

BİBLİYOGRAFYA:

İbn Bîbî, el-Eüâmirü'l-'alâ'iyye, s. 498-499; Ebtn-Ferec. Târih, II, 539; Elvan Çelebi. Menâ-kıbü'ikudsiyye, s. 47-54; Amasya Tarihî, II, 263-273; Köprülü, İlk Mutasavvıflar (Ankara 1976), s. 47-54; E. Werner, "Sozial Religiöse Strömungen in Welt der islam: Baba Ishaq", Festschrift Walter Baetko, Weimar 1966, s. 368-379; Cl. Cahen. Pre-Otloman Turkey, Lon-don 1968, s. 136-137, 221-222; a.mlf.. "Baba Ishaq, Baba ilyas, Hadjdji Bektash et quel-ques autres", Turcica, I, Paris 1969, s. 53-64; Osman Turan. Selçuklular Zamanında Türki­ye Tarihi, İstanbul 1971, s. 421-424; A. Yaşar Ocak, X!!L Yüzyılda Anadolu'da Babaîler İsya­nı, İstanbul 1980, s, 83-89.

m Ahmet Yaşar Ocak

BABA KEMAL-i HUCENDÎ

(bk. KEMAL-i HUCENDÎ).

BABA KÛHÎ (bk. KÛHÎ-İ ŞÎRAZl).

BABA NAKKAŞ

XV-XVI. yüzyıl Osmanlı nakkaşı.

L J

Asıl adı Muhammed b. Şeyh Bayezid'-dir. Doğum ve ölüm tarihleri bilinme­mektedir. Fâtih Sultan Mehmed'in Ra­mazan 870'te (Mayıs 1466), Çatalca'ya yakın İnceğüz nahiyesinde Kutlubey (bu­gün Nakkaşköy) köyünü Baba Nakkaş'a mülk olarak verdiği, aslı bugün mevcut olmayan bir temliknâmenin Vakıflar Ge­nel Müdürlüğü'ndeki Türkçe'ye çevrilmiş suretinden (19.6.1946 ve 1517 nolu suret) anlaşılmaktadır. Baba Nakkaş'la ilgili di­ğer bir belge, Safer 880 (Haziran 1475) tarihli bir vakfiyedir. Başında Fâtih Suİ-tan Mehmed'in altın yaldızla çekilmiş, etrafı siyah tahrirli tuğrasının yer aldığı bu Arapça vakfiye, Baba Nakkaş'a veri­len Kutlubey köyünde yaptırdığı mesci­de aittir. Köyün tamamı ile İnceğüz'de bir değirmen ve diğer emlâk bu mes­cide vakfedilmiş ve mütevelliliği Baba Nakkaş'ın ölümünden sonra evlâtlarına intikal ettirilmiştir. Halen özel bir kolek­siyonda bulunan bu vakfiyenin önemli yanlarından biri, Baba Nakkaş'ın kimliği­ne ve yaşadığı döneme açıklık kazandır-masıdır. Vakfiyede Baba Nakkaş'ın sul­tanın mukarreblerinden (yakın adamların­dan) olduğu, asil bir soydan geldiği ve ke­mal sahibi bulunduğu belirtilmektedir.



Evliya Çelebi de Baba Nakkaş hakkında bilgi verir. Ona göre sanatçı Özbek asıl-

lıdır ve Sultan II. Bayezid'in musâhib*i olup ilm-i nakşta Mâni ile Bihzâd aya-rındadır. Eski Saray kapısındaki nakışlı saçakla Sarây-ı Cedfd'de Divanhâne-i Bâ-yezid Han'ın kubbe nakışları onun tara­fından yapılmıştır. Yine Evliya Çelebi'ye göre renkli nakış sanatını diyâr-ı Rûm'da o ortaya çıkarmıştır. Evliya Çelebi ölüm tarihini vermemekle birlikte türbesinin Baba Nakkaş kasabasında olduğunu söy­lemektedir.

Baba Nakkaş'ın oğlunun Mahmud Def­teri olduğu bilinmekte ve Kutlubey kö­yündeki cami hazîresinde yer alan me­zar taşından 936 (1529) yılında öldüğü anlaşılmaktadır. Onun oğulları, dedesinin vakfını genişleten ve İbn Baba Nakkaş diye anılan Derviş Mehmed Çelebi ile yi­ne Baba Nakkaş diye anılan Şeyh Musta­fa'dır. Dedesi gibi nakkaş olan Şeyh Mus­tafa'nın 980 (1572) yılında vefat ettiği bilinmektedir. Bu sanatçı ile Baba Nak­kaş, isim benzerliğinden dolayı kaynak­larda birbirine karıştırılmıştır.

S. Ünver, vakfiye ile Evliya Çelebi Se­yahatnamesi'nüeki bilgilere dayanarak Baba Nakkaş'ın Fâtih Sultan Mehmed'in ve II. Bayezid'in mukarreb ve musahibi olduğu ve ayrıca onun "nakkaşların ba­bası", en ustaları ve en yaşlıları olduğu­nu belirterek nakkaşbaşı mevkiinde bu­lunduğu sonucuna varmış ve İstanbul Üniversite Kütüphanesi'nde bulunan (FY, nr. 1423] bir albümdeki çizimleri sanat­çıya atfederek bu albüme Baba Nakkaş Albümü adını vermiştir. Fâtih Sultan Mehmed'in saltanatının sonlarına doğ­ru düzenlendiği anlaşılan çeşitli hat ör­neklerini, tezhip ve bezeme desenlerini ihtiva eden bu albüm, sarayda bir nakış atölyesinin varlığını ispatlayacak nitelik­tedir. J. Raby, Fâtih Sultan Mehmed dö­nemi sarayında yeni bir anlayışla yorum-

lanan rûmî ve hatâyî üslubunu "Baba Nakkaş üslubu" olarak tanımlamış, da­ha doğrusu Fâtih devri bezeme üslûbu­nu onun adıyla özdeşleştirmiştir. S. Ün-ver, Baba Nakkaş vakfiyesindeki altın yaldızla çekilmiş Fâtih Sultan Mehmed tuğrasının da sanatçının elinden çıkmış olabileceğini ileri sürmüştür. Ancak bü­tün bunlara rağmen kesin olarak Baba Nakkaş'ın elinden çıktığı söylenebilecek herhangi bir eser tanınmamaktadır.

BİBLİYOGRAFYA:

Evliya Çelebi, Seyahatname, VI, 151-152; Ha­lil Edhem [Elüern], Eluâh-ı Makşiyye Koleksi­yonu, İstanbul 1924, s. 14; A. Süheyl Ünver, Fa­tih Deuri Saray Nakışhanesi oe Baba Nakkaş Çalışmaları, istanbul 1958; a.mlf., "Baba Nak­kaş", Fatih ve İstanbul, sy. 2, İstanbul 1954, s. 7-12, 169-188; Osmanlı Padişah Fermanları/ imperiai Ottoman Fermans (haz. Ayşegül Na­dir}, London 1986, s. 37; Nurhan Atasoy - J. Raby, iznik, London 1989, s. 76 vd.

Mİ Filiz Çağman

BABA Nİ'METULLAH (bk. Nİ'METULLAH b. MAHMÛD).

BABA ŞAH İSFAHANI

( ^v-ı *c w )

Baba Şâh b. Sultân

Alî İsfahanı (ö. 996/1587-88]

Safevîler devrinde yaşayan nesta'lik hattatı.

J

Hayatı hakkında yeterli bilgi yoktur. İranlı müelliflerden Ali Kulı Han Vâlih-i Dâğistânî'nin Riyûzü'ş-şu'arâ3 adlı ese­riyle başka yazarların ve hattatın kendi ifadelerine göre İsfahan civarında Kûh-pâye'de doğmuş, fakat İsfahan'da büyü­yüp yetiştiği için İsfahanı nisbesiyle anıl­mıştır. Habfb, Senglâh, Sipihr ve Abdül-muhammed Han gibi son devir İranlı müelliflerin, hattatın sekiz yaşındayken Mîr Ali Herevî'den nesta'lik yazıyı öğren­diğini söylemeleri gerçeğe pek uygun düşmemektedir. Mehdî BeyânI ise Sey-yid Ahmed Meşhedî'nin (ö. 986/1578) öğrencisi olduğunu söyleyen Âlî Musta­fa Efendi'nin Menâkıb-ı Hünerverân-daki (s. 50) fikrini kabul eder görünmek­tedir.



Yine İranlı müelliflerden Takıyyüddin Muhammed Kâşânî. Htılâşatül-eşcâr ve zübdetü'1-eîkû?ında Baba Şah'ın aynı zamanda şair olduğunu, şiirlerinde Hâlî ( J^) mahlasını kullandığını ve eseri­ne aldığı birkaç rubâî ve gazelin bizzat

370


onun tarafından yazılarak kendisine gön­derilen örnekler olduğunu bildirir. Son devirde yazıian hattat tezkirelerinin ve onlardan faydalandığında şüphe bulun­mayan CIĞment Huart'ın "reîsürrüesâ" lakabını verdikleri derviş tabiatlı hattat, tarihi bilinmeyen yıllarda Bağdat'a gide­rek oradaki tarihi, dinî makamları, tür­beleri ziyaret etmiş, halktan uzak ola­rak daima yazı ile meşgul olmuş ve bu şehirde vefat etmiştir. Senglâh'ın Tez-kiretü'l-Hattatın'öe Meşhed'de 925'-te (1519), Abdülmuhammed Han'ın da Peydâyiş-i Hatt u Hattâtân'da 1012'de (1603) öldüğünü söylemeleri doğru de­ğildir.

Baba Şah, I. Şah Tahmasb devrinin en usta hattatlarındandı. Devamlı gelişmek­te olan nesta'likin, kitapların yazılmasın­da kullanılan küçük şeklini yani hatt-ı kitabeti, kendinden önce yaşayan Mîr Ali Herevî ile Şah Mahmud Nîsâbûrî'den da­ha ustalıkla yazmıştır. Nitekim Takıyyüd­din Muhammed Kâşânî, adı geçen ese­rinde, aynı devirde yaşamış olan Mîr Ali Herevî'nin talebelerinden Mîr Muizzüd-din Muhammed Kâşânrden naklen. Ba­ba Şah'ın eski üstatlardan daha üstün olduğunu, eserlerinin o çağda Irak'ta bol miktarda bulunduğunu ve bunların bü­yük paralar karşılığında satıldığını bil­dirmektedir. Mirza Habîb hattatın kü­tüphanelerde birçok eseri bulunduğunu söylerse de bu ifadesi araştırmaya da­yanmamaktadır. İstinsah ettiği eserler­den Molla Câmî'nin Selâmân ü Ebsâl adlı mesnevisi İstanbul Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi'nde (Revan, nr. 915), Tuhfetü'l-ahrâr'\ da Tahran Kütübhâ-ne-i Meclis-i Şûrâ-yı Millfdedir (nr. 325) Ayrıca Kitâbhâne-i Saltanatî'de de istin-

sah ettiği bazı eserler bulunmaktadır Ibk. Beyânı, s. 90-91).

Bunlardan başka bizzat kendisinin te­lif ettiği ve yazdığı, nesta'lik yazının kai­delerinden bahseden Âdâbü'l-meşk ad­lı mensur risalesinin aslı son yıllarda La-hor'da Pencap Üniversitesi Kütüphane­si'nde bulunmuş ve böylece uzun yıllar ünlü İranlı hattat Mîr İmâd'a nisbet edi­len bu risalenin sonundaki ketebe ile mukaddimesindeki kayıttan Şah İsfahâ-nî'ye ait olduğu anlaşılmıştır. Bu küçük eser Lahor'da Oriental Coîlege Maga­zine 'in 101. (1950) sayısında Han Baha­dır Muhammed ŞefT Lâhûrî tarafından neşredilmiştir.

BİBLİYOGRAFYA:

Kummî, Gülistân-'t Hüner, s. 119; Beyânî, tloşniluîsân, I, 85-91; Âlî, Menâkıb-ı Hilnerue-rân, s. 50; Müstakimzâde, Tuhfe, s. 664; Yû­suf İ'tisâmî, Fİhrist-i Kitâbhâne-i Meclis-İ Şü-rS-yı MUU, Tahran 1311, II, 195; Habîbullah Fe-zâilî, AÜas-ı Hat, İsfahan 1350/1931, s. 492-494; Karatay, Farsça Yazmalar, s. 254; P. P. Soucek, "Bâbâ Shah Eşfahâni", Eir., III, 295.

Iffl Ali Alparslan

BABA TAKIR

(bk. MÂLUMATÇI MEHMED TÂHİR).

BABA TAHİR-İ ÜRYAN

J

(ö. 447/1055 [?]) İranlı mutasavvıf-şair.



Hayatı hakkında yeterli bilgi yoktur. Kaynaklarda kendisine bazan Hemedâ-nî, bazan da Lürî nisbesi verilmesi onun Hemedan'la Lûristan arasında bir yerde doğmuş olabileceği ihtimalini hatıra ge­tirmektedir. Nitekim bu iki yer arasın­daki Hürremâbâd'da onun adını taşıyan bir mahalle vardır. Baba Tâhir'in muam­ma niteliğindeki bir kıtasından faydala­nılarak 326'da (938) doğduğu ileri sü­rülmektedir. Bu tarih, Rızâ Kulı Han'ın onun ölüm tarihi olarak verdiği 1010 ta­rihi ile bağdaşabilmektedir (Mecma'u'l-f{±şaha,\, 326). Râvendî'nin Râhatü'ş-şu­dur adlı eserindeki bir kayda göre ise Selçuklu sultanı Tuğrul Bey 447'ye (1055) doğru Hemedan'a geldiğinde, o sırada burada şöhret yapmış üç şeyhten biri olan Baba Tâhir-i Uryân'ı ziyaret etmişti. Bu durumda onun 1O55'te veya daha sonra ölmüş olması gerekir. Deylemliler'-in akrabaları sayılan Kâkûyîler'in (1007-1051) Hemedan'daki hâkimiyetleri 435'e

(1043-44) kadar sürdüğüne göre bu ta­rih, onun Deylemliler döneminde yaşa­dığına dair verilen bilgilere uygundur. Ayrıca onun İbn Sina'nın (ö. 428/1037) çağdaşı olması da 1O1O'da değil 1055'te ölmüş olduğu ihtimalini kuvvetlendir­mektedir. Aynülkudât el-Hemedânî'nin idamına i ] 273) şahit olduğuna dair riva­yet ise tamamıyla uydurmadır. Mezarı Hemedan'ın kuzeyinde Bûn-i Bâzâr ma­hallesinde küçük bir tepe üzerindedir.

Baba Tâhir'in, şiirlerinde sık sık yer­siz yurtsuz bir serseri hayatı sürdüğün­den, tuğlayı yastık yapıp uyuduğundan, sürekli olarak sıkıntı içinde bulunduğun­dan söz etmesi bir kalender hayatı ya­şadığını göstermektedir. "Uryân" laka­bını da bu sebeple almış olmalıdır. O bir lehçe şairi olmakla birlikte bugün eli­mizde bulunan dûbeytî adı verilen kıta­ları edebî Farsça'nın da özelliklerini ta­şımaktadır. Bu kıtaların başkaları tara­fından sonradan bu hale getirilmiş ol­ması da muhtemeldir. Ancak bu şiirler­de rastlanan bazı özellikler, Baba Tâ­hir'in dilini doğrudan doğruya bir lehçe­ye bağlamayı zorlaştırmaktadır. Nitekim Hemedan ile Hürremâbâd arasındaki bölgede birçok lehçe varsa da onun şiir-lerindeki dili bunlardan herhangi birine bağlamak güçtür. Baba Tâhir'in dili bu lehçelerin hepsiyle de ilgili görülmekte ve onların bir karışımından ibaret oldu­ğu sanılmaktadır. Nyberg, bu lehçenin orta Farsça'nın (Pehievî) bakiyesi oldu­ğunu ileri sürer,

XVIII ve XIX. yüzyıl tezkirelerinde sı­nırlı sayıda kıtalarına rastlandığı için Ba­ba Tâhir yüzyılımızın ilk çeyreğine kadar pek tanınmamıştır. 1885'ten itibaren müsteşriklerin araştırmaları ve bu araş-

tırmaları takip eden İran'daki çalışmalar sadece bu kıtaları arttırmakla kalma­mış, aynı zamanda az da olsa bazı ga­zellerinin bulunmasına yardımcı olmuş­tur. Nitekim Vahîd-i Destgirdî araştır­maları ile o zamana kadar bilinen sek­sen yedi kıtayı 296'ya, gazel sayısını da birden dörde çıkartmış ve bunları Dî-vân-i Kâmii-i Bahâ Tâhir cUryân adıy­la neşretmiştir (Tahran 1306 hş.). Ancak Ömer Hayyâm'ın rubailerinde görüldü­ğü gibi bu kıtaların hepsinin Baba Tâ-hir'e ait olduğunu söylemek güçtür. Şek­len rubaiye benzemekle birlikte vezin bakımından ondan ayrılan bu kıtalar aru­zun hezec-i müseddes-i mahzûf bahrin-dedir. Halbuki rubâî vezni hezec-i mek-fûf-i maksûrdur. Bu sebeple bu kıtala­ra rubâî değil dûbeytî denilmiştir. Baba Tâhir gazellerinde de kıtalarındaki vez­ni kullanmıştır. Baba Tâhir'in şiirlerinde dünyevî aşkla ilâhî aşkı birbirinden ayırt etmek güçtür. Nitekim kıtalarının he­men büyük çoğunluğu dünyevî aşkla il­gilidir. Şiirlerindeki en büyük özellik, ta-savvufî eğitim görmediği için duygu ve hayallerini herhangi bir abartmaya ge­rek duymadan vermiş olmasıdır. Ömer Hayyâm'ın yaşama zevkini ön plana al­masına karşılık Baba Tâhir hayatın çile­sini konu edinir ve bedbin bir şair ola­rak görünür.

Baba Tâhir İran halkı arasında şair­den çok bir sûfî olarak tanınır. el-Keli-mâlü'l-kışâraûU yirmi üç baba ayrılmış olan eserinde ilim, marifet, ilham gibi tasavvuf! konularla ilgili 268 vecizesi vardır. Bu eser sûfiler arasında çok yay­gın olup hakkında birçok şerh yazılmış­tır. Bunlar arasında. Aynülkudât el-He-medânî ile meçhul bir şahısa atfedilen Arapça şerhlerle Molla Sultan Ali Gunâ-bâdî'nin Arapça ve Farsça şerhleri zik­redilebilir. Bunlara, Baba Tâhir'in veci­zelerinin kısaltılmış bir nüshasının Ganî Beg el-Azîzî tarafından yazılmış şerhi olan el-Fütûhâtü'r-rabbâniyye fî İşârâ-ü'1-Hemedâniyye adlı eseri de eklemek gerekir (Bibliotheque Nationale, nr. 1903).

Aynı zamanda bir velî olarak tanınan Baba Tâhir'e birçok keramet isnat edi­lir. Mevlânâ ve Hacı Bektâş-ı Velî gibi meşhur mutasavvıfları İnançlarına bağlı ileri gelenler arasında göstermeye çalı­şan Ehl-i Hak fırkasının ana kitabı olan Serencdm'da ona da yer verilmiştir. Ulû-hiyyetin, her birinin yanında dört melek bulunan yedi kişide göründüğüne ina­nan bu fırkaya göre Baba Tâhir, bu ye­di kişinin üçüncüsü olan Baba Hûşîn'in yanında bulunan meleklerden biridir.

BİBLİYOGRAFYA:

Dîuân-ı Kâmİl-İ Bâbâ Tâhir-i 'üryan (nşr. Vahîd Destgirdî), Tahran 1306 hş.; Dîuân-ı Şi'r-i. Bâbâ Tâhir-i 'üryân-ı Hemedânî(nşr. M. Der­viş}, 1984 (Müessese-i întîşârât-ı Nevîn); Df-uSn-ı Kâmil-i Bâbâ Tâhir-i "üryan (nşr. MU-hammed Ali Sadıki-yi Yağma), Tahran 1984; Rubâ'iyyât-ı Bâbâ Tâhlrinşr. Mehdî-yi İlâhî-yi Kumşâhî), Tahran 1363 hş.; Ravendi, Râha-tü'ş-şudûr, s. 98-99; Hidâyet, Mecma'u'l-fu-şaha', t, 326; Browne, LHP, I, 83-85; II, 259-261; E. H. Ailen, The Lament of Bâbâ-Tâhir, London 1902; Cl. Huart, "Nouveaux quatrains de Bâbâ Tâhir", Spiegei MĞmorial Voiume (nşr. I. J. Modi), Bombay 1908, s, 290-302; a.mlf., "Les quatrains de Bâbâ-Tâhir cUryân en peh-levi musulman", JA, VI (1885), s. 502-545; G. L, Leszczynski. Die Rubâ'iyât des Bâbâ-Tâhir 'üryan öder die Gottestrânen des Herzens, Mu-nich 1920; A. V. VVİlliams Jakson, "A Vİsit to Tomb of Bâbâ Tâhir at Hamadân", Browne Festschrift, Cambridge 1922, s. 257-260; R. Abrahamian. Diaiecte des IsmĞlites de Hama­dân et d'lspahan et diaiecte de Bâbâ Tâhir, Paris 1936, s. 155-170; A, Pagliaro -A. Bausa-ni, Storia delia leüeratura Persiana, Milano 1960, s. 554-556; A. Hayyâmpûr, Ferheng-i Sü-hanuerân, Tebriz 1340 hş., s. 353; Rypka. HIL, s. 234; a. e. (trc. îsâ Şihâbî), Tahran 1354, s. 356-357; Safa. Edebiyyât, II, 383-386; Abdül-fıüseyin Zerrînkûb, Cüstücû der Tasauuuf-i Trân, Tahran 1367 hş,, s. 183-205; Mirza Mahdî Khân, "The Ouatrains of Bâbâ-Tâhir", JASB, sy. 1 (1904], s. 1-29; H. S. Nyberg, "Ein Hymnus auf Zervân im Bundahisn", ZDMG, sy. 82 (1928!, s. 217-235; C. R. Reşîd Yâsemî - Âzâd-ı He­medânî, "Meşâhir-i Hemedân", Armağan, sy. 17. Tahran 1315 hş./1936, s. 433-440, 552-556; P. N. Hânlerî, "Dûbeytîlıâ-yı Bâbâ Tâhir", Peyâm-ı Nen, sy. 9, Tahran 1324 hş./1945, s. 26-30, 37-39; S. B. Ray, "Bâbâ Tâher "Oryan and his Robâ'iyat", Indo-Iranica, İ-II/32, Cal-cutta 1979, s. 58-62; V. Minorsky, "Baba Ta-hir Üryan", İA, İl, 166-170; a.mlf, "Bâbâ-Tâ­hir", El2 (İng.), I, 839-842; a.mlf., "Bâbâ Tâhir", ÜDMİ, III, 803-810; L. P. Elwell-Sutton, "Bâbâ Tâher", E/r., 111, 296-297.

Tahsin Yazıcı

I. ... I


BABADAĞI

Romanya'da

Dobruca bölgesinin kuzeyinde eski bir Türk yerleşim merkezi.

Adını. Rumeli'nin Türkleştirilmeşinde büyük hizmetleri geçen ve civar tepe­lerden biri üzerinde türbesi bulunan San Saltuk Baba'dan almıştır. XIV. yüzyılın başlarında Ece Halil Bey kumandasında Anadolu'ya geçerek- Karesi Bey'e iltica eden Sarı Saltuk Türkmenleri'nin Dob­ruca bölgesinden göç ettiği göz önünde bulundurulursa o tarihlerde Babadağı ve yöresinin Türkmenler tarafından yurt edinildiği anlaşılır. Babadağı ve çevresi. Çelebi Sultan Mehmed'in Eflak Voyvo­dası Mircea ile oğlu Mihail'i mağlûp et-

371

meşinden sonra Osmanlı hâkimiyetine girdi (619/1416); ancak XV. yüzyılın or­talarında Eflak Beyi Kazıklı Voyvoda bu bölgede çok tahribat yapmıştır. İlk defa Osmanlı padişahlarından II. Bayezid, Sal-tuk Baba'nın türbesini tamir ettirmek ve yanına bir cami yaptırıp geniş arazi­ler vakfetmek suretiyle bu kasabayı ih­ya etti. Kanunî Sultan Süleyman, Boğ-dan seferi sırasında (1538) burada bir­kaç gün kalmış ve türbeyi ziyaret etmiş­tir. XVI. yüzyıl boyunca sakin bir hayat yaşayan Babadağı ahalisi bu asrın son­larına doğru Eflak Voyvodası Mihail Vi-teazul'un hücum ve yağmalarına uğradı (1594-1596). IV. Murad zamanında Ka-zaklar'ın baskınına karşı şehri koruya­bilmek için Özi Valisi Koca Kenan Paşa1-ya burada bir kale inşa etmesi emri ve­rildi. Fakat Koca Kenan Paşa'nın şehrin doğusundaki tepeler üzerinde başlattı­ğı kale inşaatı, daha sonra Melek Ah-med Paşa ve Siyavuş Paşa'nın Özi vali­likleri sırasında da tamamlanamadı ve Özi eyaletinde paşa hassı bir voyvodalık olan şehir, Evliya Çelebi'ye göre bir sü­re savunmasız kaldı. Bununla beraber Babadağı, Lehistan ve Rusya üzerine ya­pılan seferlerde Osmanlılar için yol üze­rinde bulunan çok mühim bir kışlak ka­sabası haline gelmiştir. Evliya Çelebi'nin Seyahatname''sinde anlatıldığına göre 300 akçe pâyeli bir kaza olan Babada-ğı'nm yedi nahiyesi ve 100 köyü vardı. Kaza merkezinde 3000 kagir bina, sekiz han, başta Bayezid ve Ali Paşa hamam­ları olmak üzere üç büyük hamam, 390 dükkân, sekiz kahve ve çoğunlukla ok­çu, yaycı ve çuhacı dükkânlarının yer al­dığı bir çarşı bulunuyordu. II. Bayezid'in



yaptırdığı Uiucami, Gazi Ali Paşa Camii ve Defterdar Derviş Paşa Camii 'nden başka birçok cami, mescid ve medrese­nin yanında on bir tekke ile yirmi kadar sıbyan mektebi kazanın belli başlı bina­larını teşkil ediyordu.

Mart 1672 tarihinde IV. Mehmed, Ka­zaklar arasındaki mücadeleden fayda­lanmak isteyen Lehistan Kralı Minare karşı Leh seferine çıktığı zaman yanın­da bulunan oğlu Şehzade Mustafa'yı Ba-badağı'nda bırakmıştı. Eylül 1678'de Ceh­rin Seferi'nden dönen Osmanlı vezirle­rinden Kara Mehmed Paşa da Özi eyale­ti serdarı olarak burada kalmış ve kuzey sınırlarının emniyetini sağlamak, Rusya üzerine yapılacak yeni bir sefer için ha­zırlıklarda bulunmak amacıyla faaliyete geçmişti. 1684'te ise Lehistan Kralı Jan Sobieski'nin Kamaniçe ve Boğdan hare­kâtı sırasında Köprülüzâde Fazı! Musta­fa Paşa gibi değerli vezirler, Silistre vali­si sıfatıyla Babadaği'nda muhafızlık yap­mışlardır. 1699 Kariofça Antlaşması ile Rumeli'de büyük toprak kayıplarına uğ­rayan Osmanlı Devleti, Babadağı'nı ku­zeyden gelecek tehlikeye karşı bir üs ha­line getirerek buraya yeni kuvvetler yer­leştirdi. Eylül 1736'da Babadağı. Osman­lı-Rus savaşını sözde önlemek için ara buluculuk yapmak isteyen Avusturya im­paratorunun İstanbul elçisi Talman ile Osmanlı ordusu İleri gelenleri ve bilhas­sa Kethüda Osman Hâlisâ Efendi ara­sında siyasî müzakerelere sahne oldu; bir ara Hollanda ve İngiltere elçileri de bu görüşmeler dolayısıyla Babadağı or­dugâhına geldiler. Babadağı'nın 1768 Os­manlı-Rus savaşı sırasında da tam ma­nasıyla bir kışlak ve Osmanlı-Kırım kuv­vetleri için bir üs olarak kullanıldığı gö­rülmektedir. 1771'de Kırım'ın Ruslar ta­rafından işgali sırasında Kırım Hanı III. Selim Giray kuvvetleriyle birlikte sadra­zamın yanında Babadağı ordugâhında bulunuyordu. Osmanlı kuvvetlerinin ba­şında bulunan Veziriazam Silâhtar Meh­med Paşa'nın zaafından istifade eden Ruslar, ilk defa Kasım 1771'de Babada-ğı'nı geçici bir zaman için işgal ettiler; daha sonra 1773 yazında meydana gelen şiddetli muharebeler neticesinde ise ci­var şehirlerle birlikte burayı da yakıp yık­tılar. 1774 Küçük Kaynarca Antlaşması'y-la tekrar Osmanlılar'ın eline geçen Ba­badağı, bu asrın sonuna kadar Osman­lı-Rus savaşları dolayısıyla daima ateş hattında kaldı ve tahribata uğradı. 1809 Osmanlı - Rus savaşları sırasında yine Ruslar'ın eline düşen Babadağı 1812'de geri alındı ise de 1878 Berlin Antlaşma-

sı ile Dobruca bölgesinin Romanya'ya terkedilmesi üzerine Osmanlı İmpara-torluğu'ndan ayrıldı.

BİBLİYOGRAFYA;

Evliya Çelebi, Seyahatname, İM, 362-370; Si-lâhdar, MusreLnâme, ], 129, 234, 349; 11/2 (1969), s. 212, 263; Râşid. Târih, III, 335 vd.; Ferâizîzâde, Gülşen-i Maârif, istanbul 1252, II, 1584 vd.; Kâmûsü'l-a'lâm, II, 1178; Cevdet Pa­şa, Târih, III, 164, 181, 198, 332; IV, 76; V, 45, 46, 86, 90, 92, 94, 97, 98, 101, 118, 122, 225, 267; IX, 140; XI, 137, 180, 195, 264; XII, 67, 100; Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, III/1-2, bk. İndeks; IV/1, bk. İndeks; Ayverdi, Aurupa'da Osmanlı Mi'mârî Eserleri i, s. 10-20; B. Lewis, "Babadaghi", El2 (Ing.), 1, 842-843; a.mif.. uBâ-bâ Tâği", ÜDMİ, III, 801-803.

life! Münir Aktepe

BABAESKİ KÖPRÜSÜ

Babaeski ilçesinde XVII. yüzyıla ait bir köprü.

Babaeski kasabasının doğusundan ge­çen ve Ergene ırmağının kollarından biri oian derenin üstünde bulunan bu köprü, kitabe köşkündeki beş beyitlik manzum kitabesinden öğrenildiğine göre, 1043'-te (1633-34) Sultan IV. Murad zamanın­da inşa edilmiştir. İstanbul'dan Rumeli içlerine uzanan büyük kervan ve sefer yolunun üstünde olan Babaeski Köprü-sü'nün kimin tarafından yaptırıldığı ke­sin olarak bilinmemektedir. Kitabede sözü edilen Sultan Murad'ın "cihad"ı, 1043'te yapılan Lehistan seferi olmalı­dır. Ancak, "Bu cisri bir kulu yolunda etti pây-endâz" mısraından anlaşıldığı­na göre köprü padişah tarafından değil bir "kul"u tarafından yaptırılmıştır.

Köprünün yapıldığı yıllarda yaşamış olan Evliya Çelebi, bu eserin Çoban Veli Kasım Ağa'nın hayratı olduğunu kaydet­mektedir. Onun anlattığına göre aslın­da bir hıristiyan olan Kasım Ağa bu ci­varda koyun güden bir çobanken müslü-man olmuş ve Yeniçeri Ocağı'nda kul

kethüda lığına kadar yükselmiştir. Ancak Sultan Murad zamanında zindana atılan Kasım Ağa, buradan kurtulduğu takdir­de vaktiyle koyun güttüğü yerde bir köp­rü yaptırtmayı adamış ve "haiâs olduk­tan sonra ahdini yerine getürüp dört yüz resmî kîse sarf ederek..." bu köprüyü in­şa ettirmiştir. Köprünün, XVII. yüzyıl Os­manlı Devleti tarihinde iç siyasette adı çok geçen Hassa mimarı Kasım Ağa ta­rafından yapıldığı, hatta onun hayratı ol­duğu yolundaki söylenti sağlam bir esa­sa dayanmamaktadır.

Babaeski Köprüsü 72 m. uzunluğun­da ve S.85 m. genişliğindedir. Evliya Çe-lebi'nin sayılarını yedi olarak verdiği göz­lerden bugün altı tanesi görülebilir. Ye­dincisinin toprakla dolduğu anlaşılmak­tadır. En geniş göz 7.30 metrelik bir açık­lığa sahiptir. Muntazam işlenmiş kesme taşlardan yapılmış olan Babaeski Köp-rüsü'nün sivri kemerli gözlerinin arala­rında menba tarafında yarım piramit, mansap tarafında yarım koni biçiminde tepelikii sel yaranlar ve mahmuzlar var­dır. Her tepeliğin iki tarafında ayrıca bi­rer küçük menfez açılmıştır. Taştan kor­kulukları olan köprünün ortasında kita­be köşkü bulunmaktadır. Burada sivri kemerin içine, iki yanına rozetler ile lâle kabartmaları işlenmiş olan beş beyitlik mermer kitabe yerleştirilmiştir. Kitabe­nin önünde taştan bir çift baba bulu­nur; tam karşısında ise bir çıkıntı üs­tünde bir namazgah vardır. Bunun da dört köşesinde kavuk biçiminde tepelik­ii dört baba yükselir. Rıfat Osman Bey, Mimar Kemaleddin Bey'den naklen bun­ların belki köprünün banisinin bir vezir olduğuna işaret ettiğini yazmaktadır, Ancak bu tahminin pek inandırıcı olma-

dığı açıktır. Babaeski Köprüsü, Rume­li topraklarından elde kalabilen Türk Trakyası'nda eski sefer yolunun işaret­lerinden biri olarak tarihî değere sahip olduktan başka Türk köprücülük sana­tının güzel eserlerinin başlıcaiarından-dır.

BİBLİYOGRAFYA:

Evliya Çelebi, Seyahatname, III, 481; Cevdet Çulpan, Türk Taş Köprüleri, Ankara 1975, s. 171, resim 103, 1-3; a.mlf.. "Köprülerde Ta­rih Köşkleri", STY, II (1966-68), s. 27; Gülgün Tunç, Taş Köprülerimiz, Ankara 1978, s. 23-25; Semavi Eyice, "Mimar Kasım Hakkında", T7TCBefleten,XL[[[/172( 1979), s. 802-803.

Mİ Semavi Eyice

F BABAİLİK

Anadolu Selçukluları devrinde, Orta ve Güneydoğu Anadolu'da Baba İlyas'a bağlı Türkmenler'in

isyanı dolayısıyla ortaya çıkan ve gayri Sünnî bir İstikamette gelişen

dinî-tasavvufî hareket.

L ■ J

İsyanı Amasya yöresinde faaliyet gös­teren Baba İlyâs-ı Horasânî (ö. 637/1240) adında bir Türkmen şeyhi yönettiği için hareket onun adına izafeten Babaîlik adıyla anılmaktadır. "Babaî" terimine ilk defa, isyanı oldukça teferruatlı bir tarz­da anlatan ve hadiseye çağdaş olan kay­naklardan İbn Bîbrnin Farsça el-Evâmi-rü'J-ea]â'iyye'sinde rastlanmaktadır. Öteki kaynaklar bu terimi kullanmazlar. İbn Bîbfden sonra bu terim ancak XV. yüzyılda başta Oruç Bey'in Tevârîh-i Âl-i Osmân'\ olmak üzere daha sonraki Os­manlı kaynaklarında tekrarlanır. İbn Bî-bî ile Oruç Bey "babaî" terimiyle sadece isyana katılanları kastettikleri ve bu adı taşıyan herhangi bir tarikattan söz et­medikleri halde, XVI. yüzyılda Taşköpri-zâde'nin eş-Şekâ* iku'n-nu'mâniyye'-sinde Baba İlyas'ın kurduğu farzedilen bir tarikatın ismi olarak kullanılmıştır. Bu sebeple de sonraki müeliif ve araş­tırmacılar babaî terimini hep bir tarikat adı olarak kabul etmişler ve yorumları­nı bu istikamette yapmışlardır. Amas­ya Tarihi müellifi Hüseyin Hüsâmeddin de bunlardan biridir. Yalnız Claude Ca-hen. Baba İlyas'ın böyle bir tarikatı bel­ki de hiç kurmamış olabileceğini söyle­mekle doğruya yaklaşmıştır.



Babaîlik hareketinin doğuşuna yol açan Babaî isyanı veya diğer adıyla Baba Re­sul kıyamı, 1240 yılında 11. Gıyâseddin Keyhusrev zamanında meydana gelmiş­tir. Babaîlik tarikatı meselesi gibi bu is­yan da çok defa iyi teşhis edilememiş,

Babaî isyanıyla ondan sonra teşekkül edip gelişen Babaî hareketi birbirine ka­rıştırılmıştır. Halbuki Babaî isyanı ken­dine mahsus birtakım şart ve sebeple­rin meydana çıkardığı siyasî-sosyal bir olaydır. Babaîlik ise hükümetin isyanı bastırmasından sonra kurtulmayı başa­ran Baba İlyas müridierinin başarısızlık­la sonuçlanan hareketlerinin fikrî saha­ya intikal ederek mahiyet değiştirme­sinden ibarettir. Babaî isyanı büyük öl­çüde, I. Alâeddin Keykubad'dan sonra yerine geçen oğlu 11. Gıyâseddin Keyhus-rev'in kötü idaresi yüzünden bozulmaya yüz tutan Selçuklu iktisadî-sosya! yapı­sıyla ilgilidir. Bozulmanın yol açtığı idarî yolsuzluklar toprak ve vergi nizamının sarsılmasıyla sonuçlanmış ve bu olay gö­çebe hayatı süren Türkmen toplulukla­rını diğer bütün zümrelerden çok daha güç bir duruma sokmuştu. Hayatlarını sürdürebilmek için zorlu bir mücadele vermek durumuna düşen Türkmenler, tarihin hemen her devrinde benzer du­rumlarla karşılaşan toplumlarda olduğu gibi kendilerini kurtaracak semavî bir şahsiyet beklemeye başladılar. Bu şahsi­yet de Baba İlyâs-ı Horasânî oldu. Onun, Tâcülârifîn Seyyid Ebü'1-Vefâ Bağdâdî'-nin (ö. 501/1107} kurduğu bir tarikat olup Türkmenler arasında çok yayılan ve Yesevîliğe benzediği anlaşılan Vefâîliğe mensup olduğu bilinmektedir.

1. Alâeddin Keykubad zamanında Amas­ya yakınlarındaki Çat (bugünkü ilyas) kö­yüne yerleşerek burada kurduğu zavi­yesinde yaşamaya başlayan Baba İlyas. bir Vefâî şeyhi olarak civarda yaşayan Türkmenler arasında, daha çok eski Türk inançlarının İslâmiyet'le yorumlanmış bir şeklini tasavvufî hüviyetle tâlim etmek­teydi. Bu fikirlerin kısmen İsmâilî tesir­ler taşıması muhtemeldir. Ancak mu­hakkak olan bir şey varsa o da Baba İl­yas'ın kendisini bir mehdî (belki peygam­ber) hüviyetiyle Türkmenler'e tanıttığı, baskı altında kalmış ve türlü sosyal-ik­tisadî zorluklar içinde bunalmış sade in­sanların da onu bu gözle gördükleridir. Bu yüzden kaynaklar kendisini Baba Re­sul diye de zikrederler.

Olayların akışına bakılırsa Baba İlyas, Türkmenler'! bu durumdan kurtarmak için Selçuklu hükümetini devirerek ida­reyi ele almaya ciddi bir şekilde taliptir ve faaliyetlerini bu hedef üzerinde yo­ğunlaştırmıştır. Bu yolda kendisinin en büyük yardımcısı iieri gelen halifelerin­den Baba İshak'tır. Baba İshak, merkez Kefersud olmak üzere Türkmenler'in yo-

373

ğun olduğu Güneydoğu Anadolu'da şey­hi adına propaganda yapmaya ve teş­kilâtlanmaya başlamış, aynı faaliyetler Amasya'dan Orta Anadolu'nun muhtelif merkezlerine gönderilen öteki halifeler tarafından da sürdürülmüştür.



İsyanın propaganda ve hazırlıklarını yü­rütenler Baba İlyas'ın yakın çevresiydi. Bu çevrenin mensuplarından Elvan Çe­lebi, başka hiçbir kaynakta yer almayan önemli birtakım isimler zikrederek Ba­ba İlyas ailesine mensup biri sıfatıyla hadiseyi belgelemekte ve diğer kaynak­ları kontrol imkânını sağlamaktadır.

İsyanı fiilen başlatan Baba İshak ol­du. 637'de (1240) Kefersud'da Türkmen­ler ayaklandılar ve burayı ellerine geçir­diler. Ardından Hısnımansûr, Gerger ve Kâhta zaptedildi. Bu safhada ayaklan­maya bazı gayri müslim grupların da ka­tılması hayli dikkat çekicidir. İsyan kıvıl­cımı kısa sürede Orta Anadolu'ya sıçra­dı ve Türkmenler epeyce başarı kazan­dılar. Ancak aradan fazla zaman geç­meden Baba İlyas Selçuklu kuvvetleri tarafından Amasya'da kuşatılıp yakala­narak idam edildi. Onun intikamını al­mak isteyen Baba İshak Amasya'ya ge­lerek beraberindeki kalabalık kuvvet­lerle Konya üzerine yürüdü. Fakat yol­da Kırşehir yakınındaki Malya ovasında Selçuklu ordusu tarafından mağlûp edi­lip öldürüldü. Türkmenler'in çoğu kılıç­tan geçirildi; kalanlar esir edildi: halife­lerden kurtulabilenler ise sağa sola ka­çıp izlerini kaybettirmeyi başardılar.

"Babaîlik" yahut "Babaî hareketi" bu safhadan sonra başladı. Her ne kadar Baba ilyas'ın çevresinde toplanan Vefâî, Yesevî, Kalenderi ve Haydan Türkmen dervişlerinden pek çoğunun katıldığı bu isyan hedefine ulaşamadı ise de bu ba­şarısızlık kurtulabilen taraftarları sıkı bir dayanışmanın içine soktu. Baba İl­yas'ın daha hayattayken kutsallaşan şah­siyeti giderek yeni bir "syncretiste" (farklı dinî inanç ve telakkileri birleştirici) dinî-ta-savvufî hareketin merkezi oldu. Babaî­lik adı verilen bu akım Türkmenler ara­sında doğduğu ve onlara hitap ettiği için sosyal, dinî ve kültürel yapılarına uygun bir mahiyet ortaya koymuştur. Bu ma­hiyet, Türkmenler henüz müslüman ol­dukları, yeni dini özümseyecek yeterli zamana sahip bulunmadıkları, eski inanç ve geleneklerinin tesiri büyük ölçüde de­vam ettiği için genellikle Sünnîliğe uy­mayan bir yapıyı yansıtıyordu. Ancak bu­gün için bu yapıyı bütün ayrıntı, nitelik ve özellikleriyle tesbit etmeye ve sergi-

374


lemeye yarayacak bizzat Türkmenler ta­rafından bırakılmış yazılı kaynaklara sa­hip değiliz. Zaten bu kaynaklar hiçbir zaman mevcut olmamıştır. Zira ne Ba­baîliğin ortaya çıkıp geliştiği Türkmen zümreleri inançlarını s istemi eştirecek ve sonra da kaleme alacak bir durumda idiler, ne de bu inançlar böyle bir sistem oluşturacak yapıda idi.

Bununla beraber bu durum, Babaîli­ğin mahiyetini az çok teşhis etmeye ve anlamaya engel değildir. Her ne kadar bugün Babaîlik adını taşıyan bir mezhep veya tarikat yoksa da Babaîliğin inanç ve gelenekleri kendilerine miras kalan Kızılbaş zümrelerle bir Bektaşîlik tari­katı vardır. Bunlar, sonraki Şiî ve Hurü-fî tesirleri hariç tutulursa Babaîliğin isim değiştirmiş şeklinden başka bir şey de­ğildirler. Aksi halde gerek Kızılbaş züm­relerin gerekse Bektaşîliğin mevcudi­yetini ilmî olarak sırf Şiîlik'Ie açıklamak mümkün değildir. Bu sebeplerle, Bekta­şîlik bünyesinde XVI. yüzyıldan evvei. ya­ni Şiî tesirlerin yoğunlaşmasından önce meydana getirilen ve bir kısım menâkıb-nâmelerden ibaret bulunan eserler Ba­baîliğin inanç yapısını doğruya yakın bir biçimde tahlile yarayacak kaynaklar ola­rak değerlendirilmelidir. Ayrıca bu eser­lerde yer alan inançların onların yazıldık­ları devirde birden bire var olmadıkları, eskiden beri kuvvetle devam edegeldik-leri için bunlara girdikleri şüphesizdir.

Söz konusu eserlerdeki metinler dik­katle incelendiği zaman farklı kaynak­lardan gelen çok değişik inançları yan­sıttıklarını görmek zor değildir. Bunlar muhtelif tabiat.kültleri ve Gök Tanrı kül­tü gibi eski Türk inançları ile Şamanizm, Budizm, Zerdüştîlik, Maniheizm, Maz-deizm, Hıristiyanlık gibi çeşitli zaman ve mekânlarda Türk zümreleri arasında az çok yer bulmuş dinlerin ve hatta kıs­men mahallî Anadolu inançlarının kalın­tılarıdır. Bu kalıntılar arasında bilhassa atalar kültü, dağ tepe, taş kaya kültle­ri, ağaç, su ve ateş kültleri, tenasüh, hu­lul ve metamorfoz ile ilgili inançlar kuv­vetli bir yer işgal eder. Bugün de Bektaşî ve Kızılbaş zümreler arasında bu inanç­lar aynı kuvvetle mevcudiyetlerini sür­dürmektedir. İşte Babaîlik, bütün bu ka­rışık ve farklı menşelerden gelen inanç­ların İslâmî cila altında bir "syncretism" ile eski Türkmen sosyal yapısının birbi­rini tamamladığı bir bütündür.

Bu bütün içinde Şiîliğin payına gelin­ce, bugün, Babaî isyanı ve hareketinin meydana geldiği XIII. yüzyıl Anadolu'sun-

da sistemli Şiî propagandasının ve mev­cudiyetinin söz konusu olmadığı bilin­mektedir. Ancak bir kısım Türkmen aşi­retlerinin Anadolu'ya gelmeden önce İran ve Suriye'de İsmâllI propagandalar tesi­rinde kaldıkları kuvvetle muhtemel ve hatta VIII-IX. yüzyıllarda Mâverâünne-hir, Horasan ve Azerbaycan'da bazı ha­reketlere katıldıkları bir gerçektir. Bu­nunla beraber bu kısmî tesirlere baka­rak Türkmenler'i Şîa mezhebine men­sup kabul etmek, dolayısıyla Babaîliğin Şiî" bir cereyan olduğunu ileri sürmek yanfış olur. Anadolu'da asıl Şiî tesirleri taşıyan hareketler ancak XV. yüzyılın sonlarından itibaren Safevî propaganda­sıyla başlamış. Bektaşî ve Kızılbaş züm­relerde kuvvetle yer eden on iki imam kültü bu devirde Anadolu'ya girmiştir. Ancak burada unutulmaması gereken son derece önemli bir nokta da söz ko­nusu bu Şiî tesirlerin bile adı geçen züm­reler arasında eski Türk inançlarının ge­niş ölçüde damgasını yemiş olduklarıdır. Babaîliğin önemi Anadolu Türk din ta­rihinde gayri Sünnî hareket ve zümrele­rin temelini oluşturmasından, dolayısıy­la bugünkü yapının iyi kavranmasına bü­yük ölçüde yardım etmiş olmasından ile­ri gelmektedir. Bu sebeple Babaî isya­nının ve hareketinin Anadolu Türk din tarihinde mühim bir yer işgal ettiği söy­lenebilir.

BİBLİYOGRAFYA :

Sibt İbnü'l-Cevzî, Mir'âtü'z-zamSn, Türk-ls-lâm Eserleri Müzesi Kip., nr. 2138, XV, vr. 165a; Ebü'l-Ferec, Târih, II, 539; İbn Bîbî. et-Evâmi-rü'i-'alS'igye, s. 488-489; Eflâkî. Menâkıbül-"ârifîn, I, 381; Oruç b. Âdil. TeuSrîh-i Al-i Os­man, II, 86; Neşrî, Cihannümâ lîaeschner), I, 47; Mecdî, Şekâik Tercümesi, s. 23; Elvan Çe­lebi, Menâkıbü'l-kudsiyye, s. 10-26; Niğdeli Kadı Ahmed, cl-Veiedü'ş-şefîk, Süleymanîye Ktp., Fatih, nr. 4518, vr. 574a; Vilayelnâme (haz. Ab-dülbâki Gölpınarlı), istanbul 1958; Amasya Tarihi, I, 180-182, 223-240; Köprülü, İlk Muta-savmflar (Ankara 1976), s, 189, 207-209; a.mlf., "Anadolu'da İslâmiyet", DEFM, sy. 4-6 [1338-39), s. 303-311; Walter Hınz. Uzun Hasan üe Şeyh Cüneyd Itrc. Tevfik Bıyıklıoğlu), Ankara 1948; Abdülbâki Gölpınarlı, Yunus Emre üe Tasavvuf, İstanbul 1961, s. 41 vd.; S. de Saint fjuentin, Histoire des Tartares (nşr. ). Richard), Paris 1965, s. 62; Cl. Cahen. Pre-Ottoman Tur-key, London 1968, s. 136-137, 221-222; a.mlf., "Le probleme du Shiisme o.n Asie Mineure", Le Shiisme İmamite, Paris 1969; a.mlf,, "Bâ-bâY, El2 (Fr ), I, 866-867; Osman Turan, Sel­çuklular Zamanında Türkiye Tarihi, İstanbul 1971, s. 421-424; A. Yasar Ocak, X///. Yüzyılda Anadolu'da Babaîler İsyanı, İstanbul 1980, s. 141-149; a.mlf., Bektaşi Menakıbnâmeterinde İslâm Öncesi İnanç Motifleri, İstanbul 1983, s.

1-17,70-217. fTl

al

Ahmet Yaşar Ocak



BABAİYYE

(bk. BABAİLİK).

BABAİYYE

Abdülganî Pîr Babaî'ye

(ö. 870/1465-66)

nisbet edilen bir tarikat

(bk. TARİKAT).

BABANZADE AHMED NAİM (1872-1934)

L

Müderris, mütercim, fikir adamı ve yazar.



Bağdat'ta doğdu. Babanzâdeler'den Mustafa Zihni Paşa'nın oğludur. Gala­tasaray Sultanîsi ve Mülkiye Mektebi'nde okudu. Bir ara Hariciye Nezâreti Tercü­me Kalemi'nde çalıştıktan sonra Maarif Nezâreti Yüksek Tedrisat müdürlüğüne getirildi (1911-1912). Galatasaray Sulta­nîsi'nde Arapça okuttu [1912-1914) ve Maarif Nezâreti Telif ve Tercüme Odası üyeliğinde bulundu (1914-1915). Daha sonra Darülfünun Edebiyat Fakültesi'nde felsefe, mantık, ruhiyat ve ahlâk ders­leri müderrisliğine başladı (1915); bu gö­revini Dârülfünun'un lağvedilmesine ka­dar (1 Temmuz 1933) aralıksız sürdürdü. Bu tarihte üniversite yeniden kurulur­ken açıkta bırakıldı.

Ahmed Naim İstanbul'da 13 Ağustos 1934 Pazartesi günü öğle namazının ikinci rek'atında secdede vefat etti. Meh-med Akif, "Naim'in vefat haberi üzeri­me dağ gibi yıkıldı" diyerek üzüntüsünü dile getirirken aynı zamanda onun kay­bının büyüklüğüne de işaret etmiş olu­yordu. Kabri Edirnekapı Mezarlığında, dostu Mehmed Akif Ersoy'un mezarının yanındadır.

Arapça, Farsça ve Fransızca'yı çok iyi bilen, Doğu ve Batı kültürünü tam mana-

sıyla hazmetmiş olan Ahmed Naim, Arap edebiyatından seçtiği parçaların tercü­me ve şerhlerini Servet-i Fünûn dergi­sinde "Bedâyiu'l-Arab" başlığıyla neşre­derek yazı hayatına başladı (1901). Ede­biyat ve mûsiki dostu, Garp ilminin âşı­ğı, fakat maddeciliğin amansız düşma­nı bir felsefe âlimi İdi. Velûd bir yazar değildi ama yazacağı konuyu Doğu ve Batı kaynaklarından inceledikten sonra kaleme alırdı. Taklitçi ve kuru bir mü­tercim olmayıp tenkit ve tercihler ya­pan bir düşünürdü. Özellikle tercümele­rinde terimlerin tam karşılığını bulmak için büyük bir titizlik göstermiştir. Fel­sefe alanında değerli bir mütercim oldu­ğunu, Georges Fonsgrive'in birçok terim ihtiva eden psikoloji kitabını İlmü'n-nefs adıyla Türkçe'ye çevirmekle ispat etmiş­tir. Telif ve Tercüme Odası'nda üye iken de aynı hassasiyeti gösterir, kabul etti­remediği fakat doğru olduğuna inandı­ğı terimleri kendi eserlerinde kutlanırdı. Tecrid-i Sarih Tercemesi'nde, Türk di­lini kullanmadaki ustalığı yanında Arap­ça kelimelerin en uygun karşılığını bul­madaki mahareti de açıkça görülmek­tedir. Ahmed Naim, maddeciliğe ve bel­li bir hizbe bağlılık gösterenlere karşı çıkarak onlarla mücadele ettiği gibi es­ki usulle Arapça öğretimine de cephe aldı. Ayrıca hadis okutma usulünün ıs­laha muhtaç olduğunu ortaya koydu. Türk dilinin istiklâlinin korunmasına dair yazılar yazdı; ilmî terimlere dokunulma­dan Türkçe'nin arındırılmasını ve üslû­bun sadeleştirilmesini savundu. Kendi­sine "Arapçacı" denmesine rağmen yazı­larında Türkçe'yi ustalıkla kullandı. Hatta onun Mehmed Akif'le birlikte Âsim Efen-di'nin Kamus Tercümesi'ndeki Türkçe kelimeleri seçerek bir Türk lügati yap­maya çalıştığı, ancak bu teşebbüsün ya­rım kaldığı da bilinmektedir.

Ahmed Naim, tarihî ve millî hâtıraları övmenin insanı ciddi surette yanıltaca­ğını ve hurafelere düşüreceğini savuna­rak Yahya Kemal ile yaptığı bir müna­kaşadan on yıl kadar sonra onunla kar­şılaştığında, Yahya Kemal'in deyişiyle, müminlere yakışır samimi bir üzüntüyle kusurunun bağışlanmasını dilemiş ve böylece onu hayretler içinde bırakmış­tı. 0, meziyetlerini gizleme, düşmanının bile değeri varsa o değeri tanıma, dost­larını onların gıyabında da sevme mezi­yetlerine sahipti. "Sormazsan malumatı­nı söylemeyen", "dinlemesini bilen", "sö­zü senet teşkil eden" güvenilir adam özellikleriyle Mehmed Akif'in "ashaptan

sonra en sevdiği kişi" olan Ahmed Na­im'in İslâm'a bağlılığı tamdı. İlim ve ir­fan erbabı kimselerle sohbet etmekten çok hoşlanırdı. Kayınpederi Fâtih türbe-darı Ahmed Amiş Efendi'ye intisap et­mişti. Şafiî mezhebine mensuptu. İslâm birliği ve kardeşliği konusunda çok titiz ve dikkatli olup bu birliğe zarar verme ihtimali bulunan her harekete karşı çık­mıştır. Türkçülük cereyanlarına Türk ol­madığı için cephe aldığı ileri sürülen Ahmed Naim, İslâm birliği açısından sa­kıncalı bulduğu Arap İttihat Kulübü'nün isim ve kuruluşunu da tenkit etmiştir. Kavmiyet ve cinsiyet davası gütmeyi İs­lâm'ın varlığı için kanser kadar tehlikeli bulmuş, bunu "yabancı bir bid'at", "Frenk hastalığı" olarak nitelendirmiş ve bu da­vanın faydalı ve zararlı taraflarını Kur'an ve Sünnet'e dayanarak izah etmeye ça­lışmıştır.

Eserleri. 1. Temrînât Sarf-ı Arabi'ye Mahsus Temrinât (İstanbul 1316) ve Mekteb-i Sultânî'ye Mahsus Sarî-ı Ara-bî ve Temrînât (İstanbul 1323) gibi adlar­la basılan eser, Galatasaray ders nâzın Mustafa Cemil Bey'in Arapça sarf risa­lesinin uygulama ve alıştırma kitabı ha­line getirilmiş şeklidir. Medrese usulü ile Arapça öğretimini bu kitabın mukaddi­mesinde tenkit etmiştir. 2. Hikmet Ders­leri (İstanbul 1328 r./ 1329). 3. Felsefe Dersieri (İstanbul 1333]. 4. Mebâdî-i Fel­sefeden İlmü'n-nefs (İstanbul 1331). G. Fonsgrive'den birçok dip notu ekleyerek tercüme ettiği bu eserin sonuna 1900 felsefî terim için hazırladığı Türkçe kar­şılıkları da eklemiştir. 5. İlm-i Mantık (Elie Rabier'den tercüme, İstanbul 1335 r./ 1338). 6. Tevfik Fikret'e Dair (İstanbul 1336). Dr. Rıza Tevfık'in Türk Ocağı'nda verdiği bir konferansta Tevfik Fikret'i sa­vunarak başta Mehmed Akif olmak üze­re İslâmcılar'ı tenkit etmesi üzerine bu kitapçığı kaleme almıştır. 7. Ahlâk-ı îs-lânüyye Esasları (İstanbul 1340 r./1342). 1912'de Lahey'de toplanan Ahlâk Ter­biyesi Kongresi'ne sunmak üzere hazır­ladığı bir tebliğ olup Ömer Rıza Doğrul tarafından sadeleştirilerek İslâm Ahlâ­kının Esasları adıyla yayımlanmıştır (İs­tanbul 1963). 8. İslâmda Da'vâ-yı Kav-miyyetiİstanbul 1332). Eser daha sonra Abdullah İşıklar tarafından bazı kısım­ları eksik olarak İslam Irkçılığı Menet-mistir adıyla (İstanbul 1963), bazı açıkla­yıcı notlarla Ömer Lütfi Zararsız tarafın­dan İslâmda Irkçılık ve Milliyetçilik adıyla (Ankara 1979), ayrıca Ertuğrul Düz-dağ tarafından Türkiye'de İslâm ve Irk-

375


çılık Meselesi adlı çalışmasının içinde (İstanbul 1983, s. 33-117) yayımlanmıştır. 9. Kırk Hadis (İstanbul 1341 r./ 1343). Nevevî'nin el-Erba'ûn adlı eserinin ter­cümesidir. 10. Sahîh-i Buhâri Muhta­sarı Tecrîd-i Sarih Tercemesi ve Şer­hi (İstanbul 1346, ilk üç cilt; daha sonra­ki ciltler Kâmil Miras tarafından tercüme edilmiştir), Tecrid tercümesine giriş ma­hiyetindeki bir ciltlik mukaddimesi son derece önemli ve oldukça geniş bir hadis

USUlÜ kitabidir (bk. et-TECRÎDÜ's-SARÎH).

Ayrıca çeşitli dergilerde, özellikle 5i-rât-ı Müstakim ve Sebüürreşâd'da bir­çok makalesi yayımlanmıştır.

BİBLİYOGRAFYA:

Tecrid Tercemesi, III, 402 (dipnot); Muallim Cevdet [İnançalp], Müderris Ahmed Naim, İs­tanbul 1935; Mithat Cemal [Kuntay], Mehmet Akif Ersoy - Hayatı ■ Seciyesi - Sanatı, İstanbul 1939, s. 114-128; Yahya Kemal Beyatlı, Siyâsî ue Edebî Portreler, İstanbul 1968, s. 51-58; Ma­hir İz. Yılların izi, istanbul 1975, s. 38, 86, 128, 144-145, 161, 176, 254, 261-262. 358; M. Er-tuğrul DüZdağ, Türkiye'de İslâm ve Irkçılık Meselesi, İstanbul 1976, s. 27-133; İsmail Ka­ra, Türkiye'de İslamcılık Düşüncesi, İstanbul 1986, I, 273-308; TDEA, I, 274-275.

Kİ İsmail L. Çakan

r , ~ı

BÂBEK


( ^ ) (ö. 223/838)

Me'mûn ve Mu'tasım zamanında

Azerbaycan'da ciddi bir tehlike teşkil eden

dinî-siyasî mahiyetteki Hürremiyye hareketinin lideri.

Kaynaklarda Bâbek'in menşeine dair çeşitli rivayetler mevcuttur. Ancak bu rivayetlerden hangisinin doğru olduğu­nu tesbit etmek zordur. İsyan etmesin­den sonraki başarıları, hayatı hakkında çeşitli rivayet ve efsanelerin uydurulma­sına sebep olmuştur.

Kadın ve mülkiyette ortaklığı savunan Mazdek'in İslâm'dan önce İran'da orta­ya atmış olduğu sapık fikirler İslâmî dö­nemde değişik adlar altında yeniden zu­hur etmiştir. Bunlardan biri, Bâbek'in mensup olduğu Hürremiyye hareketi idi. Bu hareketin bir kolu daha sonra ona nisbetle Bâbekiyye adıyla devam etmiş­tir. Faaliyetlerini gizlice sürdüren Hür-remîler'in reisi Bâbek isyan etmek için uygun bir zaman bekliyordu. Emîn ile Me'mûn arasındaki hilâfet mücadelesi, Emîn'in katli, Hz. Ali evlâdından Ali er-Rızâ'nın Me'mûn tarafından veliaht gös­terilmesi sebebiyle Bağdat'ta karışıklık-

376

ların çıkması, Herseme b. A'yen'in öldü­rülmesinden sonra Azerbaycan valisi olan oğlu Hâtim'in isyan hazırlıklarına baş­laması üzerine beklediği zamanın gel­diğine inanan Bâbek 816 yılında isyan etti.



Bâbek. isyanının merkezi olan Bezz'in çevresindeki müslüman halka saldıra­rak kadın, çocuk demeden herkesi kılıç­tan geçirdiği gibi mallarını da gasbedi-yordu. Kendilerini müdafaadan âciz olan müslümanlar canlarını kurtarmak için Merâga'ya kaçıyorlardı. Durumun gittik­çe kötüleştiğini gören Halife Me'mûn 820 yılında Yahya b. Muâz'ı Azerbaycan valiliğine getirerek Bâbek ile mücadele­ye memur etti. Yahya başarılı olamayın­ca azledildi ve aynı göreve birbiri arka­sından îsâ b. Muhammed, Zürayk b. Ali, Muhammed b. Humeyd et-Tûsî, Abdul­lah b. Tâhir, Uceyf b. Anbese ve Ali b. Hi-şâm tayin edildiler. Ancak bunların hiç­birisi Bâbek tehlikesini ortadan kaldır­maya muvaffak olamadı. Me'mûn'un bil­hassa son yıllarında Bizans seferleriyle uğraşması sebebiyle bu bölgeye gere­ken önemi verememesi. Bâbek'e daha rahat hareket imkânı sağlamıştır. Nite­kim Mu'tasım halife olduğu zaman Ci-bâl, Hemedan ve İsfahan bölgelerindeki halkın büyük bir kısmı Hürremiyye'yi be­nimseyerek isyan etmiş, Mu'tasım'ın bunlar üzerine bir Türk kumandanının idaresinde gönderdiği ordunun mağlûp olması üzerine tehlike daha da büyü­müştü.

Halife Mu'tasım, yirmi yıldan beri de­vam etmekte olan ve artık devleti teh­dit etmeye başlayan Bâbek isyanını bas­tırmak için, kendisinin Mısır valiliği sı­rasında yanında bulundurduğu, askerî bilgi ve kudretine şahit olduğu Türk asıl­lı kumandanı Afşin'i 2 Cemâziyelâhir 220'de (3 Haziran 835) Cibâ! ve Azerbay­can bölgelerine vali olarak gönderdi ve isyanı bastırmaya memur etti. Afşin Ba-bek ile mücadeleye girmeden önce ka­rargâhını kurduğu Berzend ile Bağdat arasındaki kalelere asker yerleştirerek hem merkezle olan irtibatını hem de er­zak ikmal yollarını emniyet altına almış oldu. Mu'tasım yine bir Türk kumanda­nı olan Boğa el-Kebîr'i de Afşin'e yardı­ma gönderdi. Afşin hazırlıklarını tamam­ladıktan sonra beklemediği bir anda Bâ­bek'e saldırarak onu mağlûp ve Bezz'e çekilmeye mecbur etmiştir. 835 kışını Berzend'de geçiren Afşin ilkbaharda tek­rar Bâbek'e karşı yeniden harekete geç­ti. Boğa idaresindeki birlikleri Heştâdser

üzerine gönderirken kendisi de Bezz'e doğru ilerleyerek buraya 9.5 km. mesa­fede bulunan Dervez'de karargâh kur­du. Fakat bu sırada Afşin'in haberi ol­madan Boğa Bezz'e doğru yürüyüşe geç­miş ve şehre oldukça yaklaşmıştı. Bo­ğa'nın ilerlediğini öğrenen Bâbek ansı­zın saldırarak onun birliklerine ağır za­yiat verdirdi. Canını güçlükle kurtarabi­len Boğa Afşin'den yardım istedi. Afşin de kardeşi Fazl kumandasında takviye kuvvetleri gönderdi.

Boğa'nın mağlûbiyetinden sonra Bâ­bek'e karşı 836 yazında tekrar bir umu­mi hücum yapıldı. Afşin kuvvetlerini iki kısma ayırıp bir kısmını Boğa'nın idare­sine verdi, diğer'- kısmının başında ise kendisi olduğu halde iki koldan Bezz'e doğru harekete geçti. Şiddetli bir fırtı­nanın başlaması üzerine Boğa Afşin'den habersiz karargâha döndü. Ertesi gün Afşin Bâbek'in karargâhına hücum ede­rek çok miktarda esir ve ganimet ele geçirdi. Esirler arasında Bâbek'in karısı da bulunuyordu. Afşin bu başarısından sonra Dervez'deki karargâhına döndü.

Mu'tasım, 836 kışını Berzend'de geçi­ren Afşin'e ilkbaharda Inâk et-Türkî ve Ca'fer b. Dînâr idaresinde takviye kuv­vetleri, erzak ve para gönderdi. Bunu ha­ber alan ve durumunun gittikçe kötü­leştiğini farkeden Bâbek'in Bizans İm­paratoru Theophilos'a mektup yazdığı­na ve onu Abbasî İmparatorluğu'na kar­şı sefer yapmaya teşvik ettiğine dair kaynaklarda bazı rivayetler vardır. Hali­feden aldığı kuvvetlerle ordusunu tak­viye eden Afşin Berzend'den ayrılarak Bez yakınlarında bulunan Kelânrûz'da karargâh kurdu. Bâbek de mukabil ha­rekete geçerek Âzın adlı kumandanını Afşin'e karşı gönderdi ise de Afşin bir gece baskınında Âzîn'in kuvvetlerini boz­guna uğrattı.

İki yıldan beri Bâbek ile savaşan Af­şin, 837 yılı başlarında ağır kış şartları­na rağmen Bez önünde ordugâh kurdu ve şehri muhasaraya başladı; bir süre sonra da kumandanlarına şehrin etra­fında muhtelif kesimler tayin ederek ta­arruza geçti. Beşîr et-Türkî emrindeki bir birlik de şehrin karşı tarafında mev­zi almış olan Âzîn'in üzerine gönderildi. Beşîr âni bir hücumla Âzîn'i mağlûp ede­rek Bezz'i arkadan sıkıştırmaya başladı. Artık sonunun yaklaştığını anlayan Bâ­bek Afşin'den eman diledi. Bu teklifinin Afşin tarafından kabul edilmesine rağ­men o, zaman kazanmak için eman fer­manının bizzat halife tarafından imza

edilmesi şartını ileri sürdü. Bu teklifi de kabul eden Afşin, kumandanlarına sa­vaşı durdurmaları için emir gönderdiği sırada Beşîr et-Türkî idaresindeki Fer-ganalılar'm şehre girdiğini öğrendi. Bu­nun üzerine bütün ordu hücuma geçe­rek Bezz'e girdi. Şehir içinde şiddetli so­kak çarpışmaları başladı ve Bâbek'in sa­rayları yakıldı. Bu karışıklıklardan fay­dalanan Bâbek kaçmaya muvaffak ol­du. Bez üç gün süreyle yağma ve tahrip edildi.

Bezz'in ele geçirilmesi tarihini kaynak­lar gün farkı ile vermektedirler. Taberî 20 Ramazan 222 (26 Ağustos 837) tari­hini kaydetmekte. Ya'kübî umumi hücu­mun 9 Ramazan'da (15 Ağustos) başla­dığını yazmakta, Mes'ûdî İse gün belirt­meden Bezz'in Ramazan (Ağustos) ayın­da ele geçirildiğini bildirmektedir.

Bâbek'in kaçtığı anlaşılınca Afşin onu takibe 500 kişilik bir biriik gönderdiği gibi geçmesi muhtemel bölgelerin ida­recilerine mektuplar yazarak Bâbek'i ya­kalayanlara büyük mükâfatlar verece­ğini bildirdi. Bâbek Bizans imparatoru­na sığınmak istiyordu. Kendisini takip eden birlikler onu bir yerde kıstırdilar-sa da ellerinden kaçırdılar. Nihayet Sehl b. Sımbat adlı bir Ermeni'nin yanına sı­ğınan Bâbek, Afşin'e gönderilen haber neticesinde bir av partisi sırasında ya­kalandı. Afşin Berzend'e döndüğü sıra­da Bâbek de oraya getirildi. Durum ha­lifeye bildirilip ondan alınan emir üzeri­ne Sâmerrâ'ya hareket edildi. Bâbek 3 Safer 223 (4 Ocak 838) tarihinde halife­nin huzurunda ve halkın önünde Önce kol ve bacakları kesilmek suretiyle idam edildi.

Bâbek'in yakalanıp idam edilmesi İs­lâm âleminde umumi sevince vesile ol­muştur. Halife Mu'tasım müslüman hü­kümdarlara zafernâmeler göndererek (Kalkaşendî, VI, 387 vd.) bu büyük tehli­kenin bertaraf edildiğini bildirmiştir. Yir­mi yıldan beri devletin başına büyük ga­ileler açmış olan Bâbek'in yakalanma­sında gösterdiği büyük askerî kabiliyet Afşin'e halife nezdinde büyük itibar sağ­lamış ve kumandanlar arasında birinci sırayı almasına yardım etmiştir.

Bâbek'ten önceki Hürremîler ve bun­ların devamı olan Bâbekîler'in inançları hakkında, bizzat kendilerince yazılmış eserler bulunmadığından, bu konudaki bilgiler İslâmî kaynaklara dayanmakta­dır. Bu kaynakların hepsinde bu kişinin "Bâbek el-Hürremî" şeklinde anılması,

Bâbekiyye'nin, Hürremiyye'nin devamın­dan ibaret olduğunu gösterir. İbnü'n-Ne-dîm'in, Hürremiyye'yi Muhammire ve Bâ-bekiyye adlarıyla ikiye ayırması, itikadı farklılığa dayalı bir ayırımdan çok, lider değişikliğine göre yapılmış bir ayırım ol­malıdır. Nitekim el-Fihrist'te (s. 406) Bâ­bek'in Hürremiyye'de ihdas ettiği şeyler diye gösterilenler, Bâbek'in ilâhlık iddia­sı hariç (aş. bk.) itikada taalluk etmeyip, şiddet yolunu benimseyen siyasî taktik değişikliklerinden ibarettir. Abdülkâhir el-Bağdâdî ise Muhammire diye de ad­landırdığı Hürremiyye'yi Bâbekiyye ve Mâzyâriyye adlarıyla iki kola ayırmış, an­cak bu iki kol arasında itikadî bir ayrılık olduğuna işaret etmemiş; sadece Mâz-yâr'ın Muhammire'yi Cürcân'da ihdas et­tiğini belirtmiştir {el-Fark, s. 266-269). İb-nü'n-Nedîm, Mu ham mi re" nin ilk temsil­cisinin Mezdek olduğunu belirtirken {el* Fihrist, s. 406), İbn Hazm ve KazvTnî gibi başka müellifler de Bâbek'in Mezdekiy-ye'yi ihya etmek için çalıştığını kaydet­mişlerdir.

Bâbekîler'in itikad ve yaşayışları hak­kında İslâmî kaynaklarda verilen malû­mata göre bunlar tenâsuh'a inanırlar­dı (Makdisî, IV, 30). Selefleri olan Hürre-mîler'in, yeryüzünde daima bir peygam­ber bulunacağı, peygamberliğin irsiyet ve hulul* yoluyla intikal ettiği şeklindeki inançlarına uygun olarak Bâbek'in pey­gamber olduğunu da öne sürmüşlerdir. Osman Turan, Bâbekîler hakkındaki bu son bilgiyi (Makdisî, IJI, 8; IV, 30-31], İb-nü'n-Nedîm'in, Bâbek'in ilâhlık iddia­sında bulunduğu şeklindeki kaydına gö­re {el-Fihrist, s. 406) gerçeğe daha yakın bulmaktadır (İA, II, 173). Bağdâdî'nin ver­diği bilgiye bakılırsa Bâbekîler, çocukla­rına Kur'an'ı öğretmekle birlikte kendi aralarında namaz kılmaz, ramazan oru­cunu tutmaz, kâfirlerle cihad etmeyi ge­rekli görmezlerdi {el-Fark, s. 269). İçki iç­meyi ve zora dayanmaması şartıyla gay­ri meşru cinsel ilişkiyi mubah gören Hür­remîler, bu ve benzerî uygulamalarıyla hedonist (kaba hazcı) bir ahlâk felsefesi benimsemişlerdi. Gerek Bâbek gerekse onun selefi olan Câvidân, birer Fars mil­liyetçisi olup. Arap ve İslâm kültürünün İran'da yayılmasını önlemek için çalış­mışlardır. Bu sebeple müslümanlara kar-şt Bizans'la iş birliği yapmışlar, İslâmî fetihleri kin ve nefretle karşılamışlar, devleti içten çökertmek ve hâkimiyeti ele geçirmek için, müslümanlann gayri müslimlerle savaş durumunda olduğu zamanlardan daima yararlanmışlardır.

BİBLİYOGRAFYA:

Belâzürî. Fütûhn'!■büld&n (nşr. M. ]. de Goe-je), Leiden 1866, s. 329; Dîneverî, el-Ahbârü't-tıuâl, s. 402; Ya'kübî. Târih, II, 473, 47~4, 477, 575-579; Taberî, Târth (de Goeje), III, 1175-1233; Mes'ûdî, Mürûcü'z-zeheb (Meynard), IV, 58; VII, 123-126; a.mlf., et-Tenbîh, s. 353; Mak­disî, el-Bed' ve't-târth, IH, 8; IV, 30-31; VI, 114-118; Malatî, et-Tenbth ue'r-red, s. 22; İbnü'n-Nedîm, el-Fihrist, s. 406-407; Bağdadî, el-Fark (Abdüihamîd), s. 266-269; Nizâmülmülk, Siyâ-setnâme (Köymen), s. 250, 251, 258; Şehristâ-nî, el-MHel (Vekîl), II, 54; İbniH-Esîr. el-Kâmil, VI, 447-472; Ebü'l-Ferec [İbnü'l-İbn], Târthu muhtaşari'd-diiuel (nşr. A. Sâlihânî), Beyrut 1890, s. 139-140; Deylemî, Mezhebut-Bâtıniy-ye, s. 24-25; Kalkaşendî. Şu.bhul-acşâ, VI, 387-391; Gholam Hossein Sadighi, Les Mou.oemen.is religiOLut Iraniens, Paris 1938, s. 186-229; Sald Naflsi, Bâbake Korramdırı, Tahran 1342 hş./ 1963; Hakkı Dursun Yıldız, İslamiyet ue Türk­ler, İstanbul 1976, s. 142-148; Hasan İbrahim. Tûrîhu'l-İslâm, Kahire 1983, li, 108-111; İz­mirli İsmaü Hakkı, "Dürzi Mezhebi", DİFM, sy. 2 (1926), s. 47; Abdul Haq. "Historical poemps in the Divan of Abi Tammam", IC, XIV (1940], s. 17-29; E. M. Wrighte, "Babak of badhâh and al-Afshin during the Years 816-841 A.D.", MW, XXXVIII (1948), s. 43-59, 124-131; Ehsan Yarshater, "Mazdakİsm", CHİr., III/2, s. 1004-1015; Faruk Sümer. "Abbasiler Döne­minde Orta Asya'h Bir Prens: Afşin", TTK Belleten, LI/200 (19871, s. 654-657; Osman Turan. "Bâbek", İA, II, 170-174; D. S. Margo-liouth, "Hurremiyye", İA, V/l, s. 596; D. Sour-del. "Bâbak", E!2 (Fr.), I, 867; Ğ. H. Yösofl, "Bâ-bak Korrami", Ek., III, 299-306.

ffil Hakkı Dursun Yıldız

bAbekiyye

f aÂUI )


İslâm dışı bazı inançları benimseyen

Bâbek el-Hürremî'nin

görüşlerini benimseyenlere verilen ad

(bk. BABEK).

bAbertî

( Jbi-V )

Ekmelüddîn Muhammed

b: Mahmûd b. Ahmed el-Bâbertî

er-Rûmîel-Mısrî

(ö. 786/1384)

Tanınmış Hanefî fakihi.

710'dan (1310) sonra doğdu. Memle­keti olan Bayburt'a (Arapça kaynaklarda Bâbirt) nisbetle Bâbertî, Anadolu'ya nis-betle Rûmî, Mısır'da (Kahire) vefat etmiş olması sebebiyle de Mısrî nisbeleriyle anılmaktadır. Süyûtî ve ondan nakilde bulunan Şah Veliyyullah ed-Dihlevî ile Leknevî gibi âiimlerin onu Bağdat yakın­larındaki Bâbertâ köyüne nisbet etme­leri, buradan yetişen âlimlerin de Bâber­tî nisbesiyle anılmış olmalarından kay-

377

naklanmaktadır. Rûmî nisbesi de onun Bâbertâ'ya değil Bayburt'a nisbet edil­mesi gerektiğini teyit etmektedir.



Tahsil hayatına Anadolu'da başlayan Bâbertîdaha sonra Halep'e, oradan (740'-tan |1339| sonra] Kahire'ye giderek Kâkî, Ebû Hayyân el-Endelüsî, Mahmûd b. Ab-durrahman el-İsfahânî ve İbn Kudâme el-Makdisî gibi meşhur âlimlerden ders okudu. Fıkıh ilminde hocası olan Kâkî kanalıyla Ebû Yûsuf'a kadar uzanan bir zincir içinde yer almaktadır.

Fıkıh, hadis, kelâm ilimlerine, ayrıca Arap dili ve edebiyatına bu alanlarda eser verecek kadar vâkıf olan Bâbertî, arala­rında Seyyid Şerif el-Cürcânî, Molla Fe-nârî ve Bedreddin Simâvî gibi tanınmış âlimlerin de bulunduğu birçok talebe ye­tiştirmiştir. Hanefi mezhebinin muhak­kik âlimleri arasında önemli bir yere sa­hip bulunan ve kaleme aldığı beş ayrı ri­salede bu mezhebin tercih ve taklit edil­mesi gereğini savunan Bâbertî {Şerhu ""AktdeÜ Ehli's-sünne ve'l-cemâ'a, s. 17), aynı zamanda Mâtürîdî itikad ekolünün de güçlü muhakkik ve sarihlerinden bi­ridir.

Kendisine defalarca yapılan kadılık tek­liflerini reddetmesine rağmen devlet yö­neticileriyle iyi ilişkiler kurmuş, Sultan Berkuk ve Emîr Şeyhû'dan büyük saygı görmüştür. Nitekim Emîr Şeyhû tarafın­dan, yaptırdığı hankahın (Şeyhûniyye) me-şihatlığına getirilmiş ve ömrünün sonu­na kadar burada öğretim faaliyetleriyle meşgul olmuştur. 19 Ramazan 786'da (4 Kasım 1384) öldüğünde de bu hanka-ha defnedilmiştir. Bununla birlikte Bay­burt yöresi halkı kabrinin Aşağıkırzı (Bay­burt) köyünde olduğuna inanmaktadır.

Eserleri. BâbertTnin kırkı aşkın eseri bulunmaktadır. Bunlardan yayımlanan­lar şunlardır: 1. el-cİnâye. Merglnânî'-nin meşhur eseri eî-Hidâye'nm önemli şerhlerinden biri olup başta Siğnâki'nin en-Mfrdye'si olmak üzere çeşitli el-Hi-dâye şerhlerinden faydalanılarak hazır­lanmıştır. Dil, gramer ve fıkıh usulü yö­nünden tahlillerin yapıldığı, delillerin de­ğerlendirildiği eserde yer yer diğer şâ-rihler tenkit edilmiştir. Şerhte zaman za­man diğer mezheplerin görüşlerine te­mas edildiği gibi Ebû Hanîfe ve talebe­lerinin ictihad ve delilleri değerlendiri­lirken sonraki Hanefî âlimlerin tercihle­rine de yer verilmektedir. Sadî Çelebi ve Muhammed b. İbrahim ed-Dürûrî'ye ait iki haşiyesi bulunan eserin çeşitli baskı­ları yapılmıştır (Kalküta 1831, 1837, 1840; Bulak 1315-1318; Kahire 1356 [İbnü'1-Hü-mâm'ın Fethu'l-kadır'i, Kurlânî'nin el-Ki-

378

fâye'si, Sadî Çelebî'nİn haşiyesi ve Ahmed Şemseddin Kadızâde'nin Fethu'l-kadîr tek-miiesi Netâ3 icü'l-efkâr \)e birlikte sekiz cilt halinde]; Kahire 1319 [aynı eserlerle bir­likte dokuz cilt halindel; Kahire 1970 [Fet-hu'l-kadîr, Sadî Çelebî haşiyesi ve Kadı-zâde tekmilesi İle birlikte on cilt halindel}. 2. Şerhu 'Aludeti Ehli's-sünne ve'l-ce-mâca. Tahâvî'nin el-"Akîdetü't-Tahâ-viyye diye de meşhur olan cAkidetü Eh­li's-sünne ve'!-cemâccı adlı eserinin şer­hi olup kelâm ve akaidle ilgili dokuz te­lifinden en önemlisidir. Eser Arif Aytekin tarafından neşredilmiştir (Kuveyt 1409/ 1989). 3. Şerhu't-Telhis. Ebû Ya'küb es-Sekkâkî'nin belagatla ilgili meşhur eseri Miftâhu'l-Culûm'a Hatîb el-Kazvînî'nin yaptığı Telhîşü'1-MiMh adlı hulâsa ve şerhin şerhidir (nşr. M. Mustafa Ramazan, Trablus 1983). A. Şerhu Vaşıyyetil-İmâ-mil-Acmm. Ebû Hanîfe'ye ait el-Vaşiy-ye adlı risalenin şerhidir (İstanbul 1289).



Bunlardan başka fıkıh, usûl-i fıkıh, ha­dis, tefsir ve kelâmla ilgili Önemli bazı eserleri de şunlardır: Şerhu Telhîşi'1-Câ-mici'î-kebîr; Teîhîşü't-Telhîş; Şerhu's-Sirâciyye; et-Takrir 'ala Uşûh'l-Pezde-vî; en-Nükûd ve'r-rüdûd îî şerhi Mün-tehe's-sûl ve'1-emel fî cilmeyi'l-uşûl ve'1-cedel; Şerhu Menâri'l-envâr-, Tuh-fetü'l-ebrâr fî şerhi Meşâriki'l-envâr ii'l'Cem' beyne's-Sahîhayn; Hâşiye-tü'1-Keşşâî; el-İrşâd fî şerhi'l-Fıkhi'l-ekber; Şerhu. 'Umdeti'l-'akâ'id li'n-Nesefî; el-Makşad ti'1-kelâm [bu eser­lerin yazmaları için bk. Brockelmann, GAL, I, 443, 460, 466-467; 11, 97, 250; SuppL, I, 285, 287, 508, 538, 637; II, 89-90; Sezgin, I, 138,411,412,417,427,442; Bâbertî, Şer­hu "Akldeti Ehli's-silnne oe'l-cemâ'a, s, 15-17).

BİBLİYOGRAFYA:

Bâbertî, el-'İnâye (İbnül-Hümâm, Fethu't-kadîr içinde), Kahire 1389/1970, I, 5-6; a.mlf., Şerhu ^Akîdeti Ehli's-sünne ue'l-cemâ'a (nşr. Arif Aytekin), Kuveyt 1409/1989, s. 11-18; Sem'ânî. el-Ensâb, II, 9; Yâküt, Mu'cemü'l-bül-dan, I, 307; İbnül-Esîr, el-Lübâb, 1, 99; Mak-rîzî, ei-Hıtat, II, 421; îbn Hacer. ed-Dürerü'l-kâmine, IV, 250-251; a.mlf., İnbâ*ü'l-ğumr, II, 179-181; İbn Tağrîberdî. en-Fiücûmü'z-zâhire, X, 304; XI, 302-303; İbn Kutluboğa. Tâcü't-te-râcim, Bağdad 1962, s. 66; Süyûtî, Buğyetü'l-uu'ât, I, 239-240; Taşköprizâde, Mittâhu's-sa'â-de, II, 269-270; Keşfüz-zunCln, II, 2035; İbnü'l-İmâd, Şezerât, VI, 293-294; Leknevî, el-Feuâ'i-dü'l-behiyye, s. 127, 195-198; Osmanlı Müel­lifleri, 1, 221-222; Serkfs, Mu'cem, I, 503-504; Brockelmann, GAL, I, 443, 460, 466-467; II, 97, 250; SuppL, I, 285, 287, 508, 538, 637; II, 89-90; Sezgin, GAS, 1, 138, 411, 412, 417, 427, 442; Hediyyetü'l-'ârifîn, I, 171; Ziriklî, elA'lâm, VII, 271; Kehhâle. Mu'cemü't-mü'etliftn, XI, 298-299. r-ı

ttl Arif Aytekin

bâbıAli

XVIII. yüzyılın sonlarından itibaren

Paşa Kapısı ve Sadâret Dairesi,

nezâretlerin kurulmasından sonra da

Osmanlı hükümeti mânasında

kullanılan bir tabir.

L J

D TARİH. "Yüce kapı" anlamında bir tamlama olan Bâb-ı Âlî, yaygınlığı sebe­biyle çok defa tek kelime halinde kulla­nılmıştır. Osmanlılar'da ve genel olarak Türkler'de üç dilde kapı, bab ve der ke­limeleri "padişah ve sadrazam sarayı, devlet ve hükümet dairesi" mânasında kullanılmıştır. Bu anlamlarıyla Osmanlı öncesi Türk ve" İslâm devletlerinde de kullanıldığı görülmektedir. Osmanlılar'da Bâb-ı Hümâyun padişah kapısı ve sara­yı, Bâb-ı Âsafî sadrazam kapısı ve sa­rayı, Bâb-ı Meşîhat şeyhülislâm daire­si, Bâb-ı Seraskerî seraskerlik dairesi, Bâb-ı Defterî defterdarlık dairesi anla­mında yaygın olarak kullanılmıştır.



Babıâli tabiri XVI ve XVII. yüzyıl kay­naklarında nadiren Bâb-ı Hümâyun, Dî-vân-ı Hümâyun mânasında geçmekte olup o dönemde sadrazam dairesi anla­mında kullanılmamıştır. XVIII. yüzyılın özellikle ikinci yarısına ait kaynaklardan Subhî Mehmed. İzzî Süleyman Efendi ve Çeşmîzâde Mustafa Reşîd (6. 1770) tarih­lerinde Bâb-ı Âsafî tabirine rastlanmak­ta ise de Babıâli ifadesi geçmemektedir. Ancak yüzyılın sonlarına doğru "sadra­zam dairesi" ve "paşa kapısı" anlamında Babıâli kullanılmaya başlanmıştır. Me­selâ Halil Nuri (ö. 1798) Fransız elçisinin kabulü münasebetiyle, Edib Mehmed Emin Efendi (ö. 1801) III. Selim'in cülusu­nu anlatırken vekâyi'nâmelerinde Babıâ­li tabirini zikretmişlerdir. Ahmed Vâsıf Efendi ise (ö. 1806) Mehâsinü'l-âsâr'ûa paşa kapısı anlamında Babıâli'yi sıkça kullanmıştır. Aynı şekilde Şânîzâde Meh­med Atâullah (ö. 1826i ve Câbî tarihle­rinde de çeşitli vesilelerle Babıâli'den bahsedilmektedir. Giderek Batı'daki ma­nasıyla Osmanlı hükümeti için kullanı­lan kelime, Avrupalı tarihçi ve seyyahla­rın eserlerinde de "yüce kapı" mânasına Sublime Porte, Hohe Pforte şeklinde kul­lanılarak tanınmış bir isim haline gelmiş­tir. XIX. yüzyılda Özellikle Abdülmecid ve Abdülaziz'in saltanatlarında ise tek başına Osmanlı hükümetini ifade eden bir tabir olmuştur.

Babıâli'yi müştemilâtı, çalışma düzeni ve devlet teşkilatındaki yeri bakımın-

dan nezâretler öncesi ve sonrası, yani 1830'lardan önceki ve sonraki Babıâli olarak iki dönemde incelemek gerekir. Hammer, Osmanlı Devleti'nin siyasî ve idarî teşkilâtına dair eserinde Babıâli'­nin erken dönemini incelemiştir.

Nezâretler Öncesinde Babıâli. Osmanlı Devleti'nde klasik dönemde devlet ida­resinin beyni Dîvân-ı Hümâyun olmuş, bu durum XVII. yüzyılın ikinci yarısına kadar devam etmiştir. Bundan sonra Dîvân-ı Hümâyun cülus bahşişi, askere mevâcib* dağıtılması ve elçi kabulü gi­bi merasimlere münhasır sembolik bir kurula dönüşmüş, ancak Osmanlı Dev­leti'nin yıkılışına kadar sadâret bünyesi içerisinde yerini korumuştur. XVIII. yüz­yılın sonlarında ise sadrazamın başkan­lığındaki teşkilâta Babıâli denilmeye baş­lanmıştır. Bu döneme gelinceye kadar sadrazamların ikametleri ve devlet işle­rini görmeleri için resmî belli bir yerleri bulunmadığından, Topkapı Sarayı'na ya­kınlığı sebebiyle bugünkü Babıâli çevre­sinde muhtelif konak ve binaları resmî daire ve ikametgâh olarak kullanmış­lardır. XIX. yüzyıldan itibaren Babıâli bah­çesi ve binaları, yangınlar sebebiyle bir iki geçici yer değişikliği dışında Osmanlı Devleti'nin yıkılışına kadar sadâret dai­resi olarak kullanılmış, Türkiye Curnhu-riyeti'nin kurulmasından sonra ise bura­sı İstanbul Valiliği'ne tahsis edilmiştir.

Paşa Kapısı ve sonraları Babıâli, bu yo­ğun merkezî idareyi yürütmek için ken-

dine has. sık sık değişen ve gelişen bir teşkilâta sahipti. Bu teşkilâtta sadraza­mın başkanlığında kâhya bey (kethüda­yı sadr-ı âlî), reîsülküttâb ve çavuşbaşı adıyla başlıca üç yetkili âmir ve onlara bağlı çok sayıda kalem (büro) mevcuttu.

Nezâretler öncesi dönemde sadraza­mın Babıâli'deki teşkilâtını Harem Dai­resi, Selâmlık Dairesi ve Kalem Dairesi şeklinde başlıca üç kısma ayırmak müm­kündür. Sadrazamlar göreve başladık­larında kendi köşk ve yalılarını bıraka­rak saraya yakın olması sebebiyle ve ge­ce gündüz devlet işleriyle ilgilenebilmek için Babıâli'nin Harem Dairesİ'ne taşınır­lar, ancak zaman zaman dinlenmek için kendi köşk ve yalılarına giderlerdi. Sad­razamın Harem Dairesi Beşir Ağa Mesci­di tarafında Tomruk kısmında olup bu­rada aile efradının kaldığı çeşitli odalar, ara kısımlar ve geçitler bulunmaktaydı. Her türlü merasimin ve belli başlı top­lantıların yapıldığı Selâmlık kısmı ise Nai­li Mescid yakınında bulunuyordu. Bunla­rın dışında resmî daire olarak kullanı­lan birçok kalem odası vardı. Bu dönem­de Babıâli'nin Selâmlık ve Kalem kısmı­nın başlıca odaları Arz Odası, Divanhane, kürk, kethüda bey. reîsülküttâb, âmedî, beylikçi, büyük ve küçük tezkireci, tah­vil kalemi, ruûs kalemi, mühimme kale­mi, çavuşbaşı, mektûbî kalemi, kethü­da kâtibi, kapıcılar kethüdası, teşrifatçı, sarık ve hazine odaları ile hünkâr köş­kü ve havuzlu köşkten ibaretti (Uzunçar-şılı, Merkez-Bahaya, s. 265-266]. Bunların içerisinde en önemlisi İse Divanhane ile Arz Odası İdi. Divanhane sadrazamın di­van akdettiği salondur. Mevcut bir plan­dan, Babıâli'de 1821'de toplanan bir meşveret meclisinde Divanhâne'de devlet erkânının nerelere, hangi sıra ile otur­dukları anlaşılmaktadır (BA, KK, nr. 677 mükerrer, s. 25). Arz Odası İse sadraza­mın her türlü kabul resmini ve mera­simleri yaptığı salondur.

Dîvân-ı Hümâyun'un önemini kaybe­derek idarenin Paşa Kapısı'na kayması üzerine "hademe-İ bâb-ı âsafî" adını alan kethüda, reîsülküttâb, çavuşbaşı, büyük ve küçük tezkireciler, teşrifatçı, kethü­da kâtibi, mektûbî gibi doğrudan sadra­zamın yardımcısı ve maiyeti durumunda­ki görevliler Babıâli'de yer aldılar. Bun­ların Babıâli'de büroları ve ikametgâh­ları vardı.

Sadâret kethüdası başlangıçta resmî sıfatı olmadığından protokolda yer al­maz, ancak bütün işlerde sadrazamın başyardımcısı olarak çalışırdı. Kethüda-

nın Babıâli'deki dairesi Alay Köşkü kar­şısındaki büyük kapının üzerindeydi. Pek çok yardımcısı bulunan kethüda daha çok dahilî işlerle uğraşırdı. Vilâyetlere giden yazılar ve gelenlerin cevapları bu­rada hazırlanır, incelenir, asılları gönde­rilir, suretleri ise defterlere kaydedilir­di. Bugün Başbakanlık Osmanlı Arşivi'n-de 1150'den (1737) itibaren tutulmuş kethüda kalemine ait defterler bulun­maktadır (BA, KK, Kethüda Kalemi Defter­leri). Kethüdanın maiyetinde çeşitli as­kerî, idarî ve adlî makamların Babıâli nezdindeki işlerini takip etmek, aradaki haberleşmeyi sağlamak üzere çok sayı­da görevli bulunurdu. Genel olarak da­hilî asayişten ve idareden sorumlu olan sadâret kethüdâlığı 183S'te Mülkiye Ne-zâreti'ne dönüşmüş, bir yıl sonra ise bu nezâretin adı Dahiliye Nezâreti'ne çev­rilmiştir (Lutfî, V, 29-30, 99; Sicill-i Os-manî, IV, 800-806).

Babıâli'deki ikinci büyük büro reîsül-küttâbın dairesi idi. Bürokrasinin başı, bütün kâtiplerin ve kalemlerin şefi du­rumunda olan bu yetkili sadâret teşki­latındaki her türlü yazışmayı idare eder­di. Kendisine bağlı beylikçi, tahvil ve ru­ûs kalemleri adıyla üç büro bulunmak­taydı. Bunlardan beylikçi kendisinin baş­yardımcısı, 1770'ierde kurulan âmedî ka­leminin başkanı âmedei ise özel kalem müdürü durumundaydı. Reîsülküttâblık 1835'te çıkarılan bir fermanla (ferman metni için bk. Hariciye Nezâreti Salnamesi [1302], s. 162-163) Umûr-ı Hâriciye Nezâ­reti'ne dönüşmüştür. Dahiliye ve Umûr-ı Hâriciye nezâretleri Osmanlı Devleti'nin yıkılışına kadar Babıâli'nin iki temel teş­kilâtını oluşturmuş, iç ve dış siyasetin belirlenmesinde en önemli iki kurum ol­muştur. Memurları dahilî ve haricî diye sınıflara ayrılmış, her birine maaşlar tah­sis edilmiştir (Lutfî, V, 132).

Nezâretler öncesi dönemde Babıâli'de üçüncü büyük büro çavuşbaşıya bağlı daire idi. Adalet ve polis teşkilâtı ile ya­kından alâkalı olan çavuşbaşı suçluların yakalanması ve cezalandırılması ile ilgi­li işleri idare ederdi. Çavuşbaşı sadraza­ma verilen arzuhalleri ya bizzat kendisi inceler veya tezkirecilere inceletir, son­ra bunları ilgili mahkemelere havale ederdi. Ancak bu hususta sadrazamın "sah" şeklindeki olurunu alması gerekir­di. Buna göre çavuşbaşı sadrazamın ic­ra kuvvetinin uygulanmasında en önem­li yardımcısı ve vekili idi. Çavuşbaşının emri altında çok sayıda çavuşlar vardı. Hammer bunların sayısını 630 olarak

379

vermektedir (Hammer Itrc. Halit İlteberl, s. 577], Çavuşbaşılık 1836 yılında Deâvî Nezâreti adını aldı. Ahmed Lutfî Efendi Deâvî nazırının Babıâli'de büyük bir dai­resi ve maiyetinde büyük ve küçük tez-kireci adıyla iki yetkili kimse bulundu­ğunu, bunların verilen arzuhalleri hava­le ettiğini zikreder [Tarih, X, 51-52). Ba­bıâli civarında Tomruk Dairesi adını ta­şıyan hapishane de bu nezârete bağlı idi. Huzur murafaalarına Deâvî nâzın da katılırdı. Deâvî nazırının iki yardımcısı, Deâvî kesedarı, birçok çavuştan oluşan yardımcıları ve maiyeti vardı. 1870 yılın­da Adliye Nezâreti'nin kurulması ile De­âvî Nezâreti kaldırıldı.



Babıâli'de üst düzeydeki bu üç görev­liden sonra ikinci derecede büyük ve kü­çük tezkireciler, mektupçu, beylikçi, teş­rifatçı ve kâhya kâtibinin oluşturduğu altı müsteşar gelmekteydi. Bunlardan büyük ve küçük tezkireciler bir derece­ye kadar çavuşbaşına tâbi idiler ve Öğ­leden önceki zamanlarını genellikle ça-vuşbaşı salonunda geçirir, verilen arzu-

hallere cevap yazarlardı. Sarayda ve Ba­bıâli'de toplanan divanlarda sadrazamın yakınında bulunarak sunulan arzuhalle­ri okurlar, sadrazamın vereceği kararla­rı kaydederlerdi. Ayrıca sadrazam adına vilâyetlere, mahkemelere, askerî birlik­lere ve ayanlara gönderilecek buyruldu-ları kaleme alırlardı.

Sadrazamın özel kalem müdürü du­rumunda olan mektupçu efendi, sadâ­ret dairesinden çıkan çeşitli yazıların dü­zenlenmesiyle meşgui olurdu. Mektup-çuya ait kalemde otuz kadar kâtip bu­lunurdu. Mektupçu vilâyetlerden gelen yazıların özetlerini çıkarır, asıllarıyla bir­likte sadrazama arzederdi. Beylikçi sa­dâretteki kalemlerin şefi ve reîsülküttâ-bın başyardımcısı durumunda idi. Önem­li ve mahrem yazışmalar beylikçi tara­fından kaleme alınırdı. Teşrifatçı başlan­gıçta Dîvân-ı Hümâyun'a bağlı iken III. Ahmed zamanında Babıâli'ye yani doğ­rudan sadrazama bağlanmıştır. Kâhya kâtibi ise kâhya beyin resmî ve özel iş­lerine bakmakla görevliydi.

Bunlardan başka doğrudan doğruya Babıâli heyetine dahil olmamakla birlik­te devamlı orada bulunarak temsil et­tikleri makamın işierini takip eden, irti­batı sağlayan memurlar vardı. Bunlar şeyhülislâmın kâtibi olan telhisçi, bey-lerbeyilerin adamları olan kapu kâhya­ları, mültezimlerin, Eflak-Boğdan voy­vodalarının ve Rum ve Ermeni patrikle­rinin kapu kâhyaları, devlet erkânının, ulemânın kapu çuhadarları, yabancı se­faretlerin Babıâli nezdindeki işlerini ta­kip eden tercümanlardı.

Nezâretler öncesi dönemde Babıâli'­nin çalışma düzeni kendine has bazı özel­likler taşımaktadır. Geniş kadrolara sa­hip bu üç âmir müstakil olmaktan zi­yade sadrazamın maiyeti durumunda­dır. Bu dönemde Babıâli iç ve dış siya­sette tavır ve telakki bakımından önem­li ölçüde eski geleneği devam ettirmek­tedir.

Yine bu dönemde Babıâli politikaları­nın ve kararlarının oluşmasında meşve­ret meclisleri önemli bir merhaleyi teş­kil ediyordu. İç ve dış meseleleri görüş­mek üzere toplanan bu meclislerin be­lirli bir zamanı olmadığı gibi sabit bir yeri de yoktu. Başta Babıâli olmak üze­re sarayda, Bâb-ı Meşîhat'ta, Ağa Kapı-sı'nda toplanabilirdi. Meşveret meclisleri, Dîvân-ı Hümâyun'dan Tanzimat dönemi meclislerine geçişi sağlayan ara kurum niteliğindedir. Aslında bu tür meclisler Osmanlı Devleti'nin başlangıcından be­ri hemen her devirde toplanmış ise de resmî bir kurum haline gelmemiştir. İç siyasetle ilgili meclislerde kadronun da­ha geniş tutulduğu, dış siyasetle ilgili meşveretlerde ise daha dar tutulduğu görülmektedir. Sadrazam, şeyhülislâm ve reîsülküttâb dışında konunun mahiyeti­ne ve duruma göre vezirler, kazasker­ler, kaptanpaşa ve bir hayli hâcegânın (daire şefleri) katıldığı bu meclislerin top­lanması için padişah Babıâli'ye bir hatt-ı hümâyun gönderir, bazan hatt-ı hümâ­yun olmadan da toplantı yapılırdı.

Nezâretler Sonrası Babıâli. 1826da Ye­niçeri Ocağı'nın kaldırılması ve özellikle 1830'lardan sonra nezâretlerin kurulma­sı İle Babıâli tedrîcen yeni teşkilât ve ça­lışma dönemine girmiştir. Bu dönem Av­rupa tarzı hükümet ve idarenin model alındığı devredir.

Yeni Meclisler. Tanzimat arefesinde 1838'de teşkil edilen Meclis-i Vâlâ-yı Ah-kâm-ı Adüyye ile Dâr-ı Şürâ-yı Bâbıâlî adlı iki meclis Babıâli'nin gelişmesinde ve çalışmalarında önemli bir merhaleyi

Kuveyt Kaymakamı Mübarek es-Sabâh'ın mutemedince Kızılay'a ve gazilere verilmek üzere 11.000 Uranın Basra Mal Sandığı'na teslim edildiğine dair Babıâli'ye gönderilen

telgraf {BA, Babıâli Evrak Oda&ı, nr. 11.403)

oluşturmuştur (Takvtm-i Vekayi', nr. 163 [11 Muharrem 1254]].

II, Mahmud'un, giriştiği köklü reform­ların zaman zaman toplanan meşveret meclislerinde görüşülmesini yetersiz bu­larak düzenli ve etraflı bir şekilde bun­ların incelenmesi ve sonuçlandırılması için üst seviyede bir kurula ihtiyaç duy­ması üzerine kurulan bu iki meclisin üyeleri üst kademedeki devlet erkânın­dan oluşmaktaydı. Bunlar faaliyetleri­ni yürütebilmek için geniş bir kâtip ve memur kadrosuna sahipti. Meclis-i Vâ-lâ ile Dâr-ı Şûra arasında sıkı bir iş bir­liği gerekiyordu. Dâr-ı Şûrâ'da alman ka­rarlar Meclis-i Vâlâ'ya gider, görüşülüp kabul edilenler sadrazamın tasvibinden sonra padişahın tasdikiyle kesinlik ka­zanırdı. Tanzimat'ın ilânından sonra her iki meclis birleştirildi (1840) ve Babıâli'­deki yeni binasına taşındı. Çalışmalarına burada aralıksız devam eden yeni mec­lis, 1854'te Meclis-i Âlî-yi Tanzîmat ve Meclis-i Ahkâm-ı Adliyye olarak tekrar ikiye ayrılmış, 1861 'de yeniden birleşti­rilmiştir. 1868'de ise Âlî Paşa'nın gay­retleriyle Şûrâ-yi Devlet ve Dîvân-ı Ah­kâm-ı Adliyye adlarıyla yeniden ikiye ay­rılarak son şeklini almış, idarî işler Şû-râ-yı Devlet'e, yargı ise Dîvân-ı Ahkâm-ı Adliyye'ye verilmiştir. Şûrâ-yı Devlet he­yetinin topluca bir dairede bulunmasını ve düzenli çalışmasını sağlamak için Ba­bıâli'nin tek katlı daireleri üzerine bir kat daha ilâve edilerek 1869'da buraya taşınmıştır (Lutfî, XII, 62).

Babıâli Heyeti. XIX. yüzyılın ikinci yarı­sında salnamelerde Babıâli heyeti adı altında Sadâret Dairesi, Şûrâ-yı Devlet, Dahiliye Nezâreti, Hariciye Nezâreti yer almaktadır. Sadârette sadâret müsteşa­rı, teşrîfât-ı umûmiyye nâzın, âmedî-i Dî­vân-ı Hümâyun, teşrîfât-ı Dîvân-ı Hümâ­yun, beylikçi-yi Dîvân-ı Hümâyun, mek-tûbî-i sadr-i âlî, Babıâli evrak müdürü, hazîne-i evrak müdürü ve tercümân-ı sadâretten oluşan dokuz kişilik yönetici kadroya bağlı dairelerde bazı farklılık­larla birlikte muavin, mümeyyiz, başkâ­tip, kâtipler, serhalife, müsevvid gibi me­murlar ve birçok yardımcı yer almakta­dır. Şûrâ-yı Devlet, Dahiliye ve Hariciye nezâretlerinin de Tanzimat döneminde zaman zaman değişikliğe uğrayan bir­çok daire ve kalemleri vardı. Bu değişik­likleri devlet salnamelerinden takip et­mek mümkün olmaktadır.

1847 yılından itibaren yayımlanmaya başlanan devlet salnamelerinin ilk sayı­larında devlet teşkilâtı hakkında özel bil­giler verilmekte, devlet ricali seyfiye, il­miye, kalemiye başlıkları altında toplan­makta, Babıâli teşkilâtına ayrıca temas edilmemektedir. Salnamelerde Hey'et-i Vükelâ'yı oluşturan şeyhülislâm, seras­ker, Tophane müşiri, Bahriye, Adliye, Ma­liye, Evkâf-ı Hümâyun, Ticaret ve Nâfıa, Maârif-i Umûmiyye nazırları Babıâli he­yeti içinde gösterilmekte, ancak bu dev­let erkânına bağlı olan nezâretler Ba­bıâli heyetinin dışında verilmektedir. Bu­rada bir çelişki var gibi gözükmekte ise de aslında Sadâret, Dahiliye, Hariciye ne­zâretleri ve Şûrâ-yı Devlet Babıâli'nin merkez birimlerini teşkil etmekte ve Ba­bıâli binalarında çalışmaktadır. Diğer ne­zâretler ise Babıâli'nin geniş teşkilâtını meydana getirmekte ve İstanbul'da çe-

şitli binalarda faaliyet göstermektedir. Şeyhülislâm, serasker ve diğer vezirler sadrazamın başkanlığında Babıâli'de top­lanan heyette yer almakta, "mes'ûliyyet-i vükelâ" prensibiyle her biri ayrı ayrı so­rumluluk üstlenmektedir. Nitekim Babı­âli Şûrâ-yı Devlet kararlarının altında yukarıda sayılan devlet erkânının isim ve mühürlerinin yer alması, onların Ba­bıâli heyetinde yer aldığını açıkça gös­termektedir. Bu nazırlara bağlı nezâret­ler ise organik bağı dolayısıyla Babıâli'­nin geniş kadrosunu oluşturmaktadır.

Babıâli Kâtiplerinin Yetişmesi. Osmanlı Devleti'nde yönetici zümre XV ve XVI. yüzyıllardan itibaren seyfiye, ilmiye, ka­lemiye ve son olarak-da mülkiye adla­rıyla bilinmekteydi. Bunlardan ilmiye medreseden, seyfiye ise acemi oğlanlar ve Enderun Mektebi'nden yetişiyordu. Kalemiye zümresi için belirli bir okul yoktu. Bazan medresede veya sarayda yetişenlerden kalem hizmetine geçen­ler bulunuyordu. Ancak kalemiye züm­resinin esas yetişme tarzı "üstad - şâ-kird" münasebeti içerisinde oluyordu. Kur'ân-ı Kerîm'i okumayı. Arapça temel kaideleri ve bazı ezber parçalarını evler­de ve camilerdeki özel derslerden ken­di gayretleriyle öğrenen çocuklar yakla­şık on iki on dört yaşlarında Babıâli ka­lemlerine şâkird olarak devam ederler­di (Lutfî, IV, 115-116).

Babıâli'de şâkirdlerin yetişmesini sağ­layacak başlıca iki daire mevcuttu. Bi­rinci ve en önemlisi reîsülküttâbm ida­resindeki Dîvân-ı Hümâyun Kalemi, di­ğeri ise Kethüda Bey Dairesi idi. Şâkird-ler bu kalemlerde "hâce" denilen üstat­lardan sülüs, reyhânî, ta'lik, divanî ile bu sırada gelişmiş olan ve Babıâli büro­larında en çok kullanılan rik'a hatlarını,

fenn-i inşâ ve fenn-i kitabet denilen "üs­luplu" yazı yazma sanatını öğrenirlerdi. Talebenin kaleme intisaptan önce aldığı Arapça ve Farsça dersler, "Babıâli üslû-bu"nu öğrenmesi için yeterli olmadığın­dan çoğuniukla mesai saatleri dışında kalemlerde Arapça ve Farsça dersleri al­maları zaruri görüimüştür.

Ancak nezâretlerin kurulduğu ve Tan­zimat'ın hazırlıklarının yapıldığı dönem­de bu tür bir kalem eğitimi yeterli bu­lunmamış, Babıâli ve Bâb-ı Defterî kâ­tiplerinin yetişmesi için düzenli bir oku­la ihtiyaç duyulmuştur. Bu eksiklikleri gidermek üzere 1839'da Babıâli civarın­da Mekteb-i Maârif-i Adliyye açılmıştır. İlk planda Babıâli ve Bâb-ı Defterî ka­lemlerinin kâtipleri ve orada çalışanla­rın çocuklarının alındığı mektebin ders programında Türkçe, Arapça, Farsça ve Fransızca'ya yer verilmiş, ayrıca divanî, sülüs, rik'a, siyâkat gibi hat dersleri, edebiyat (meânî, beyân, bedî1), mantık ve özellikle yazı sanatının incelikleri üzerin­de durulması öngörülmüştür. Halk ara­sında daha çok Mekteb-i İrfâniyye veya Mekteb-i İrfan adıyla meşhur olan bu eğitim kurumundan daha sonra Önem­li devlet hizmetlerinde bulunan birçok kimse yetişmiştir. Mekteb-i Maârif-i Ad­liyye 1862'de Mekteb-i (Mahrec-i) Aklâm'a dönüşmüştür.

Abdülmecid'in annesi Bezmiâlem Va­lide Sultan tarafından 1849 yılında II. Mahmud Türbesi yakınında Dârülmaârif adıyla kalemlere uzman yetiştiren ikinci bir mektep açılmıştır. Mektebin tek he­defi memur yetiştirmek olmamakla bir­likte bu noktanın ağırlıkta olduğu belir­tilmiştir. Dârülmaârif 1872'de kaldırıla­rak idâdîye dönüştürülmüştür.

Rüşdiye tahsilinin üstünde iyi devlet memuru yetiştirmek maksadıyla 1862 yılında Maarif Nâzın Kemal Efendi'nin teşebbüsü ile Mekteb-i Aklâm adıyla üçüncü bir mektep açılmıştır. Mektebin adı bir süre sonra Mahrec-i Aklâm ol­muştur. Buraya iyi öğrenci alabilmek için giriş imtihanları oldukça sıkı tutularak Meclis-i Maârifte yapılmıştır. Mektebin ders programı üç sınıf halinde düzenlen­miş, bu sınıflarda Arapça, Farsça, Fran­sızca, Türkçe imlâ ve inşâ, hat, cebir, coğrafya, târîh-i umûmî, resim, rik'a gibi dersler okutulmuştur. Bu mektep 1876 yılına kadar devam etmiş, bu tarihte da­ha yüksek seviyeli devlet memuru ye­tiştirmek üzere Mekteb-İ Fünûn-ı Mül-kiyye açılmıştır.

382


Bu mekteplerin dışında Babıâli görev­lilerinin yetişmesinde Babıâli Tercüme Odası'nın da önemli rolü olmuştur. Os­manlı Devleti'nde dış münasebetlerde her türlü resmî tercüme faaliyetlerini Dîvân-ı Hümâyun tercümanları yapardı. Bu hizmeti XVI. yüzyılda dil bilen müh-tedî müslümanlar yürütmüşlerdir. Daha sonra bu önemli görev Fenerli Rum aile­lerin tekeline geçmiş, 1821 Yunan İsyanı sırasında Rum tercüman Stavraki Araş-tarçi'nin hıyaneti sebebiyle idamına ka­dar onların elinde kalmıştır. Bundan son­ra bu göreve dil bilen müslümanların ta­yin edilmesi yoluna gidilmiştir. Diploma­sinin giderek yoğunluk kazanması ve o nisbette tercüme işlerinin artması se­bebiyle II. Mahmud 1833'te Babıâli Ter­cüme Odası'nı kurmuştur. Ancak Dîvân-ı Hümâyun tercümanlığı görevi de ayrıca devam etmiş ve Tercüme Odası ile iş birliği halinde çalışmıştır. İli. Selim'den sonra kapatılan daimî elçilikler 1834'-ten sonra yeniden açılmış, dış temsilci­liklere Batı'yı tanıyan, dil bilen, büyük çoğunluğu Babıâli Tercüme Odası'nda yetişmiş gençler gönderilmiştir. Tercü­me Odası Osmanlı Devleti'nin sonuna ka­dar devam etmiş ve geniş bir kadrosu olmuştur. 1314 (1896) tarihli Devlet-i AHyye-i Osmâniyye Salnamesi'ne gö­re Dîvân-ı Hümâyun tercümanlığında ve­zir rütbesinde sadece bir kişinin bulun­masına karşılık Tercüme Odası'nda Dî-vân-ı Hümâyun mütercim-i evveli ve muavini, mühimme müdür ve muavini, serhalife, üç mümeyyiz, evrak müdürü, muavini ve mümeyyizinden oluşan, sa­dece biri gayri müslim on bir kişi çalış­maktaydı [s. 202-205].

Mektep gibi faaliyet gösteren bu mü­esseseden, Tanzimat sonrasının başta Reşid, Âlî, Fuad ve Ahmed Vefik paşalar olmak üzere birçok devlet adamı ile dış temsilciliklerde bulunan pek çok diplo­matı yetişmiştir.

Babıâli'nin Çalışma Düzeni. Babıâli'yi

en çok meşgul eden konular dış ve iç si­yasetin meseleleriydi. XVIII. yüzyılın son­larından itibaren diplomasinin önemi art­mış, Osmanlı Devleti Batı'nın daima mü­dahalesine, sık sık ültimatomlarına ma­ruz kalmıştı. İngiltere, Fransa ve gide­rek güçlenen Rusya'nın Osmanlı Devle­ti'nin iç işlerine karışması Babıâli'yi fev­kalâde rahatsız etmiş ve çeşitli diploma­tik yollarla karşılık vermeye zorlamıştır. Nâmık Kemal Babıâli'nin başarısızlığı­na sebep olarak yabancı müdahaleleri­ni göstermekte ise de bu tür diploma-

tik müdahale ve rahatsızlıkların devlet erkânının tecrübesini arttırdığı, onları dış siyasette olgunlaştırdığı da bir ger­çektir.

1793'te kurulan daimî ikamet elçilik­leri, yabancı devletleri ve mütekabiliyet esasına dayanan diplomasiyi tanımada önemli bir merhale oldu. Ancak gönde­rilen elçilerin yeterli tecrübeye sahip ol­mamaları, diplomasîdeki acemilikleri ve dil noksanlıkları gibi sebeplerle bu elçi­lerden gereği gibi fayda sağlanamadı. Bazan elçilerin vukufsuzluğu sebebiyle Babıâli'ye ve saraya tamamen yanlış bil­gi verdikleri ve skandala yol açtıkları bi­le olurdu. Dış meseleler ve bilhassa Os­manlı ülkesinde stratejik, dinî ve etnik açılardan önemi olan ve sık sık müda­halelere yol açan konular hakkında doğ­ru bilgi sahibi olmak maksadıyla Babıâ­li bölgenin uzmanı kişileri bizzat o böl­geye göndererek lâyihalar hazırlatır ve hükümet politikalarının belirlenmesinde bunların önemli rolü olurdu. 1876 son­rasında ise bu nevi lâyihaları Abdülha-mid bizzat kendisi hazırlatmıştır. Bu tür­den yüzlerce lâyiha halen Yıldız Arşivi'n-de bulunmaktadır (BA, Yıldız Tasnifi Ka­talogu). Diğer taraftan İstanbul'da ya­bancı elçilerin Babıâli'yi sık sık ziyaret ederek kendi ülkelerinin menfaati için diğer devletlerin tasavvur ve faaliyetleri hakkında ihbar ve ikazlarda bulunduk­ları da olurdu. Yabancı devlet elçilerinin verdikleri bu tür bilgilerin Babıâli'nin dış siyasetinde ve denge politikasında önem­li rolü olmuştur. Elçilerin Babıâli ile te­masları çeşitli şekillerde olurdu. Eğer elçi tarafından bir görüşme talebi olur­sa tercümanı Babıâli'ye gelerek elçinin reîsülküttâb veya daha sonraki dönem­de Hariciye nâzın ile görüşmek istediği­ni bildirirdi. Elçilerin siyasî, ticarî ve dinî taleplerini takrir halinde bildirmesi de mümkündü. Babıâli'nin çok sık olma­makla birlikte bir elçiyi davet ederek herhangi bir konuda kendisinden bilgi aldığı, devletinin görüşünü sorduğu ve­ya memleketine iletmek üzere kendisi­ne bilgiler verildiği olurdu. Elçilerin res­mî ziyaretlerinde Babıâli'de merasim yapılır, kendilerine hil'atler giydirilirdi. Bu görüşmelerde denge siyasetine ve yerleşmiş protokola âzami itina göste­rilirdi.

XIX. yüzyıl boyunca Babıâli'yi en çok meşgul eden ikinci konu ise iç siyaset ve ülke yönetimi idi. Bu yüzyılda mer­kez teşkilâtında olduğu gibi eyalet teş­kilâtında da pek çok değişiklik yapılmış,

bunları takip etmek âdeta imkânsız ol­muştu. Bu düzenlemelerin yanında eya­letlerin etnik ve dinî yapısından ve eko­nomik durumundan kaynaklanan birçok problemi vardı. Babıâli uzmanların yu­karıda belirtilen lâyihalarına dayanarak çegitli ıslahatlar yapmaya gayret eder­di. Bazan ihtilaflı yerlere uzun veya kısa vadeli müfettişler gönderilerek huzur­suzluklar hakkında bilgi alınırdı. Meselâ 1861'de çeşitli problemlerin mevcut ol­duğu Beyrut'a giden Fuad Paşa'nın me­selenin halli için gönderdiği raporlar ve mektuplar önemlidir (Lutfî, X, 17),

Diğer taraftan gayri müslim cemaat­lerin meseleleri (millet sistemi) Babıâli'yi en çok meşgul eden hususlardan biri idi. Rum, Ermeni ve yahudi cemaatleri­nin kendilerince oluşturulacak kurullar vasıtasıyla Babıâli'nin nezâretinde du­rumlarını yeniden gözden geçirmeleri, sahip oldukları muafiyet ve imtiyazlar ve yapacakları reformlar hakkında Babı­âli'ye bilgi vermeleri 1856 İslahat Fer-manı'nda ifade edilmiştir.

Eyaletlerin işlerini Babıâli bünyesinde eyalet kethüdası denilen görevliler ta­kip ederdi. Bunlar beylerbeyilerin Babı­âli'deki adamları ve iş takipçileri duru­munda idiler. Lutfî Efendi'nin verdiği

bilgiye göre taşradaki vezir ve valiler, İs­tanbul'daki kapu kethüdası ve kapu çu­hadarları vasıtasıyla merkezle haberle-şirlerdi. Ancak bu şahıslar devletin tayin ettiği kimseler olmayıp valilerin adam­ları idiler. Vali azledilince kapu kethü­dası da kendiliğinden azledilmiş olurdu. Bu durum ise hizmetlerde devamlılığa engel oluyor ve işlemlerin aksamasına yol açıyordu. İdarede yapılan ıslahat sı­rasında kethüdâlığın da bir esasa bağ­lanması hususu Babıâli'de görüşülmüş ve valilerin değişikliğinde bunların de­ğişmemesi, devamlı olarak temsil ettiği eyaletin işlerini takip etmesi benimsen­miştir. Kethüdalar için Babıâli bünyesin­de bir daire tahsis edilerek posta gün­lerinde gelip giden evrakın kayıt işiyle ve eyaletin meseleleriyle ilgilenmeleri kabul edilmiştir.

Babıâli'de geçici komisyonlar teşkili de sık sık görülen bir uygulama idi. İdarî, siyasî ve malî konuların görüşülmesi ve çözümü için uzmanlardan oluşan geçici komisyonların kurulduğu, bu çalışmala­rın Babıâli icraat ve kararlarında yol gös­terici olduğu bilinmektedir. Uzmanlar­dan oluşan ve belli bir konuyu görüşen bu nevi komisyonlar meşveret meclisle­rinden tamamen ayrıdır.

Babıâli'de halkın davalarının dinlen­mesi de önemli bir husustu. Nezâret ön­cesi dönemde huzur murafaası denilen sadrazamın huzurunda bakılan davalar vardı. Babıâli'de sadrazam divanında cu­ma günü Rumeli ve Anadolu kazasker­leri, çarşamba günleri ise İstanbul ka­dısı halkın davalarını dinlerdi. G. A. Oli-vier, haikın davalarını sadrazamın bu iki mahkemesine götürmeye gayret ettik­lerini, bunun sebebinin ise bu mahke­melerde yalancı şahitliğin pek mümkün olamayacağı gibi davaların da çok kısa zamanda sonuçlanıp cezanın hemen ve­rilmesi olduğunu belirtir [Türkiye Seya­hatnamesi, s. 136). Ancak 1838'de sadâ­retin başvekâlete dönüşmesiyle Dahiliye Nezâreti'nin işleri de başvekâlete dev­redilmiş, muamelâtın artması üzerine huzur murafaalarının Babıâli'den Bâb-ı Meşîhat'a nakledilmesi kararlaştırılmış­tır.

Saray-Bâbıâli Münasebetleri. Osmanlı Devleti'nde başlangıçtan itibaren her dö­nemde saray ile sadâret arasında sıkı bir ilişki olmuştur. Ancak devlet teşkilâtın­da köklü ve Batı modeli değişikliklerin yapıldığı ve yeni bir hukukî statünün be­lirlendiği XIX. yüzyılda saray ile Babıâli arasında daha farklı münasebetlerin ol­duğu görülmektedir. Saraydan Babıâli'­ye sık sık hatt-ı hümâyunlar gelir, bun­lar içerisinde günlük hayatı ilgilendiren­ler çok olurdu. Halkın şikâyet ve teşek­kürünü ifade eden arzuhallerin gereği­nin yapılması için Babıâli'ye gönderilmesi, sadrazam, Hariciye nâzın, kaptan paşa, üst seviyedeki idarecilerin tayini, meş­veret talebi gibi mûtat idarî konularla ilgili hatt-ı hümâyunlar olabileceği gibi cülûs-i hümâyunu, şehzade ve sultan doğumunu, Tanzimat dönemi padişahla­rının ilk defa başlattıkları yurt içi ve özel­likle yurt dışı seyahatlerinden dönüşünü bildirmek için gönderilmiş hatt-ı hümâ­yunlar da olabilirdi. Bunların dışında Is­lahat Fermanı'nın bildirilmesi ve okun­ması gibi Önemli hususlar için de Babı­âli'ye hatt-ı hümâyun gönderilirdi. Bü­tün bu hatt-ı hümâyunlar Mâbeyn baş­kâtibi eliyle Babıâli'ye ulaştırılırdı. Özel­likle toplumu ilgilendiren hatt-ı hümâ­yunlar için Babıâli ricali, vekiller, İstan­bul'daki gayri müsîim cemaatlerin reis­leri davet edilir, bunlar büyük bir kala­balık huzurunda Babıâli'de okunur, böy­lece herkese tebliğ edilmiş olurdu (Lutfî, X, 89; Danişmend, IV, 174), İdarecilere ih­tar niteliğinde gönderilen hatt-ı hümâ­yunlar ise sadece ilgililere okunur, ba-

383

zan Babıâli'den cevabi bir arz gönderil­diği de olurdu.



Babıâli'de Bazı Merasimler. Babıâli'de normal çalışma düzeni içinde ve dışında birçok merasimin yer aldığı görülmek­tedir. Bunların başında her sene mu­harrem ayının girişinden sonra padişa­hın Babıâli'yi ziyareti gelirdi. Özellikle Abdülmecid devrinde düzenli olarak ta­kip edilebilen bu ziyaretlerde padişah Babıâli'deki özel dairesine gelir, Mec-lis-i Vâlâ'nın açılışında bulunarak bir ön­ceki yılın icraatını hulâsa eden ve değer­lendiren "nutk-ı pâdişâhı" okunurdu. Bu­rada mûtat konuşmaların dışında Os­manlı Devleti'nde görülen yeniliklerin ve ıslahatın değerlendirilmesinin yapıldığı da olurdu. Nitekim 1868 yılında Abdüla-ziz Babıâli'yi ziyaretinde irad ettiği ada­letin temini ağırlıklı nutkunda devlet ve hükümetin vazifelerinden, özellikle hu­kuk ve adaletin sağlanmasından, hürri­yetin mahiyetinden bahsettikten sonra Osmanlı Devleti'nde halkın refahı için yaptığı çalışmalara etraflı bir şekilde te­mas etmiş ve Dîvân-ı Ahkâm-ı Adliyye adıyla yeni bir meclisin açılışından bah­setmiştir. Padişahın bu konuşmasına Av­rupa basını da geniş şekilde yer vermiş­tir (Lutfî, XII, 11-13). Bu ziyaretlerde dev­let ricali taltif edilir ve çeşitli merasim­ler yapılırdı. Ancak Babıâli ziyaretleri her zaman nezâket ziyareti olmaz, iç veya dış buhranların olduğu nazik dönemler­de padişahın Babıâli'yi ziyaret edip sert tavırlar takındığı, cezalar verdiği de olur­du (Cevdet, Mâruzât, s. 12-13).

Babıâli'de ramazan ve kurban bayram­larında belli bir merasim çerçevesinde bayramlaşma yapılırdı. Burada sadra­zam memurların ve diğer Babıâli görev­lilerinin bayramlarını tebrik ederdi. Cü-lûs-ı hümâyunda yeni padişahın ferma­nı Babıâli'ye ulaştığında devlet ricalinin huzurunda merasimle okunurdu (Lutfî, X, 10). Yeni sadrazamın Babıâli'ye gelişi de merasimle olurdu. Sadâret alayı de­nilen bu merasimde sadrazamların Ba­bıâli'ye atla gelmesi âdetti. Bu âdete Tevfik Paşa'nın ilk sadâretine kadar de­vam edilmiş, daha sonra araba kullanıl­mış, son olarak da sadrazamlar otomo­bille gelir olmuşlardı (Danişmend, IV, 4541.

Babıâli önünde halkın gösteriler dü­zenlediği, hükümetin icraatını protesto yürüyüşü ve çeşitli konuşmalar yaptığı da olurdu. Bu nevi gösteriler özellikle XX. yüzyıl başlarında İttihat ve Terakki döneminde daha çok yapılır olmuştu (Da­nişmend, IV, 336, 348, 376, 397-400).

384


Yabancı devlet elçileri yeni göreve baş­ladıklarında veya terfi gibi statü deği­şikliklerinde itimatnamelerini sundukla­rında, kendi devletleriyle ilgili bazı önem­li haberleri bildirmek için Babıâli'ye gel­diklerinde tören yapılır, elçiye çeşitli he­diyeler verilirdi. Bu münasebetle vüke-iânın bazan iâde-i ziyarette bulunduğu da olurdu.

Yazışmalar. XIX. yüzyıl klasik Osmanlı asırlarından pek çok hususta olduğu gi­bi yazışma dili ve tekniği açısından da farklı bir dönemdir. Batı ile çok sıkı dip­lomatik münasebetler, Avrupa bürokrasi­sinin benimsenmesi, "hâcegân" denilen üst seviyedeki kâtip zümresinin artık da­ire ve kalemlerde yetişmek yerine mek­teplerde yetişmeye başlamasıyla yeni bir yazışma anlayışının gelişmesi önem­li değişikliklere sebep olmuştur. Yazış­malarda birçok övgü kelimesi atılarak daha net ve anlaşılır bir dil kullanılma­ya çalışılmıştır. Eski yazışmalarda kar­şılaşılan uzun "elkâb formülleri" hem kı­saltılmış, hem de daha sade hale getiril­miş, dua formülleri kaldırılmış ve tazim ifadeleri çok sınırlandırılmıştır. Bu dö­nemde açılan okulların hat derslerinde divanî, sülüs, ta'lik gibi yazı çeşitlerine yer verilmekle birlikte devrin karakte­ristik yazısı rik'adır. Daireler arası yazış­malarda, merkez-taşra muhaberatında rik'a esastı. Ancak bazı resmî yazışma­larda ve bazı dairelerde geleneksel yazı karakteri muhafaza edilmiştir. Bunun en tipik örneği, ferman ve beratlarda kullanılan divanî ile ilmiye ve Bâb-ı Me-şîhafta kullanılan ta'liktir. Sadrazamla­rın arz tezkirelerinde ve iradelerde ise rik'a yazı kullanılmıştır.

Klasik dönem Osmanlı bürokrasi ve yazışma usulü ile XIX. yüzyıl uygulaması arasındaki önemli bir fark da evrakın tekemmülü safhalarıdır. Klasik dönem­de muamelât ve aklâm, genellikle büro-

ların özelliklerine göre ayrı ayrı kaligra­filer halinde bir tek sayfa üzerinde yer alıp karara bağlanırken Tanzimat yani Babıâli'nin nezâretler döneminde şahıs­ların arzuhalleri, eyalet idarecilerinin mü­talaası, ilgili nezâretlerin, bu devir mec­lislerinin, Bâb-ı Meşîhat, Bâb-ı Seraske­rî ve diğer askerî birimlerin aynı konu­daki mütalaaları, üzerinde kendi başlık­larını taşıyan ayrı ayrı sayfalar halinde Babıâli sadâret dairesine ulaşmakta, sa­dâret arz tezkiresiyle Mâbeyn'den irâ-de-i seniyyesi çıkmakta idi. Böylece bir tek konuya ait çeşitli makamların müta­laasını ihtiva eden sekiz on lefli (ekli) ev­rak meydana gelmekteydi. Bunların üze­rine ise Babıâli Hazîne-i Evraki'nın "İrâ­de-i seniyyeye mahsus melfûfât cedve-lidir" başlıklı üst sayfası eklenerek lef-lerin hangi daireye ait oldukları liste ha­linde yazılmaktaydı. Başbakanlık Osman­lı Arşivi'nde İrade tasnifinde, Dahiliye, Hariciye, Meclis-i Vâlâ, Meciis-i Mahsûs kısımlarında bunun binlerce örneğine rastlanmaktadır. Meselâ Bulgaristan'da­ki çete faaliyetleriyle ilgili 1323/1321 r. (1905) tarihli bir irâde-i seniyyenin lef-leri olarak aşağıdan yukarıya doğru şu makamların yazılan yer almaktadır: 1. Selanik vilâyetinin şifreli telgrafnâmesi sureti; 2. Dokuzuncu Nizamiye Fırkası Kumandanlığı'nın şifreli telgrafnâmesi; 3. Umum Erkân-ı Harb Dairesi'nin ta­limatı ; 4. Dahiliye Nezâreti'nin tezki­resi; 5. Belgrad Sefâret-i Seniyyesi'nin tahrirat sureti; 6. Hariciye Nezâreti'nin tezkiresi; 7. Tezkire-i seraskerî; 8. Dî­vân-ı Hümâyun müzekkeresi; 9. Meclis-i Mahsûs vükelâ mazbatası; 10. İrâde-i seniyye.

Çeşitli makamlardan gelen yazılar lâ­yiha, takrir, tezkire, talimat, müzekke­re, mazbata, şifre, telgraf, şukka, tahri­rat gibi farklı fonksiyonlara sahip isim­ler taşımaktadır. Babıâli bu dönemde

oldukça girift ve karmaşık bürokratik bir yapıya sahip bulunmaktadır. İç ve dış problemlerin giderek arttığı bir dö­nemde işlem hızının çok süratli olama­yacağı açıkça belli olmaktadır. Âciliyeti olan meseleler belki on beş yirmi gün içerisinde çözümleniyorsa da pek çok konunun bazan bürokratik engeller, ba­zan diplomasi ve denge siyasetleri se­bebiyle çok defa sürüncemede kaldığı, altı ay, hatta bir yıl kadar uzadığı görül­mektedir. Bu durum o devrin aydınları ile bu girift yapıyı meydana getiren ki­şilerin bile tenkitlerine uğramış, klasik dönemin tek sayfalı "muhtasar- müfîd" muamelât tarzına özlem duyulur olmuş­tur. Bu uzama ve gecikmede idarecile­rin eskiye nisbetle kısıtlanan yetkileri­nin de menfi tesiri söz konusudur.

Babıâli'nin Tanzimat döneminde içine düştüğü bürokrasiyi, mülkî âmir ve me­murların yetkilerinin daraltılmasını Zi­ya Paşa Londra'da Hürriyet gazetesinde çıkan yazılarında istihzaya varan bir dille örnekler vererek tenkit etmiştir (meselâ bk. Hürriyet, nr. 37, Zilkade 1285/1869; nr. 38, Zilhicce 1285/1869].

Bu konuda bir diğer tenkit ise maktu maaşların bürokrasiyi arttırdığıdır. Da­ha önce baktığı davalar ve hallettiği kG-nular nisbetinde belli bir rüsum ve üc­ret alan memurların bu dönemde düzen­li ve sabit maaşa bağlanmaları ile işleri eskisi gibi süratli görüp gözetmedikle­rini, halkı azarladıklarını, bu durumun ise evrakın yığılmasına, işlerin birikmesi­ne sebep olduğunu Lutfî Efendi, 1254'-te (1839) devlet memurlarının maaşa bağlandıklarını belirttikten sonra "Tec­rübe" başlığı altında yakınarak vermek­tedir (7ârifr, V, 132-133),

Babıâli'de Çalışma Saatleri ve Tatil. Hâ-

cegân-ı Babıâli denilen personelin nor­mal olarak güneş doğduktan bir saat kadar sonra mesaiye başladığı ve güneş batınımdan bir saat önce de çalışma­ya son verdikleri bilinmektedir. Böylece özellikle yaz aylarında hayli uzun bir me­sai süresi olduğu görülmektedir.

Babıâli'de tatil konusunda Lutfî Efen­di çeşitli vesilelerle kısa bilgiler vermek­tedir. 1832 yılında II. Mahmud'un ziya­retinden bahsederken o sırada Babıâli ile bazı resmî dairelerde tatilin perşem­be ve pazar günleri olduğunu belirtmek­tedir [Târih, III, İ72-173). 1836 olayları­nı verirken ise Babıâli'de hafta içinde tatil için belirli bir gün bulunmayıp dai­relerin her gün açık olduğunu, ancak hazine memurlarının haftada bir gün

tatil yapmalarına kıyasen Babıâli'de de perşembe günleri tatil kararı alındığını, sadrazam huzurunda perşembe günleri şer'î davalar için akdedilen divanın da (DTvân-i Deâvî-i Şer'iyye) salı gününe kay­dırıldığını belirtmektedir (V, 55). Suriye'­deki karışıklığı incelemek üzere bölgeye giden Fuad Paşa'nın 1862'de İstanbul'a dönüşü tatil günü olan cumaya tesadüf edince Babıâli açılarak Fuad Paşa'ya ye­ni görevi böylece tebliğ edilmişti. Ancak bazı nazik dönemlerde tatillerin kaldı­rıldığı bilinmektedir. Nitekim Mehmed Ali Paşa meselesi sırasında tatillerin kal­dırıldığı, olayların yatışmasından sonra tekrar tatilin konulduğu anlaşılmakta­dır {Lutfî, V, 100). Böylece haftalık tatil günlerinde zaman zaman değişiklikler olduğu, genellikle perşembe ve pazar günleri olan tatilin bazan bir güne dü­şürüldüğü görülmeKtedir.

Babıâli Evrak Odası ve Evrakın Kaydı.

XIX. yüzyıl içerisinde teşkilâtta ve evra­kın tekemmülünde köklü değişiklikler olduğu gibi belgelerin kaydı ve muhafa­zasında da bazı yenilikler olmuştur. 1846 yılında Hazîne-i Evrâk'ın, 1848'de Babı­âli Evrak Odası'nın kurulması bu alan­daki en önemli gelişmedir. Bu dönem­de evrakın akışını hızlandırmak, arandı­ğı zaman evrakı kolayca bulabilmek için bazı nizamnamelerin ve iç hizmet yönet­meliklerinin çıkartıldığı, memurların bun­lara uyarak daha disiplinli iş yapmaları sağlandığı bilinmektedir.

Babıâli Evrak Odası, sadâretin nezâ­retler ve diğer dairelerle yaptığı her tür­lü yazışmaların idare edildiği bir mer­kez olarak kurulmuş ve çalışma düze­ni Düstur'da (IV, 58-60) yayımlanan 28 Şevval 1277 (9 Mayıs 1861) tarihli nizam­name ile açıklanmıştır. Daha sonra za­man zaman çıkarılan ilâve nizâmnâme­lerle iş hacmi hayli genişlemiştir. Böy­lece sadâret ve bütün nezâretlere ait yazışmaların yanında çeşitli meclislere (Mecjis-i A'yân, Meclis-i Meb'ûsan, Şûra­yı Devlet vb. I, Bulgaristan, Mısır, Kıbrıs, Cebelilübnan, Bosna - Hersek, Trablus-garp gibi özel durumu olan yerlere ait tahrirat; Sicili-î Ahvâl Komisyonu, Hicaz demiryolu, defter-i hâkânî, Dîvân-ı Mu-hâsebât, me'mürîn-i mülkiyye, ıslâhat-1 mâliyye, muhâcirîn komisyonu vb. çok değişik türden devamlı ve geçici pek çok idare ve meseleye dair tahriratı da içine alarak hayli genişlemiştir. Sadârete ge­len tahriratın ve giden cevap müsvedde­lerinin düzenli dosyalar halinde muhafa­zasına 1891'den itibaren başlanmıştır.

1916 yılına kadar ayrı ayrı meselelere ait dosyaiar halinde düzenlenen Babıâli Evrak Odası'nda bu tarihten sonra ev­rakın gruplandırılması usulü benimsen­miş ve belgeler idare, siyasî, hukuk, mü­tenevvi şeklinde dört kısma ayrılmıştır (bk. Çetin, s. 120-127),

Babıâli Evrak Odası belgeleri genellik­le iyi muhafaza edilmiş, burada yerli ve ithal her kalitede kâğıt kullanılmıştır. Şifre ve telgraflarda genellikle kurşun­kalem, diğer yazışmalarda ise is mürek­kebi kullanılmıştır. Yazışmalarda rik'a ve Bâb-ı Meşîhat'ın yazılarında daha önce belirtildiği gibi ta'lik kullanılmıştır.

Tanzimat'tan Cumhuriyete kadar ge­çen bir dönemi kapsayan Babıâli Ev­rak Odası'nda düzenli dosyalar halinde 350.000 civarında belge ile önceki dö­neme ait ayniyat defterleri bulunmak­tadır.

XIX. yüzyıl boyunca Babıâli gerek teş­kilât gerekse yetki ve fonksiyon bakı­mından devamlı ve çok hızlı değişiklik­lere uğramıştır. Bu değişmede padişah­ların şahsiyeti, idare anlayışlarının önem­li etkisi olduğu gibi sadrazamların da büyük rolü olmuştur. 1!. Mahmud döne­minde devamlı değişiklik ve kimlik ara­yışı içinde olan Babıâli, 1839-1871 ara­sında Abdülmecid ve Abdülaziz'in salta­natları ile Mustafa Reşid, Âlî ve Fuad pa-

saların sadâretleri zamanında altın ça­ğını yaşamıştır. Bu iki padişahın durum­ları, üç sadrazamın anlayış ve dirayeti bu ortamı hazırlamıştır. Bu dönemde sa­ray ikinci planda kalmış, Babıâli siyase­tin hem yapıcısı hem de uygulayıcısı ol­muştur. 1871'de Âlî Paşa'nın ölümü ile bu devir kapanmıştır.

II. Abdülhamid döneminde Babıâli'nin teşkilâtında bir değişiklik yapılmamış, ancak siyasetin yapıldığı, hatta büyük ölçüde icra edildiği yer Yıldız Sarayı ol­muş, bu devir sadrazamları Abdülhamid tarafından itina ile seçilmiştir. Bu dö­nemde sadrazamların durumlarını, tu­tumlarını, Yıldız-Babıâli münasebetleri­ne dair çok tipik örnek ve ipuçlarını İb-nülemin Mahmud Kemal'in Son Sadra­zamlar adlı eserinde bulmak mümkün­dür.

İttihat ve Terakki döneminde Sultan Reşad'ın durumu ve partinin her şeye hâkim olması sebebiyle Babıâli İttihat ve Terakki Partisi'nin bir icra organı ha­line gelmiştir.

BİBLİYOGRAFYA:

BA, KK. nr. 677 mükerrer, s. 25; BA, KK, Ket­hüda Kalemi Defterleri; BA. HH, nr. 24.621, 38.076 A; BA. İrade-Dâhiliye, nr. 31.378; BA. Cevdet-Nâfıa, nr. 2403; BA, Cevdet-Darblıâne, nr. 287; TSMA, nr. E 3208/1-2; Nâîmâ, Târih, IV, 48; Subhî, Târih, vr. 10a, 21a, 28", 143ab, 185a, 20lab; Düstur, Birinci tertib, İstanbul 1295, IV, 58-60; Edib, Târih, İÜ Ktp., TY, nr. 3220, vr. 52a; Çeşmizâde. Târih (nşr. Bekir Kütükoğ-İU), İstanbul 1959, s. 12, 72; Câbt, Târih, Süley-maniye Ktp., Esad Efendi, nr. 2152, tür.yer; d'Ohsson, Tableau gin&ral, VII, 153, 158; Vâ­sıf, Târih, s. 66; Şânîzâde. Târih, I, 146, 339; IV, 20, 33-34; Takuîm-i Vekâyi', nr. 163 (II Muharrem 1254); Ata Bey. Târih, I, 161; III. 97; Hammer, Staatsuerfassung und Staatsuer-Lualtung, l-ll (bu eserin sadece Babıâli kısmi: "XVIII. Asırda Osmanlı İmparatorluğunda Devlet Teşkilâtı ve Babıâli" (trc. Halit İlte-ber), İÜ Hukuk Fakültesi Mecmuası, V1I/I-2, İstanbul 1941, s. 564-586); J. H. A. Ubicini. 1855'de Türkiye (trc. Ayda Düz), İstanbul 1977, [, 123-145; Türkiye Maarif Tarihi, I, 63-73; II, 638-648; Hariciye Nezâreti Salnamesi (1302). s. 162-163; Cevdet, Tezâkir, II, 153; a.mlf., Mâruzât, s. 12-14; Deület-i Aliyye-i Osmâniy-ye Salnamesi (1314), s. 158-221; Lutfî, Târih,

III, 172-173; IV, 100, 113-116; V, 29-30, 55, 99, 100, 105, 114-] 16, 132-134, 136; VIII, 86; IX-Xlll, ayrıca bk. İndeks; Sicill-i Osmânı, IV, 800-807; İbnülemin, Son Sadnazamtar, II, 1046; III, 1547; Uzunçarşill. Kapukulu Ocakları, 1, 604-605; a.mlf., Merkez-Bahriye, s. 248-267; a.mlf., ilmiye Teşkilâtı, s. 211; İhsan Sungu, "Tanzi­mat ve Yeni Osmanlılar", Tanzimat I, İstanbul 1940, s. 816-820; a.mlf.. "Mekteb-i Maarif-i Adliyenin Tesisi", TV, I (1941), s. 212-225; Karal, Osmanlı Tarihi, VIII, 272; a.mlf.. Selim IH'ün Hat-tı Hümâyunları-Nizâm-ı Cedîd (1789-1807), Ankara 1988, s. 148-150; Danİşmend, Kronoloji, IV, bk. İndeks; R. Davison, Reform in the Ottoman Empire (1856-1876), Princeton 1963, s. 16, 35-36, 85; Ercümend Kuran. Av­rupa'da Osmanlı ikamet Elçiliklerinin Kurulu­şu ve İlk Elçilerin Siyasî Faaliyetleri (1793-1821), Ankara 1968, tür.yer.; Faik Reşit Unat, Osmanlı Sefirleri ue Sefaretnâmeleri, Ankara 1968, bk. indeks; B. Lewis. Modern Türkiye'nin. Doğuşu (trc. Metin Kıratlı), Ankara 1970, s. 87-90; Ahmet Mumcu, Diuân-ı Hümâyun, Ankara 1976, s. 157-162; G. A. Olivier, Türkiye Seya­hatnamesi (trc, Oğuz Gökmen), Ankara 1977, s. 136, 150-158; Atilla Çetin, Başbakanlık Ar-şiui Kılavuzu, İstanbul 1979, s. 120-127; C. V. Findley, Bureaucratic Reform in the Ottoman Empire, the Suplime Porte (1789-1922), Prin­ceton 1980; S. J. Shaw - E. K. Shaw. Osmanlı İmparatorluğu ue Modem Türkiye (trc. Meh­met Harmancı), İstanbul 1982, II, bk. İndeks; ilber Ortaylı. İmparatorluğun En uzan Yüzyılı, İstanbul 1987. s. 71 -96; a.mlf., "Osmanlı Kan­çılaryasında Reform: Tanzimat Devri Osman­lı Diplomatikasının Bazı Yönleri", Tarih Bo­yunca Paleografya oe Diplomatik Semineri (Bildiriler), İstanbul 1988, s. 153-168; Selim Deringil, "II. Malımud'un Dış Siyaseti ve Os­manlı Diplomasisi", Sultan II. Mahmud ve Re­formları Semineri (Bildiriler), İstanbul 1990, s. 59-66; Mehmet Seyitdanlıoğlu. "Tanzimat'ın Ön Hazırlıkları ve Meclis-i Vâlâ-yı Ahkârn-ı Adlİye'nin Kuruluşu (1838-1840)", a.e., s. 127-147; Thomas Naff, "Reform and the Conduct of the Ottoman Diplomacy in the Reiçjn of Selim III, 1789-1807", JAOS, LXXXIII (1963), s. 295-315; Halil İnalcık. "Tanzimatm Uygu­lanması ve Sosyal Tepkileri", TTK Belleten, XXVIII/112 (1964), s. 636-638; Eşref Eşrefoğlu, "Babıâli Evrak Odası Sadaret Evrakı ve Pro-venance Sisteminin Uygulanması", TED, sy. 7-8 (1977), s. 225-232; Tayyib Oökbilgin, "Ba­bıâli", İA, II, 174-177; Cengiz Orhonlu, "Tercü­man", İA, Xll/1, s. 176-178; J. Deny, "Bâb-ı cÂli", El2 (İng.), I, 836; Cevdet Küçük. "Osman­lılarda Millet Sistemi ve Tanzimat", TCTA, IV, 1007-1024. f—1

ttl Mehmet İ pşirli

D MİMARİ. İstanbul Cağaloğlu'nda son parçası günümüzde İstanbul Valili­ği olarak kullanılan binalar topluluğunun kapladığı sahada yer alan, sadrazamla­rın devlet işlerini yönettikleri resmî ika­metgâhlarına verilen addır. Sadrazam­ların bir devirden itibaren kendi özel ko­naklarından başka mîrî (devlete ait) bir sarayda oturup burayı resmî bir makam olarak kullandıkları bilinmekle beraber Babıâli denilen bu sarayın ilk defa ne zaman kullanılmaya başlandığı bilinme­mektedir. Osman Nuri Ergin'in, Sadra­zam Nevşehirli İbrahim Paşa zamanın­da Babıâli'nin sadrazamlara tahsis edil­diği yolundaki kaydı ise güvenilir değil­dir. Çünkü Reşat Ekrem Koçu'nun tes-bitine göre Sultan İbrahim'in sadrazamı olan Kemankeş Kara Mustafa Paşa, Sûr-ı Sultanî'nin bir köşesinde bulunan Alay Köşkü'nün karşısındaki bir sarayda ya­şamakta iken idam edileceğine dair em­ri burada alınca kaçmaya teşebbüs et­miş, kıyafetini değiştirip sarayın Harem damından Naili Mescid tarafına inmiş, fakat yakalanarak yine o civarda bulu­nan Hocapaşa çarşısında idam edilmiş­tir (1644]. Halbuki Kemankeş Mustafa Paşa'nın kendi özel sarayının Eski Oda­lar Yeniçeri Kışlası yakınlarında (Şehzade-başı) olduğu bilinmektedir. Şu halde da­ha Sultan İbrahim devrinde (1640-1648), sonraları Babıâli denilen bu yerde sad­razama mahsus bir saray bulunuyordu. Silâhtar Fındıklılı Mehmed Ağa'nın yaz­dığına göre 1687'de Sadrazam Siyavuş Paşa Silivri'den Davutpaşa sahrasına in­diğinde burada otağı basılarak âsi as­kerler tarafından şehre sokulmuş, fa­kat saraya yakın bulundurmamak için Alay Köşkü önündeki mîrî saraya değil Eski Odalar civarındaki Kara Mustafa Paşa Sarayı'na getirilmiştir. Bundan da Babıâli'nin XVII. yüzyıl içinde sadâret makamı olarak teşekkül ettiği anlaşılır. Bu ilk Babıâli'nin hangi ölçü ve özellikte olduğu bilinmemektedir. Herhalde Os­manlı devrinin benzeri yapıları gibi ge­niş bir arazi üzerinde uzanan büyük ah­şap bir konak ile başta harem olmak üzere birçok hizmet binasından meyda­na gelmiş bir yapılar topluluğu idi. Sûr-ı Sultânî'nin Soğukçeşme kapısı yanında Alay Köşkü'ndeki köşesi karşısında esas girişi olan bu kompleksin alt tarafında 1565'te yapılmış Ebüssuûd Efendi Med­resesi bulunmaktadır. Babıâli caddesi tarafında ise esası Fâtih devrine kadar inen İmam Ali Mescidi (Mallı Mescid) var­dır. İlk Babıâli de bu iki eski yapının ara-

sında kurulmuş olmalıdır. Sonraları sı­nırları dışında ve üst tarafına XVIII. yüz­yılda Beşir Ağa Külliyesi ile Fatma Sul­tan Camii yapılmıştır.

Nevşehirli İbrahim Paşa'nın Babıâli çevresinde hayratının bulunması, onun buradaki sarayla yakın ilgisi olduğunu hatıra getirir. Babıâli caddesi kenarın­daki medresesi (şimdi tahribe uğramış ve kısmen basımevi olmuştur), Büyük Pos-tahane arkasında sıbyan mektebi ile se­bili (yerine İş hanı yapılmak üzere yıktırıl­mıştır), Acımusluk (Cemal Nadir) sokağın­da hamamı ile (bir iş hanı içinde küçük bir parçası mevcuttur) mescidi (tamamen yıktırılmıştır) bulunuyordu. Zevcesi ve Sul­tan III. Ahmed'in kızı Fatma Sultan'ın da sarayı şimdiki Defterdarlık yerinde ol­duğu gibi yine Fatma Sultan'ın kendi hayratı olan camisi de Babıâli'nin tam karşısında Defterdarlık önünde günü­müzdeki yeşil sahanın yerinde bulunu­yordu.

Babıâli tarih boyunca birçok defa yan­gın felâketine uğramış, bazdan kendi içinden, bazıları ise çevresindeki mahal­lelerden çıkan ateş sonunda harap ol­muştur. Fakat her seferinde çok kısa sü­re içinde yeniden yaptırılmıştır. Babıâ­li'nin 1152 Zilkadesi sonlarında (Şubat 1740) Harem kapısı bitişiğinde Ağalar Dairesi'nden çıkan yangınla önce Arz Odası ve Hasır Odası'nın tutuştuğu. Di­vanhane kapısına kadar geldiğinde ter­sane neferlerinin gayretiyle Arz Odası'-nın halatlarla çekilip yıkılması suretiyle yangının önlendiği bilinmektedir. Fakat çobanların getirdikleri otlar, tam sön­memiş kerestelerden on dört gün sonra yeniden parlayarak başta Harem Daire­si olmak üzere sarayın kurtulan kısım­ları da yanmıştır (Subhî, s. 172-173). On beş yıl sonra 29 Eylül 1755'te Demirka-

pı semtinde bir evden çıkan yangında da Babıâli tamamen yandığından yeni­den yapılıncaya kadar Sultanahmet'in aşağısında Kadırgalimanı semtindeki Esma Sultan Sarayı sadâret makamı ola­rak kullanılmıştır (Vâsıf, I, 66). 1169 Mu­harreminde (Ekim 1755) yeniden yapımı­na başlanarak aynı yıl içinde tamamlan­mış ve 6 Şevval 1169 (4 Temmuz 1756) günü bir ziyafet verilerek açılışı "debde-be-i mülûkâne ve tantana-i hüsrevâne" ile yapılmıştır. Babıâli'nin bu yapılarının basit bir krokisine sahip olduğumuzu sa­nıyoruz. Fransız elçisi Comte de Choiseul-Gouffier'nin maiyetindeki ressam ve mü­hendislerden Fr. Kauffer'in ilk olarak 1776'da çizdiği, 1786'da düzelttiği ve sonraları J. D. Barbie" de Bocage tara­fından bazı tamamlamalarla F. İ. Mei-ling'in büyük kitabında yayımlanan sa­ray ve çevresinin planında, "Vezir-SĞrai ou La Porte" (Palais du Grand Vezir) yazısı ile Babıâli işaretlenmiştir. Bu planda or­tası avlulu, üstü açık kare bir bina oia-rak gösterilen sarayın dışında Alay Köş­kü ile arasında bir meydan vardır ve bu­rada tam ortada bir de nöbetçi kulübe­si bulunmaktadır. Sarayın dışında Sir­keci tarafında "Ecuries" yazısı ile yine ortası avlulu büyük bir ahırlar binası da işaretlenmiştir. Tomruk binası denilen Harem kısmı da herhalde bu planda ahır-iar olarak işaretlenen büyük yapının bir kanadı idi. Bu basit şemanın dışında Başbakanlık Arşivi'nde daha iyi planla­rın bulunabilmesi de muhtemeldir.

İstanbul Kültür ve Sanat Ansiklo-pedisi'nm "Babıâli" maddesinde, kay­nak gösterilmeksizin, "1808'den sonra­ya ait tarihî bîr belge"ye göre Babıâli'­nin mimari düzeni hakkında bazı bilgi­ler verilmektedir. Buna göre Babıâli'­nin arka tarafında Tomruk Dairesi de­nilen ikinci bir kısım vardı. "Alt katının bir kısmı kagir olmak üzere Harem ve Selâmlık daireleri, ahırları, anbarları ve

silâhhâne ile cebehâneyi ve vâsi avlu ve bahçeleri şâmil cesîm ahşap bir daire idi. Bu dairenin Soğukçeşme tarafından hakikaten âli olan cesîm bir kapudan gi­rilen büyük bir ev-altı avlusu ve bu av­ludan Naili Mescid tarafından çıkılır bah­çe kapusı ve bu bahçe meydanında Ça-vuşbaşı, Tevkii, Telhisçi kapuları ve Naili Mescid mahallesine nazır Divanhane ve bunun merasim kapusı var idi. Elyevm mescid denilen caminin etrafı hanelerle muhat ve o nam ile mevsuf bir mahalle olup buradan dar bir geçit ile zikrolu-nan resmî kapufarın açıldığı meydanlı­ğa geçilir İdi; vezir teşrifatına mahsus Bâbıâsafî ve binek taşı dahi burada idi... Beşir Ağa Camii ve sebilin önündeki dar bir çıkmaz sokağın müntehasını Harem kapusı olan Tomruğun arka kapuları teş­kil ederdi. Naili Mescid tarafından dahi Tomruğa girilen ve aynı mevkiden çavuş­lar ve kavaslar ve seyisler dairesine ve hanedanın güzarına mahsus olan muh­telif kapular olup, Harem İle Selâmlığın iltisaki olan zülvecheyn sofalar burada idi. Vezir dairesi bu kısmın üzeri olup dairenin buradan, Ayasofya'ya doğru im-tidad eden kısmı reis ve kethüda daire­lerini muhtevi idi. Şengül Yokuşu'na ve Fatma Sultan Mektebi sokağına muvazi sebil, cami ve kütüphaneye jBeşİr Ağa Külliyesi olmalı] karşı olan aksâm-ı eb-niye, sokak ile yüz teşkil eder ve şehni-şinleri dahi hâvi bulunurdu. Alay Köş-kü'nün tamamen karşısında Bâb-ı Ek-ber denilen en muhteşem kapu mevcut olup, üstünde kethüda-yı sadr-ı âlînin makam odası mebni idi. Odanın kapu üzerinde teşkil eylediği şehnişinleri ve altındaki payende direklerin arası boş idi. Babıâli'nin sarnıç, izbe, mahzen gibi birçok teferruatı dairenin altında oldu­ğu gibi tahtezzemin bodrumları ve tü­nelleri dahi vardı. Kalem memurları, hâ-cegân vesair rüesâ deniz tarafındaki kı­sımda icrâ-yı me'mûriyet ederler, her-

kesin hanesine avdetiyle dairenin tati­linden sonra bu kısımda hademeden ve nöbetçilerden başka kimse kalmaz idi. Sadrazamın dahi dairenin garp tarafın­daki cenahı üzerinde Ebüssuûd cadde­sine kadar uzanan fevkani bir kısımda­ki resmî odalarına çekilerek hususi Se­lâmlık Dairesi olup Naili Mescid mahal­lesi tarafındaki mebni ve Divanhâne'ye muttasıl olan daireye geçer ve beytûtet için de Harem Dairesi'nin bulunduğu Tomruk Dairesi'ne mürur eyler idi. Tom­ruk denilen kısım iki parçadan mürek­kep idi. Kısm-ı şarkîde Harem-i Âsafî Dairesi ve diğeri de kısm-ı garbîde mut-baklar ve kışlalar vesaire mebni olan yer idi. Etrafta dahi sunûf-ı askeriyyeden birçoğunun karakolhâneleri var idi". As­lı tesbit edilemeyen ve hatta hangi ta­rihe ait olduğu kesinlikle bilinemeyen, ifadesinden de yayımlayanlar tarafından bazı kelimelerinin değiştirildiği anlaşı­lan bu metin, Babıâli'nin oldukça etraflı bir tasvirini vermektedir. Tarifi yapılan Babıâli binalarının Beşir Ağa Külliyesi tarafındaki şahnişinli dairelerini tasvir ettiği tahmin edilen, 1802'de Konstan-tin İpsilanti'nin pek tantanalı biçimde Babıâli'ye kabul törenini gösteren bir resim vardır. Aslının nerede olduğu be­lirtilmeyen bu resim Halûk Şehsuvaroğ-lu tarafından kopya ettirilerek yayımlan­mıştır. Resimde buradaki dairelerin bir kısmının cephe mimarisi açık şekilde gö-

388

rülmektedir. Bu mimari. Babıâli'nin Av­rupa üslûbunu almasından Önceki gö­rünümünü aksettirmektedir.



Sadrazam Alemdar Mustafa Paşa'ya karşı ayaklanan yeniçerilerin 16 Kasım 1808 gecesi Soğukçeşme tarafındaki bü­yük girişi önünde ot yakarak başlattıkla­rı yangın bütün Babıâli'yi sarmış ve Mus­tafa Paşa sığındığı bir mahzende âsiler tarafından kubbenin delinmesine çalışıl­dığını anlayınca ateşlediği bir barut fı­çısının patlaması ile mahzenin üstü ve çevresindeki yeniçerilerle birlikte berha­va olmuştur. Bir yıl kadar öylece kalan Babıâli arsasına yeni bir binanın yapımı­na 15 Şubat 1810'da başlanmış ve kısa sürede bitirilmiştir (Şânlzâde, I, 146-339], Fakat bu bina da 2 Ağustos 1826'da çı­kan Hocapaşa semti yangınında bir de­fa daha harap olmuştur. Yeniçeri teşki­lâtı kaldırıldıktan sonra Süleymaniye'de Ağakapısı denilen Yeniçeri Ağası Sarayı Meşîhat-i İslâmiyye Dairesi'ne tahsis edil­mişse de henüz içine yerleçilmediğin-den hükümet daireleri geçici olarak bu­raya taşınmıştır. Bu arada Sadrazam Se­lim Paşa'nın kardeşi Hazinedar Halil Bey sadâret makamının yeniden yapılma­sı ile görevlendirilmiş, inşaat 22 Eylül 1827'de tamamlanarak açılışı yapılmış­tır {Lutfî.V, 166,227).

Alay Köşkü (veya Soğukçeşme) tarafın­daki geniş saçaklı ve iki yanında çeşme­ler olan gösterişli kapı da R. Walsh'in 1838'de yayımlanan kitabında Th. Al-lom'un çizdiği bir gravürde aynen bu­günkü şekliyle görüldüğüne göre Sultan II. Mahmud devrine aittir. Esasen bunu belirten kitabesi de kapısı üstünde bu­lunur. Son yıllarda Turing ve Otomobil Kurumu'nun gayretleriyle iki defa te­mizletilerek tamir edilen bu mermer gi­riş, geniş bir saçağın koruduğu yuvar­lak bir kemer halindedir. Kapının üstün­de uzun bir kitabe ile tuğra yer alır. Üst­te İse sivri bir kubbe vardır. Girişin iki yanında nöbetçilerin durması için birer niş (Alloin'un gravürüne nazaran bugün bunlar daha sade görünümlüdür], ayrıca üzerleri saçaklı bir çift çeşme de bulu­nur. Böylece Babıâli'nin saray ile bağlan­tısını sağlayan dış kapısının gösterişli bir mimariye sahip olmasına azami dikkat gösterilmiştir. 20 Ocak 1839'da Dahiliye Dairesi altındaki ahırdan başlayan yan­gın sonunda Babıâli bir defa daha yan­mıştır. Bundan sonra Sadâret Konağı'-nın yapımına kagir olarak girişilmiş, 26 Mart 1844'te tamamen Batı Avrupa üs­lûbunda inşa edilen bina ve müştemilâtı

bitirilerek açılışı yapılmıştır (Lutfî, V, 138 ; VII, 69, 85]. Bu defa çevrede istimlâkle­re de girişilerek Babıâli'nin yayıldığı sa­ha genişletilmiştir. Sultan II. Mahmud devrinde başlayan yeniliklerle Babıâli'­nin sadrazamın ikametgâhı olmasından vazgeçilmiş, burası sadece devlet daire­si olmuş ve 1839 yangınından sonra da Harem Dairesi tamamen kalkmıştır. Top-kapı Sarayı Müzesi Arşivi'nde Babıâli bi­nasının yapımının bitmesi üzerine yazıl­mış bir telhis bulunmaktadır {Arşiv KUa-uuzu, I, 52).

Bu yeni binanın dış manzarasını gös­teren iyi bir resim, 14 Kânunusâni 1867 tarihli Âyme-i Vatan dergisinde basıl­mıştır. Resmin sağ tarafında şimdiki mi­marisiyle Naili Mescid görülür. Sütunla­ra oturan çıkmalara ve bol sayıda pen­cereye sahip olan bu Batı üslûbundaki binanın yüksek bir bodrum katının üs­tünde iki katı daha vardır. Yalnız orta­da Şûrâ-yı Devlet Dairesi'nin olduğu kı­sımda on uzun sütuna dayanan üçüncü bir çıkma katı bulunmaktadır. Bu katın arası balkonlu iki çıkması, tam neo-kla-sik Avrupa üslûbunda birer üçgen alın­lık (fronton) ile süslenmiştir. Babıâli Yo­kuşu tarafındaki kanadın bir yüzünde, üstünde kitâbesiyle esas giriş bulunu­yordu. Buradan geçilen Sadâret Daire­si'nin ortasında geniş bir sofa vardı. So­fanın güney ucunda ise direklere oturan çıkmaya uzanan meclis salonu yer almak­taydı. Bu salonun duvar ve tavan süsle­mesi tamamen Batı Avrupa'nın neo-kla-sik üslûbunda yapılmıştı. Bugün eski Ba­bıâli'den kalan tek yer bu salondur. İs­viçreli Mimar G. Fossati'ye bir de arşiv binası siparişi verilmişti. Fossati'nin in­şa ettiği binanın içi, yangına karşı em­niyetli olması için Tersane'de hazırlanan demirlerden yapılmıştır. Ortasında bir kubbesi olan bu yapı hâlâ durmaktadır. Naili Mescid'in arkasında yine kagir ola­rak inşa edilen küçük bina ise kütüpha­ne olarak tasarlanmıştı. 23 Mayıs 1878'-de binanın tam ortasındaki Şûrâ-yı Dev­let Dairesi'nden çıkan yangın altı saat sürdü. Adliye, Dahiliye ve Hariciye nezâ­retlerinin daireleri yanarken Sadâret Dai-resi'ni kurtarmak mümkün oldu. 0 gün­lerde İstanbul'da bulunan L. Frager adın­da bir kişinin aldığı krokiye göre Ferat isimli bir ressamın çizdiği ve Paris'teki bir Fransız gazetesinde basılan resim bu yangını bütün dehşetiyle gösterir. Ayrı­ca bu yangının ortadaki yüksek bölüm ile Soğukçeşme tarafındaki kanadı tah­rip ettiğini de açıkça belli eder. Babıâli

bu yangının arkasından da derhal ta­mir edilmiştir. Sonuncu yangın 6 Şubat 1911'de yine orta kısımda çıkarak Şû-râ-yı Devlet ve Dahiliye Nezâreti daire­leri yanmış, Sadâret Dairesi'nin ise bazı kısımları mahvolmuştur. Bu yangından sonra eskisine göre daha alçak ve çok daha basit mimarili olarak yapılan Ba­bıâli binası Cumhuriyet devrinde İstan­bul valiliği olmuştur. 1950'lerden itiba­ren binada değişiklikler yapılmış, bu ara­da eski çevre duvarı kaldınlmışsa da emniyet bakımından demir parmaklıklı bu duvarın yeniden yapılması 1985'te uygun görülmüştür. Babıâli'nin Sadâret Dairesi kanadı ile buradaki esas girişi ve önündeki çevre duvarının iyi bir fo­toğrafı, İsveçli fotoğrafçı G. Berggren'İn XIX. yüzyıl sonlarında çektiği resimler arasında bulunmaktadır. Eski Sadâret Dairesi'nin sofası ile toplantı salonu da restore edilmiştir. Mermer kaplı olan ana girişin gerek basamakları gerekse biçimi 1986-1987'de değiştirilmişse de alınlıktaki kitabesi muhafaza edilmiştir. 1940'lardan sonra yeni bir adliye bina-

sının inşası düşünüldüğünde bazıları es­ki Tomruk arsasını ileri sürmüşler, fa­kat bu görüş destek bulmamıştır.

BİBLİYOGRAFYA:

Subhî, Tarih, s. 172-173; Vâsıf, Târih, I, 66; Şânîzâde, Târih, I, 146-339; Lutfî, Târih, V, 138, 166, 227; VII, 69, 85; I. Melling, Voyage Pittoresçue de Constantinople et des Riues du Bosphore, Paris 1819 (sondaki planlar); R. Walsh — Th. Allom, Constantinople and the Scenery of the Seuen Churches of Asta Minör, London, ts., II, 67-71 (burada verilen bilginin Babıâli ile ilgisi yoktur, yalnız gravür değerli­dir); Arşiv Kılavuzu, İstanbul 1938, I, 52; Tan­zimat !, İstanbul 1940, sondaki resimler kısmı, 1. resim; Mustafa Cezar, "Osmanlı Devrinde İstanbul Yapılarında Tahribat Yapan Yan­gınlar", Türk Sanatı Tarihi Araştırma ue İnce­lemeleri, istanbul 1963, I, 356 (1740 yangını), 360 (1755 yangını), 367 (1808 yangını), 370 (1826 yangını), 376 (1878 yangını), 377 (1911 yangını); L. Wigh, Fotografiska uyer fran Bos-poren och Konstanünopel-Photographic Vieıvs of the Bosphorus and Constantinople, Stock­holm 1984, resim 60; Halûk Şehsuvaroğlu, Asır­lar Boyunca İstanbul, istanbul, ts., s. 181-184; Abdurrahman Şeref, "Babıâli Harikleri", TOEM, II (1327), s. 447-450; Tayyib Gökbilgin. "Babı­âli", İA, II, 174-177; R. Ekrem Koçu, "Babıâli", İSLA, IV, 1746-1750, 1762-1765 (yangınlar]; J. Deny, "Bâb-ı CÂH", El2 (İng.), I, 836-837; İstan­bul Kültür ue Sanat Ansiklopedisi, İstanbul 1982,11,939-944. m

İH Semavi Eyice

BABIÂLİ BASKINI

Balkan Harbi sırasında

İttihatçılar tarafından gerçekleştirilen

kanlı hükümet darbesi

(23 Ocak 1913).

II. Meşrutiyetin ilânında rol oynayan İt­tihat ve Terakki Cemiyeti 31 Mart Vak'a-sı'nda orduya dayanarak iktidarı ele ge­çirdikten sonra ülke yönetiminde tek söz sahibi parti durumuna geldi. İttihatçı-lar'ın meclise dayalı bir dikta rejimi uy-

gulamaları ülkede hızla gelişen bir mu­halefet cephesini de ortaya çıkardı. 1911 yılında Hürriyet ve İtilâf Fırkası kurul­du. Yoğun baskı altında yapılan ve son­radan "sopalı seçim" olarak ifade edilen 18 Ocak 1912 seçimlerini İttihatçılar ka­zandı. Bunun ardından İttihatçılar'in par­tizanca tutumları daha da arttı. Arna­vutluk'ta çıkan isyanı bastırmak üzere gönderilen asker arasında İttihatçılar'ın politikasını beğenmeyen muhalif subay­lar, "Halâskârân" veya "Halaskar Zâbi-tân" adını verdikleri bir grup kurup dağ­lara çıktılar. Bu grubun İstanbul'daki mensupları hükümete bir muhtıra vere­rek meclisin dağıtılmasını, Kâmil Paşa başkanlığında yeni bir hükümet kurul­masını, aksi halde yönetime el koyacak­larını bildirdiler. İttihatçılar buna boyun eğmek zorunda kaldılar ve 16 Temmuz 1912'de Said Paşa kabinesi yerine Gazi Ahmed Muhtar Paşa başkanlığında ye­ni bir hükümet kuruldu. "Büyük Kabi­ne" veya "Baba-oğul Kabinesi" denilen yeni hükümetin İttihatçılar'ın çoğunluk­ta bulunduğu meclisten güven oyu ala­maması üzerine sadrazamın isteğiyle padişah parlamentoyu feshetti.

8 Ekim 1912'de çıkan Balkan Harbi, siyasî görüş ayrılıkları dolayısıyla parça­lanmış olan Osmanlı ordusunu hazırlık­sız yakaladı. Birbiri arkasına alınan kö­tü sonuçlar Gazi Ahmed Muhtar Paşa hükümetini istifaya zorladı. Balkan dev­letlerinin Trakya'ya doğru ilerledikleri bir sırada Kâmil Paşa kabinesi kuruldu (29 Ekim 1912). Tekrar iktidarı ele geçir­mek hırsı ile çırpınan ve savaşta mey­dana gelecek yenilgiyi hükümet değişik­liği için kullanmayı amaçlayan İttihatçı­lar ordu içinde partizanca davranışlarda bulunmaktan çekinmediler. Halâskârân grubuna mensup olmayan subaylardan pek çoğunu elde ederek orduda bulunan eski taraftarlarını da siyasî faaliyetlere şevkettiler.

Bu sırada Bulgar ordusu Çatalca'ya dayanmış ve Balkan devletleriyle Lond­ra'da yapılan görüşmeler Edirne ve Ada­lar yüzünden sonuçsuz kalmıştı. Büyük Avrupa devletleri 17 Ocak 1913'te Babı­âli'ye verdikleri bir nota ile Edirne'nin Bulgaristan'a ve Adalar'ın da kendileri­ne bırakılmasını istediler. Tekliflerin gö­rüşülmesi için Dolmabahçe Sarayı'nda iktidar ve muhalefetten ileri gelen devlet adamlarının katıldığı bir "şûrâ-yı umû­mî" toplandı. Edirne için yeni bir çözüm şeklini teklif eden bir cevabî notanın ya­zılması kararlaştırıldı (22 Ocak 1913).

389

Bu arada İttihatçılar uzun süredir ta­sarladıkları hükümet darbesini gerçek­leştirmek için harekete geçtiler. Bir gün önce sarayda alınan kararlan ve henüz büyük devletlere verilecek cevabî nota­nın hazırlanmadığını bildikleri halde hal­ka Kâmil Paşa kabinesini Edirne'yi Bul-garlar'a terketmiş gibi göstererek ya­pacakları hükümet darbesine millî bir galeyan şekli vermek istediler. Elçilere verilecek cevabî notayı görüşmek üzere hükümetin Babıâli'de toplandığı gün (23 Ocak 1913) Enver Bey, yanında Yâkub Ce­mil, Mümtaz, Mustafa Necib. Ömer Na­ci gibi İttihat ve Terakki'nin ileri gelen­lerinden sekiz on kişi olduğu halde, par­tinin Nuruosmaniye Şeref sokağındaki merkezinden ata binerek Babıâli'ye doğ­ru yola çıktı. Talat Bey ise birkaç İttihat­çı subay ile birlikte kıyafet değiştirerek daha önce Babıâli'ye gitmişti. Enver Bey ve yanındakilere yol boyunca çoğunluğu çocuk olmak üzere halk da katıldı. Ka­labalık ellerinde bayraklar olduğu halde tekbir getirerek Babıâli'ye doğru ilerle­di. Enver Bey ve yanındakiler dış sofaya vardıklarında sadâret yaveri Nâfız Bey odasından fırladı İse de baskıncıların ate­şi sonucu öldürüldü. Harbiye nazırının yaveri Kıbrıslızâde Tevfik Bey de aynı şe­kilde vuruldu. Tevfik Bey de ölmek üze­re iken ateşlediği tabancasıyla İttihatçı-lar'ın fedailerinden Mustafa Necib Bey'i öldürdü. Ortalığa dehşet salmak için so­fanın büyük camlanna ateş edilerek cam­lar büyük gürültülerle yere indirildi. Gü­rültüyü duyan kabine üyelerinin her biri bir yere sığındı. Harbiye Nâzın Nâzım Paşa ise ne olduğunu anlamak için dı­şarıya fırladı. Baskıncılar, bu sırada ka­pıyı bekleyen polis komiseri Celâl Bey'i de Öldürerek iç sofaya girmişlerdi. Nâ­zım Paşa, İttihatçılar'a doğru ilerleyip yüksek sesle çıkıştığı bir sırada Yâkub Cemil tarafından şakağından vurularak Öldürüldü.



Enver ve Talat beyler kapıyı hızla aça­rak sadrazamın odasına girdiler. Enver Bey sadrazama sert bir ifadeyle mille­tin kendisini istemediğini ve istifa et­mesini bildirdi. Kâmil Paşa da hiçbir şey söylemeden bir kâğıt alarak asker tara­fından gelen teklif üzerine istifaya mec­bur kaldığını padişaha hitaben yazdı. Enver ve Talat beyler buna "ahali" keli­mesini de ilâve ettirip "ahali ve asker tarafından" şekline sokturdular.

Enver Bey, yanına Mâbeyn Başkâtibi Ali Fuad Bey'i de alarak saraya gitti. Sul­tan Reşad, İttihatçı lar'ın teklif ettiği Mah-

390

mud Şevket Paşa'yı derhal sadrazam ta­yin etti. Mahmud Şevket Paşa, yanında Enver Bey ve Ali Fuad Bey olduğu halde gece otomobille Babıâli'ye geldiği za­man, sadârete tayin edildiğini bildiren fermanı okuyacak kimse bulunmadığı için bu işi bizzat kendisi yapmak zorun­da kaldı. Bir taraftan da Cemal Bey (Pa­şa) İstanbul muhafızlığını, Azmi Bey po­lis müdürlüğünü ve Enver Bey'in amca­sı Halil Bey merkez kumandanlığını ele geçirerek etrafa gerekli emirleri verme­ye başladılar. Talat Bey Dahiliye nazırı vekili unvanını kullanarak vilâyetlere ikti­dar değişikliğini bildiren telgraflar çek­ti. Bu telgraflarda Kamil Paşa hüküme­tinin Edirne vilâyetini tamamen ve Ada-lar'ı kısmen düşmana bırakmaya karar verdiği ve bu kararını gayri mesul bir meclise tastık ettirdiği ve bu sebeple millî galeyan sonunda devrildiği bildiri­liyordu.



Yeni hükümetin ilk icraatı, Ali Kemal ve Rıza Nur gibi muhalifleri tevkif etmek oldu. Eski kabine üyelerinden Sadrazam Kâmil Paşa, Şeyhülislâm Cemâleddin Efendi, Maliye Nâzın Abdurrahman Bey ve Dahiliye Nâzın Reşid Bey memleke­ti terke mecbur edildiler. Gazi Ahmed Muhtar Paşa ve Kâmil Paşa hükümetle­ri aleyhinde, savaşa girmek ve savaşı kö­tü yönetmek iddiasıyla tahkikat açıldı. Edirne'yi kurtarmak propagandasını ya­yarak işe başlayan yeni hükümet, Kâmil Paşa kabinesinin bir hayli yumuşattığı barış şartlarından daha ağırlarını kabul etmek zorunda kaldı. Uğrunda hükümet darbesi yaptığı Edirne'yi 30 Mayıs 1913 tarihli Londra Antlaşması'yla Bulgaris­tan'a terketti.

Babıâli baskınıyla iktidarı ele geçiren İttihat ve Terakki, I. Dünya Savaşı mağ­lûbiyetine kadar muhalefeti sindirerek ülkeyi tek partili bir rejimle yönetti (bk.

İTTİHAT ve TERAKKİ CEMİYETİ).

BİBLİYOGRAFYA:

Bayur, Türk İnkılâbı Tarihi, 11/1, s. 248-261; 11/2, s. 254-271; 11/4, s. 252-293; Danişmend, Kronoloji, IV, 397-401; Ali Fuat Türkgeldi, Gö­rüp İşittiklerim, Ankara 1984, s. 77-83; Midhat Sertoğlu, Mufassal Osmanlı Tarihi, İstanbul 1963, VI, 3500-3511 ; Şevket Süreyya Aydemir, Enuer Paşa, İstanbul 1971, II, 374-400; Cemâl Paşa. Hâtıralar, İstanbul 1977, s. 6-7, 11-17, 31 -36, 38-53; Tahsin Üzer, Makedonya'da Eşkı­yalık Tarihi ue Son Osmanlı Yönetimi, Ankara

1979, s. 314. 320, 323, 326; Fethi Okyar, Llç Devirde Bir Adam (nşr, Cemal Kutayl, İstanbul

1980, s. 147, 150, 182-184, 202; Tarık Zafer Tu-naya, Türkiye'de Siyasal Partiler, İstanbul 1984, 1,6-8, 13,26, 122-123, 126,270-271.277,333. 338, 345, 375, 560. m

Hül Cevdet Küçük

BABINGER, Franz

(1891-1967) ■ Alman tarihçi ve şarkiyatçısı.

Almanya'nın Weiden şehrinde doğdu. Yüksek öğrenimini Münih Ludwig-Maxi-milan Üniversitesi'nde yaptı ve 1914 yı­lında Felsefe Fakültesi'nde takdim ettiği Gottlieb Siegfried Bayer (1694-1738), Ein Beitrag zur Geschichte der Mor-genlandischen Sludien im 18. Jahrhun-d'ert I Gottlieb Siegfried. Bayer (1694-1738), XVIII. yüzyılda Doğu araştırmalarına bir katkı) München 1915; adlı teziyle doktor oldu. Birkaç ay sonra başlayan 1. Dünya Savaşi'na topçu.yedek subayı olarak ka­tıldı. 1915 yılında.'Türkiye'de ki Alman ka­rargâhında görevlendirildi, İstanbul'a gel­di ve bir süre Çanakkale savaşlarında bu­lundu. Buradan savaşla ilgili olarak gön­derdiği yazıları Frankfurter Zeiîung ga­zetesinde yayımlandı. Kendisi Çanakka­le'de Miralay Mustafa Kemal'le tanıştı­ğını ve irtibat subayı olarak görevlendi­rildiğini ifade ederse de rütbesi asteğ­men veya teğmen olan bir gencin Mus­tafa Kemal'e ne kadar yaklaşmış oldu­ğu bilinmemektedir. Savaşın sonlarına doğru. Şam'da yayımlanmakta olan Ar-mee-Zeitung JHdirim'ûe de birkaç ya­zısı çıktı. Savaşın sona ermesinden son­ra Almanya'da başlayan karışıklıklarda, Münih'te düzenlenen gönüllü alayında âsilere karşı çarpışan Babinger 1920'-lerden itibaren kendini tamamen aka­demik çalışmalara verdi. Schejch Bedr ed-Dfn, der Sohn des Richters von Si-maw (Simavna kadısının oğlu Şeyh Bedred-din) adlı teziyle 1921 yılında Berlin Frİed-rich - Wilhelms Üniversitesi'nde doçent oldu. Bir süre Prusya maarif nazırlığı yapmış olan o yılların ünlü şarkiyatçısı C. H. Becker'in yardımlarıyla 1924 yılın­da profesörlüğe yükseldi. Bu üniversi­tede kaldığı 1921-1934 yılları arasında yoğun bir çalışma içine girerek birçok kitap ve makale yayımladı. 1934'te öğ­renilemeyen bir sebepten, fakat muhte­melen Naziler'in baskısı yüzünden ve Rumen tarihçisi Nicolae lorga'nın daveti üzerine Romanya'ya gidip Bükreş ve Yaş üniversitelerinde öğretim üyesi olarak çaiıştı.

II. Dünya Savaşı'nın sonlarında Alman­ya'ya döndü. 1948 yılında Münih Ludwîg-Maximilan Üniversitesi Felsefe Fakülte-si'nin Yakındoğu Tarih ve Medeniyeti ve Türkoloji Kürsüsü'nün başına geçen Ba­binger, burada aynı adla bir enstitü kur-

du (Institut für Geschİchte und Kultur des nahen Orients sowie für Türkologie). Fakat zengin bir kütüphanesi olmasına rağ­men bu enstitü herhangi ilmî bir faali­yet göstermedi. Babinger zaten ders ver­meyi pek sevmediğinden bu öğretim üyeliği yıllarında Önemli bir eğitim ve öğ­retim faaliyetinde bulunmadı.

Altmışıncı doğum yıl dönümü müna­sebetiyle 1951 yılında adına, öğrencile­rinden J. H. Kissling ve A. Schmaus'un gayretleriyle Münih'teki meslektaşları tarafından yazılmış makalelerden oluşan bir armağan kitap {Serta Monacensia, Franz Babinger zum 15 Januar 1951, Lei-den 1952) yayımlanan Babinger, 1958'-de Münih Üniversitesi'nden emekli ol­du. Arnavut hükümetinin davetlisi ola­rak gittiği Draç'ta 23 Haziran 1967 tari­hinde öldü. Viyana'ya gönderilen cena­zesi orada yakıldı ve külleri Almanya'da Würzburg mezarlığındaki aile mezarına konuldu.

Türk Tarihîyle İlgili Başlıca Eserleri: 1. Stambuler Buchwesen im 18. Jahrhun-dert (XVIII. yüzyılda İstanbul kitapçılığı, Leipzig 1919). 2. Schejch Bedr ed-Din, der Sohn des Richters von Simaw (Ber­lin 1921). 3. Hans Dernschwam's Tage-buch einer Reise nach Konstantinopel und Klein - asien (Hans Dernschwam'm İstanbul ve Anadolu seyahatnamesi, Mün-chen-Leipzig 1923). 4. Die Frühosmani-sehen Jahrbücher des Urudsch (Han-nover 19251. Oruç Bey'in Tevârîh-i Âî-i Osman'ının tıpkıbasımıdır. 5. Anatoli-sehe Skizzen und Reisebrieîe von A. D. Mordtman (Mordtman'ın Anadolu'dan çizgiler ve seyahat mektupları, Hannover 1925). 6. Dİe Geschichtsschreiber der Osmanen und ihre Werke (Osmanlı ta­rih yazarları ve eserleri, Leipzig 1927). 7. Aus Südslaviens Türkenzeit (Güney Slav memleketlerinin Türk devri, Berlin 1927). 8. Ders Archiv des Bosniaken Osman Pascha (Boşnak Osman Paşa'nın arşivi, Berlin 1931). 9. Die Vita (Menâgıbnâme)

des Schejchs Bedr ed-Dîn (Şeyh Bed-reddin'in menâkıbnâmesi, Leipzig 1943).

10. Beitröge zur Frühgeschichte der Türkenherrschaft in Rumelien (Rume­li'de Türk İdaresinin erken devri hakkın­da araştırmalar, München 1944). 11. Meh-med der Eroberer und seine Zeit (Fâ­tih Sultan Mehmed ve zamanı, München 1953). 12. Sultanische Urkunden zur Geschİchte der osmanisehen Wirtschaft und Staatsverwaltung am Ausgang der Herrschaft Mehmeds 11. der Eroberers, l-Teil: Das Qânün-Nâme-i Sultani ber Müdscheb-i Örf-i Osmânî (München 1956). Bir Osmanlı kanunnâmesinin tıpkı­basımıdır. 13. Fetihnâme-i Sultan Meh­med (İstanbul 1956). Kıvâmî'nin mevcut tek nüshası bir sahaf tarafından 1935'-te Berlin Devlet Kütüphanesi'ne satılan eserinin tıpkıbasımıdır. Babinger bu ça­lışmalarından başka ilmî dergilerde pek çok makale, kitap tanıtma ve tenkit ya­zıları ile ölen ilim adamları için nekrolo­jiler kaleme almış, başta İslâm Ansik-lopedisi'nin Avrupa'daki baskısı olmak üzere öteki bazı ansiklopedilerde çeşitli maddeler yazmıştır.

Sanat Tarihiyle İlgili Başlıca Araştırma­ları. 1. Vier Bauvorschlage Lianardo da Vinci's an Sultan Bajezid 11 (Sultan

11. Bayezid'e Leonardo da Vinci'nin dört proje teklifi, Göttingen 1952); 2. Drei Stad-tansichten von Konstantinopel, Gala­ta und Skutari aus dem Ende des 16. Jahrhunderts (XVI. yüzyıl sonlarına ait İstanbul, Galata ve Üsküdar'ın üç manzara­sı, Wien 1959); 3. Zwei Stambuler Stad-tansichten aus den Jahren 1616 und 1642 (1616 ve 1642 yıllarına ait iki İstan­bul manzara resmi, München 1960); 4. Ein Weiteres Sultansbild von Gentile Bel­lini? (Gentile Bellini'nin bir başka sultan portresi mi?, Wien 1961); 5. Ein unbe-merkte hoilandisehe Grossansicht von Konstantinopel (istanbul'un gözden kaç­mış bir Felemenk tablosu, Göttingen 1962); 6. Ein Weiteres Sultansbild von Genti­le Bellini, aus Russischen Besitz (Rus­ya'da Gentile Bellini'nin bir başka sultan portresi, 1962).

Babinger'in asıl şöhretini sağlayan eser­leri Osmanlı tarihçilerine ve Fâtih'e dair olanlardır. Bunlardan büyükçe boyda 400 sayfayı aşan Die Geschichtsschreiber der Osmanen und ihre Werke adlı ese­rinde Babinger, Osmanlı tarihi üzerine eser bırakan müelliflerin bilindiği kada­rı ile hayatlarını, eserlerini, bu eserlerin el yazmalarının bulunduğu kütüphane­leri, eğer varsa baskı ve tercümelerini

kısa notlar halinde vermeye çalışmış, fa­kat bunda pek başarılı olamamıştır. Ni­tekim bir başka Alman Türkologu Paul VVittek, 1932'de yayımladığı bir tenkit yazısında Babinger'in bu eserindeki ha­taları kısmen belirtmiştir. Düzeltme ve ilâvelerle yeni baskısını yapacağını vaad ettiği halde Babinger tenkitlerden çe­kindiği için bunu gerçekleştirmemiştir. İçindeki bilgiler bakımından artık çok eskimiş bulunmakla beraber henüz daha iyisi yazılamayan bu eser Coşkun Üçok tarafından Türkçe'ye çevrilmiş (Osmanlı Tarih Yazarları ue Eserleri) ve 1982'de Ankara'da yayımlanmıştır (bu tercüme­nin Kemal Beydilli tarafından yapılan ten­kidi için bk. MÛTADt^/, I, S. 358-365).

Babinger'in İstanbul'un 500. fetih yıl­dönümü münasebetiyle kaleme aldığı Mehmed der Eroberer und Seine Zeit (München 1953, 1959) adlı eseri de büyük yankılar yapmıştır. Daha sonra Fransız­ca (Paris 1954! ve İtalyanca (Torino 1957) olarak yayımlanan eserle ilgili birçok ten­kit yazısı çıkmıştır (Ananiasz Zajaczkowski, V. Türk Tarih Kongresi (12-17. IV. 1956], s. 12-17; Hasan Âli Yücel, Cumhuriyet, nr. 11401, 22.4.1956; Mihail Guboğlu, "A Pro-pos de la Monographie du Professeur Franz Babinger ...", SAO 119591, II, 2(7-237; Halil İnalcık, Speculurn, XXXV11960], s. 408-427; P. Wittek, Bibliotheca Orien-talis 13957), XIV, 405-406). Birçok büyük yanlışlık ihtiva eden eserin en şaşırtıcı yönü Fâtih'in şahsiyetiyle ilgili satırlar­dır. Babinger bu kısımları yazarken Türk hükümdarını kötülemek için yabancıla­rın vaktiyle ona yakıştırdıkları dedikodu türünden söylentileri, gerçek olup olma­dıklarını araştırma gereği duymadan ay­nen kitabına dercetmekten kaçınmamış­tır. Bu hususta kendisine yöneltilen ten­kitleri de hiçbir zaman ciddiye almamış, bunları gereksiz birer gayretkeşlik ola­rak görmüştür. Halbuki eserin kaynak­ları, İçinde gösterilmediği gibi vaad edil­diği halde ayrı bir cilt halinde de yayım­lanmamıştır. Bu durumun ilim ciddiye­tiyle bağdaştırılmayacağı aşikârdır. Ni­tekim onun bibliyografya referanslarını bazan işine geldiği şekilde kullanma gibi ilim ahlâkına aykırı düşen bu tavrı Os­manlı tarihçileriyle ilgili eserinde de P. VVittek tarafından tesbit edilmiştir. Ba­binger buna benzer bir hafifliği 1960'ta basılan Zwei Stambuler Stadtansich-ten..., adlı araştırmasında da yapmıştır.

İnsan olarak kendisini çevresine pek sevdiremediği bilinen Babinger, ömrü boyunca Türk tarihiyle uğraşmış oldu-

391


ğu halde nedense Türkler'i pek sevme­miş ve fırsat düştükçe bunu belirtmek­ten çekinmemiştir. Osmaniı tarihçileriy-le ilgili eserinde Türkler'i "çoban millet" (Babinger [Üçok], s. 7) olarak nitelemesi, bir İsviçre gazetesinde fethin 500. yıldö­nümü münasebetiyle yazdığı makalede fetih olayı için "kan gölü" terimini kul­lanması bunun sadece iki örneğidir. Bu­nunla birlikte Babinger'in yaptığı araş­tırmalar, yayımladığı kronikler ve eski Alman seyahatnâmeleriyle Türk tarihine hizmet ettiği inkâr edilemez. Babinger'in büyük bir kısmı erken devir Osmanlı ve İstanbul tarihiyle ilgili makalelerinin sek­sen üç tanesi, merkezi Münih'te olan Südosteuropa - Gesellschaft (Güneydoğu Avrupa Kurumu) tarafından üç cilt halin­de derlenerek yayımlanmıştır {Aufsâtze und Abhandiungen zur Geschichte Sü-dosteuropas und der Leuante, l-lil, Mün-chen 1962, 1966, 1976). Bunlardan 1. (s. 1-51) ve III. ciltlerde (s. 1-9) Babinger'in 1910-1968 yıllan arasında basılmış eser ve yazılarının bibüyografyası yer almak­tadır.

BİBLİYOGRAFYA:

Fr. Babinger, Aufsa'tze und Abhandiungen zur Geschichte Südosteuropas und der Leuan-te, München 1962, I, 1-51 (1976); III, 1-9; Necîb el-Akiki, el-Müsteşrikün, Kahire 1980, 11, 456-459; H. J. Kİssling, "Franz Babinger (1891-1967)", SOF, XXVI (1967), s. 375-379; Yılmaz Öztuna, "Alman Türkoloğu Prof. Babinger'le Bir Konuşma", Hayat Tarifi Mecmuası, sy. 9, istanbul 1967, s. 19-21; Mihail Guboğiu. "Franz Babinger", SAO, VII (1968), s. 233-235; TA, V, 18-19; R. Ekrem Koçu, "Babinger, Franz", İsLA,

IV, 1773-1774. [Tl

lifti Semavi Eyıce

BÂBİL


L

Eski Mezopotamya'nın en büyük ve en ünlü şehri.

Akkadca "tanrının kapısı" anlamına ge­len Bâbil adı (bâb "kapı", ili "tanrının"], İbrânîce'de Bâbel/Bâvel, Persçe'de Ba-biruş ve Grekçe'de Babylon şekillerinde kullanılmıştır. Şehrin adına ilk defa mi­lâttan önce 111. binyılın sonlarına ait Ak-kad vesikalarında rastlanır; ancak ku­ruluşunun çok daha önce olduğu tah­min edilmektedir. Çünkü şehrin ilk adı Sumerce Ka-dingir-ra'dır (ka "kapı", din-gir "tanrı", -ra "-nm"] ve Bâbil'in bu isim­den Akkadca'ya yapılmış bir tercüme ol­duğu açıklıkla anlaşılmaktadır. Bir çivi yazılı tabletin verdiği bilgiye göre Sü­mer şehir-devletlerini yıkarak Sâmî Ak-kad İmparatorluğunu kurmuş olan Ak-kadlı Sargon (m.ö. XXIV. yüzyıl] Bâbil'i

392


ele geçirip tahrip etmiş ve mâbedlerin-den kaldırdığı tanrı heykellerini, kendi başşehri Akkad'ın yanına kurduğu yeni Bâbil şehrine götürmüştür (Laessoe, s. 25). Bu bilgiden, ilk Bâbil'in eski bir Sü­mer şehri olduğu ve Akkadlar tarafın­dan tamamen tahrip edilerek kendi dil­lerinde yine aynı anlama gelen yeni bir isimle şimdiki harabelerinin bulunduğu yere tekrar kurulduğu sonucu elde edil­mekte, ayrıca bugüne kadar yeri tesbit edilemeyen fakat Bâbil yakınlarında ol­duğu bilinen Akkad şehrinin de Bâbii harabelerini oluşturan tepelerden biri­nin altında bulunabileceği ihtimaline va­rılmaktadır [NBD, s. 117). Tevrat'a göre de Bâbil, Nûh tufanından sonra ilk kud­retli adam olan Nemrud'un krallığının başladığı Sinear (Sümer) ülkesindeki dört şehirden biridir (Tekvin, 10/ 10).

Bâbil'in en az 2000 yıl devam ettiği anlaşılan tarihî ömrünün başlıca safha­larını Amurrular (Eski Bâbil Krallığı, m.ö. 1894-1595], Kassitler (1595-1174], Asur hâkimiyeti (745-626] Keldânîler (Kaideli­ler (Yeni Bâbil Krallığı! 626-539), Ahame-nîler (İran hâkimiyeti, 539-332) ve İsken-der-Selevkî (332-275) dönemleri teşkil et­mektedir. Bu tarihî safhalar içinde özel­likle Önem taşıyan iki devir, en büyük hükümdarları kanunlarıyla ünlü Hammu-rabi olan Amurrular ile Kitâb-ı Mukad­des ve Herodot Tarihi'nde çeşitli yön­leri ayrıntılı biçimde anlatılan Keldânîler devirleridir. Bâbil'e en parlak dönemini yaşatan Keldânîler, imar faaliyetleriyle ve bilhassa dünyanın yedi hârikasından biri kabul edilen Bâbil'in asma bahçele­rini ve daha sonra Büyük İskender'in de içinde öldüğü muhteşem sarayı yaptır­makla ünlü 11. Nebukadnezzar'ın {605-562; bk. buhtunnasr) ölümünden son­ra hızla siyasî ve askeri güçlerini kaybet­meye başlamışlar ve 539 yılında Pers Kralı Kyros (559-530) tarafından yıkılmış-

lardır. Tarih boyunca pek çok defa ele geçirilen Bâbil her seferinde tahrip edil­mesine mukabil ünlü Bâbil Kulesi'nin azameti karşısında büyülenen Kyros ta­rafından yıkılmayıp onarılmış, fakat alt­mış yıl sonra başlayan büyük bir isyan üzerine şehri tekrar zapteden Xerxes'in (486-465) emriyle, başta surları ve kule­si olmak üzere hemen tamamı tahrip edilmiştir (478). Daha sonra, Bâbii'i im­paratorluğunun başşehri yapan Büyük İskender (336-323] kulenin molozlarını iki ayda 10.000 kişiye temizleterek büyük bir onarım faaliyetine başlamışsa da bu çalışmalar onun ölümü üzerine durmuş­tur. Şehir I. Seleukoş'un (305-280) Dicle kenarında yeni başşehir Seleukeia'yı kur­masından sonra önemini kaybetmiş, 275 yılında da I. Antiokhos'un (281-260) em­riyle ahalisinin büyük kısmının yeni baş­şehre nakledilmesi üzerine yavaş yavaş harap olarak milâttan sonra II. yüzyılın başlarında tamamen metruk hale gel­miştir.

Bağdat'ın 88 km. güneyindeki Hille kasabası yakınlarında. Fırat'ın doğu kı­yısında yer alan ve Bâbil, Kasr, 'Amran İbn Ali, İsnü'l-Esved, Cümcüme, Hümey-ra ve Merkez adlı yedi tepe üzerine ya­yılmış bulunan kalıntıların Bâbil'e ait ol­duğu Araplar tarafından çok eskiden be­ri biliniyor ve bu yöreye Atlâlü Bâbil (Bâ­bil harebeleri) deniliyordu. Avrupalıların bu durumu öğrenmeleri ise ancak ya­kın çağlarda olmuş ve harebelerin ilmî araştırma ve kazılara konu teşkil etme­si XIX. yüzyılın ilk çeyreğinden itibaren başlamıştır. Bazı eski Arap yazarları Ba-bil hakkında bilgi vermekte iseler de bu bilgiler çok mübalağalı ve efsanelerle karışık oldukları için pek fazla bir değer taşımamaktadırlar. Meselâ İbnü'l-Kelbî, şehrin 12 x 12 fersah (60 X 60 km.) öl­çüsünde bir alanı kapladığını, Büyük İs­kender tarafından tahrip edildiğini ve Fırat'ın sularının şehrin surlarını yıkma­ması için Buhtunnasr tarafından bugün­kü nehir yatağına akıtıldığını yazmakta­dır. Gerçekte ise asıl şehrin sadece 1000 hektarlık bir alanı kapladığı, İskender tarafından yıkılmayıp bilakis başşehir yapılarak onarımına başlandığı ve Buh-tunnasr'ın da Fırat'ın yatağını değiştir­mediği, hatta Herodot'un (ö. m.ö. 425] yazdığına göre Kyros'un şehri nehir yo­lundan fethettiği bilinmektedir. Öte yan­dan Ebü'l-Fidâ Hz. İbrahim'in Nemrut tarafından Bâbil'de ateşe atıldığını, el-Bekrî de Bâbil Kulesi'ni Nemrud'un yap­tırdığını ve bu kulenin Kur'an'ın "Onlar­dan Öncekiler düzen kurmuşlardı. Bu-

nun üzerine Allah binalarının temelini çökertti de tavanları başlarına yıkıldı. Azap onlara farketmedikleri yerden gel­di" (en-Nahl 16/26) ayetinde bahsedi­len bina olduğunu yazmaktadır. Gerçe­ğe en yakın bilgilere İbn Havkal ile Kaz-vfnfde rastlanır. İbn Havkal kendi yaşa­dığı çağda (X. yüzyıl) Bâbil'in, üzerinde küçük bir köy bulunan harabelerden iba­ret olduğunu, oradaki yapıların Irak'ta-kilerin en eskilerini teşkil ettiğini, şeh­rin Ken'ân hükümdarları tarafından ku­rulup saltanat merkezi ittihaz edildiğini ve kalıntılardan geçmiş dönemlerin ihti­şamının anlaşılabildiğini, Bâbil yakının­da Hille'de kadılık yapan Kazvînî de (ö. 1283] harabelerdeki tuğlaların halk ta­rafından inşaatlarda kullanılmak üzere yağmalandığını bildirmektedir (Arap ya­zarlarının verdikleri bilgiler için bk. topluca İA, II, 177-179; E!2 [İTig.j, 1, 846]. Yapılan ilmî araştırmalar, bugün de adına Bâbil denilen, Nebukadnezzar'ın kuzey sarayı kalıntılarının yer aldığı tepede bir Abba­sî yerleşim merkezinin bulunduğunu or­taya çıkarmıştır. Bâbil'in binalarının ta­mamen tuğladan yapılmış olması, şeh­rin terkedilmeye başladığı milâttan ön­ce III. yüzyıldan harabelerinin yakın yıl­larda koruma altına alınmasına kadar, bölge sakinlerince muazzam bir tuğla ocağı olarak kullanılmasına yol açmıştır. Buna rağmen bugün sistemli arkeolojik kazılar, kazılarda bulunan çivi yazılı tab­letlerle tabletler üzerine çizilmiş planlar ve bir süre burada kalan Herodot gibi yazarların yaptıkları açıklamalar saye­sinde şehrin büyük bir kısmı son çağla-rındaki biçimiyle tesbit edilmiş bulun­maktadır.

Kazılarda ortaya çıkarılan mimari eser­lerin hemen tamamı Keldânîler'den kal­madır ve daha eski dönemlere ait ya­pıların çeşitli fetihler sonucu meydana

gelen yıkımlarla II. Nebukadnezzar'ın gi­riştiği İmar faaliyetleri sırasında yok edil­miş olduğu anlaşılmaktadır. Bâbil'i bir kanallar şehri haline getiren, Herodot'un efsanevî kraliçe Semiramis tarafından yaptırıldığını söylediği ünlü su kanalları­nın çoğunun ise Hammurabi dönemine ait olduğu belirlenmiştir. Kazılar sonun­da tesbit edildiğine göre Keldânîler dev­rindeki Bâbil, bugün yatağını değiştire­rek harabelerin biraz uzağından geçen Fırat'ın iki yakasında 1000 hektarlık dik­dörtgen planlı bir arazi üzerine kurul­muş ve önünde derin bir hendek bulu­nan, dıştaki yaklaşık 4 m., içteki 6.5 m. kalınlığında olan çift sıralı surlarla ko­ruma altına alınmıştır. Ayrıca şehrin Fı­rat'ın doğusunda kalan ana kesimi, son­radan surların dışına taştığı anlaşılan mahallelerle bunların kuzeyine inşa edi­len II. Nebukadnezzar'ın sarayını da içi­ne alacak şekilde, iki ucu Fırat'a varan 18 km. uzunluğundaki üçüncü bir surla daha çevrilmiştir. Kazılar sonunda, He­rodot ile yine milâttan önce V. yüzyılda yaşayan Pers Kralı Kyros'un hekimi Yu­nanlı Ktesias tarafından verilen bilgile­rin çok abartmalı olduğu anlaşılmış, an­cak yine de sekiz büyük kapıdan girilen Bâbil'in ellinin üzerinde mabedi, iki sa­rayı, birbirini kesen sokakları, munta­zam caddelerin açıldığı geniş meydan­ları ve Fırat'ın iki yakasını birleştiren, taş ayaklar üzerine kurulmuş tarihin ilk bü­yük köprüsü ile eski dünyanın en bü­yük şehri oiduğu ortaya çıkarılmıştır. Kla­sik yazarların, II. Nebukadnezzar'ın dağ­lık Medya'dan gelen eşi için vatan has­retini dindirmesi amacıyla yaptırdığını yazdıkları asma bahçelerin kalıntıları ke­sin olarak tesbit edilememiştir. Ancak kazılar sırasında bulunan güçlü ayakla­ra oturtulmuş, ne oldukları tam anla­şılamayan bazı tonoz ve kemerlerin bu bahçelerin teras alt yapıları olabileceği ileri sürülmektedir.

Bâbil'in Eskiçağ tarihinde klasik ya­zarları da etkileyen ve şehri tasvir eder­ken mübalağa yapmalarına sebep olan çok büyük bir şöhreti bulunmaktadır. Burası daima, özellikle semavî dinlerde insanoğlunun kendini beğenmişliğinin, Allah'a baş kaldırışının, ahlâksızlığın ve büyücülüğün merkezi kabul edilmiştir. Ancak bu inanışlarda gerçek payı bulun­makla beraber, II. Nebukadnezzar'ın mi­lâttan önce 586'da Kudüs'ü tahrip ede­rek halkının tamamını Bâbil'e götürmesi sonucu yahudilerin başlattıkları ve özel­likle "Bâbil esareti"nin bitmesinden (m.ö.

539) sonra da burada kalarak "Bâbil Tal-mudu"nu (bk. talmud) kaleme alan din adamlarının devam ettirdikleri menfi propagandanın da rolü büyüktür. Me­selâ Eski Ahid'in bir babının tamamı, "Ey fahişe!" diye hitap ettiği Kudüs'ün ah­lâksızlıklarını ayrıntılı biçimde anlattığı IHezekiel, 16/1-63) ve tarihin herhangi bir döneminde Bâbil böyle bir lakapla anılmadığı halde (IDB, i, 338), Romalılar devrinde kaleme alınan Yeni Ahid'de kim­liği açıklanmadan kötülenmek istenen Roma Bâbihadı altında tanıtılmış ve "al­nında dünyanın fahişelerinin ve iğrenç­liklerinin anası" yazılı bir kadına benze­tilmiştir (Vahiy, 17/5). Bâbil'in küfrü ve Allah'a karşı dik başlılığı sembolize et­mesi ise Bâbil Kulesi'nden kaynaklan­maktadır.

Bâbil Kulesi. Bâbil, adının mânasından da anlaşıldığı üzere dinî önemi büyük bir şehirdi ve burada gerek çivi yazılı tab­letlerin, gerekse klasik yazarların ver­dikleri ölçülere göre Mezopotamya"daki geleneksel mâbed kuleleri olan ziggu-rat / ziqquratlann (Akkadca zakâru "di­kilmek, yükselmek"ten} en büyüğü bu­lunuyordu. Bu zigguratın ne zaman ya­pıldığı bilinmemekte ise de bir tablette Akkad Kralı Şarkalişarri'nin (2217-2193) Bâbil'deki zigguratı tamir ettirdiğini'söy­lemesi, Bâbil'in İkinci kurucusu Sargon tarafından yaptırılmış olabileceğini akla getirmektedir; ancak adının yine Sumer-ce olması (Etemenanki), ilk Bâbil (Kadin-girra) şehrinde de bulunduğunu göste­rir. Bu gibi tarihî konularda Benî İsrail efsanelerini aynen benimseyen eski İs­lâm müfessirlerine göre de Micdel (köşk) adını verdikleri Bâbil Kulesi Nemrud ta­rafından yaptırılmıştır. Bugün yerinde sahn (çukur) denilen geniş ve derin bir çukurun yer aldığı Bâbil zigguratını, ba­zı Sümer şehirlerinde nisbeten sağlam

vaziyette bulunan daha küçük benzerle­rine bakarak bilinen boyutları içinde ta­savvur etmek mümkün olmaktadır. Kay­naklardan zigguratın 91 X 91 m. ebadın­da bir kare taban üzerine oturduğu, ta­mamı 75 m. yükseklikte gittikçe küçü­len altı kattan meydana geldiği ve te­pesinde kat sayısını yediye, toplam yük­sekliği 91 metreye çıkaran mavi sırlı tuğ­lalardan yapılmış baştanrı Marduk'un hariminin, çevresinde ise mâbed komp­leksi ile muhtemelen şehre adını veren "mukaddes kapı"nın yer aldığı öğrenil­mektedir. Herodot, tepeye katların ta­mamını dıştan dolanan bir merdivenle çıkıldığını, ancak bir yatak odası şeklin­de döşenmiş oian Marduk'un harimine, tanrının seçtiği bakirelerden başka kim­senin giremediğini yazmaktadır (I, 181-182). Bâbil zigguratı, büyüleyici azame-tiyle Mezopotamya sanatlarını kuvvetle etkilemiş, Asur dikili taşlarının hemen tamamı bu şekilde yapıldığı gibi İslâmî devirde de benzerlerinin dikildiği görül­müştür. Meselâ Abbasîler döneminde Bağdat yakınlarında inşa edilen Sâmer-râ Ulu Camii'nin Melviye (helezon) deni­len minaresi, Bâbil Kulesi'nin. yıkılma­sından çok sonraki asırlarda dahi Me­zopotamya halklarının hafızalarında ya­şamaya devam ettiğini göstermektedir. 3 m. yüksekliğinde, 33 x 33 m. ebadın­da bir kare kaide üzerine oturan ve te­pe kısmı bir köşk görünümünde olan minareye, gövdesini dıştan saran 2.30 m. enindeki müezzin yolu ile gittikçe dara­lan yedi katlı âbidevî bir kule şekli veril­miş ve minare bu hali ile Bâbil Kulesi'­nin yuvarlak gövdeli küçük bir kopyası durumunu almıştır. Yine aynı döneme ait olan Ca'feriye şehrindeki Ebû Dülef Camii'nin minaresi de bu kulenin daha küçük bir benzeridir.

Zigguratın tepesindeki mukaddes ma­hal sebebiyle Marduk mâbed komplek­sine verilen Sumerce ad E-sag-ila'dır ve kelime anlamı, Tevrat'taki "başı gökle­re erişecek kule" ifadesine (Tekvîn, 11 / 4) temel teşkil edecek şekilde "başını (göğe) kaldırmış (yükseltmiş) tapınak"tir. Hiç şüphesiz Eskiçağ tarihinin en yük­sek yapısını oluşturan Bâbil zigguratı-nın bir de bu anlama gelen isme kay­nak olması, kule kavramının Allah'a kar­şı baş kaldırmayı göstermesine sebep teşkil etmiştir. Benî İsrail geleneğinde, Nemrud'un Allah'a kafa tutmak ve sal­dırmak için yüksek bir kule yaptırması şeklinde yer alan bu küfür ve isyan mo­tifi (M, IX, 192), Kur'ân-ı Kerîm'de de Fi-ravun'un ağzından, "Ey ileri gelenler! Si-

394

zin benden başka tapacak bir tanrınız olmadığına eminim. Ey Hâmân! Benim için çamur üzerine ateş yak (tuğla yap) ve bana öyle yüksek bir kule yap ki Mû-sâ'nın tanrısına çıkabileyim" mealindeki âyetle dile getirilmiştir (el-Kasas 28/38; el-Mü'min 40/36-37).



Bâbil -Kulesi aynı zamanda karışıklı­ğın ve yetmiş iki dilin, yani bütün dün­ya dillerinin bir tek ana dilden türemiş olduğu yolundaki görüşün sembolüdür ve bu sembol bazı ilim adamları tarafın­dan delil olarak dahi kullanılmıştır {TA, V, 15). Tevrat'a göre tufandan sonra Si-near bölgesine yerleşen Hz. Nuh'un oğul­ları, "Bütün yeryüzü üzerine dağılmaya-lım diye gelin kendimize bir şehir ve ba­şı göklere erişecek bir kule bina ede­lim..." derler ve inşaata başlarlar. Ne var ki Allah, hepsinin bir kavim oldukla­rını görünce anlaşamasınlar diye dille­rini karıştırır ve onları bütün dünyaya dağıtır; inşaatı yarım kalan şehre de dil­lerin orada birbirine karışmasından do­layı Bâbi! denilir (Tekvîn, ll/l -9). Bu ef­sane bütün ilim adamları tarafından ka­bul edildiği üzere Bâbil adı için, kelime mânasının unutulduğu dönemlerde İb-rânîce bâlal "karıştırmak" kökünden ya­pılan halk etimolojisinin bir hikâyeyle süslenmesinden ibarettir. Ancak bu hi­kâyede gerçek payı olduğu ve başı gökle­re yükselen kulesi ile Allah'a isyanı sem­bolize eden Bâbil'in mâzisindeki, düş­man tarafından ele geçirilip bir kısım halkının tehcir edilmesi olaylarından bi­rine telmihte bulunulduğu anlaşılmak­tadır. Mezopotamya'nın en büyük tica­ret merkezi ve en kozmopolit şehri olan Bâbil'in en karışık ahaliye sahip olduğu dönem Keldânîler devridir. Hükümdar­lık sarayındaki kitabelerden, bu devir­de bir kısmı benliğini yitirmiş vaziyette 2000 yıldan beri birlikte yaşayan Sü­mer, Akkad, Guti, Amurru, Kassit, Ârâ-mî, Asurlu gibi kavimlerin üzerine, II. Nebukadnezzar'ın Kudüs yahudilerinin tamamı ile zaptettiği çeşitli ülkelerden

şehrin imarı, özellikle zigguratın onarı­mı için esir işçiler ve Filistinli, Fenikeli, Mısırlı, İyonyalı, Elamlı, Med ve Pers us­talar getirdiği öğrenilmektedir. Kitâb-ı Mukaddes'in bahsettiği, başlangıçta tek olan dilin Bâbil'in ve kulenin yapımı sı­rasında çeşitli dillere, Hz. Nuh'un torun­larının sayısına göre de yetmiş iki dile (Tekvîn, 10/1-32) ayrılması efsanesinin böyle bir gerçekten kaynaklandığı açık­ça belli olmaktadır. Hz. Muhammed'in de "Benî Jsrâİl yetmiş iki fırkaya ayrıldı; benim ümmetim ise yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır, biri hariç hepsi cehennem­liktir" (Tirmizî, "îmân", 18) mealindeki ha­disi ile bu efsaneye temas ettiği görül­mektedir. r

Bâbil Kuyusu. Bâbil, Hârût ve Mârût adlı iki melekle ilgili olarak (bk. hârût ve mArût) bir defa da Kur'ân-ı Kerîm'de zikredilmiştir (el-Bakara 2/102). Tarihi boyunca Mezopotamya'nın en önemli astronomi ve astroloji-kehanet merkez­lerinden biri olan Bâbil'in, özellikle Kel­dânîler ve Ahamenîler döneminde büyü­cülüğün de merkezi haline geldiği bilin­mektedir (De, s. 608). Kur'an da söz ko­nusu âyette, kötüye kullanmamaları şar­tıyla halka büyü öğreten Hârüt'la Mâ-rût'tan bahsetmek suretiyle Bâbil'deki büyücülük faaliyetlerini zımnen dile ge­tirmiştir. Kur'an'da bu iki meleğin ce­zalandırıldıklarına dair herhangi bir açık­lama yapılmamış olmasına rağmen eski Ön Asya efsanelerinin ve özellikle Benî İsrail rivayetlerinin tesirinde kalan pek çok müfessir ve tarihçi, bu iki meleğin cinsî arzuya kapılarak suç işlediklerini ve bu sebeple de Bâbil kuyusuna baş aşağı asıldıklarını kabul etmektedirler. Fakat ne çivi yazılı belgelerde, ne Hero­dot ile Ktesias'ın yazdıklarında ve ne de kazılarla ortaya çıkarılan Bâbil kalıntı­larında "Bâbil kuyusu" adıyla temayüz edebilecek önemli bir kuyu izine rast­lanmaktadır. Buna karşılık Bâbil Kule­si'nin yerinde büyük ve derin bir çukur görülmekte ve bu çukurun, Bâbil hara­belerini asıl tuğla deposu haline getiren

zigguratın yerinde, asırlarca süren tuğ­la yağmacılığı sonucu temelinin de sö­külmesi suretiyle açıldığı açıkça anlaşıl­maktadır. Çukurun derinliği ise eski Bâ-billiler'in, zigguratın bir benzerinin de ye­rin altında bulunduğuna dair olan inanç­larını [TA, V, 151 desteklemekte ve kule­ye verilen Sumerce E-temen-an-ki adı­nın anlamına (göğün ve yerin temeli olan tapınak] da ışık tutmaktadır. Öte yandan Hârût ve Mârût olayının tefsirinde göz önünde tutulan bir Benî İsrail rivayetin­de de Şamhozoy (Shemhazai) adlı bir me­leğin yine. cinsî günah isledikten sonra tövbe edip ceza olarak kendini "gökle yer arasına baş aşağı astığı" anlatılmak­tadır (Doğrul, s. 35, not 96; El2 |İng.|, III, 237). Hârût-Mârût efsanesine tam bir paralellik gösteren bu efsanede, günah­kâr meleğin kuyu yerine gökle yer ara­sına asılması "kuyu" ve "gökle yer arası" kavramlarını birleştirmekte, bu durum ise Bâbil Kulesi'nin gerçek adının taşıdı­ğı "göğün ve yerin temeli" anlamına çağ­rışım yapmaktadır. Buna göre, Kur'ân-ı Kerim'de ve orijinal kaynaklarda adına rastlanmayan Bâbil Kuyusu'nun, özellik­le sahn adlı çukurun etkisiyle yine Bâ­bil Kulesi'nden türetilmiş bir efsane mo­tifi olduğu kuvvetli bir ihtimal halinde akla gelmektedir. Ayrıca Bâbil Kuyusu tabirine, Bâbil'in bir ahlâksızlık merke­zi olarak tanınmasından dolayı "Bâbil batağı, günah çukuru, gayya kuyusu" anlamında mecazi bir değer eklemek de mümkündür.

BİBLİYOGRAFYA :

Tirmizî, "îmân", 18; Mevlânâ. Dîuân-ı Kebîr (nşr. Abdülbâki Gölpınarll), İstanbul 1957,1, 430; E. Meyer, Geschichte des AlLertums, Darmstadt 1953, 11/2, s. 185-186; J. Laessoe, People of Ancient Assyria, London 1963, s. 25; A. L. Op-penheim. Ancient Mesopotamia, Chicago 1965, s. 48-63, 109125, 153-163; S. N. Kramer, The Sumerians, Chicago 1967, s. 137, 293-294; A. T. Olmstead, HisLory of Assyria, Chicago 1968, s. 337-357, 476-488; Ömer Rıza Doğrul. Tanrı Buyruğu, istanbul 1980, s. 35-36, not 96; Ab­dullah Aydemir, Tefsirde İsrâîliyyat, Ankara, ts., s. 136-161; E. Herzfeld, "Bâbil", İA, II, 177-179; A. J. Wensinck. "Hârût ve Mârût", İA, V/l, s. 305-306; B. Heller "Nemrûd", İA, IX, 192-194; Arseven, "Babil", SA, !, 146-148; W. von So-den, "Babylon", RGG, I, 808-812; T. Jacobsen, "Babylon", !OB, i, 334-338; F. E. Robİnson -J. P. Hyatt, "Magic, Divination, and Sorcery", DB, s. 608; My. J. Siff. "Babel, Tower of", EJd., IV, 22-25; M. E. L. Mallowan, "Babylon", EBr., [I. 948-950; D. J. Wiseman, "Babel", "Babylon", "Babylonia", fiBD, s. 116-128; G. Awad, "Bâ­bil", El2 (İng.l, I, 846; G. Vajda, "Hârût wa-Mâ-rüt", ae, II!, 236-237; C. Cardascia, "Babylon", Eir., III, 325-326; M. A. Dandamayev - G. Gnoli, "Babylonia", a.e., III, 326-336; "Babü", TA, V, 13-17. rr\

Hal Sargon Erdem

BABÎLİK


(bk. BAHAÎLİK).

BÂBÛS fî TERCEMETİ'I-KÂMÛS

ei-Kamûsü'I-muhifin

Merkezzâde Ahmed Efendi

(Ö. 963/1556) tarafından

Türkçe'ye yapılan tercümesi

(bk. el-KÂM ÛSÜ'l-MUHİT).

BÂBÜLEBVÂB

(bk. DERBENT).

bAbür


Zahîrüddîn Muhammed Bâbür (ö. 937/1530)

Bâbürlü Devleti'nin

kurucusu ve ilk hükümdarı

(1526-1530).

L

6 Muharrem 888'de (14 Şubat 1483) Fergana'da doğdu. Babası Timur'un to­runlarından Fergana hâkimi Ömer Şeyh. annesi Cengiz'in torunlarından Yûnus Han'ın kızı Kutluğ Nigâr Hanım'dır. Bâ-bür'ün çocukluğu hakkında fazla bilgi yoktur. Annesiyle birlikte Endican Kale-si'nde otururken babasının bir kaza so­nucu ölümü üzerine 5 Ramazan 899'da (9 Haziran 1494) henüz on iki yaşında iken Fergana hükümdarı oldu.



Bâbür'ün siyasî mücadeleleri üç ana bölümde ele alınabilir: Fergana hâkimi­yeti (1494-1504), Kabil hâkimiyeti (1504-1526) ve Hindistan hâkimiyeti (1526-1530). Bâbür başlangıçta akrabalarıyla ve ken­disini tanımayan kumandanlarla uğraş­tı. Amcası ve Semerkant hâkimi Sultan Ahmed Mirza gailesinden kurtulduktan sonra Taşkent hâkimi Sultan Mahmud'-la mücadele etti. Bâbür'ün asıl gayesi Endican'da saltanat sürmek değil ata­larının vaktiyle sahip bulundukları Se-merkanfı ele geçirmekti. 1497 ve 1501 yıllarında kısa sürelerle iki defa Semer-kant'a hâkim oldu. Mâverâünnehir'in ku­zeyinde güçlenen Özbek Hükümdarı Mu­hammed Şeybânî Han (1500-1510) Bâ­bür'ün en tehlikeli rakibi idi. İran'da ise Şah İsmail, Safevf Devleti'ni kurmuştu ve sınırlarını Ceyhun ötesine kadar genişlet­me gayesini güdüyordu. Bâbür Özbek-ler'le Ser-i Pül'de giriştiği savaşta mağ-

lûp oldu ve Taşkent'teki dayısının yanı­na sığındı. Ancak uğradığı başarısızlık­lara rağmen sağlam iradesinin yardımı ile tekrar eski gücüne kavuştu. Az sayı­daki Türk ve Moğollarla birlikte Hindu-kuş dağlarını aşarak Kabil'e indi ve kan dökmeden şehri ele geçirip buraya yer­leşti (1504). Bütün ayaklanma ve tertip edilen tuzakları bertaraf ederek Kabil'­de tutunmaya muvaffak oldu. Semer-kant'ı da tekrar ele geçirmekten vaz­geçmemişti. Bu sırada Muhammed Şey­bânî Han Şah ismail tarafından mağlup edildi ve öldürüldü (916/ 15101. Bunun üzerine Bâbür Safevîler'in yardımıyla Se­merkant ile Buhara'yi ele geçirdi (1511) ve Mayıs 1512'ye kadar hâkimiyetini sür­dürdü. Buna karşılık Şiilerin bazı istek­lerini kabul etmek zorunda "kaldı. Sün­nî olmasına rağmen hutbede ve para­larda Şah İsmail'in adını zikrettirdi. An­cak mevcut durum süratle Bâbür aley­hine gelişme gösterdi ve Safevî kuvvet­lerinin İran'a dönmesinden sonra Bâbür-lüler'e karşı galeyan artmaya başladı. Buhara ve buraya yakın Gucdüvân'da Özbeklerle Bâbür arasında savaş oldu. 1513 ve 1515'te Hisar Kalesi'nin kaybına rağmen Bâbürlüler bölgede fırsat kolla-dılar. 1514 yılında Şah İsmail Çaldıran'-da Yavuz Sultan Selim karşısında yeni­lince Özbekler tekrar Mâverâünnehir'de güçlendiler ve Bâbürlüler'e karşı tutum­larını sertleştirdiler. Bâbür artık Semer-kant'ta tutunamayacağını anladı. Bu se­beple şansını Afganistan'da merkezi Ka­bil olmak üzere yeni bir devlet teşkili için denedi ve bunda da muvaffak oldu.

1518'de Güney Afganistan seferine çıktı ve Hayber Geçidi'ni aşarak Sind bölgesine indi. Bu yılın sonlarında Ku-nar ile Sind arasındaki topraklara hâ­kim oldu. 15 Şubat 1519'da 1500 kişiy­le ilk defa Sind nehrini sallarla geçerek Pencap ile Cenap nehri yöresini yağma­ladı. 1398-1399 yıllarında Hindistan'ı is­tilâ eden Timurlenk Pencap ve Delhi ha­valisini kendine tâbi olan Seyyidler'e bı­rakmıştı. Bâbür de atasının mirasçısı olarak bu topraklarda hak iddia etmiş ve halkına baskı yapılmaması için de emirler vermişti.

Kandehar Kalesi'nin fethiyle Hindis­tan-Afganistan ve İran yolu kontrol al­tına alındı. Bâbür bu kalede iken Mayıs 1522'de Lahor'dan gelen Devlet Han Lû-dî ve Âlem Han'la görüştü. Lûdî sarayı­na yakın olan bu meliklerin yardım ta­lebi kabul edildi. Bâbür iki yıl zarfında Pencap'ı üç defa istilâ etti. Ancak Kâ-

395

bil'in Özbekler tarafından tehdidi üzeri­ne tekrar Afganistan'a dönmek zorun­da kaldı. Bâbür hatıratında Hindistan fethinin gecikmesine kardeşleri arasın­daki anlaşmazlıklar ve emirlerin gevşek­liğinin sebep olduğunu yazmaktadır. Bu sırada doğan bir şehzadeye Hindâl adı­nın verilmesi de Bâbür'ün Hindistan fet­hini ne kadar arzuladığını göstermek­tedir.



Bâbür kesin ve büyük Hindistan sefe­rini 1525'te yaptı. Önce Pencap'ı istilâ ettikten sonra Delhi üzerine yürüdü. Bu sırada Kuzey Hindistan Lüdîler tarafın­dan idare edilmekteydi. İbrâhîm-i Lü-dfnin yakınları olan Lahor valisi ve Âlem Han ile arası iyi değildi. Bâbür Lûdr baş­şehrine giden yol üzerinden hareket ede­rek Panipat yakınlarına geldi. Karargâ­hını burada kurdu. Kale önlerindeki ay­nı adı taşıyan ovada Bâbürlü ve Lüdî kuvvetleri Nisan 1526'da karşı karşıya geldiler. Lüdî ordusu çok kalabalıktı ve orduda 1000 kadar fi! de yer alıyordu. Bâbür'ün ordusu ise 12.000 civarında idi. Osmanlı savaş nizamını uygulayan ve ateşli silâhlar kullanan Bâbür karşı­sında İbrâhîm-i Lûdî büyük bir yenilgi­ye uğradı ve öldürüldü. Onun ölümüyle Lûdîler'in hâkimiyeti sona erdi. Bâbür bu seferden sonra Delhi ve Agra'yı da süratle ele geçirdi ve Bâbürlü haneda­nını kurdu (1526).

Bâbür, Çitor Racası Rânâ Sangâ'nın kalabalık bir ordu ile üzerine yürüdüğü­nü haber alınca hemen harekete geçti ve taraflar Biyâne yakınlarındaki Hânü-vâ'da karşılaştılar. Mart 1527'de yapılan savaşta Rânâ Sangâ büyük bir hezime­te uğradı. Arabalar üzerine yerleştirilmiş toplar karşısında tutunamayan Hindu­lar çok kayıp verdiler. Bu savaştan son­ra Bâbür Agra'da yerleşti ve Bedahşan askerlerini ülkelerine gönderdi. 1527'-den sonra kesilen paralarda Bâbür ismi yanında "gazi" unvanı da görülmekte­dir. Bu ise Çitor Racası Rânâ Sangâ'ya karşı kazanılan zaferden dolayıdır.

Bâbür 1S28'de Çanderi'ye saldırarak Raca Medini Rao'yu mağlûp etti. Ancak Afgan meselesi yüzünden Racpûtlar'a karşı genel bir tenkil harekâtına girişe­medi. Ganj nehrini geçerek topçular sa­yesinde Lûdîler'e sadık kalan kuvvetleri de yendi ve Bâbürlü kuvvetleri 21 Mart 1328'de Leknev'i ele geçirdiler.

1529'da Bengal meselesi ortaya çıktı. Bihâr'da istiklâlini ilân eden Mahmud Şah Afganlılar'ı çevresine toplayarak böl-

396

gedeki Bâbürlü nüfuzuna son verdi. Bâ­bür 6 Mayıs 1529'da Bihâr seferine çık­tı ve Mahmud Şah'ı mağlûp ederek do­ğuya ilerledi. Dönüşte Leknev'i tekrar hâkimiyeti altına aldı.



1530'da hastalanan Bâbür, hastalığı­nın giderek ağırlaşması üzerine bütün emîrleri huzuruna çağırarak oğlu Hümâ-yun'u hükümdar ilân etti ve onlardan bağlılık yemini aldı. Üç gün sonra da 6 Cemâziyelevvel 937'de (26 Aralık 1530) Agra'da vefat etti. Naaşı Cemne nehri kenarındaki Nûr-Efşân bahçesinde top­rağa verildi. Vasiyeti gereğince de altı ay sonra Kabil'e taşınarak Bâğ-ı Bâbür'-de yakınlarının yanına gömüldü. Sah Ci­han 1646'da Bâbür için muhteşem bir türbe inşa ettirdi. Bâbür'ün on sekiz ço­cuğu olmuştu. Öldüğünde dört oğlu ile üç kızı hayatta idi. Bunlar Hümâyun, Kâmrân. Askerî, Hindâl, Gülreng, Gül-çehre ve Gülbeden'dir.

Bâbür kurduğu devlet ve tarihte oy­nadığı önemli rol bakımından Türk tari­hinin önde gelen simalarından biridir. Batılı yazarlar, o devirde pek az hüküm­darda görülen meziyetleri şahsında top­lamış olan Bâbür'e hayrandırlar ve baş­ka hiçbir kahramanın kendisini onun Bâ-bürnâme'sindeki kadar güzel tasvir ede­mediği kanaatindedirler.

Bâbür kılıç kullanmakta, ok atmakta, ata binmekte mahir olduğu kadar in­san ruhunu tanımakta, fertleri ve top­lumları idare etmekte de o derece ma­hirdi. İleri görüşlü bir devlet adamı ve soğukkanlı bir kumandandı. Maiyetine karşı merhametli ve şefkatli davranır, affına sığınan suçluları bağışlamakta te­reddüt etmezdi. Gerektiğinde de en ağır cezaları uygulamaktan çekinmezdi. Spor ve avla, fikrî ve edebî meselelerle uğraş­maktan zevk alırdı. İçki ve eğlenceye düşkünlüğüne rağmen idarî ve askerî iş­lerde en küçük bir ihmal göstermemiş­tir. Daima halkının refahı için çalışmış, ülkeyi mâmur hale getirmeye gayret et­miştir.

Bazı besteler yaptığı bilinen Bâbür gü­zel sanatların hemen hepsiyle yakından ilgilenmiştir. Aynı zamanda iyi bir hat­tat olan Bâbür "hatt-ı Bâbürî" adıyla ye­ni bir hat icat etmiştir. Şiir ve edebiya­ta da vâkıf olup Çağatay şiir ve nesrinin en güzel ve orijinal örneklerini vermiş­tir. Teknolojik gelişmeleri de yakından takip ederek bunları yalnızca savaş için değil aynı zamanda tarımda üretimi ar­tırmak amacıyla da kullanmıştır.

BİBLİYOGRAFYA:

Babur, Vekayf [Arat}, MI; Hândmîr, Habî-bü's-siyer (nşr. Ağa M. Hâşim Kâşanî), Bom­bay 1857, III, 304-310, 320; Haydar Mirza Duğ-lat, A History of the Moguls of Central Asla (trc. E. D Ross), London 1895, s. 216, 259, 261; Hasan-ı Rumlu. Ahsenü't-teuârth (nşr. C. N. Seddon), Baroda 1931, s. 49-51, 86, 91-92, 127-130, 169-170, 194-195; Nizâmeddin Ah-med, Tabakât-ı Ekberî (nşr. B. De), Calcutta 1931, II, 1-27; Gülbeden Begüm. Hümayünnâ-me (trc. Abdürrebâb Yelgar — Eymen Manyas), Ankara 1944; Mir Muhammed Ma'sûm, Târîh-i Ma'şûmf fnşr. U. M. Duodpota), Poona 1938, s. 324-325; İskender Bey Münşî, Târîh, I, 30; W. Erskiıie, History of india ünder the Two First Souereigns of the House of Taimur-Baber and Hümayun, London 1854; S. Lane-Poole. The Coins of the Moghui Emperors of Hindistan in the British Museum, London 1892, s. 5-6; a.mlf., Baber, London,- 1899; L. F. Rushbrook Wi!liams, An Empire Buiider of the Sixteenth Cenlury, London 1918; L. Bogdanov, "The Tomb of the Emperor Babur near Kabul", Epigıaphia Indo ■ Mostemica, 1923-24, s. 1-12; S. M. Ed-wardes, Babur, London 1926; F. Grenard. Ba­ber Fondateur de L'Empire des Indes (1483-1530), Paris 1930; R. Bum, "Coins of Babur", Numisınatic chronicle, XVIII, London 1938, s. 176-178; S. K. Banerji. "Babur's Post War Settlements in Doab, Mahva and Bihar", Pro-ceedings IX'" Historical Congress (1946], s. 296-300; S. R. Sharma, Studies in Medİeual Indian History, Poona 1956, s. 158-166; J. Al­lan v.dğr., The Cambrîdge Shorter History of india, Delhi 1969, s. 320-329; Rızaül İslâm, İn-do-Persian Relations, Lahore 1970, s. 5-21; B. Gascoigne, The Great Moghuis, New York 1971, s. 15-44; Abdul Halim, History of the Lodi Suitans of Delhi andAgra, Delhi 1974, s. 164-192, 197, 199, 201-209; Abdülmün'im en-Nemr, Tânhu'i-İsi&m /i'/-/7ind, Beyrut 1982, s. 233-240; A. V. W. Jackson, "The Tomb of the Moghui Emperor Bâbur in Afganistan", Proceedings American Philosophical Society, LXV!II, New York 1929, s. 195-205; A. Schim-mel. "Babur Padishah, The Poet Wİlh an Ac­count of the Poetical Talent in his Family", IC, s. 125-138; M. Fuad Köprülü, "Babur", M, ti, 180-187; TA, V, 21-23; J. B. Harrison - P. Hardy, "Bâbur", El2 (İng.), 1, 847-848; a.mlf.ler. "Bâbur", ÜDMİ, İli, 813-820.

İMİ Enver Konukçu

Sanatkâr ve Fikir Adamı Yönü. Bâbür devlet kurucu büyük bir siyasî şahsiyet, askerlik sanatının yüksek bir siması, yılmaz bir mücadeleci oluşu yanında sa­nat ve kültür yönü de o derece kuvvetli müstesna bir kimse idi. 0, bir insanda aynı zamanda bir araya gelemeyecek çeşitli kabiliyet ve değerleri ahenkli bir terkip içinde toplayabilmiş eşsiz bir hü­kümdar olarak yalnız Türk tarihinde de­ğil. Doğu ve Batı âleminin büyük şahsi­yetler galerisinde günümüzde hayranlık­la seyredilen bir portre olmuştur. Bâbür on iki yaşında tahta çıkışından bu yana

seferden sefere koşup at üstünden in­meyen, tahtını ülkeden ülkeye taşıya­rak yeni devletler kuran bir maceralar kahramanı, savaşsız kaldığında ardı gel­mez büyük avların, eğlence meclislerinin zevkini yaşayan bir tabiat âşığı, araştı­rıcı ve gözlemci bir botanist, görmesini bilen bir seyyah, bir etnografya müjde­cisi, bir bahçe mimarı ve şehirci, ata bin­me, ok atma ve kılıç kullanma sanatının efendisi, yüzücülük dahil komple spor­cu, hattat, musikişinas, fakih, hararet­li bir tezyini sanatlar ve kitap meraklı­sı, bir edebiyata damgasını basmış şair, dünyanın zevkle, takdirle okuduğu üs­tün bir hâtıra yazarı, hayatı türlü lezzet­leriyle bir yaşama sanatı haline getirmiş bir kimse olmanın bütün sıfatlarını be­raberinde taşıyan bir Türk soylusudur.

Bâbür. şiirleri ve Bdbümdme'siyle bu­güne gelmiş ve namını bugün de devam ettirmektedir. O, kaybolanları bir tarafa bırakılırsa beş esere imzasını atmış bir edebiyatçı hükümdar olarak tanınır. İçin­den birçok şair şahsiyet çıkmış Timurlu-lar ailesindeki şiir geleneği en yüksek temsilcisini onun şahsında bulmuştur. Eğitimini saray çevresinde görmüş olan Bâbür'ün tahta çıkışı gibi şiire başlayışı da erken olmuştur. İlk şiir denemelerine daha on altı yaşında başlamıştı. Başlan­gıçta çalışmaları beyit çerçevesini geçe-

mezken iki üç sene içinde artık başlı ba­şına gazeller ortaya koyabilecek bir sevi­yeye erişir. 1500 yılında Semerkanf ı ikin­ci defa aldığında orada Nevâî ile görüşen Bâbür, ondan kendisine gelen bir mektu­bun arkasına bir beytini yazarak takdim etmişti. Bâbür tam olarak bir gazel yaz­dığı tarihi, bir hadise olarak kaydeder {Vekâyi1, s. 105), Bâbür, soyundaki ve sa­ray çevresindeki geleneğin tesiriyle böy­lece on dokuz yaşında iken hükümdar şairler safında yerini alır. Onun şiirleri siyasî hayatı ile beraber Fergana, Kabil ve Hindistan olmak üzere üç devre için­de görünür. Kabil devresinde şiirlerinin sayısı bir divan teşkil edecek noktaya varır. 1519 yılında divanını Semerkant'ta Özbek Hükümdarı Polad Sultan'a gön­dermişti {Vekâyi, s. 267).

Bâbür'ün şiiri, yazdıkları basit bir he­veskârlığın alelade ifadeleri olmaktan ileri gidememiş bazı şair hükümdarla-rınkinden tamamıyla farklı olup edebî ilimleri çok iyi bilen, Türk ve Acem şiiri­ni ne derece yakından tanıyıp incelemiş olduğunu aruz nazariyatı üzerindeki ese­riyle de ortaya koymuş, söyleyiş gücü kuvvetli, ileri zevk sahibi usta bir kale­min mahsulüdür. Hâtıralarında çok iyi belli olduğu gibi o herhangi bir vesile ile, bir konu veya bir durum karşısında anında ondan bir şiir çıkarabilecek dere­cede bir ifade rahatlığı kazanmıştı. Ca­ğının diğer şairleri gibi aşk-sevgili-içki zevki (veya meclisi) konuları onda da hük­münü sürdüren bir üçüzlüdür. Buna çok defa tamamlayıcı bir unsur olarak tabi­attan da belirli bir dekor eşlik eder. Fa­kat Bâbür, klasik geleneğin bu değiş­mez temlerini değişik ve oynak bir üs­lûpla gerçek tablolar içinden verecek su­rette işlemeyi başarır. Zaman zaman kendi hayatını, yaşadığı hadiseleri şiiri­ne getirir. Hayatını aksettiren otobiyog­rafik karakterdeki şiirleri sayıca arızî ve tesadüfîliğin sının dışındadır. Hatıratın­da ne zaman, hangi münasebetle, ne gibi hallerde yazıldıklarına dair verdiği bilgilerden şiirlerinin kendi hayat hadi­seleriyle bağlantısı anlaşılır. Bâbür'ün şiirlerinde çok şahsî bir yönü de, devlet kurucu ve taht sahibi olarak bulunduğu Efganistan ve Hindistan'da içinde taşı­dığı gurbet duygusu ve ayrı düştüğü Fergana'ya olan özlemi dile getirmesi­dir. Klasik şiirin dar ve hazır bir çerçe­ve halinde kabullenegelinen itibarîsine (conventionel) onun samimi bir eda kata­bildiği görülüyor. Ancak hemen hemen her divan şairinde olduğu gibi aleladenin

üstüne çıkamamış bazı şiirlerin onda da var olduğu inkâr edilemez.

Bir modaya ayak uyduruştan ibaret kalan sayısı belli "musanna"' bazı şiirle­ri (bk, J. Eckmann, "Chagataica, 2. Ba-bur's Artifical Poems", AOH, XXV, 1972, s. 351-353) bir tarafa bırakılırsa ifadesi sadeliğe meyleden Bâbür yer yer haik dilinden bir kısım unsurlar almış, ata­sözleri ve deyimler de kullanmıştır. Bâ­bür en çok gazel ve dörtlük (rubâî-tuyuğ) tarzını tercih etmiş, kaside ve musam-mat^gibi geniş hacimli nazım şekillerini kullanmaktan uzak durmuştur. Bir şi­irini ise hece vezniyle bir türkü olarak yazmıştır (Bâbür Şah'ın Şiirleri: "Gaze-liyyat", MTM, nr. f; s. 27). Bâbür daha ilk denemelerinden İtibaren Farsça şiirler de yazmaya başlamış, ancak bunlar Türk­çe şiirleri yanında sayıca hep geride kal­mıştır. Babası ve amcasının müridi ol­dukları Hâce Ubeydullah Ahrâr gibi bü­yük bir mutasavvıfı çocuk yaşında ta­nımış olan, dervişlere samimi bir saygı gösteren Bâbür'ün bazı şiirleri tasavvu-fî bir renk taşır. Mısralarını bazan Türk­lük ve kahramanlık duygularına açtığı da ilâve edilirse Bâbür'ün şiirlerinin umu­mi tablosu tamamlanmış olur.

Bâbür'ün bir kısım şiirlerinde, özellik­le rubâîlerinde Nevâî tesiri kendini his­settirir. Çağdaşları Bâbür'ün şairliğin­den büyük bir takdirle bahsetmektedir­ler. "Türkçe ve Farsça şiir söylemekte emsalsizdi; bilhassa Türkçe divanında taze mazmunlar bulup söylemiştir" ifa­desinin yanı sıra Haydar Mirza Duglat'ın, "Onu Türkçe şiirlerinde ancak Ali Şir Ne­vâî geçerdi" şeklindeki değerlendirmesi, devrinde onun ne derece kuvvetli bir şair sayıldığına tercüman olmaktadır. Doğu Türkçesi edebiyatının Nevâî'den sonra yetiştirdiği en değerli şairin Bâbür ol­duğu bugün edebiyat tarihçileri tarafın­dan benimsenmiş bir hükümdür.

Türk ve İran edebiyatlarını çok yakın­dan tanıyan Bâbür'ün gerek Türk, gerek­se Acem şairleri hakkında çok sağlam ve yerinde görüşlere sahip olduğu Bâ-bürnâme''sinde açıkça görülmektedir. Bu arada Ali Şîr Nevâî hakkında söyle­dikleri bugün için de aynen kabul edile­bilecek isabetli bir değerlendirmeyi ak­settirir.

Eserleri: 1. Bâbürnâme*. Çağatay ede­biyatının Nevâfninkini dahi aşan en ta­bii ve ileri nesir örneğini veren, önce ilim alemince şöhret kazanıp mühim bir kay­nak olarak ele alınmış olan bu eser, sa­dece Türk edebiyatı için değil, nevinde

397


kendisini yabana okuyucuya da müstes­na bir hatırat kitabı olarak kabul ettir­miştir. Bâbür'ü unutulmazlar arasına sokan, ilmîliğe yükselen muhtevası, bir hükümdardan beklenemeyecek samimi­liği etrafında hayranlık yaratan bu hatı­rat çeşitli dillere tercüme edilerek bir­çok defa basılmıştır.

2. Divan. Bâbür'ü Çağatay edebiyatı­nın şiirde Nevâîyi takip eden büyük tem­silcisi olarak tanıtan divanı, onunkiler kadar hacimli olmamasına karşılık, ori­jinal yönler taşıyan seçme ve kuvvetli şi­irleriyle Bâbür'ün değerini ortaya koy­maya yetmiştir. Kadı Burhâneddin ve di­ğer bazı şair hükümdarlarınki gibi klasik divanlar tarzında ve alfabetik bir ter­tipte olmayan bu divanda şiirlerinin kro­nolojik bir sıraya göre yer almış olacak­ları yolunda bir görüş vardır. Bâbür'ün kendisinden öğrenildiği üzere ilk şiiri olan gazelin görülebilen divan nüshala-rındaki gazellerin en başında bulunması, yazılış tarihini verdiği diğer bazı manzu­melerinin de böyle bir durum gösterme­si bu görüşü destekler mahiyettedir.

Divanın yazma nüshalarına Orta As­ya'dan çok başka ülkeler kütüphanele­rinde rastlanmaktadır. Başlıca nüshala­rı şunlardır: 1. Tahran nüshası (Kütüb-hâne-i Saltanat!, nr. 671, diğer bir kayda göre 676). Verilen tarih doğru ise 931'-de (1525] istinsah edilmiş, harekeli ve satır aralarında Farsça tercümeleri de bulunan Bâbür külliyatı içindedir (Zeki Velidi Togan, "Tahran Kütüphanelerinde Hindistan'dan Gelen Eserlerde Çağatay Dil ve TemürJü Sanat Âbideleri", TTK Bel­leten, nr. 95, 1960, s. 444; a.mlf., "Londra, ve Tahran'daki İslâmî Yazmalardan Ba­zılarına Dair", İTED, 111/1-2, 1960, s. 152],

2. Paris nüshası (Bibliotheque Nationale, Supplements Turcs, 1230). 1515'te istin­sah edilmiştir (Blochet, Catalogue, II, 207],

3. Râmpûr Özel Nevvâb Kütüphanesi nüs­hası. 15 Rebîülâhir 935'te (27 Aralık 1528) istinsah edilmiştir. Bu başka bir yazma­dan kopya edilmiş bir tarihe benzemek­tedir (bk. A. S. Beveridge, Babur-Mama (Memoirs of Babur), London 1922, Appen-dices, s. IX-LXI; tavsifi için bk. V. İvanov, A Concise Descriptiue Catalogue of the Persian Mss. in the Asiatic Society of Ben-gal, 1924, s. 668). Bankipür'da da bir di­van nüshasına rastlanmaktadır {Catalo­gue of the Arabic and Persian Manuscripts in the Oriental Public Library at Banki-pore, I, SuppL, 1998, s. 256). 4-5. Hayda-râbâd Sâlâr Jang Müze Kütüphanesi, nr. 4478 ile 4479'daki Receb 1188 (Eylül

398


1774] istinsah tarihli ve satır arası Farsça tercümeli nüsha (bk. Erkan Türkmen, "Hin­distan Kütüphanelerindeki Bazı Türkçe Yazma Eserler", TKA, XXIII/ 1-2, 1985, s. 493-494; krş. H. S. Süleymanov, "Po Ruko-pisim Fondam İndii", ST, nr. 2, 1980, s. 70). 6. Topkapı Sarayı Kütüphanesi nüs­hası (Revan, nr. 741). Cildi inci ile işlen­miştir (Karatay, Türkçe Yazmalar, II, 112]. 7. İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi nüs­hası (TY, nr. 3743). 8. 100. Yıl Atatürk (Be­lediye) Kütüphanesi nüshası ([Muallim Cev­det Yazmaları, nr. K. 352). Divanın Buha-ra'da da bir nüshası bulunduğuna dair bilgi vardır (bk. Ş. Rahimî, "Zahîrüddin Muhammed Bâbür", Maarif ue Medeniyet, nr. 1, Kânunuevvel 1923, s. 107; bk. TM, 1928, II, 608).

Tenkitli metin baskısı henüz yapılma­mış olan divanın ayrı ayrı nüshalarından şu neşirleri ortaya konulmuştur: -1. E. Denison Ross, "A Coilection of Poems by the Emperor Babur" UASB, VI, Extra No. 19I0, VI +23 +Faksimile: 25-43. D. Ross bu nüshayı yegâne nüsha sanmıştır]. 2. Köprülüzâde Mehmed Fuad, "Bâbür Şah'-ın.Şiirleri: Gazeliyyat", (MTM, I, I331/1915, nr, 2, s. 235-256, nr. 3, s. 464-480; II, 1331/ 1915, nr. 5, s. 307-336. İÜ Ktp., TY, nr. 3743'teki Hâlis Efendi nüshasının yarım kalmış neşridir). 3. Samoyloviç, Sobmnie Stihotvoreniy Imperetora Babura/Mec-mua-i Eş'âr-ı Baber (Çast 1. Text, Pet-rograd 1917, 34 + 9 sayfa. Bibliotheque Nationale ve ilâve olarak Râmpûr nüsha­larının neşridir). 4. Şefika Yarkın, Dîvân-ı Zahîrüddin Muhammed Babur (Kabil 1962). 5. S. Azimcanova — A. Kaimov, Za-hirüddin Muhammed Babir, Asarlar I. Divan (Taşkent 1965). 6. S. Azimcanova, îndiskiy Divan Babura (Taşkent 1948].

Bundan başka divandan yapılmış şu metin seçmeleri de bulunmaktadır: Fıt­rat, Özbek Edebiyatı Nemûneleri (Taş­kent - Semerkant 1928, s. 277-297); Alim Şarafaddinov, Uzbek Adabieti Tarihi Hrestomatayası (Taşkent 1945, 11, 30-52); Hâdi Zarif. Navoy Zamondoşlan (Taş­kent 1948, s. 183-185); Bobır, Tanlangan Asarlar (nşr. S. Azimcanova — A. Kaimov, Taşkent 1958); Bobır, Şe'rler (Taşkent 1958); A. Şarafaddinov — A. Kaimov — R. Majdidi, Uzbek Şe'riyaü Antologiyası (Taşkent 1961, 111, 4l-57); N. V. Stebleva, Semantika Gazeley Babura (Moskova 1982, s. 209-326; Fuad Köprülü ve Samoy­loviç neşirlerinden bir araya getirilmiş 119 gazel), Sayyid Na'imuddin, "Some Unpub-lished Verses of Babur" (/C, nr. 30, 1956, s. 44-50; İÜ Ktp., TY, nr. 3743'teki divan

nüshasında bulunan Farsça şiirler]. Bâ­bür'ün seçme şiirlerinin çok ilgi görmüş bir Rusça tercümesi de yapılmıştır (L. Penkovskiy, Babur. Lirika, Taşkent 1943; Moskova 1948, 1957; Taşkent 1959].

3. Aruz Risalesi. Kendinden önce Ali Şîr Nevâfnin aruz nazariye ve kaideleri­ne dair yazdığı eseri yeterli görmemek­ten gelen bir ihtiyaçla Bâbür'ün ondan otuz beş sene kadar sonra aynı konuda meydana getirdiği bir çalışmadır. Bâbür. Nevâî'nin Mizdnü7-evzân'ını birçok ba­kımdan yetersiz ve kusurlu bulduğunu açıkça söyler [Vekâuİ, s. 186]. Onun bu risalesinin tenkit edilecek taraflarının çok olduğunu, Nevâfnin rubâî de dahil bazı bahirlerin vezinlerinde yanıldığını belirten Bâbür böylece eserini kaleme almaktaki hareket noktasını açıklamış olur. Bâbürnâme'dekl kayıt ve notların­dan da aruz nazariyat ve ıstılahlarına kuvvetle hâkim olduğu ayrıca belli olan Bâbür'ün risalesi tasnif ve tertip itiba­riyle Nevârden pek farklı değildir. Her ikisinin de kaynakları müşterektir. Ne-vâî'den ayrılan tarafı, bahisleri ondan daha tafsilâtlı ve çok daha bol örnek­lerle vermesidir. Bu bakımdan Nevâî'nin risalesi Bâbür'ünkü yanında biraz sönük kalır. Bâbür aruzun her bahri ve mese­lesi hakkında çağdaşı şairlerle eskiler­den Farsça ve Türkçe bol örnekler ge­tirmektedir. Bununla Bâbür'ün Türk ve İran şiirini ne kadar iyi tanıdığı, malze­mesinin ne derece zengin ve geniş bir okuma ve araştırmaya dayandığı belli olur.

Bâbür'ün aruz risalesinin en mühim tarafı, onun da Nevâî gibi klasik aruz ki­taplarında yer almayan Türk şiirine has olan tuyuğ, koşuk, urguştek, türkî nevin­den vezinler üzerinde durmasıdır. Bâbür Nevâî'deki mevcuda onda bulunmayan öleng, tarhânî gibi maddeler ilâve ettik­ten başka örneklerin dairesini daha da genişletir. Bâbür Nevâî'deki muhabbet-nâme. müstezad, arazvari vezinlerini zik­re gerek görmemiştir. Tarhânîyi "cenge" yerine alır. Bâbür'ün izahları ile yalnız Türk şairlerince kullanılan vezinler hak­kındaki bilgi daha açıklık ve zenginlik kazanmış bulunmaktadır. Risalede şiir­lerinden örnekler verdiği şair sayısı yet­miş birdir.

Bütünü ile ele alındığında Bâbür ese­rinde on dokuz bahir etrafında SOO'den fazla vezin göstermiştir. Bunlardan bir kısmının kendi icadı olduğunu bildirir. Bâbür hatıratında, 933 (1527) yılı son-larıyla ilgili vukuat ve konulardan bah-

sederken, bir beytini 504 ayrı vezinde ifade ettiğini ve bununla ilgili olarak bir risale kaleme aldığını söyler ki bu elde­ki aruz risâlesidir {Vekâyı, s. 375; eserin neşrini yapan Stebleva'nın bu husustaki görüşü biraz farklıdır]. Bundan başka di­vanının Râmpûr nüshasında aruz risale­sini Hindistan fethinin sona erişinden iki üç yıl önce tamamladığını belirten ka­yıttan, Hindistan fethi 933 (1527) yılı ya­zında son bulduğuna göre, eserinin 930 veya 931 (1524 veya 1525) yılları arasın­daki bir tarihte meydana gelmiş olduğu anlaşılır.

Bâbürnâmenin İlminski neşri nüsha­sının sonundaki iiâve metinde Bâbür'ün biri vezin konusunda, diğeri kafiyeye dair iki risalesi bulunduğu belirtilir. İkinci­sinin isminin zikredilmemesine karşılık Aruz Risalesi'nden, tarihçi Ebü'l-Fazl'ın da bildirdiği gibi {Ekbernâme, I, 118; İng. trc. Beveridge, 1, 279), Mufassal adıyia bahsedilmektedir.

Bâbür'ün kayıp sanılan Aruz Risalesi İlk defa Fuad Köprülü tarafından Bibliot-heque Nationale'deki bir yazmadan bulu­nup ortaya çıkarılmıştır. 1923 Kasımın­da Dinler Tarihi Kongresi münasebetiy­le Paris'te bulunurken yaptığı bu keşfi Tevhîd-i Efkâr gazetesinde haber ver­miş, baskısı 1928'de tamamlanan Tür­kiyat Mecmuası'ndan ayrı basım olarak 1926'da neşredilen Türk Klasik Edebi­yatındaki Hususî Nazım Şekillen: Tu-yug adlı araştırmasında eserdeki mal­zemeden geniş surette istifade etmiş­tir. Eserin keşfinin kendisine ait oldu­ğunu iddia eden Rıza Nur, risalede zikri geçen Mübeyyen ile ilgili "muhtasar" sözünü kitabın adı sanmış, her iki hu­susta da F. Köprülü ile münakaşaya gi­rişmiştir (Riza Nour, "Le Moukhtaçar de Baber Chah", Reuue de Turcologie/Türk Bilik Reuüsü, Alexandrie 1931, nr. 1, s. 86-92). F. Köprülü buna iki ayrı yazı ile cevap vermiş, eserin adının "Muhtasar" olama­yacağını bir kere daha izah etmiştir ("Bâ­bür'ün Aruz Risalesi ve Mübeyyen'i", "Nevâî ve Bâbür'deki Nazım Şekillerine Ait", Türk Dili ve Edebiyatı Hakkında Araştırmalar, istanbul 1934, s. 240-246 (I), 246-254 (II)). Rıza Nur bu defa da yeni bir yazısıyla münakaşayı sürdürmek is­temiştir ("Köprülüzade Fuad Beyin Ce­vabına Cevab", Türk Bilik Revüsü, nr. 5, Şubat 1935, s. 99-162). Aruz Risâlesi'nm diğer bir yazma nüshası Tahran'da Kü-tübhâne-i Saltanatrdeki 931 (1525) is­tinsah tarihini taşıdığı söylenen Bâbür külliyatı içindedir (Z. V. Togan, TTK Belle-

ten, s. 444 ve İTED, s. 152; I252rde [1336-37| istinsah edilmiş Madras nüshası için

bk. Hofman, I, 177).

Paris nüshasının [Bibliotheque Nationa-le Suppl. Turc, 1308; Blochet, Catatogue, II, 2291 ardarda iki faksimile neşri yapıl­mıştır (Saidbek Hasan, Zahtrüddin Mu-hammed Babur, Muhtasar, Taşkent 1971; aynı zamanda Kiril harfleriyle metni, İ. V. Stebleva, Zahir ad-Dîn Muhammad Babur, Traktat Ob Aruze/Aruz Risalesi, Moskva 1972, sadece faksimile, önsöz ve indeks; ayrıca bk. A. M. Sçerbak, "Socinenie Ba-bura ob 'Aruze (Predvaritelnoe Soobs-çeniej", ISAA, nr. 5, 1969, s. 156-168; I. V. Stebleva, "İzvleçeniya İz Traktata Ba-bura Po Stihoslojeniyo |Aruzu!", Pismenni-ye Pamyatniki Vostoka Ejegodnik, Moskva 1970, s. 166-171].

4. Mübeyyen. Yazıldığı sırada on bir on iki yaşlarında bulunan oğlu Kâmran Mirza'ya öğüt olarak Hanefî fıkhına da­ir bazı konu ve meseleleri izah gayesiy­le kaleme aldığı 2000 mısralık bir mes­nevidir. Aruzun hafif bahrinde "fâilâtün/ mefâilün/fâilün" veznindeki bu küçük eser beş fasıl üzerine tertip edilmiştir. İçinde ebced hesabı ile düşürülmüş ta­rihten başka Aruz Risâlesi'nde de ver­diği (vr. 1703] tarih 928'de (1522) yazıl­dığını göstermektedir. Sefer esnasında tamamlandığından önce sefer ve misa­firlik ahkâmına yer verilen risalede oruç, zekât ve vergi konuları üzerinde durul­maktadır. Eser, kendi memleketi Ferga-na'dan çıkan Ali b. Ebû Bekir el-Mergînâ-nî'nin e/-Hiddye'sini İmam Ebû Hanîfe mezhebinin en muteber kitabı olarak bahis konusu ettiğini gördüğümüz {Ve­kâyı, s. 47) Bâbür'ün şer'î sahadaki bil­gisini aksettirmektedir. Ebü'i-Fazl Mü­zeyyen'in şöhret kazanıp çok takdir gördüğünü bildirir {Ekbernâme, s. 278). İşlenen konuyu cazip kılmak fikriyle manzum olarak kaleme alınmış bu di­daktik eserde fazla bir sanat değeri ara-namayacağı tabiidir. Onun öteden beri "Mübîn" diye yanlış okunan isminin ger­çek şeklinin "Mübeyyen" olduğu tarihçi Abdülkâdir el-Bedâûnî tarafından açık­ça belirtilmiştir. Mübîn ise Bedâünî'nin bildirdiği üzere Bâbür'ün kâtibi Şeyh Zeyn'in Mübeyyen'e yazdığı Farsça şer­hin adıdır {Müntahabü't-teuârîh, I, 343; İng. trc, [Rankingl, I, 450). Mübeyyen'in adı bazı yerlerde Der Fıkh-ı Mübeyyen veya Fıkh-ı Bâbürî şeklinde de geçer. Bâbürnâme'öe adını birkaç defa zikre­dip Hindistan ile ilgili iki beytini naklet­tiği eserden, Aruz Risâlesi'nde de ya-

zıldığı bahirden örnek olmak üzere yirmi yedi beyit almıştır (vr. 170ab!. İlk defa bir kısmı ile BerĞzin'in Chrestomathie Turque'nde [Kazan 1857, 1, 226-272) bası­lan risalenin 1905'te Taşkent'te Mübey-yenü'l-İslâm adı altında yapılmış bir taş baskısı vardır. Fuad Köprülü'nün hususi kütüphanesinde 937'de (1530-31) Mû-sâ b. îsâ adlı bir kâtip tarafından Mer-ginan'da yazılmış bir nüshası olduğu gi­bi Leningrad ve Özbekistan'da da birkaç yazma nüshası bulunmaktadır (bk. Hof­man, 1, 178). Tahran Kütübhâne-i Salta-natFde (nr. 671) istinsah tarihi 931 (1525) olarak gösterilen Bâbür külliyatı içinde de bir nüshası olduğu anlaşılıyor. Eserin "Kitâb-ı Zekât" faslı, vergi meselesi ve Bâbür'ün iktisadî görüşleri bakımından başlı başına bir incelemeye konu olmuş­tur (S. Azimcanova, "Nekotorie Ekonomi-çeskie Vzglyadi Zahir Ad - Dina Muham-madâ Babura. İzlojennie v 'Mubayine'", Trudi Dvadçat' Piyatogo Mejdunarodnogo Kongressa Vostokovedov, Moskva 1963, 111, 203-208). Leningrad nüshası L. V. Dmit-rieva tarafından ele alınmıştır [Problemi Vostokovedeniya, Moskva, nr. 4, i 959, s. 136-146). Tanlangan Asarlar isimli Bâ-bür'den yapılmış seçmeler kitabında (Taş­kent 1958) risale metninden bir kısım ve­rilmiştir.

S. Risâle-i Vâlidiyye Tercümesi. XV. asırda Timurlular çağında Mâverâünne-hir ülkelerinde büyük manevî nüfuzu olan Nakşibendî Hâce Ubeyduliah Ah-râr'ın, babası Mahmud Şâşî'nin dileği dolayısıyla yazdığı için Vâlidiyye diye adlandırdığı Farsça tasavvufî ahiâk risa­lesinin manzum tercümesidir. Eser re-mei bahrinin "feilâtün/feilâtün/feüün" vezni üzerine 243 beyitlik mesnevi şek­line konulmuştur. Menkıbe ve keramet­leri Hüseyin Vâiz-i KâşifTnin Resehât'mı dolduran Hâce Ubeydul!âh-ı Kâşî'nin (Ab-durrahman Câmî, Nefehâtü'l-üns fî menâ-kıbi'l-evliyâ [trc. Lâmi'î Çelebi], İstanbul 1289 118721, s. 344-455; Ali Şîr Nevâî, Ne* sâyimü'l-Mahabbe min Şemâyimi'l-Fütüu-ve, nşr. K. Eraslan, İstanbul 1979, s. 256-258; Storey, Persian Literatüre, London 1953, 1/2, 964) Bâbür'ün manevî haya­tında hususi bir yeri vardır. Babası Fer-gana Sultanı Ömer Mirza'ya "oğlum" di­ye hitap edecek kadar yakınlık göste­ren Hâce Ubeydullah'ı Bâbür zaman za­man rüyalarında gördüğünü ve ondan, olacak güzel şeylerin işaretlerini aldığını söyler. Hindistan'da hayatının son yılla­rında daha önce geçirdiği ateşli bir has­talığın yeniden nüksetmesi sırasında, Hâ­ce Ubeydullah'ın ruhaniyetinin şifaya ve-

399

siie olması ümidiyle onun bu eserini ter­cümeye başlayarak 27 Safer-8 Rebîülev-vel 935 (10-20 Kasım 1528) arasında on gün içinde tamamlar [Vekayi, s. 393-394). Sade bir ifade ile meydana getirdiği bu tercüme, mutasavvıf ve dervişlere bü­yük bir hürmet duyan Bâbür'ün tasav-vufî konulardan lezzet alan bir yönünü aksettirmektedir. Bu didaktik mesnevi Bâbür'ün divan nüshalarında yer almak­tadır. Bunlardan İstanbul Üniversitesi Kü­tüphanesi 'ndeki (TY, nr, 3743) Hâlis Efen­di nüshası metninin Fuad Köprülü tara­fından neşri yapılmıştır (JIRisâle-i Vâlidî-ye Tercümesi", HTM, nr. 1, 1331/1915, s. 113-124). Râmpûr nüshasındaki met­ni divanın Denison Ross tarafından, Pa­ris nüshası da Samoyiovjç tarafından ya­pılan neşrinde basılmıştır. 935'te (1528-29) yazılan eserin, istinsah tarihi 931 (1525) olarak gösterilen Tahran Kütüb-hâne-i Saltanatrdeki Bâbür külliyatı için­de yer alması, bu tarihlerden birinin yan­lış oiduğunu göstermektedir. Risalenin sonundaki 935 tarihi Bâbümâme ile de teyit edildiğine göre tarih yanlışı külli­yata ait olmalıdır.



Bâbür'ün bunlardan başka var oldu­ğu söylenen biri mûsiki hakkında, diğe­ri harp sanatına dair iki eseri şimdiye kadar ele geçmemiştir. Bâbür'e bir de oğlu için yazdığı bir "Vesâyânâme" at-fedilmiştir (bk. A. S. Beveridge, "Further Notes on Baburiana. II. Paternal Counsels Attributed to Babur in a Bhopal MS.", JRAS, 1923, s. 75-82).

Bâbür Arap harfleri dışında değişik ve kullanılması kolay bir yazı şekli ta­sarlamış. 1504'te ülkesinden ayrılıp ye­ni bir devlet kurmaya Kabil'e gittiğinde "hatt-ı Bâbüri" adıyla yeni bir alfabe sis­temi icat etmişti. Noktasız harflerden meydana gelen bu sistem, ileri sürüldü­ğüne göre, Türkçe'nin bünyesine uygun

gelecek bir yol arayışın ifadesiydi. Hatt-ı Bâbürî örneklerinden bazıları çok yakın zamanlarda ele geçmiştir (bu yazı mese­lesi hakkında bk, A. de Longperier, "Note sur l'ecriture baberi", Comptes ■ rendus des sciences de l'Academie des inscrip-tions, Paris 1872, I, 245-252; S. Azimdzha-nova, "New Data Concerning Khatt-ı Ba-burî", Central Aslan Reuieıo, London 1964, XII/2 ve Proceedİngs ofthe Tıventy-sixLh International Congress Orientatists 1964, IV (1970), s. 203-208; R, Rahmeti Arat, "Ba­bur ve Yazısı", TK, Mart 1964, nr. 17, s. 18-21; Âhmed Golçîn-i Maanî, "Moshaf-ı Baburî", Nâme-i Âstân-ı Kods, Meşhed ] 344 hş./1965, nr. 20, s. 60-64; Ali Alpars­lan, "Babur'un İcad Ettiği 'Baburî Yazısı' ve Onunla Yazılmış Kur'an", TM, 1976, XVIII, 161-168; a.mlf., "Babur'un İcad Et­tiği Baburî Yaz] II", TM, 1980, XIX, 207-209),

BİBLİYOGRAFYA:

Bâbür, Vekâyi' (Arat), Mî; a.mlf.. Bâbur-Hâ-ma: Memoirs of Babur (trc. A. S. Beveridge], London 1922, MI; Gülbeden Begim, Hümâyun-nâme (trc. Abdürrab Yelgar), Ankara 1944; Zeyn Han, Tabaqht-ı Baburi (trc. S. Hasan As-kari), Delhi 1982; Sâm Mirza, Tuhfe-İ Sâmrinşr. Vâlıid Destgerdî), Tahran 1314 hş., s. 15-16; Abdülkâdir el-Bedâûnî. Müntehâbü't-teuârîh, Calcutta 1865; a.mlf., Muntakhâbu't-Taıuâfıkh (trc. G. S. A. Rankingl, Calcutta 1898; Ebü'1-Fazl el-Allâmî, Ekbernâme, Calcutta 1886, I; a.mlf., TheAkbamamâ of Abu'l-Faz! {ire. H, Beverid­ge), Calcutta 1897, I; W. Erskine. A History of Inüia (Jnder the Two First Souereigns of the House of Taimur, Baber and Hümâyun, Lon­don 1854; F. Teufel, "Baber und Abu'J-Fazl", ZDMG, XXXVII (1883), s. 141-187; Mengü Kaan, Büyük Bir İslâm Moğol İmparatoru (Bâbür Şah] Merhum", İslâm Mecmuası, nr. 7, istan­bul 1332/1914, s. 199-203 (Bilgi hatalarına mukabil İslâmi yönden bir değerlendirme var­dır.); Öktey Kaan lYusuf Akçura), "Hindis­tan'da Türklük, Müslüman Türk İmparator­ları (Zahîru'd-din Muhammed Bâbür Şah Gazi", Bilgi, nr. 6, İstanbul 1330/1915, s. 570-585; H. Beveridge, "A Letter from the Emperor to his son Kamran", JASB (New Serie 15, 1919),

s, 329-334; S. M. Edwards, Babur. Diarist and Despot, London 1926; Carra de Vaux, Les Pen-seurs de l'Islam, Paris 1921, I, 63-67; Rıza Nur, "Bâbür: Şair", TY, nr. 16 (1926), s. 376-390; F. Grenard, Baber: Fondateur de l'Empire des indes (1483-1530), Paris 1930 [Geniş bir özeti: Muştala Hakkı Akansel, "Bâbur", Tanndağ, nr. 12, İstanbul 1942, s. 5-9); M. Fuad Köprülü, "Bâ­bür Şah", Cumhuriyet, 2 Mart 1928; a.mlf,, "Aruz", İA, 1942, I, 648; a.mlf,. "Babur", İA, 1943, II, 180-187; a.mlf. - W. Barthold, İslâm Medeniyeti Tarihi, İstanbul 1942, s. 246-249; 8. bs. Ankara 1984, s. 221 -222; V. Zohidov, "Bo-bırnmg Faoliyatı va Adabiy-llmiy Merosı Hakıda", [Bâbür, Bobırnoma (nşr. P. Şamsİev ■ St Mirzaev) içinde], Taşkent 1960, s. 5-52; H. Hasanov, Zahiriddin Bobır: Sayeh ue Oiim, Taş­kent 1960; a.mlf., Zahiriddin Muhammed Bo-bir: Haeti ue Geografik Merası, Taşkent 1966; A. Schimmel, "Babur Padishalı, the Poet, With an Account of the Poetical Talent in His Fa­mily", IC, XXXIV/2{l-960), s. 125-138; A. Bom­bacı, Storia Della Letteratura Turca, Milano 1963, s. 143-163; a.mlf., Histoire de la Lite­ratüre Turque (trc. I. Meiikoff), Paris 1969, s. 135-152; H. Lamb. "Varying Cultural Influen-ces of the Last Timurid Age İn Samarkand. An Aspect of the Character of Zahir Ad Din Muhammad, Surnamed Babur (the Tİger), Founder of the Dynasty Known as the Great Moghuls of India", Trudi Duadçat Piyatogo Mejdunarodnogo Kongressa Vostokouedov, Moskva 1963, III, 217-221; J. Eckmann, "Die Tschaghataische Literatür", Ph.TF, II (1964), s. 370-376; N. M. Mallaev. Uzbek Adabieti Ta­rihi, Taşkent 1965, s. 636-677; H. F. Hofman, Turkish Literatüre, ütrecht 1969, 1/1-3, s. 162-183; Banarlı, RTET, I, 518-522; R. D. Palsokar, Babur: Study in Generalship, Poona 1971; Bobır", Uzbek Souet Ençikloped'tyası, Taşkent 1972, II, 287-293; I. V. Stebieva, "Semanliçeskoe Edinstvo Gazeli Babura", Tyurkoiogiçeskiy Sbornik, Moskva 1978, s. 158-166; a.mlf., Se-manlika Gazeley Babura, Moskva 1982; a.mlf., "Literaturnaya i nauçnaya deyatolrnost' Zahi-raddina Muhammada Babura (K 500-Letiyu so dnya rojdeniyal", riAA (1983), s. 64-71; a.mlf., "Poetiçeskoe Tvorçestvo Babura (K. 500-Letiyu so dnya rojdeniyal", ST, nr. 1 (19831, s. 24-33; S. P. Blake, "Courtly Culture Under Babur and the Early Mughals", JAH, XX (19861, s, 193-214. r—i

lifel Ömer Faruk Akün

BÂBÜRLÜLER

1526-1858 yılları arasında Hindistan'da hüküm süren

bir Türk devletî.



l_ J

Hanedanın Kurucusu ve ilk hükümda­rı Çağatay Türkleri'nden Bâbür'dür. Bâ­bür Şah 1526'da Panipat Meydan Sava-şı'nı kazanarak Lûdî Sultanlığını ortadan kaldırdı ve Bâbürlü hanedanını kurdu. Mart 1527'de Kânvâ'da, savaşçılıklarıy­la Hindistan'da haklı bir şöhrete sahip olan Racpûtlar'ı mağlûp etti. Çitor raca­sı Rânâ Sangâ'nın emrindeki Hindular
Yüklə 1,09 Mb.

Dostları ilə paylaş:




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin