Memleketimden İnsan Manzaraları Üzerine Birkaç Not
Efe Duyan
Mülkiyet, insanlık tarihinde çok ama çok eski. Sahip olmak bir güdü müdür, bilinmez. İnsanın özünün, eğer varsa, daha güzel olması gerekmez mi?
Bilinmez... ancak, mülkiyet, ilk anlamıyla bir eşyaya sahip olmaksa, diğer anlamlarına da bakılmalı. İnsana yüklenen kanıksanmış özelliklerden, şiire kadar mülkiyet kavramı başka boyutlar alabiliyor. Kanıksanmış olanı sarsmak, şiirleri gerçek sahiplerine iade etmek o kadar da zor değil belki.
Her şeyden önce, her şeyin “sahip olma üzerine kurulu olduğu bir dünyada, dünyayı değiştirebilmek için “sahip olmanın” çirkinliğini hissetmek ve onun paylaşmanın güzelliği karşısında eninde sonunda köşeye sineceğine inanmak önemli.
Masal gibi mi? Neden olmasın, masallarla büyümüyor muyuz? Büyümek, büyüyor olmak, hayatla her gün yeniden rastlaşmanın heyecanı yaşamaya değmez mi sürekli? Çocukluğa yönelik, neredeyse herkesin hemfikir olduğu saflık buradan kaynaklanmaz mı? Gerçekten öyle midir, yoksa çocuğu saran dünyaya yakından bakınca, çocuğun sahip oldukları ya da olamadıkları ortaya çıkmaya başlar mı?
Sevindiler oğlan olduğuna.
Kırkı çıkmadan
Buğdayın dibinden güneşe baktı.
Öğrendi toprakta yatmasını.
Ev karanlık
Toprak güzeldi.
Çiçek çıkardı 337’de,
Ellerini bağladılar.
338’de yürüdü.
Ve 1339’a kadar
Dolaştı dünyadaki 36 haneyi
4 sokağı.
Hayvanları ve yağmuru sevdi.
Helva yalnız bayramları pişiyordu.
Ağlamadı artık Hamdi
Dayak yerken babasından anası.
Hayat sürer gider, Çocuğun saflığı durur… Saflığa sahiptir çocuk hep.. Ancak, saflık dışında, çocuğu saran pek çok şeyin olduğu açıktır.
Başka? Sözcükler… Her sözcüğün bir sahibi yok mu? Çağrışımı, çağrıştırdıkları için o sözcüğü seveni yok mu?
Ama en şaşırtıcısı, “hala” sözcüğü olsa gerek. Hala kadar, toplumu her kesimince bilinen, her kesimince kullanılan bir sözcük, bir şairi anımsatmaktadır: “Nazım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor, hala.” Hala ile biten bir cümlenin, doğrudan bu dizeye gönderme yapması, mülkiyet konusunu da karıştırmaktadır. Hala sözcüğü, Türkçe’in alelade, güzide bir sözcüğü, bir kişiye, bu kişi şair bile olsa, ait olabilir mi?
Dizelerin sahibinin olması ise zaten makuldur. Şiirler, biri tarafından yazılagelmiştir, geleneksel şiir de, modern şiir de. Ancak ilginç olan, şiirde mülkiyetin çift taraflı olmasıdır. Bir dize, şairindir, ancak o dizenin yazıldıktan sonra unutulup gitmemesi, şairiyle ilgili olamaz. Dizeler, okundukça, tarih ilerlerken kullanılageldikçe yaşayabilirler. Birileri, dizeleri sahiplendikçe, dizenin bir sahibi olmaya devam eder. O birileri her kimse, dize hem onlarındır, hem şairin.
Haydarpaşa garında
1941 baharında
saat on beş
Merdivenlerin üstünde güneş
Yorgunluk
Ve telaş
Bir adam
merdivenlerde duruyor
bir şeyler düşünerek.
Zayıf.
Korkak.
Burnu sivri ve uzun
Yanaklarının üstü çopur.
Merdivenlerdeki adam
-Galip usta-
tuhaf şeyler düşünmekle meşhurdur:
“Kaat helva yesem her gün” diye düşündü
5 yaşında.
“Mektebe gitsem” diye düşündü
10 yaşında
“Babamın bıçakçı dükkanından
Akşam ezanından önce çıksam” diye düşündü
11 yaşında.
“Sarı iskarpinlerim olsa
kızlar bana baksalar” diye düşündü
15 yaşında
“Babam neden kapattı dükkanını?
Ve fabrika benzemiyor babamın dükkanına”
Diye düşündü 16 yaşında.
“Gündeliğim artar mı diye düşündü.
20 yaşında
“Babam ellisinde öldü,
ben de böyle tez mi öleceğim?”
diye düşündü
21 yaşındayken
“İşsiz kalırsam” diye düşündü
22 yaşında
“İşsiz kalırsam” diye düşündü
23 yaşında
“İşsiz kalırsam” diye düşündü
24 yaşında
Ve zaman zaman işsiz kalarak
“İşsiz kalırsam” diye düşündü
50 yaşına kadar.
51 yaşında “İhtiyarladım” dedi,
“babamdan bir yıl fazla yaşadım.”
Şimdi 52 yaşındadır.
İşsizdir.
Bu dizelerde, kendimizi bulduğumuz kadar, ülkenin başka köşesinde hiç tanımadığımız Galip Usta’yı buluruz.. Dizeler bizim olduğu kadar onun değil midir?
Bir dizeyi, bir şiiri yaşatan, hayatın kendisidir. Dizeye duyulan gereksinimdir. Daha doğrusu, yaşanan her neyse, onu paylaşmaya duyulan gereksinimdir. Bu yüzden, şiir ve edebiyatta mülkiyet tartışması yapmak olmaz. Ne önemi vardır?
İnsanın, insanla ilişkisi birbirinden sakladıkları ile paylaştıkları arasındaki dengede durur. Yazı, çoğu kez, asla paylaşılmayacak olanı paylaşmayı sağlar. İnsanın kendinden bile sakladığını, kendi içinde bile göremediğini görmesine yardımcı olur.
Nazım Hikmet, şiirde bu bilgiyi açığa kavuşturur. Hiçbir kutsal kitabın sahip olmadığı bu bilgi kesinlikle yeryüzüne aittir ve kesinlikle tüm insanların okuması içindir.
Bilgisini saklayan dinlerdir. Bilgiyi sırlaştıran, insanın insan üzerindeki egemenliğidir. Sırlarla sokaklarda yürüdüğümüz, yasaklar içinde kendimizi bulmaya çalıştığımız bu gezegende, insanın içini görmek de kendi içimizi görmek de her şeyden zordur.
İnsanı göremeyen, paylaşmanın güzelliğini göremez. Bu yüzden Neruda’nın söylediği, Kemal Özer’in bir kere daha söylediği gibi, şairin yaşamı başka yaşamlardan oluşur.
Şair, yaşamını yaşamlarla paylaşır. Yaşamları yaşamlara yaklaştırır. Bu hareket, her şeyin hareketi demektir.
Nazım Hikmet’in, “insan manzaraları” deyişi, tam bu yüzden yine Nazım’a aittir ve yine tam bu yüzden tüm memlekete ve insana aittir.
İnsan manzaraları, belki de “Memleketimden İnsan Manzaraları” destanın ötesinde, şiirin derinlerinde, şiire hayat verir. Şiir, insan manzaralarına sahip değilse, çok az şeye sahiptir.
Memleketimden İnsan Manzaraları, Nazım’ın pek çok açıdan “en”lerinden değildir. En güzel şiirse, zaten yazılmamış olandır.
Ama insan manzaraları, bu destanın defalarca okunmasına değecek olan bu büyüleyici görüntü bütünüyle gerçekliğin içinden çıkmıştır.
İnsan Manzaralarında, nasıl veya hangi biçimde anlatılırsa anlatılsın, insanın akıl almaz zenginliği vardır. Adi hırsızın, hayalleri, hayal kırıklıkları, puştlukları, zayıflıkları kadar, milli kahramanların kırılganlıkları, acıları, sevinçleri vardır.
“510 numaranın beşinci bölmesinde
uyuyordu halı-heybenin sahibi
Halim Ağa.
(…)
Çıktı dışarı kantarcının kızı Şerife
Koltuğunda hamam bohçası,
İki yana sallanarak.
Al al olmuştu yuvarlak yanakları,
Örtünün altında siyah saçları ıslak.
On beş yaşında var yok.
Halim Ağa doladı bileğine saçlarını Şerife’nin
Sırtüstü yatırdı kızı şeker çuvallarının üzerine
açtı gerdanını.
Isırdı sol yanağından.
Yanakta diş yerinden kan aktı ak gerdana doğru.
Paşa dokundu omzuna Halim Ağa’nın.
Valinin masasına oturmuş
Pideli kebap yiyordu Paşa.
Halim Ağa:
“-Paşam,” dedi,
“Allah’ın emri dörde kadar.
İzin ver
Şeriatın hükmü yürüsün yine.”
Paşa güldü:
“-O da olur Halim Ağa.
Daha vakit gelmedi.
Kıza imam nikahı kıy.”
“-Babası razı değil.”
“-Karını boşa.”
“-Tarlalarla iki dükkan gider.”
“-Bak öyleyse çaresine…”
Mutfakta çamaşır yıkıyordu Halim Ağa’nın karısı.
Duymadı içeri girdiğini kocasının.
(…)
Mangalı yaktı.
Cezveyi sürdü.
Cevede kahve köpürdü.
Karşısında Kantarcının kızı Şerife’yi gördü.
Sakalına o kadar o kadar yakındı ki beyaz baldırlarıyla turunç memeleri
Beline sarılmak için uzanırken
Birdenbire durdu tiren.”
Herkes hem benzeşir biraz, hem bütünüyle ayrılır birbirinden. İnsanı, insana yakınlaştıran, herkesin kendi farklılığı içinde biraz da benzeşmesi değil midir?
Bu benzeşmeyi hissetmeden, kendi içimizde bile bir köşede kalmış çirkinliği temizlemek de mümkün değildir. Bu yüzden Halim Ağa’yı ve Halim Ağa’nın rüyasını okumak anlamlıdır. Kendimizi, insanı ve bu gezegeni değiştirmek, insanın biri asla diğerine benzemeyen bin bir görüntüsünü seyretmeden mümkün olamaz.
İnsan Manzaraları destanında akılda kalan, insanın en değerli mülkiyetinin kendi ayrıntıları olduğudur biraz da.
Ayrıntılar içinden bütüne yol aldıkça, üzerinde durduğumuz toprağı severek ve sevdiğimiz için bu manzaraların her birine dalıp zamanımızı “çar çur” ederek, bu toprağı başka bir toprak haline getirebiliriz.
İnsan, yalnızca sevdiği şeyi değiştirir.
Memleketimden İnsan Manzaraları, hayatı değiştirmenin destanı; yoksulluk içinde, masalları yalanlarla karıştıran bir halkın kısa bir hikayesidir.
Dostları ilə paylaş: |