ÖLDÜrenler



Yüklə 118,03 Kb.
tarix30.10.2017
ölçüsü118,03 Kb.
#22509


NİHAT G. KINIKOĞLU


YİNE ÂŞIĞIM

ÖYKÜLER

Seher’ime

BABA MİNORKA 3

KİMİN İÇİN AĞLADIĞINI BİLMİYORDU 6

SAHTE TABLO 10

ANTİKACI 13

BİR ZAMANLAR MALATYA’DA 17

YİNE ÂŞIĞIM 23

HADDEHANENİN FORMENİ 26

DORU KISRAK 28

ÖMER 30

FELLUCE’DE ÜÇ ŞEHİT 33

KARDEŞLERİM 38

KEMAN 42

ÇINARIN ALTINDAN GEÇEN YOL 45

GÖL 50

ÖLDÜRENLER 52

SİYAH ELLER 55

BABA MİNORKA
Evimizin kocaman avlusunun bir tarafında eyvan ve tepesinden inmediğimiz büyük çınar ağacı, karşısında ise kiler, tavuklarımızın kümesi, sarı ineğin ahırı yan yana dizilmişti. Bir arık eyvanın önünden avluya girerek, çöpten kanatları olan elmadan yapılmış değirmenlerimizi döndürerek kümesin yanından avlunun dışına çıkardı.

Komşularımızdan biri cins tavuk, diğeri dövüş horozu hastasıydı ve bu hastalık bize de bulaşmıştı. Babamızın dükkânında çalışarak kazandığımız harçlıklar tavuk, horoz satın almaya yetmediğinden kendi civcivimizi kendimiz çıkartmak için bu parayla tavuk yumurtası satın alırdık. Kuluçkaya gelen tavuklarımız için kümeste samanların üzerine yerleştirdiğimiz kumaştan simidin içine bu yumurtaları dizer, sonra civcivlerin çıkacağı günü heyecanla beklerdik.

Çıkan civcivlerin huyu daha ilk haftadan belli olurdu. Pamuk Prenses’in yedi cüceleri gibi, minik civcivlerin de korkak, cesur, tembel olanları vardı. Kadife tüylü, boncuk gözlü bu yaratıklar büyüdükçe çirkinleşirler, yumurta tüylerinin örtemediği çıplak derileri yeni tüylerle kaplanana kadar bu çirkinlik devam ederdi. Tüylenme bittiğinde, pırıl pırıl tüylerle gençlik dönemleri başlardı. Genç horozlar boyunlarını uzatarak, güçlükle çıkarttıkları bir “gık” sesiyle ilk ötme denemelerini yaparlardı. Bu ilk “gık” sesini işitmek için, günlerce güneş doğmadan kalkar, kümesin önünde beklerdik.

İlk tavuklarımızdan biri bir Koşin’di. İriliğine kanarak kuluçkaya yatırmak için satın almıştık, fakat iriliği bir işe yaramadı, gurka bile gelmedi.* Hani gönül ferman dinlemez derler ya, kuş kadar İspenç horozumuzun aklı fikri bu Koşin’deydi. Yakalanırsa yolunmadık tüyü kalmayacağını bile bile kendisinden üç dört kat büyük Koşin’le olmadık aşk maceralarına girişirdi. Bazen birkaç metre uzaktan uçmaya başlayıp tavuğun üzerine konar, çabucak işini bitirir; arkasına bakmadan, pürtelâş, yine uçarak kaçardı. Bazen de kümesin üzerinde pusuya yatar, Koşin, kümesin yanından geçerken yukardan üstüne düşüverirdi.

Dövüş için Hint horozları besleyen komşumuz, postacı Abdullah Bey’di. Babasından kalma konağının, çocuklarına yasak ettiği avlusunu horozlarına ayırmıştı. Onlara çocuklarından iyi bakıyordu. Hint horozu beslemek bizim harçlıklarımızla baş edebileceğimiz bir şey değildi. Biz, aptal fakat son derecede cesur olan bu iri yapılı, kısa kepezli horozları ara sıra Abdullah Bey’in evine girme fırsatı bulunca seyrederdik. Bazıları yüzlerce lira olan Hint horozlarının içinden Tarzan adlı birisini tam bin liraya Samsun'dan getirtmişti. Rengi öbür Hint horozları gibi kırmızılı siyahlı değil, beyaz, bembeyazdı.

Abdullah Bey, dövüşe hazırladığı horozlarını, dövüşten önce bir süre her tarafı kapalı, karanlık, daracık kümeslerde tutar; sık sık ikinci derecedeki ya da yılık** olmuş horozlarla onlara antrenman verirdi. Tarzan'ın idmana çıkartıldığı bir gün rastlantıyla Abdullah Bey'in evindeydik. Bir hafta kadar önce bir kasabada başa güreşmiş dev gibi bir horoz Tarzan'a idman verecekti. Gerçi bu horoz hâlâ yara bere içindeydi ama yine de zindeydi, kanatlarını çırpa çırpa meydanda dolaşıyordu. Abdullah Bey, kümesinin kapısını açınca Tarzan bir ok gibi ileri fırladı, her şey bir anda olup bitti. Ne olduğunu anlamamıza fırsat kalmadan iri horozu yerde çırpınırken gördük. Abdullah Bey'in dediğine göre iki metre uzaklıktan havaya sıçrayan Tarzan, havadayken hasmını kafasından yakalayıp mahmuzlamış, koca horozun boynunu kırmıştı. Yerde çırpınan iri horozu bu halde gördükten sonra, Tarzan'a olan hayranlığımız sona erdi.

Oysa horoz dövüşünün de horozca bir usulü, adabı vardır. Karşı karşıya gelen horozlar önce, kısa bir zaman için de olsa, kafalarını diker, hasımlarını süzerler; sonra başlar yere eğilir, gagalarına aldıkları taş parçacıklarını tartarak, gagalarını yere vurarak, çalım yapa yapa hasımlarına yaklaşmaya başlarlar. …

KİMİN İÇİN AĞLADIĞINI BİLMİYORDU
Sarıkamış’ın batısındaki Çilhoroz Dağı’nın çıplak tepesinden yükselen güneşin ısıttığı göz kapaklarını güçlükle açtı. Ayağını kıpırdatmak istedi, yapamadı; bacakları arkadaşının bacakları arasına sıkışmıştı. Elini güçlükle arkadaşına doğru uzattı, donmuş yüzünün taş gibi sertliğini hissedince irkildi.

İki asker, tepenin arkasındaki birliğe kavuşabilmek için aç susuz, vadiden diz boyu kara bata çıka tepeye tırmanmışlar, gece bastırıp takatleri kalmayınca, birbirlerine sarılıp karın üstüne kıvrılmışlardı. Ağırlaşan göz kapaklarına yenik düşünce dondurucu soğuk altında bütün gece uyumuşlardı.

Kımıldamak istedi, bacaklarını kurtaramadı. Rüzgârın soğukluğu güneşin sıcaklığına baskın geliyordu, burada kalırsa kendisinin de donacağını anladı. Tekrar kımıldadı; olmuyor, arkadaşından ayrılamıyordu. Aşağıda, rüzgârın esmediği vadide olsa belki yaşardı, güneşin ısıttığı toprak orada ona can verirdi. Ama arkadaşının bacakları arasından nasıl kurtulacak, nasıl aşağı inecekti? “Demek ki kaderim bu imiş, kaderimde arkadaşımın donmuş vücuduna sarılı ölmek varmış.” diye düşündü.

Oltu Boğazı’nda karşılaşmıştı onunla. Birliği Oltu Boğazı’na yaklaştığında vadiyi kaplayan sis açılırken tam karşılarındaki düşman askerleri yer yer seçilmeye başlamıştı. Farkında olmadan düşmana ne kadar da yaklaşmışlardı. Hücum emriyle süngüleri takıp, iki taraftan açılan top ateşleri altında, düşe kalka vurulanların “Yandım anam!” feryatları arasında ilerlemişlerdi. Önlerine geleni süngülüyor, gözleri düşmanın kendilerine dönük süngülerinden başka bir şey görmüyordu. Birden Teğmen Rasim’in “Durun durun! Bizimkiler bunlar, durun durun!” diye bağıran sesini işitmişlerdi. Tam süngüsünü karşısındakinin göğsüne saplamak üzereydi ki bu sesi işitince taş kesilmişti. Karşısındaki, gözleri kocaman açılmış, süngüsünü ona saplamak üzere vaziyet almış olan asker de donup kalmıştı öylece. Sonra silahları atıp ileri doğru koşmuşlardı; bu defa kucaklaşmak için, iki birliğin askerleri sarılmışlardı birbirlerine, ağlamışlardı kucak kucağa. Onun sarıldığı asker kendisine süngüsünü uzatmış olan Cemal’di. O günden beri ayrılmamışlardı birbirlerinden. Yüzlerce Osmanlı askeri birbirini süngülemişti o uğursuz gün.

Anıları döndü dolaştı, artık kavuşamayacağı komşu kızı Zehra’da takıldı kaldı. Anasının askere yolcu ederken, döner dönmez evlendirme sözü verdiği Zehra. “Başlık parasını sen gelene kadar biriktiririm.” demişti. O da anasının bu parayı bulamayacağını bile bile bu ümitle yürümüş yürümüş; tepelerin karlarını buzlarını, suda şişmiş çarıklarıyla ezmişti. Altı üstü bir öküz alacak kadar başlık parası istemişlerdi ondan; ama ne bir öküzleri ne de bir öküz alacak paraları vardı.

Arkadaşının gözündeki karı temizledi uyuşmuş parmaklarıyla. Bu gözler, ne güzelliğini anlata anlata bitiremediği karısı Kiraz’ı ne de afacan oğlu Memed’i görmeyecekti artık. Oysa ne hayalleri vardı onlar için.

Biraz önce yuvarlandıkları tepeden silah sesleri geldi. Ruslar her taraftaydı. Aşağıya, soğuktan korunaklı vadiye erişebilse bile ölümdü sonu. Ama yaşardı, bir süre olsun yaşardı. Gücü tükeniyor, gözkapakları ağırlık takılmış gibi kapanıyordu. Arkadaşının bacakları arasına sıkışmış olan bacaklarını kıpırdatmak için zorlayınca aşağıya doğru kaydıklarını fark etti. Biraz daha zorladı, birden birbirlerine sarılmış olarak tepeden aşağı yuvarlanmaya başladılar. Ani bir darbeyle durur gibi oldular, bir yere çarpmış olduklarını anladı. Sonra tekrar yuvarlanmaya başladı, hafiflemişti. Arkadaşı bu çarpmayla ondan ayrılmış, yukarda kalmıştı.

Ne kadar yuvarlandığını, ne kadar vakit geçtiğini bilmiyordu. Gözlerini bacağına yediği bir tekmeyle açtı. Karşısında bir Rus askeri duruyordu, ölü olup olmadığını anlamak için onu tekmelemişti…



SAHTE TABLO
Deniz kıyısında, çam ağaçlarıyla kaplı bir tepenin eteğindeki otelin bahçesinde, Ulusal Psikiyatri Kongresi’ne katılan doktorlar dışında kimse yoktu. Bir masanın etrafında toplanmış bir grup çaylarını yudumlarken ateşli ateşli tartışıyordu. Uzak bir masada, bir erkekle bir kadın sessizce denizi seyrediyor; onların gerisindeki çam ağacının gölgesinde yalnız başına oturan beyaz saçlı bir adam, gözlerini bu ikiliden ayırmadan çayını yudumluyordu.

İki direkli, beyaz bir yelkenli rüzgâra kapılmış hafif hafif sallanıyor; dalgaların sahile vururken çıkardığı ses, martıların çığlığı, yandaki gazinodan gelen şarkıya karışıyordu. Oynaşan dalgalar, koyu mavi denizde, yer yer ufka kadar uzanan beyaz şeritler çiziyor, güneşin dalgalarda kırılan ışığı binlerce pırıltı halinde yanıp sönüyordu.

Beyaz saçlı adam, iyi bir terzinin elinden çıktığı anlaşılan krem rengi bir elbise, yakası açık mavi bir ipek gömlek giymişti. Keskin yüz hatları, dimdik duruşuyla, yaşına rağmen hâlâ çekiciydi. Çayını bitirince kalktı, rüzgârdan uçuşan saçlarını eliyle tarayarak doktorların yanına yürüdü. Masadakiler hep birden saygıyla ayağa kalkıp ona yer verdiler.

Akşam esintisi başlamıştı. Denizden tepeye doğru esen rüzgâr, yaseminleri okşayarak kokularını bahçede dolaştırıyordu.

Adam masalarına oturduğu doktorlarla ilgilenmeden hâlâ öteki masadaki gençleri izliyordu. Bu sırada erkek kalktı, kadına bir şey söylemeden çay bahçesinden çıktı. Kadın, uzun saçlarını gözünün önünden uzaklaştırarak bir süre onun arkasından baktı, sonra yine gözlerini denize çevirdi.

Sessizliği masadaki genç bir doktor bozdu, çekingen bir sesle:

–Hocam sonunda mezun oldum, dedi.

–Öyle mi? Memnun oldum, dedi adam gülümseyerek. Ne yapacağına da karar verebildin mi?

–Verdim, Adapazarı Devlet Hastanesi’nde göreve başlıyorum. Galiba sizin de ilk çalışma yeriniz orasıymış?

–Evet orasıydı. Bu seçiminin özel bir nedeni var mı?

–Adapazarılı bir kızla tanışmıştım...

Bu arada kadın da masasından kalkmış meslektaşlarının yanına gelmişti.

–Sohbetinize ben de katılayım istedim. Eğer kadınların duymasını istemediğiniz fıkraları anlatmıyorsanız.

Hep birlikte gülüşerek ona bir sandalye uzattılar.

–Adapazarılı bir kızla tanıştım demiştin, dedi adam sözü yarıda kalan doktora.

–Evet, hocam, gider gitmez ona evlenme teklif edeceğim.

Doktorlardan, “Ooo!” “Vay be!” sesleri yükseldi.

–Ne kadar ilginç!” dedi adam. Benim de ilk görev yerim Adapazarı’ydı ve ben de Adapazarılı bir kıza evlenme teklif etmiştim.

–Hocam sizi bekâr biliyorduk, diye araya girdi içlerinden biri.

–Teklif ettim dedim, evlendim demedim. Ne tuhaf? Bugün inanılmaz tesadüfler bir araya geldi; bir genç kadın ve şu andaki sözler beni kırk yıl öncesinin anılarına sürükledi.

Durdu, hatırlamak ister gibi biraz düşündükten sonra:

–Adapazarı o zaman bambaşka bir yerdi, dedi.

Doktorlar, yıllarca konferanslarını dinledikleri hocalarından bu defa gençlik anılarını dinleyecek olmanın heyecanı içinde sandalyelerini yaklaştırdılar…


ANTİKACI
Altmışını aşmış olmasına rağmen dimdikti. Yumuşak hatlı yüzünde ne bir kırışıklık ne de bir leke vardı. Tepesi açık kafasının arkasındaki kır saçları omzuna kadar iniyordu. İkide bir omzundaki saçlarını düzelttiği beyaz ellerinin parmakları, dükkânındaki kıymetli antikaları tutmak için yaratılmışçasına ince ve uzundu. Her gün, tam saat dokuzda dükkânını açar, dudağından hiç eksik olmayan tebessümle, dükkândaki antikaları tek tek süzer, sonra ceketinin cebinden çıkardığı gazetesini antika masasının üstüne yayarak, antika telefonuyla köşedeki kahveden sabah çayını ısmarlardı.

Her gün aynı saatte dükkânın önünden geçen simitçiden aldığı simidi çaya batırıp yerken masasının hemen arkasında duran camlı dolaptaki bir heykelden gözünü ayıramazdı. Aynı kaide üzerinde yer alan, elli santimetre boyunda, ellerini ileri doğru uzatmış bir kadın ve bir erkek figüründen oluşan heykel, onun için, kendi deyişiyle sabahları şekersiz içtiği çayın şekeri gibiydi. Dükkânın iki küçük penceresi önündeki antikalar arasından süzülerek dükkâna giren ışık, bu saatlerde heykeldeki figürlere çarpar, onları loş odada bir sahne ışığı gibi aydınlatırdı. Kadın ve erkek figürleri bütün vücutlarıyla, küçücük yüzlerindeki inanılmaz ifadeleriyle sanki dokundukları anda onları canlandıracak, görünmeyen bir şeye doğru uzanıyor gibiydiler. Pencereden giren ışık, figürlerin önce ayaklarına, sonra gövdelerine, sonra kollarına ve sonra önlerindeki boşluğa yansır, sanki onları önlerindeki görünmeyen o şeye dokunmak için her gün yeniden canlandırırdı. Dükkândaki bütün eşyalar gibi bir sanat eseri olan heykeli diğer eşyalardan ayıran tek şey yaşıydı. Heykel antika değildi, dükkânı babasının işlettiği günlerde, açtığı tek bir sergiyle uluslararası üne kavuşmuş, ama nedense sonradan adı bir daha duyulmamış bir heykeltıraşa aitti. Heykeli getiren süslü püslü kadını hatırlıyordu. Kadın kıymetli birkaç antikanın yanında bunu da satmak istemiş, babası heykeli görür görmez, antikaları bir kenara bırakıp onunla ilgilenmişti. Kadın cin gibiydi. Babasının ilgisini anladığından heykeli ona kıymetli bir antika fiyatına satmıştı.

Bu heykelde seyredenleri hayran bırakan bir sanat, fakat onlara “Acaba ne?” dedirten bir eksiklik, bir bitmemişlik vardı. Babası da öyle der ve sanatçı dostlarına her gösterdiğinde bu bitmemişliği sorardı.

O gün, simidiyle çayını bitirmişti ki kapıda elleri paketlerle dolu bir adam belirdi. Adamı, kapıdan süzülen ışık arasından odanın loşluğuna girince daha iyi fark etti. Zayıf mı zayıf, yetmiş yaşlarında biriydi. Hafif kamburunu yaşlılığının mı, zayıflığının mı verdiği belli olmuyordu. Pardösüsü eskiliğine rağmen temizdi. Pardösüsü kadar eski pembe gömleğine, bir o kadar eski ipek bir kravat takmıştı. Yer yer havı dökülmüş devetüyü fötr şapkasıyla fakir bir İstanbul beyefendisi izlenimini veriyordu. Adam yüzünün kırışıklarına karışmış gözlüğünün arkasındaki kısık gözlerini odadaki loşluğa alıştırmak ister gibi açtı, çevresine bakındı, neden sonra ışık demetinin yanındaki antikacıyı gördü, gülümsedi.

–Bazı antika eşyalar getirmiştim, dedi yavaşça.

Konuşurken sıkıldığı belli oluyordu. Paketleri en yakındaki masanın üstüne koydu. Doğrulurken yine gülümsedi. Onları elinden bırakır bırakmaz rahatlamış gibiydi. Antikacı özenle sarılmış paketleri açtı birer birer. En az iki yüzyıllık bir çeşmibülbül şekerlik, hokkası gümüş işlemeli bir yazı takımı ve altın yaldızlı bir şamdandı pakettekiler. Parçaları tek tek inceledi ve yaşlı adama döndü. Adam antikacıya getirdiği parçaları bırakmış, dolaptaki heykeli seyrediyordu. Kısık gözleri kocaman açılmıştı…




BİR ZAMANLAR MALATYA’DA
“Şu eski sayıları bir görsem,” dedi arkadaşına. “İlkokulda yayınlanan şiirlerim vardı, bakalım onları bulabilecek miyim?”

Matbaacı arkadaşı Cahit ile Malatya Gazetesi’nin eski sayılarının saklandığı bodrum katına indiler.

Üst üste yığılmış binlerce gazeteyi göstererek:

–İşte eski gazeteler, dedi arkadaşı. Haberin olsun sıralı falan değil, hangi demet hangi yıla ait, şiirlerini bulman biraz zor.

Toz içindeki gazete yığınının içinden rasgele bir demeti çekip çıkardı, tozunu üfledi, bir köşedeki masanın üzerinde açmaya başladı.

Birbirine yapışmış sararmış yapraklarını dikkatle ayırdığı ilk gazetede bir ilan gözüne ilişti.


FECİ BİR İNTİHAR

Aşk şehidi

Sabah. 16.Ağustos.1925, ezanî saat üç. Memleketin sessiz ve durgun havasımı, ağızdan ağza fısıltı şeklinde dolaşan acı bir haber hareketlendirdi ve bozdu.

Karakaşzade Abdullah, çenesine kurşun sıkmak suretiyle intihar etmiş…

Ömrünün 24-25'. inci senelerini yaşayarak hayatın lezzetini tadamadan, faytonu ile gezen, gülen ve eğlenen, Malatya"nın prensi imişçesine bir ya­şamı olan Abdullah için herkes şaşırmış, inanılmayacak bu harekete karşı herkes hayrette kalmıştır.

Abdullah vatanına faydalı olabilmek için çok çalışır, ticareti ve serbest yaşayarak kazanmayı sever, nadir bir zekâ idi. Etrafındakilerin istekleri doğrultusunda hareket eder, hiç bir işten kaçmaz, hasis emeller peşinde koşmaz, mümtaz bir şahsiyetti. İşte bu sebeplerden dolayı Cumhuriyet Halk Fırkası’nın Merkez Kaza Mutemedi ve aynı zamanda Tayyare Şubesi’nin de Başkan Vekili idi.

Fahri olarak yaptığı hizmetlerden o kadar lezzet alırdı ki, bu lezzet zevk ve heyecanının kaynağını teşkil eder, daima bu heyecanı kaynar, fışkırırdı.

Yükselmek, yükseltmek... İşte hedefi bu idi.
Abdullah Bey hakkında babasından işittikleri ve annesinin söylediği yanık türkü aklına geldi. Bu ölüm haberi, aramakta olduğu şiirlerinden bile önemli olmuştu birdenbire. Gazeteyi arkadaşına gösterdi:

–Şuna bak! Abdullah Karakaş’ın ölüm ilanı. Biliyor musun? Aynı günlerde babamın ilk karısı da ölmüş...

Yakup Usta, atölyesindeki havuzun başında, döne döne defalarca okuduğu Malatya Gazetesi’nde çıkan, habere bakıyordu. Yanaklarına süzülen gözyaşları siyah burma bıyıklarından kayıp gazetenin üzerine düşüyordu. Ölüm haberi duyurulan arkadaşı Abdullah ile geçirdiği yıllar bir film şeridi gibi gözlerinin önünden geçiyordu.

İlkokulu da, rüştiyeyi de birlikte okumuşlardı. İlkokulda parmaklarına iğne batırıp kanayan parmaklarını birbirine bastırarak kan kardeşi olmuşlardı. Birlikte eğlenmişler, horhoba* birlikte gitmişlerdi,

Karısının hastalığının arkasından arkadaşının intiharı onu bir kere daha yıkmıştı. Önündeki demir masasının üzerinde, başı ellerinin arasında, hıçkırıklarını güçlükle tutarak sessizce ağladı.

Atölyesinin üst katındaki evinin gıcırdayan merdivenlerinden sessizce çıktı. Evin hizmetlisi ihtiyar Şerife Bacı salondaki koltukta uyukluyordu. Onu görünce kafasını kaldırdı…



YİNE ÂŞIĞIM
Lokantadan çıktığımda rüzgâr dinmiş, iri kar taneleri gökyüzünden salına salına iniyordu. İki gündür devamlı yağan kar yüzünden her taraf bembeyazdı. Boston’un kışını seviyordum. Beyaz gecelerinin derin sessizliğinde, ayaklarımın altında sıkışan karın sesini dinleyerek, saatlerce yürüdüğüm olurdu. Bugün, neden bilmiyorum canım çok sıkılıyor, ne çalışmak ne de yürümek istiyordum. İşe gitmeden bir süre oyalanmak için yol üstündeki plakçıya girdim. Plakları karıştırırken plakçının hoparlöründen yayılan, o güne kadar hiç işitmediğim güzel bir melodi kulağıma çalındı, melodinin eşliğinde güzel sesli bir şarkıcı soruyordu: "Dünyanın en güzel kızına rastladınız mı? Eğer rastladınızsa ağlıyor muydu?"

Amerika'da doktora öğrencisiydim. Türkiye'den bir yıl önce gelmiştim. Önümde didişmeyle geçecek en az üç yıl vardı. Günlerim, ya laboratuarlarda ya da kaldığım pansiyonun daracık odasında geçiyordu. Bazı hafta sonlarını, kafa dengi birkaç arkadaşla Boston’u çeviren tepelerdeki göller etrafında ve dans kulüplerinde geçirir, biriken yorgunluğumuzu daha da yorularak çıkarmaya çalışırdık.

Plakçıdan üniversiteye geldiğimde henüz öğle tatili bitme­mişti. Giriş holü her zamanki gibi kalabalıktı. Bazen bir folklor ekibi, bazen bir tiyatro grubu öğle tatillerinde holün bir köşesinde gösteri yapardı. Bugünkü topluluk flüt, çello ve kemanlardan kurulu bir kuartetti ve Schubert’in Rosemunde’sini çalıyorlardı.

Kuartetin gerisindeki duvara yaslanarak yere oturdum. Bütün kalabalığı, geleni gideni görebiliyordum buradan. Müziği dinliyor olmakla beraber biraz önce plakçıda işittiğim tatlı melodi ve sözleri kulağımdan hiç çıkmıyordu. Çello, şurasında burasında bana plakçıda işittiğim melodiyi hatırlatıyordu.

Amerika’daki yaşamım, bir cumartesi akşamı değişmişti. O gün ara sıra gittiğimiz dans kulüplerinden birinde güzel bir kızla, Colleen’le tanışmıştım. Colleen ve arkadaşı kulübe oldukça geç gelmiş, orkestraya yakın bir köşeye oturup içki ısmarlamışlardı. Colleen'in dikkatimi çekmesine neden: kocaman simsiyah gözleri olmuştu. Vücudu da güzeldi; fakat uzun kirpiklerinin çevre­lediği gözleri, bana, yıllar önce babamın söylediği "Kadında göz, gerisi söz." deyişini hatırlatmıştı.

Arkadaşımla bir fırsat yaratıp masalarına oturduk. Colleen yirmi beş yaşlarında neşeli, konuşkan bir kızdı. Güzel sanatlardan mezun olduğunu ve şimdi bir reklâm firmasında çalıştığını öğrendim. Bazen, tanımadığınız bazı kişilere karşı bambaşka bir yakınlık duyarsınız değil mi? İşte ben böyle bir yakınlığı o gün Colleen'e karşı duymuştum. O gün bütün gece dans ettik.

Colleen de benim gibi müziği, dansı seviyordu. Fırsat bulduğumuz her Cumartesi yemeği beraber yiyor, sonra bütün Boston’u tepeden gören bir gece kulübüne gidiyorduk. Bazen piyanistin tatlı melodilerine, bazen de Boston’un göz kırpan binlerce ışığına kapılıp sabahlara kadar dans ediyorduk.

Kuartetteki kemanlar tiz seslerde gezinerek bölümü bitirirlerken, çello sanki gene o plakçıdaki melodiyi mırıldana mırıldana arkadan yetişti. Kemanlar sustu, çello sordu. Kemanlar sordu ve çello sustu ve sonunda birlikte sustular.

Bir sonraki parçaya geçerken dinleyiciler birer ikişer uzaklaştılar. Anlaşılan öğle tatili bitmek üzereydi. Fakat yeni gelenler de vardı. Kısa boylu, uzun bıyıklı biri, elinde sandviç öne geçti. Sonra yaşlı bir bey geldi, o da öne geçti. Pardösüsünü dikkatle açarak yere oturdu. Müzik hızlı bir tempoyla tekrar başlamıştı.

Colleen bana hayat hikâyesini anlatmıştı. Geçen yıla kadar kendi üniversitesinden Meksikalı bir arkadaşı varmış. Evlenmeye karar vermişler. Fakat Meksikalının yanında kaldığı amcası buna muhalefet etmiş. Üniversite bahçesinde oturup dertleşip ağlamışlar...



HADDEHANENİN FORMENİ
Dörtlü ingot* haddesinin kumanda masasında silindirler üzerinde hızla ilerleyen, akkor halindeki, kocaman demir kütlesini, merdanelerin altından geçirdi. Parmaklarıyla kavradığı kollar, küçük bir hareketle merdaneleri indiriyor, kaldırıyor, silindirleri çeviriyor, onun her istediğini ustalıkla yerine getiriyordu.

On iki yıl oluyordu bu fabrikaya geleli. Bu kolların başında kızıl demir kütlelerini üç yıldır dikkatle izleyen gözlerinin etrafı, devamlı kısılmaktan yol yol olmuştu. Eh biraz da yaşlı sayılırdı artık bu işler için. İşçiler bu nedenle, İhsan Ağabey, hatta ara sıra İhsan Baba derlerdi ona. İhsan Baba denmesi onu üzer, ama belli etmezdi. Her baba kelimesinden sonra evdekiler ve sorumlulukları aklına gelirdi.

Bu yaşına rağmen henüz karısına ve üç kızına istediği hayatı sağlayamamıştı. Baba diyenler ona yaşını hatırlatıyor, belki de bir türlü erişemeyeceği umutlarını sislendiriyor, yaşlandırıyordu sanki.

Merdanelerin önündeki basınçlı su, patlamayı andıran bir sesle kızgın demir kütüğünün üstüne püskürdü. Tufal** parçacıkları, bulutlar arasında kâh görünüp kâh kaybolan yıldızlar gibi havada uçuştu. O an, karısına söz verdiği yıldızlı formikadan yemek masası geldi aklına. İşin başlangıcında karısına formen olmadan formen oldum demesi hiç de iyi olmamıştı. İlle de masa diye tutturmuştu bunun üzerine. Ama bu ay formenlik garantiydi. Maaşı nasıl olsa yükselecek, formika masa da alınacaktı eve. Omzunu silkti, "Yalan söylemiş sayılmam." diye mırıldandı, "Erdal da hava alacak."

Erdal, fabrikaya bir yıl önce giren genç, gayretli bir çocuktu. Sarı posbıyığı, iri vücudu, çalışkanlığı ve tekniker okulu mezunu olması nedeniyle bir süre sonra işçiler arasında "Formenlik onun hakkı." fısıltıları başlamıştı. Belki de bu nedenle Erdal'ın genel formenle arasının iyi olmasını kıskanır, konuşmalarını gördükçe kızar, dişlerinin arasından "Köpek gibi yaltaklanıyor." derdi. Kızardı, kızardı ama onun genel formeni tavlama yöntemini için için takdir etmekten de kendini alamazdı. "Bu işi bir türlü beceremiyorum." derdi kendi kendine. Birkaç defa o da genel formene yağ çekeyim demişti ama her defasında yüzüne gözüne bulaştırmıştı.

Elinin altındaki kolun sapını hırsla sıkarak söylendi. "Senin yağ çekmek neyine, sen olgun bir adamsın, o ise bayağı yaltakçının biri." Derin bir of çekti düşüncelerinin arasında. “Kaç aydır, her gün formen olamamak endişesi ile yatıyorum yatağa. Hanım da ‘Ne dönüp duruyorsun?’ diyor. Benim yerimde olsa fırıldağa dönerdi kendisi. O yıldızlı masasını düşünedursun. Emine'nin masası varmış, ne yapalım varsa.”

Ocaktan silindirlerin üzerine düşen kütüğün sesi onu kendine getirdi. "Ooo, İhsan!" dedi kendi kendine, "Dalgınlık yok, hele bugünlerde hiç yok."

Merdanelerin üzerinde hafif hafif sarsılan kulübenin kapısı açıldı. Erdal'dı gelen. "Ne çabuk dört oldu?" dedi içinden, haddeyi gece vardiyasında ona devredecekti. Omuzları arasında öne çökmüş kafasını kaldırıp, göğsünü şişirerek hasmını bekledi öylece.

–Kolay gelsin, dedi Erdal.

–Eyvallah!

Erdal'ın gözündeki şu ışıltıları hiç sevmezdi. "Herif benimle alay ediyor sanki bakarken" diye düşünürdü.

Öbür gün kesinleşecek formenlik kararını hatırladı, bu defa onu formen yapacaklarından emindi, "Tepene formen olarak bir dikileyim de gör." dedi içinden.

Ceketini giydi allahaısmarladık bile demeden kapıdan çıktı. Haddenin demir merdivenlerinden inerken iki yıldır peşini bırakmayan o müthiş ağrı tekrar girdi midesine. Elini karnına bastırarak merdivenin kenarına tutundu. Yüzü acıdan kırış kırış olmuş, alnında kocaman ter damlaları belirmişti...

DORU KISRAK
“Karşı tepeye varırsam kurtulurum” diye düşündü. Öldürülmek korkusu her yanını sarmıştı. Önündeki çiti atlarken bir çukura düştü. Sağ ayağında müthiş bir ağrı duydu. Topallaya topallaya, otlara tutunarak arkadaşlarıyla buluşacakları, mağaranın önündeki tepeye ulaşmaya çalıştı.

Köyü basmışlar, okulu ateşe verip bütün köy halkını öldürmüşlerdi. Evlerdeki insanların yalvarışları bir türlü kulaklarından gitmiyordu. Öldürmek için silahına davrandığında etrafı iyi seçemediğini fark etmişti. Sanki gözlerinin içinde kendisine dehşetle bakarak yalvaran insanların kocaman gözleri dolaşıyor, görmesini engelliyorlardı. Elinin tersiyle gözyaşlarını silerken, duraklamasına sinirlenen arkadaşı onu kalaşnikofunun dipçiğiyle kenara itmiş, o ateş ederken taş kesilmiş, midesi ağzına gelmişti.

İncinen ayağına yük vermemeye çalışarak tepeye tırmanırken insanların, kulağından bir türlü gitmeyen yalvarışlarıyla birlikte mide bulantısı da artıyordu. Elleriyle kulaklarını tıkadı, “Susun, susun!” dedi kulağındaki seslere. Sonunda kendini tutamadı, midesinde ne varsa boşalttı. Ter içinde kalmıştı. Allah’tan köyün okulu boştu,” diye düşündü. “Ya o sırada çocuklar okulda olsaydı?” Bir kayanın dibine oturdu, hıçkırarak ağladı, nasıl olsa burada onu gören yoktu.

Askerler peşindeydi. “Şu tepeye bir ulaşabilsem beni kimse yakalayamaz” diye düşündü, ayağındaki ağrıya rağmen tırmanmaya devam etti. Tepeye ulaştığında bir kayanın üzerine oturup soluklandı. Çıplak tepeleri ikiye ayırarak akan, ufka yaklaşan güneşin altın rengine boyadığı Dicle’ye baktı.

Nehrin kıyısında zorlukla seçilen bir at sürüsü onu çocukluk günlerine götürdü. Yazları Van Gölü’nün kıyısındaki amcalarının köyüne bir gider, bütün yaz gölden çıkmazlardı. Gölün sodalı suları boya gibiydi, siyah saçlarla başladıkları yaz, sararmış saçlarla biterdi. Arkadaşlarıyla, gölün kıyısındaki düzlüklere otlamak için bırakılmış atlara gizlice yaklaşırlar, yakaladıkları atlara binerek birbirleriyle yarışırlardı. Doru bir kısrak vardı aralarında, atların en güzeliydi. Kaç yıl o kısrağı yakalayarak binmek istemiş, fakat başaramamıştı. Sadece o değil hiç kimse, kendisinden büyük arkadaşları bile doru kısrağı yakalayamamışlardı. Fakat o doru kısrağın bir şekilde kendisini beğendiğinden emindi. Hangi atı yakalayıp binse doru kısrak hep onun atının yanından koşardı. Atını durdurup doru kısrağı yakalamaya çalıştığında kısrak üç beş adım ilerisinde ‘hadi gel beni yakala’ der gibi kafasını sallar, eşinirdi ama yaklaştıkça kaçardı. Ayağındaki gittikçe artan acıya rağmen gülümsedi, “Bir gün” dedi. “Bir gün seni yakalayacağım ve koşturacağım.” Aşağıdan gelen silah sesleri üzerine sanki o anda bir kurşun değmişçesine ayağındaki ağrıyı yeniden hissetti, ölüm korkusu yeniden her yanını sardı, kulağındaki yalvaran çığlıklar arttı. Korkuyla aşağı yamaçlara bakarken “Askerler yetişiyor anlaşılan” dedi kendi kendine. Güneş batıyordu. Güçlükle ayakkabısını giydi, kalktı, tepeden aşağı buluşma noktalarına doğru ilerledi.

Hava iyice kararmıştı, Arkadaşlarının saklandıkları mağara uzaktan görülüyordu. Burada buluşacaklardı. Kararlaştırdıkları gibi yanındaki ağacın dalında beyaz bir bez asılıydı, yani mağara emniyetteydi. Yakarışlar durmak bilmiyordu. Elleriyle susturmak istercesine kulaklarını kapatıp bir çalının dibine çömelerek bekledi. Mağaranın önünde birilerinin olduğunu görünce ilerledi.

Mağarada buluşacağı ağabeyi kendisinden altı yaş büyüktü. Okutmak için Van’a amcasının yanına gönderilmişti. Ters adamdı amcası, geçinemeyince son sınıfta okulu terk edip köye dönmüştü. Bin pişman olmuştu dayanamayıp da döndüğüne. Kasabada, köyde iş bulamamış, ikide bir “Bir baltaya sap olmadın.” diyen babasının azarından kaçıp, orada burada başı önünde geçirmişti günlerini…

ÖMER
“Tanrı bilgidir!” dedi Ömer, söylediğinden emin bir tavırla. Altı arkadaş, Tuzla Piyade Okulu’ndaki ranzaların üzerine oturmuş sohbet ediyorlardı. Her biri ayrı bir dalda, ayrı bir okulda okumuş olmalarına rağmen kısa sürede kaynaşmışlardı.

Ömer Eren, uzun boylu, atletik yapılı, kara yağız, yakışıklı komando adaylarından biriydi. Felsefe tutkunu bir fizikçiydi. Tanrı’nın kimliği hakkındaki düşünceleri, son günlerde koğuşta yapılan tartışmalarının ana konusuydu.

“Evet, Tanrı bilgidir, yani enformasyon: Bir elektronun diğeri ile ilişkisinin bilgisi; ben konuşurken ağzımdan çıkan sözcüklerin, bu sözcükler oluşurken kaslarımın hareketi için kalsiyum fosfat değişiminin, beyin hücrelerimde bağlantı noktalarındaki elektron alışverişinin bilgisi. Güneşin içindeki hidrojenin birleşerek helyumu oluştururken açığa çıkan radyasyonun bilgisi, o sırada kutuptaki bir ayının ilerlerken buzun üzerindeki ısının su moleküllerini hareket ettirme bilgisi. Atom altı parçacıkların, ışınımların, onları oluşturan en küçük birimi, madde de enerji de değil, bilgidir. Protondan milyar kere milyar küçük, on üzeri eksi 35m Planck boyutunda var olan tek şey bilgidir. O boyutta kuantum boyutundan tanrı boyutuna geçilir ve bildiğimiz hiç bir yasa artık geçerli değildir. Etrafımızdaki şey bilgi boyutundan yansımadır.”

“Yani, Tanrı bütün bilgilerin sahibi mi demek istiyorsun?” diye sordu karşısındaki ranzada uzanmış olan arkadaşı.

“Hayır, hayır, bilginin kendisi demek istiyorum. Bir yeri olmayan ama yerin bilgisi olan, bir şekli olmayan ama şeklin bilgisi olan, zamana bağlı olmayan ama zamanın bilgisi olan demek istiyorum. Benim Tanrım kızarak şehirleri yok eden, Musa ile konuşan, Muhammed’e mesaj gönderen, İsa’yı yanına çağıran Tanrı değil. Eğer böyle kabul ederseniz Tanrı’ya bir cisim vermiş olursunuz. Cisim verdiğinizde, yer ile sınırlanmış bir Tanrı çıkar ortaya, bu benim Tanrım değil.

“Peki Tanrı bilgiyse sen nesin?” diye sordu Malatyalı hukukçu.

“Ben Tanrıyım. Çünkü bilgiyim. Sen de öyle, şu gökyüzündeki ay da, onun ışığı da öyle. Kütle çekimi kuvvetiyle ki o da bilgidir; bütün evren ilk patlamadaki gibi tek bir noktaya döndüğünde bütün bilgiler bir araya toplandığında oluşacak o nokta Tanrı’dır.

“Senin savına göre Tanrı bilgi olduğuna göre o zaman senin Ömer olarak yaptığın bir şey de yok. Yani kendi fiilinin sahibi değilsin.” dedi hukukçu.

“Evet değilim. Hiç birimiz değiliz.”

“Yani kaderini yaşarsın.”

“Peki, bilgiyi düzenleyen kim?” dedi ranzadaki. Burada bir de çelişki var gibi geliyor bana. Senin kasların hareket ederken oluşan bilgi, Hz. Muhammed’in ayetleri okurken oluşan bilgi Tanrıysa, Muhammed’in söyledikleri de bilgidir ve Tanrı’dır veya onun iddia ettiği gibi Tanrı’dandır.

“Hayır, bu ikisi farklı şey. Bilgidir ama Tanrı’dan değildir. Tanrı’dan dediğin zaman kişiliği olan ve dolayısıyla yeri, hacmi vesaire olan bir tanrıdan bahsetmiş olursun.”

“Tanrı’dan değildir ama Tanrı’dır.” diye söyledi bir diğer arkadaşı yerinden doğrularak. “Yani Hıristiyanların İsa’sı gibi mi?”

“Saçmalama, bir cisimden bahsetmiyoruz.” dedi Ömer. Bakın bir atomun diğer bir atomla reaksiyonu onların durumuna, onların durumu ise bir önceki durumlarına bağlıdır. Bir önceki, bir önceki dersek sonunda bilgi akışının başladığı da evrendeki o tek noktaya döneriz.

“Her şey Tanrı’ysa her şeyi belirleyen de Tanrı’dır.” dedi konuşulanları ayakta dinleyen sosyal bilimci arkadaşı ranzasına çıkarken. “Bu sözlerin, her hareketin, her eylemin önceden Tanrı tarafından yaratıldığını, belirlendiğini ileri süren Cebriye Tarikatı ile örtüşüyor…

FELLUCE’DE ÜÇ ŞEHİT
Bu öyküde, belirtilen tarihlerde Bağdat’ta meydana gelen olaylardan esinlenilmiştir.

Cemal, kurumuş pelin otlarının arasında, sararmış yapraklarıyla yaşamak için direnen söğüt ağacının gölgesinde oturmuş, Babil harabelerinin önünde dolaşan Amerikan askerlerini uzaktan seyrediyordu. Erkenden yola çıkmış olmasına rağmen, Felluce’den buraya gelene kadar güneşin kavurucu sıcaklığı her tarafı sarmıştı. Çocukken defalarca bu söğüt ağacının altında ailece piknik yapmışlar, dallarına kurdukları salıncakta sallanmışlardı.

Babası görüşlerini açıklamaktan çekinmeyen bir fikir adamıydı. Ona göre Irak’ın ve bütün İslam ülkelerinin çağ dışılığının temelinde cehalet ve bunun yarattığı hurafeler vardı. Tarih boyunca daima birbirlerini desteklemiş olan siyasi ve dini diktatörler, kendi iktidarlarını koruyabilmek için, her devirde bilgiyi engellemişler, özgür düşünceyi baskı altında tutmuşlardı. Babalarının söylemleri, sonunda ona pahalıya mal olmuştu. Tutuklamak üzere gelenlerden kaçarken gözünün önünde vurularak öldürülmüştü. O günden beri ne zaman bir silah sesi işitse, dokuz yaşında bir öğrenci olduğu günlere dönüyor, farkında olmadan kulaklarını kapatıyor, dehşet içinde kalıyordu.

Şimdi bir üniversite öğrencisiydi ve ülkesi işgal edilmişti. Nefret ettiği silah sesleri, durmadan duraksamadan her yerden her yönden geliyordu.

İkindiye doğru evine dönmek üzere yerinden kalkarken, harabedeki taşların üstüne oturmuş Amerikan askerlerinden birinin Babil’in taş duvarlarından birine tükürdüğünü gördü. Elleri ile yüzünü kapadı, bir an için sanki kendi yüzüne tükürülmüş gibi gelmişti.

Herkes yabancı çizmelerden kurtulmak için silahlı bir direnişi haklı görürken, belki de çocukluğunda yaşadığı travmanın etkisiyle Cemal kurtuluşa silah kullanmadan da ulaşabileceklerini savunuyordu. Bugün buraya, babasıyla geçirdiği saatleri yeniden yaşamak, ondan ve Babil’den güç almak için gelmişti. Yarın, onun öncülüğünde Bağdat Üniversitesi’nde ilk silahsız direniş eylemi yapılacaktı.

Felluce’ye akşama doğru döndü. Bütün aile onu bekliyordu. Savaş ortamında uzun bir süre ortadan kaybolması herkesi endişelendirmişti. Cemal üzerine çevrilen soru dolu bakışlardan kurtulmak için nereye ve niçin gittiğini anlattı. Tam sözünü bitirmek üzereydi ki kardeşi İmam Ahmet ayağa kalktı, odada bir aşağı bir yukarı dolaşırken:

–Sen hayal âleminde yaşıyorsun, dedi sertçe. ‘Haçlı Seferi’ lafını ağzından kaçıran bir adam var bunların başında. Eyleminizde satın aldıkları insanlar olacak, gösteriyi ve direnişi sabote edecekler ve tüm uğraşlarınız boşa gidecek. Bunların tek anlayacağı şey kurşun!

–Belki de dediğiniz gibi hayal, ama ben Gandi’nin yaptığı gibi bir direnişle ölmeden, öldürmeden işgal güçlerinden kurtulabileceğimize inanıyorum, dedi Cemal sakin bir sesle. Bana inanmıyorsunuz biliyorum. Gandi’nin Hindistan’ı işgal eden İngilizlere karşı yaptığı direnişe de önceleri kimse inanmamıştı ama sonra çığ gibi büyüdü ona inananlar. Unutmayın, aynı İngilizler yine burada, hatırlayacaklardır geçmişte olanları.

Ahmet üzgün başını salladı:

–Hangimizin haklı olduğunu yaşayarak göreceksin, dedi. Umarım sana çok pahalıya mal olmaz.

Cemal:


–Ben deneyeceğim, dedi. Olur ya da olmaz ama deneyeceğim.

Sessizce yenen yemekten sonra ağabeyi ve kız kardeşiyle, evlerinin bahçesinin dibinden akan Fırat’ın kıyısına kadar yürüdüler…



KARDEŞLERİM
Yakup’un babası harbe gitmiş, ondan bir daha haber alınamamıştı. Annesi doğumda ölmüş, babasının onun doğumundan haberi bile olmamıştı. Bahçeli, avlulu, eyvanlı bir Malatya evinde babaannesiyle yaşıyordu. Evlerinin, etrafı çalılarla çevrili bahçesinde, her türlü meyve ağacı vardı. Çalılar her yıl yenilenmez, sıkıştırılmazsa çocuklar geçecek bir gedik bulur, kendi bahçelerinde de aynı meyveler olmasına rağmen onların bahçesine dadanırlardı. O gün, her bahar başında olduğu gibi, bahçe için iki eşek yükü çalı gelmişti.

Yakup yatağında, çalıların geldiğini, eşeklerin iki tarafına bağlanmış çalı demetlerinin sokağı süpürürken çıkardığı sesten anladı. O, babaannesinin “Yakup kalk bahçeye gidiyoruz!” diye seslenmesini beklerken, dışardan başka sesler, bağrışmalar geldi. Merakla yatağından fırladı, avluya bakan pencereden birkaç yabancının dış kapıdan girmekte olduğunu gördü. Hızla pantolonunu üzerine geçirerek avluya fırladı. Çalıları getiren eşekler oradaydı, fakat başkaları da vardı. Gelenler annesine, babasına sarılıyor, kadınlar ağlaşıyordu. Bir kız çocuğu elden ele dolaşıyor, kızı her kucağına alanın ağlaması bir feryada dönüyordu.

Gelenler neden sonra eyvandaki sedirlere, minderlere oturdular. Birlikte getirdikleri sandıklar atların sırtından avluya indirildi.

Küçük kız babaannesinin kucağında kalmıştı. Etrafında olup bitenlerle ilgilenmiyor, hep bir noktaya bakıyor gibiydi. “Belki de kör.” dedi Yakup kendi kendine. Eyvandakiler ancak bir süre sonra Yakup’un da orada bulunduğunun farkına vardılar. Babaannesi eliyle gel işareti yaptı. Yakup yeni gelenlerden çekinerek yaklaştı. Babaannesi kucağındaki çocuğu başıyla işaret ederek:

–Bak bu güzel kız Elif, dedi. Senin kuzenin.

–Kim yani?

–Yani Ahlat’taki benim kardeşimin torunu, artık senin yeni kardeşin.

Onun bir kardeşi yoktu ve bir kardeşi olmasını hep istemişti ama birden bire kendi yaşlarında bir kızın çıkıp da kardeşi olmasına şaşırmıştı. Yavaşça:

–Merhaba, dedi.

Kız sesini çıkarmadan ona baktı. Onun gözlerinden kardeşi olmasının onu mutlu edip etmediğini anlayamamıştı. Acaba hep onlarda mı kalacaktı? Onlarda kalacaksa, hiç de beklediği gibi bir kardeş değildi. Babaannesi kızı kucağından yere indirdi.

–Al, ona köpeğini göster, dedi.

Kızın elinden tuttu, avluya doğru çekti. Kız sesini çıkarmadan peşinden geldi. Boncuk, çocukları görünce havlayarak onların etrafında dönmeye başladı, her zaman yaptığı gibi peşinden koşsunlar istiyordu.

–Bu Boncuk, dedi Yakup.

Kız sesini çıkarmadan Boncuk’a baktı. Ne sevindi, ne de şaşırdı. Oysa Boncuk’la oynamak için can atan çocuklar, sırf avluda onunla koşuşturmak için Yakup’a avuç dolusu çağla verirlerdi. El ele bir süre avluyu konuşmadan dolaştılar. Yakup’un canı sıkılmıştı, kızı babaannesinin yanına götürüp bıraktı. “Atlarla uzaktan geldiklerine göre herhalde çok yorgun,” diye düşünüyordu.

Elif Yakup’larda kaldı, diğerleri Bursa’ya gittiler. Yakup, Elif'in başına gelenleri zamanla öğrendi. Kasabalarını Ruslar işgal etmişti, Ermeniler, annesi dâhil, birçok insanı öldürmüşler, camiye doldurarak yakmışlar, Elif saçı başı yanmış olarak kurtulmuştu bu yangından. Yakup bunları öğrendikten sonra ilk günlerdeki sessizliğine, Boncuk’a karşı duyduğu ilgisizliğine hak verdi...


KEMAN

“Şu gazetedeki habere bak!” dedi arkadaşım. “Çocuk kendini asmış, hem de ilkokul çocuğu. Bir ilkokul çocuğu kendini nasıl asar?”

“Asarlar, çocuklar da kendilerini asarlar,” dedim. Bu çocukların bazıları, gazeteye haber olan çocuk gibi bedenlerini, bazılarıysa ruhlarını asarlar. Bak sana gerçek bir yaşamöyküsü anlatayım.”

Fırat İlkokulu’ndaki sınıflarımız, geniş bir avlunun iki tarafına dizilmişti. Her köşesi özenle işlenmiş ahşap binanın bir kusuru, odun sobalarının kışın soğuk günlerinde bizleri ısıtmaya yeterli olmamasıydı. Kar başladı mı soğuktan titremelerimiz de başlardı.

Öğretmen odalarının altında yağmurlu, karlı günlerde beden eğitimi yaptığımız iki adet açık alan bulunurdu. 23 Nisan çocuk balosu kutlamaları için dans provalarını da buralarda yapardık. Provalarda dans eşim, gizli sevgilim Ülkü’ydü. Onunla el ele tutuşurken kalbim yerinden çıkacak gibi olurdu. Toprak zeminli avlu, zil çalınca fırladığımız oyun alanımızdı. Avlunun orta yerinde kocaman bir çınar ağacının gölgesinde, suya düşmenin heyecanı içinde taş duvarlarının üzerinde dolaştığımız fıskiyeli büyük bir havuz vardı. En güzel en mutlu saatlerim okulda geçerdi. Okuldan çıkar çıkmaz, tulumumu giyip evimizin alt katındaki babamın atölyesine gitmek zorundaydım.

200 metre kare genişliğinde, yüksek tavanlı, kocaman atölyemizin torna, freze makineleri bulanan bir metal işleme bölümü vardı. Üzerinde Bernar Nahum’un her yıl gönderdiği ajandası bulunan oymalı bir masanın yer aldığı yazıhanesi, atölyenin bir tarafında camlı bir bölmeydi. Babamın yeni atılımı olan, atölyenin arka kapısından girilen dökümhanesi vardı. Ankara’nın doğusunda ilk demir dökümü burada yapılmıştı.

Çocukların en büyüğü olarak atölyede çalışmam, babamın işlerini öğrenmem gerektiği söylenirdi; söylenirdi ama ben, arkadaşlarım ve kardeşlerim dışarıda oyun oynarken her an babamdan azar işitmeye hazır olarak neden atölyede çalışmak zorunda olduğumu anlayamazdım.

Hurda metalin eritildiği kupol ocağının dört beş metre yüksekliğindeki kulesinin içindeki curufları dökümden sonra temizlemek benim görevimdi. Dar alana çıraklar sığmıyordu. Belki de sadece benim yapabiliyor olmamın verdiği gurur ile bir tek bu işi seve seve yapardım.

Bana oyun oynamam için sadece pazar günleri kalıyordu ve doğal olarak pazar günleri bütün haftanın birikimini boşaltırken yaptıklarım haylazlık olarak adlandırılıyordu.

İlkokuldayken, ceket, pantolon giymiş; başlarındaki lacivert renkli, sarı şeritli, geniş siperli şapkaları altından gözleri zor görülen, benden büyük mahalle çocuklarının ortaokula gidişlerini gıptayla seyrederdim. Okumaya, yeni bilgiler edinmeye âşıktım. Malatya’da okul şapkaları yapan iki şapkacı vardı. Bu şapkalara o kadar özenirdik ki ilkokul son sınıftaki arkadaşlarla şapkacıların vitrinini seyreder, daha ilkokulu bile bitirmeden şapka beğenirdik.

İlkokuldan sonra heyecanla beklediğim şapka bana alınmadı. Çocukların en büyüğü olarak bundan sonra atölyede çalışmam gerektiği söylendi. Dayanılmaz bir üzüntü içindeydim. Artık her sabah erkenden atölyenin kapısını açıyor, çırakları ve babamı beklerken, kapının önünden şapkaları ile ortaokula giden arkadaşlarımı, onlara görünmeden gizlice seyrediyor, ağlıyordum.

O günlerde, dindar dayımın etkisiyle bir dindar olmuştum ki sorma. Tanrı’ya âşıktım. Sabah namazlarını kaçırmaz, “Allah’ım benim seni sevdiğim kadar sen de beni sev,” diye namazlarda ağlardım…


ÇINARIN ALTINDAN GEÇEN YOL
Vahap harman yerinde, kızgın güneşin altında dövenin bir üstünde, bir yanında öküzlerin peşinden giderken bitkin düşmüştü. Sırtından boşanan ter, kuşağını bile ıslatmıştı. Sıcak bastırdıkça aklı çınarın gölgesinde hafif rüzgârın terlettiği testide soğuyan ayrana ve karpuza takılıp duruyordu. Nihayet güneş tepeye çıktı, çınarın çevresi gölgelendi, yemek zamanı geldi. Şimdi kavurucu sıcaktan kaçmak için altına sığındığı koca düzlükteki tek ağacın gölgesinde azığını yiyordu. Öküzleri çınarın gölgeliğine çekmiş, boyunduruklarını çıkarmıştı. Yorgun hayvanlar rahatlamış, geviş getiriyorlar, döveni çekerken atıştırdıkları samanı, buğdayı hazmediyorlardı. Ayranı ekmeğine katık ederek yedi, karpuzun yarısını çınarın dalına yerleştirerek ikindiye ayırdı, kalanı iştahla yedi, kabuklarını öküzlerin önüne fırlattı. Ilık rüzgâr terli gömleğini yaladıkça serinliyor, harmandan kaldırdığı saman tozları terli yüzüne yapışıyor, uyku çöküyordu gözlerine. Dün gece güneşin altında ısınan dam, gecenin yeline rağmen sıcaklığını döşeğinden yukarı kusmuş, onu uyutmamıştı. Buğday başaklarının üstünde daha gidecek çok yol vardı. Gözkapaklarını güçlükle aralayarak “Hop hop Vahap, kestirmenin sırası değil!” dedi. “Ne burada uyuyacaksın ne de dövenin üstünde.” Güldü, bir keresinde uyuklayınca öküzlerin harman yerinden sapmasıyla kendini yerde bulmuştu.

Birkaç köyü birleştiren yol, tarlasının ucundaki çınarın altından geçiyordu. Yolcular çınarın gölgesinde dinleniyorlar, diktiği çınar için dedesine dua ediyorlar, ara sıra da onunla laflıyorlar, koca düzlükte yalnızlığını alıyorlar, uykusunu açıyorlardı. Ama bugün ne gelen vardı ne giden. Kalktı, hayvanları dürttü, “Hoo!” dedi. Hayvanlar isteksiz isteksiz kıpırdadılar, ayağa kalktılar. Boyunduruklarını taktı, başakların üzerine doğru yürüdü. Bu sırada gözü uzaktaki karaltılara takıldı. Döven üstünde her turu attığında yoldakiler biraz daha yaklaştılar. “Beş tane yabancı delikanlı,” diye mırıldandı. “Acaba nerden gelir, nereye giderler? Hele bir çınarın altına gelsinler anlarız.” Fakat dediği gibi olmadı, adamlar geldikleri hızla çınarın gölgesinden geçip gittiler. “Hoo” diye öküzleri durdurdu arkalarından bakarken. Değil bir çift laf, bir selam bile vermemişlerdi. Giyimleri buralardan olmadıklarını gösteriyordu. “Acele bir işleri var anlaşılan.” diye mırıldandı. Gittikleri yönde üç köy vardı, daha sonra da kasaba. Kasabaya bu yoldan gidilmezdi, öyleyse bu üç köyden birine gidiyorlar diye düşündü. Birden, gidenlerden ikisinin belinde tabanca olduğunu hatırladı. Hızla giden beş yabancı genç ve iki tabanca. Kafasını iki yana salladı “İnşallah hayırdır,” dedi içinden. Dirgeni dürttü, hayvanlar kıpırdadı, dövenin altında ezilen sapların, başakların sesini dinlemeye başladı.

İkindiye doğru öküzleri durdurdu. Susamıştı karpuzun kalanını da yemenin zamanıydı. Dövenden samanların üzerine inerken beş yabancının gittiği yönde karaltılar belirdi, bekledi. Yaklaştılar, bunlar, sabahleyin selamsız sabahsız geçen gençlerdi ve aynı hızla geliyorlardı. Tabancalar aklına gelince çınarın altına gitmekten vazgeçti. Hele gelip gitsinler sonra içerim suyumu diye düşündü, işine döndü. Yabancı delikanlılar harman yerine yaklaştığında, onları görülmeden izleyebilmek için harman yığının arkasında kalacak şekilde hızını ayarlardı. Tabancalar yerindeydi, ama tabanca taşıyanlardan birinin paçası kana bulanmış, ayakkabısı üstündeki kanı toz kaplamıştı.

Delikanlılar gidince öküzleri durdurdu, çınarın altına gitti. Karpuzu yerken uzaklaşan delikanlıların arkasından bakıyor, aklından türlü öyküler geçiyordu. Birini vurmuşlardı ama kimi? Paçası kanlı, kumral genç silahı sıkan olmalıydı.

Akşama doğru öküzleri çözdü, önüne kattı, köye yöneldi. Yamacı inince köyün koyunları ona eşlik etti. Çoban koyunları karşıki yamaçtan indirmiş köye götürüyordu. Köy girişinde havlamalarıyla köpekler ve çanlarıyla inekler karşıladı onu…

GÖL
Dedesinin elinden tutmuş, bütün kış özlemle yeniden görmeyi beklediği göle doğru yürüyordu. Tatil olur olmaz gelmek istemiş ama babasının işleri, gelişlerini yaz sonuna kadar geciktirmişti. Dedesi amma da yavaş yürüyordu bu yıl. Geçen yıl onu elinden çekerek sürüklerken, şimdi kendisi dedesini çekiyordu. Patikaya ulaştıklarında gölü görmek için sıçradı, ama göremedi. Kurbağaların, sazlıkların arasında yükselen söğüt ağacının altındaki seslerini işitmek için durdu, dinledi ama hiçbir ses yoktu. Dedesinin eline asıldı onu hızlandırmak için. Dedesi sanki bir yılda çok yaşlanmıştı. Annesinin “Sakın onu yorma, koşturma” tembihini hatırlayınca yavaşladı.

Söğüt ağacına geldiklerinde hayretle etrafına bakındı, ağaç yapayalnızdı. Dedesinin ona kaval yaptığı kamışlar yoktu. Sazlık, sarı bir ot yığınına dönüşmüştü. Hele göl, içinde bir damla su yoktu. Söğüt ağacının altına oturdular. Kuru toprak çatlamış, yarıklarla dolmuştu.

–Ne oldu dede?” dedi büyük bir üzüntü içinde. Göl nerde?

–Göl öldü yavrum.

–Göl nasıl ölür?

–Suyu kalmayınca ölür. Buharlaştı, gökyüzüne yükseldi.

Çocuk kafasına göğe çevirdi Güneşin parlak ışığından başka hiçbir şey göremedi.

–Tıpkı insanlar gibi öyle mi? dedi. Anneannem de ölünce gökyüzüne yükselmişti.

Gölün kuru tabanındaki yarıklardan birinin içindeki kertenkele dikkatini çekti. Yeşil kuyruklu kertenkele ona selam verir gibi kafasını indirip kaldırıyordu. Yaklaştı, elini uzattı, kertenkele yarığın içinde kayboluverdi.

–Her taraf yarıklarla dolu, dedi çocuk.

–Göl ölürken, susuz kalan toprak çatladı, büzüldü yarıklar oluştu.

Dedesinin eline, yüzüne baktı. Tıpkı gölün tabanına benzer çizikler, kırışıklarla doluydu. Dedesini çok seviyordu, onun ölmesini istemiyordu.

Eve döndüklerinde musluğa koştu, bir bardak su doldurup dedesine uzattı. Dedesi gerçekten de susamıştı.

–Sağ ol yavrum, diyerek içti bütün suyu. Çocuk yine musluğa koştu, dedesine bir bardak daha su doldurdu

–İç, dedi.

Dedesi:


–Sağ ol yavrum ama artık susuzluğum geçti, diye gülümsedi.

–Olsun dede olsun, sen yine de iç, susuz kalma, diye ısrar edince, annesi:

–Dedeni rahatsız etme! diye araya girdi.

Ertesi gün onu erkenden uyandırdılar. Komşusu bir ağabey onu dağa götürecekmiş. Uykulu gözlerle ona ve yatağın başındaki annesine baktı. Annesinin gözleri kıpkırmızıydı

–Hadi oğlum, dedi annesi Hep dağa gitmek isterdin, bak Murat ağabeyin bugün seni götürecek, ‘erkenden gitmemiz gerek’ diyor. Kahvaltınızı hazırladım, yolda yapacaksınız. Çocuğun sulu, kızarmış gözlerine dikkatle baktığını anlayınca:

–Sabah sabah gözüme toz kaçtı, siz çıkın ben de bir avuç su alıp gözlerimi yıkayayım, dedi.

Gerçektende evlerinden görülen tepeye hep çıkmak istemiş, ona her baktığında en üst noktasındaki meşe ağacının altında oturup aşağıdaki vadiyi seyretme hayalini kurmuştu. Dedesi geçen yıl bu yaz için söz vermiş, “Seneye o dağa çıkacak kadar büyümüş olacaksın, o zaman gideriz,” demişti ama o büyürken dedesi hastalanmıştı...
ÖLDÜRENLER
Fei görülmekten çekinerek bir sigara yaktı. Güneşin kızıla boyadığı karşı sırtın eteğindeki köy, mavi bir sis içindeydi şimdi. Kendi evi şöyle böyle seçiliyordu. Evinin kapısında beyaz bir leke gözüktü, biraz sonra kayboldu. Bu karısı Shah Ming olmalıydı, tatlı, güzel karısı Shah Ming. Onu görmeyeli bir yıl oluyordu. Bir yıl önce bir akşam gizlice eve girmiş, güneş doğmadan yine gizlice uzaklaşmıştı. Oğlu Hoang’ı hatırladı, sekiz yaşındaydı, ne kadar da kendisine benziyordu. Göğsü gururla kabardı, fakat bu son düşünce birden içini sızlattı. Oğlunun kaderinin de kendisininkine benzemesini istemiyordu. “Benzemeyecek, çok şey değişecek,” dedi kendi kendine. Topraklarından düşmanı temizledikten sonra köyünden bir adım uzaklaşmayacaktı. Her gün her saat oğluyla, karısıyla olacaktı. Silahını olta sallar gibi kaldırdı indirdi. Oğluna ırmaktaki balıkları nasıl tutacağını öğretecek, her gün balığa çıkacaktı onunla.

Evinin bacasından belli belirsiz çıkıp, köyün akşam sisine karışan dumanı görmesi onu rahatlatmıştı. Karısının pirinç çorbası pişirmekte olduğundan emindi. “Bütün ev şimdi mis gibi çorba kokuyordur.” diye düşündü. Burnuna özlediği pirinç çorbasının kokusu gelir gibi oldu. Derin bir nefes aldı, iyice koklamak ister gibi. Sigarasını yere attı, ezdi, iz bırakmamak için toprağa gömdü. Kararan tepeleri, köyün karşı yamacındaki koruluğu tekrar gözden geçirdi. Koruluğun ilerisindeki yamaçta Güneylilerle bazı Amerikalıların olduğunu öğrenmişlerdi. Onları köye ulaşmadan mutlaka durdurmalıydılar. Koruluğu arkadan çevirmek için arkadaşlarıyla sisler içindeki tepelere doğru yürüdüler.

Tarlalarından dönen köylüler birer ikişer evlerine çekilmişlerdi. Çamur içindeki sokakta, geç kalan birkaç köylünün hayvanlarını yürütebilmek için bağırmaları işitiliyordu. "Bu hafta yağmur yağmamalıydı." diye düşündü Shah Ming. "Yağmur altında pirinç fidelerinin dikilmesi çok yorucu oluyor, neyse ki bu da bitti." Etrafına bakındı, Hoang'ı göremedi. "Bu saatte ne arar dışarıda anlamıyorum, şimdi döndü tarladan" diye söylendi. Dışarı çıktı, koruluk koyu mavi bir sis içindeydi. Güneş batarken kızıla dönen gökyüzü yarın yağmurun yağmayacağını gösteriyordu. "Bu iyi” dedi Shah Ming. Oğluna bakındı:

“Hey Hoang! Nerelerdesin?”

Oğlanın sesi yanı başından geldi.

“Buradayım anne!”

Kapının yanındaki oğlunu görmeyişine şaştı, kafasını salladı, gülümsedi. Şu tarla işleri, bir yıldır dönmeyen kocası, "Evet sahiden bir yıl, yine fideleri dikiyorduk." Uzun bir sevişmeden sonra bütün gece birbirlerinin elini bırakmadan yan yana yatmışlardı.

“Hadi oğlum, gel içeri!”

Çocuk kucağındaki kediyi temizlemekle meşguldü.

“Çamur içinde kalmış anne, çamuru yalıyor temizlenmek için.”

“Vah vah! Getir, içerde temizleriz.

Çocuk bir eliyle kediyi kucağına bastırmış, kalkmaya çalışıyordu. "Ne de güzel çocuk." diye düşündü Shah Ming, "Tıpkı babasına benziyor; simsiyah saçları, gözleri; onun gibi geniş omuzlu olacak." Çocuğun kediyi şefkatle kucaklayışına baktı: "Ama anlaşılan ondan daha merhametli."

Babaanne dişleri dökülmüş ağzını şapırdata şapırdata pirinç çorbasını içiyordu. Pirinci ne de boldu. "Bayram mı nedir?" diye sordu kendi kendine. Ezilmiş pirinçten yapılan tatlıları yediği günleri hatırlamaya çalıştı, beceremedi, sormaya da üşendi. Çorba torununun da hoşuna gitmiş olmalı ki ikinci tası içiyordu. Gelinine baktı, "Zavallı!" diye mırıldandı. Allah ona böyle güzel bir gelin vermişti ama gelini kocasızdı şimdi. Çeteci oğlunu ve bir ay kadar önce öldürülen öteki oğlunu düşündü…

SİYAH ELLER
Rockytown, güneyin güzel bir kasabasıdır. Kasabanın doğusundaki hepsi birbirine benzeyen, tek katlı, kırmızı kiremitli, etrafları çitle çevrili, ufak tefek evlerin doğuya bakan pencerelerinden görülen siyah kayaların çizdiği siluet, hemen hemen daima bulutludur. Doğan güneşin bulutların arasından süzülen ışıkları önce bu keskin hatlı kayalara çarparak onları boyar. Bu saatlerde kayaların rengi onlara nereden baktığınıza bağlıdır. Tepelerden bakınca ıslak, altın renginde görünen kayalar şehrin batısından, kasabadan bakınca simsiyah görünürler. Dev bir heykeltıraşın yonttuğu heykellere benzeyen, bazıları insan şeklini andıran kocaman sivri kayalar kasaba küçüklerinin dinlediği masalların kahramanı olmuşlardır.

Buranın güneşi, Akdeniz'deki bulutsuz gökyüzünün güneşi değildir; yakmaz, hatta genellikle ısıtmaz bile. Fakat yükseldikçe bir ressam gibi çizer, boyar. Kocaman bir fırça yavaş yavaş kasabayı, renkten renge sokar. Kayaların eteğindeki evleri aydınlatmadan önce kasabanın batısını, muntazam ve geniş yolların arasındaki, pencereleri daha büyük, çitleri daha geniş evleri aydınlatır. Bunu yaparak kasabanın zenginlerine bir öncelik mi vermiştir, yoksa zenginler mi kasabanın bu kısmına toplanmışlardır, bilemem.

Üç dört metre genişliğindeki bir su kanalı kasabayı ikiye böler. Yakından bakınca kasabanın aşağısındaki fabrikaların kirli sularını görürsünüz, ama uzaktan, kayaların eteğinden bakınca; bembeyaz bir gümüş yoldur bu kanal. Bu, kayaların eteğine yerleşmiş zencilere tanımış bir ayrıcalıktır sanki. Zenginler, kanalın bu güzelliğini görmek için buralara çıkmak zorundadırlar.

Kasaba, kayalık tepelere yaklaştıkça kararır, fakirleşir. Sadece şehir mi, insanlar da öyle. Kayaların tam dibinde evler de insanlar da simsiyah olur. Zenci mahallesidir burası. Arada bir kendine güvenen bir zenci, biraz ilerlemeye; aşağılara, kanalın batısına sıçramaya çalışır, (dediklerine göre birkaç defa olmuş bu iş) fakat her nedense sonunda geri döner kendi rengine.

Rockytown’da hayat günün ağarmasıyla başlar. Sabah saat altıdan sonra bütün sokaklar tenhalaşır, kadınlar ve çocuklar ve bir de ihtiyarlar diyarı olur kasaba. Bu hal akşam beşe kadar sürer. Beşte yine kalabalıklaşır sokaklar. Dokuzda ise bütün kasaba uyur.

Kayalıkların bir ucunda zenci Thomas'ın yirmi ikisine gelmiş bir bekâr olan oğlu Rubi oturmaktadır. Kendi halinde, inatçı, kaslı kolları ve vücudu ile son derecede iri yapılı bir zencidir Rubi. Babası Thomas, aksine zayıf, ufak tefek bir adamdı, fakat o da inatçıydı. Şimdi Rubi'nin oturduğu evin sahibi olmak için madendeki son yıllarına değin, yılmadan gece gündüz çalışmıştı. Bütün hayatı boyunca kanalın yanında bir evi olsun isterdi. O zaman pek küçük olan Rubi'nin kıvırcık saçlarını okşayarak “Sen kanalın öteki yakasında büyüyeceksin.” derdi ama Rubi'nin buna pek aldırdığı yoktu. Kendisine kalsa pırıl pırıl kayaları, kirli sulu kanalı tercih ederdi. Sonunda baba Thomas bir ev sahibi olmuştu, fakat sanki muradına ermiş, işini bitirmiş gibi, evinin tapusunu aldığının ertesi günü madenden sağ çıkamamıştı. O günden beri babasının yerine on birinci kuyuda Rubi kazma sallıyordu.

Bugün kayalıkların en gözde delikanlısıdır Rubi. Kazmanın daha da biçimlendirdiği bir vücut, güzel bir yüz ve üstelik bir de ev sahibidir.

Maden Dyusbery'dedir. Aşağı yukarı Rockytown'dan altı millik bir mesafe. Maden işçilerinin çoğu kayalıkların eteğinde yaşarlar. Her sabah işçilerin otobüsü kayaların dibinden bir kafile halinde yola dizilir. Otobüsler tepeden, siyah toprak yol üstünde sıralanmış kırmızı böcekler gibi görünürler. Tam altıda hareket ederler...





Yüklə 118,03 Kb.

Dostları ilə paylaş:




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin