Onlar el sıkıştıkları zaman; ellerinin arasında sıkıp ezmek istedikleri halklar ve devrimcilerdir!



Yüklə 127,29 Kb.
tarix17.01.2019
ölçüsü127,29 Kb.
#99514





1 Gündoğdu...



frame2§

Almanya-AKP- Avusturya- işbirliğiyle Avusturya’da devrimcilere operasyon!



Onlar el

sıkıştıkları zaman; ellerinin

arasında sıkıp ezmek istedikleri halklar ve devrimcilerdir!


  1. Gündoğdu...

Hepimiz birimiz


Birimiz hepimiz için

Dayanışma ve


Sahiplenme

lektif olan her şeyden kaçış vardır.

Bencillik, bireycilik, o hale gelmiştir ki artık, "bireyler", evlilik

ilişkisini bile bir yük ola-




Hepimiz Birimiz, Birimiz Hepimiz İçin; bu söz, burjuvazinin bencilliğine, bireyciliğine, çıkarcılığına, bananeciliğine, mülkiyetçiliğine karşı tarihsel bir meydan okuyuştur.

Burjuvazi, beşikten mezara kadar, kreşlerden üniversitelere kadar bizi kendi bireyciliğiyle şekillendirmeye çalışır.

Neden?


Çünkü, bencilliğin, bireyciliğin yerleştiği yerde ÖRGÜTLÜLÜK olmaz.

Bencilliğin, bireyciliğin yerleştiği yerde DAYANIŞMA ve SAHİPLENME OLMAZ.

Dolayısıyla örgütsüz, tek tek "bireyler" halindeki kitleler, burjuvazi için kolay lokma haline gelirler.

Burjuvazi artık bu "bireyleri" istediği gibi sömürür, yönetir, yönledirir, istediği yasaları ve yasakları uygular, ciddi bir tepki görmeyeceğini bilmenin rahatlığıyla istediği baskıları yapar.



B
encilliğin, bireyciliğin hakim olduğu yerde, sadece örgütlülükten değil, her

türlü sosyal sorumluluk ve ortaklıktan, ko-

rak görmeye başlamışlardır.

Eşi, sevdiği için bile hiçbir fedekarlığı paylaşmayan, onun için bile hiçbir dayanışma ve sahiplenme duygusu hissetmeyen BENCİL BİREYLER kapitalist top- lumun karakteristik özelliklerinden biridir.



Almanya, Federal İstatistik Dairesi'nin 2014'de açıkladığı rakamlara göre, Alma- nya"™da 16,2 milyon kişi, yalnız yaşıyor. Bu rakam, toplam hane sayısı olan 39,9 milyo- nun yüzde 41"™ini oluşturuyor. Ki aynı ra- porda yıllar içinde yalnız yaşayanların sayısının sürekli arttığını gösteriyor.

Kapitalist toplumda, gelişme, bireycileşmeye, bencilleşmeye doğrudur.

Burjuvazi, kelimenin gerçek anlamıyla, toplumu "atomlarına" kadar parçalayıp kendi hükmünü sürdürmektedir.

H
epimiz Birimiz, Birimiz Hepimiz İçin", burjuva toplumun bu uçuruma

gidişine karşı bir barikattır.

Hepimiz Birimiz, Birimiz Hepimiz İçin, sınırsız bir sahiplenmedir.

Hepimiz Birimiz, Birimiz Hepimiz İçin, fedakarlıkla örülmüş bir dayanışmadır.

Hepimiz Birimiz, Birimiz Hepimiz İçin, tüm imkanlarını, sınırlarını zorlayan bir paylaşımdır.

S
osyalizm, "Hepimiz Birimiz, Birimiz Hepimiz İçin" anlayışının hayatın her

alanında hüküm süreceği bir toplum biçimi- dir. Sosyalizmin bayrağına bu sözü yazsak hiç yanlış olmaz.

Fakat biz bu anlayışın hayata geçirilme-




  1. Gündoğdu...



sini, sosyalizme bırakan, sonraya havale eden bir yaklaşımda da olamayız. Bugünden bu yolgösterici sözün gösterdiği doğrultuda hareket etmeliyiz.

Reformizmin, devrimcilikten, sosyalist düşünce ve pratikten uzaklaşmasının bir yanında da burjuvazinin dayattığı bencilliği, bireyciliği kabul etmesi vardır.

Reformist siyasi hareketler, 1980'lerden itibaren "sivil toplumculuk" rüzgarı içinde ye- niden şekillenirken, tıpkı partilerinin bayraklarından orak çekiçleri, isimlerinden sosyalizm, devrim kelimelerini çıkarıp attıkları gibi, kolektivizm bayrağını da söküp attılar.

Sınıf kavramının yerine "yurttaşlık" kavramını,

devrimci örgüt yerine "örgüt olmayan örgüt" ucubesini,

ve kolektivizmin, ortak kararlar alıp ortak uygulama devrimci geleneğinin yerine "birey özgürlüğü", "tembellik hakkı", "ortak karar- lara uymama hakkı" gibi, burjuva bencilliğin, burjuva bireyciliğin değerlerini koydular.



Sonuç ortadadır.

A
vrupa'daki devrimciler olarak, sahi- plenme, dayanışma pratiğimizde

olumlu olumsuz bir çok örnek içiçedir. Bazen olumlu yanımız, bazen eksik yanımız öne çıkabiliyor. Sahiplenme ve dayanışma, değişmez bir yanımız olmalıdır. Sahiplen- menin biçimi, koşullara, gündemlere, gücü- müze, örgütlülüğümüze göre değişebilir.

Onun yeterliliği, yetersizliği tartışılabilir. Ama içerik olarak, devrimci düşünce ve duygularımız olarak, sahiplenmemiz ve dayanışmamız hiç tartışılmaz olmalıdır.

Hapishanelerdeki tutsakların son bir yıl içindeki direnişleri sırasında olsun, Steve'nin ve son olarak Evin Timtik'in direnişleri karşısında olsun, olumlu ve olumsuz örnek- ler içiçe yaşandı Avrupa'da.

Ancak eksik ve yetersiz yanımızın daha ağır bastığını belirtmeliyiz.

Bu tür direnişleri, topyekün bir sahi- plenme kampanyasına dönüştürebilecek re- fleksimiz ve bakış açımız olmalı. (Halen süren bir direniş olması itibarıyla, Evin Tim- tik’in direnişi açısından belirtmek gerekirse, Avrupa’nın bu direnişi destek ve sahiplen- mesi oldukça geri düzeyde kalmıştır. Ve el- bette bu da direniş sürerken telafi edilmesi

gereken bir eksikliktir.)

Gücümüz yetersiz olabilir; ancak bu bakış açısına sahip olduğumuzda, bunda ısrar ettiğimizde, bu bakış açısı kendi gücünü de yaratacaktır. Çünkü o zaman sahiplenme ve dayanışma için daha geniş kesimleri hare- kete geçirmiş olacağız.

Sorun dar ilişkiler içinde, sadece kendi sınırlarımız içinde bir dayanışmayı, sahi- plenmeyi gerçekleştirmek değildir. Biz bu- rada bir anlayışdan, bir politikadan, bir çalışma tarzından söz ediyoruz. Ve tam bu- rada, Güler Zere örneğini hatırlamalıyız.

Z
ere örneği, bir sahiplenmenin yoldaşlarından başlayarak nasıl tüm

halka, tüm devrimci demokratik güçlere, tüm ülkeye yayıldığının örneğidir. Güler Ze- re'ye özgürlük şiarıyla giderek ülke çapında çok büyük bir sahiplenme ve dayanışma yarattık.

Berkin Elvan örneği de aynı muhtevadadır.

Yaralanan tek kişi o değildir elbette. Ama Berkin'i farklı kılan, onda somutlaşan o büyük sahiplenmedir. O büyük sahiplenme Berkin'i tüm halkın çocuğu, tüm gençlerin kardeşi, tüm çocukların abisi yapmıştır.

Israrlı, kararlı ve haftalara, aylara, yıllara, ne kadar gerekiyorsa, o kadar zamana yayılan bir sahiplenme, her gün daha geniş bir kesimi o dayanışmanın ve sahiplenmenin içine katacaktır.



B
u dayanışma ve sahiplenme geleneğini yurtdışında da büyüteceğiz. Kuşku yok

ki, dayanışma ve sahiplenmeyi büyütmek, yurtdışı açısından da sadece bir istek mese- lesi değildir; dayanışma ve sahiplenme, bi- rinci olarak, burjuva bireyciliğine karşı ideolojik mücadeledir. İkinci olarak, dayanışma ve sahiplenme, yurtdışında yaşayan insanlarımızın politikleştirilmesine paralel olarak gelişecektir. Hayatın politikleştirilmesi bu anlamda da bir zorun- luluktur. Apolitikleşme, dayanışma ve sahi- plenmenin önünde engeldir.

Emperyalist kültürün kuşatmasına, mülteciliğin tüm olumsuz yanlarına rağmen, bencilliğin, bireyciliğin kalesinde, sahiplen- menin örneklerini yaratacağız, dayanışmanın "Hepimiz Birimiz, Birimiz Hepimiz İçin" yazılı bayrağını dalgalandıracağız.




  1. Gündoğdu...




Yozlaşmanın toplumsal kaynakları, ülkelere, dö- nemlere göre değişse de, ana kaynak çoğu kez yok- sulluktur. Nerede derin bir yoksulluk varsa, orada fuhuş, hırsızlık, gasp gibi adi suçlar, kumar ve uyuşturucu yaygınlaşır. Ancak bu her durumda böyle değildir. Örneğin Avrupa'daki yozlaşma için bu bire bir belirleyici etken değildir. Çünkü Avru- pa'da da belli bir yoksullaşma olmakla birlikte, bu yoksulluk, insanları tamamen farklı tercihlere yö- neltecek boyutlarda değildir.

Avrupa'daki uyuşturucu, fuhuş, kumar rakamlarına bakıldığında, ciddi bir tırmanma görü- nüyor.

Peki neden?

Kuşku yok ki, Avrupa'daki yozlaşmanın kaynaklarını, şekillenişini, neden insanların bu bataklığa sürüklendiklerini, gençler ve yaşlılar üze- rindeki etkilerini daha fazla araştırmalı, tartışmalı, çözümlemeli ve ortaya çıkan sonuçlara göre politi- kalar belirlemeliyiz.

Fakat şunu rahatlıkla söyleyebiliriz; Avrupa'daki yozlaşmada en temel nedenlerden biri, yoksulluk değil, boşluk ve kimliksizliktir. Bununla bütünleşen bir diğer neden ise, tüketim kültürünün yarattığı zengin olma, kolay para kazanma, köşeyi dönme tutkusunun çok geniş kesimlerde ciddi olarak kök salmış olmasıdır.
Kimliksizleşen, ulusal ve halk değerlerinden kopan, yaşamında maddi manevi büyük boşluklar oluşan, hiçbir ideali kalmayan ve kendine tek hedef olarak "çok para kazanmayı" hedef olarak koyanların, ilk yöneleceği yol, kolay para kazanma yollarıdır; yani uyuşturucu, fuhuş ve kumar!

Otomatlar, çalışan, emeğiyle kazanan yüzbin- lerce insan için işte bu nedenle bir tuzağa ve batağa dönüşüyor. Emekçinin ne kadar çok çalışırsa çalışsın, kazanabileceği ve düzen içinde ekonomik olarak gelebileceği yer bellidir; eğer fazladan bir

şey istiyorsa, "başka" bir şey yapmalıdır... Veya başka örnekler; üniversiteli kadınlar, "sıkıntı içinde okumaktansa param olsun" gibi bir gerekçeyle pe- kala fuhuş yapabiliyorlar. Sistemin ideolojisi, kül- türü, bunu "doğal" bir şeymiş gibi sunuyor... "Birkaç defa yapayım, sonra yapmam" deyip uyuşturucu satma, taşıma, veya dağıtma pisliğine bulaşanlar da benzer gerekçeerle meşrulaştırıyorlar yaptıklarını. Halk değerlerinin terkedildiği yerde artık bir sınır kalmaz.
Yozlaşma konusunda şunu da unutmamak gere- kir:

Sorun sadece "ahlaki" bir sorun değildir. Yozlaşma, bir politikanın sonucudur; yozlaştırma, emperyalizmin bir politikasıdır ve

son derece iradi, başarılı olması için elinden gelen

herşeyi yaptığı bir politikadır.

Başka bir biçimde söylersek, yozlaşma EMPER- YALİZMİN HALKLARI TESLİM ALMA POLİ- TİKASININ TEMEL BİÇİMLERİNDEN BİRİDİR.

Emperyalizmin ve oligarşinin yozlaştırma araçları, ülkemizde ve

Avrupa'da belli farklılıklar gösterse de, özü ve yer yer biçimi de esasında çok farklı değildir.

Yozlaştırmada bir çok yerde polis vardır işin içinde; ülkemizde, nasıl ki, devrimcilerin etkisinin yoğun olduğu bölgelerde, uyuşturucu, fuhuş çeteleri, polis korumasında ise, Avrupa'nın bir çok yerinde de aynı şekilde uyuşturucu, fuhuş, kumar, polisin doğrudan veya dolaylı koruması altındadır.

Yozlaşmanın televizyon dizilerinden başlayıp, filmlere, müziğe uzanan kaynakları da her yerde aynı mantık ve mekanizmayla çalışmaktadır. Kolay para kazanma ve zengin olma özlemi, sistem tarafından teşvik edilmekte, sistem içinde zengin olma yolları tıkalı olan insanlar ise kolay para kazanmanın yolunu, kumarda, fuhuşta,




  1. Gündoğdu...

uyuşturucuda aramaktadır.

Avrupa ülkelerinde evet çok derin bir yoksulluk yoktur; ama göçmenler için büyük zenginlik de yoktur. Ve bu iki olguya karşı, zengin olma tutkuları vardır.

Göçmenlerin ezici çoğunluğu zengin değildir.

Buna karşın, zengin olmayan ve sistem içinde zen- gin olma kapısı da bulunmayan milyonlarca göçme- nin "ZENGİN OLMA" isteği var. Yozlaşma işte buradan kaynağını alıyor. Tüketim kültürü değersizleştiriyor, değersizleşme, yozlaştırıyor. İde- allerini, kimliğini, halk değerlerini kaybedenlerin artık sadık kalacağı bir kültürü, kuralı yoktur ve o herşeyi yapmaya açıktır.
Yurtdışında, yozlaşma sorununu alırken, üzerin- den atlanmaması gereken bir nokta da, uyuşturucunun, kumarın sadece apolitik halk ke- simleri içinde yaygın olmayıp, geçmişte şu veya bu biçimde mücadelenin, belli örgütlenmelerin içinde yer almış insanların da bu bataklığın içine batmış olmaları gerçeğidir. Bunlar şu veya bu dönemde üzerlerinde taşıdıkları kimlikleri nedeniyle, yozlaşmanın içine yuvarlanırken taşıdıkları o kimliğe de zarar vermekte, o kimliği kirletmektedir- ler. Yozlaşmaya karşı mücadelenin bir ayağı da bu- radan başlamalıdır zaten. Devrimci, sosyalist, solcu, ilerici, cepheli sıfatını taşıyanların, sempatizan, ta- raftar düzeyinde de olsa yeri otomatların başı değildir. Olamaz. Kabul edilemez. Bu zaafların içine yuvarlanmış insanları oradan çekip çıkarmak şeklinde bir politikamız olmalıdır; ama öte yandan bu durumdaki insanlar nezdinde yozlaşmayı, çürü- meyi meşrulaştıran yaklaşımlara da girilmemelidir.
Yoz kültürün, emperyalizmin yozlaştırma politikalarının ortasında, net olmamız gereken şudur:

YOZLAŞMANIN HİÇBİR BİÇİMİ, MASUM, HOŞGÖRÜLEBİLİR DEĞİLDİR.



Yozlaşma zincirleme bir kaza gibidir.

Biri diğerini tetikler..
Bu nedenle, ben şunu yapıyorum ama şunu yapmıyorum" tarzındaki yaklaşımlar, yapılanı mazur görme ve göstermekten başka işe yaramayacağı gibi, yozlaşmanın tüm bünyeyi sarmasına karşı önlem alınmasını da imkansızlaştırır.

Yozlaşma zincirleme bir kaza gibidir.

Biri diğerini tetikler, biri diğerine yol açar ve o açılan yolda, insanların, toplumların boğulması kaçınılmazdır.

Yozlaşma, her alana, her ana sızar. Nasıl sızdığı önemli de değildir; kendini onlarca, yüzlerce bi- çimde gösterir.


Yozlaşmanın çözümü, her büyük toplumsal so- runda olduğu gibi, ancak devrimle mümkün hale gelecektir. Devrimle, yozlaşmanın önüne barikat örülecek, sosyalizmin inşasıyla yozlaşmanın maddi nedenleri ortadan kaldırılacak ve adım adım değişim sağlanacaktır.

ANCAK; yozlaşma öylesine yakıcı, öylesine kuşatan bir sorundur ki, devrime kadar beklemeye tahammülü yoktur.

Yozlaşmaya karşı BUGÜNDEN başlayarak çö- zümler bulmak, yöntemler geliştirmek, bilinç oluşturmak, kurumlaşmalar yaratmak zorundayız.

Avrupa'da da neden Hasan Ferit Merkezi gibi bir yer olmasın?

Asıl sorun elbette bu konuda bir bilinç ve netlik oluşturmaktır; yurtdışında yozlaşmanın çeşitli bi- çimlerine karşı ortaya çıkan "kanıksamayı" ortadan kaldırmaktır.

Emperyalizm, halkı uyutmak için, halkın doğruları görmesini engellemek için, halkı örgüt- lenmekten, bozuk düzene isyandan uzak tutmak için, her türlü aracı ve yöntemi kullanıyor.

Yozlaşmaya karşı mücadelemiz de işte bu anlamda, halkı uyandırmak, gerçekleri göstermek, halkı ör- gütlü bir halk haline getirmek, halkı mücadeleye katmak için mücadeleden başka bir şey değildir.




  1. Gündoğdu...




Almanya Başbakanı Angele Merkel, 19 Ekim'de Tür- kiye'ye gitti.

Alman burjuva muhalefetinin çeşitli kesimleri, bu ziya- retin AKP'yi destek anlamına geldiğini belirterek Merkel'i eleştirdiler.

Ziyaretin ve imzalanacak anlaşmaların AKP'yi, Tayyip Erdogan'ı desteklemek anlamına geldiği açıktır; ancak burjuva muhalefetin Merkel'e yönelik "eleştirisinde" yerine oturmayan bir yan var; o da şudur: Merkel'in AKP'ye desteği, bu ziyaretle sınırlı olmayıp, Alman emperyalizmi- nin temel politikalarından biridir.


Avrupa emperyalizmi, başından itibaren AKP'yi her an- lamda desteklemiş ve Asya, Afrika politikalarının taşeronu olarak kullanmıştır. Avrupa emperyalizmi içinde AKP'nin en temel destekçisi de hiç kuşkusuz Alman emperyalizmi olmuştur.

AKP'nin son döneminde, Özellikle burjuva basına ve muhalefete yönelik baskılarının artmasıyla birlikte, Ameri- kan ve Avrupa emperyalizminden AKP'ye yönelik bazı eleştirel yaklaşımlar duyulmaya başlandı.

Ancak bunlar, belirleyici bir önem taşımazlar.

Çünkü henüz emperyalist yağma açısından AKP'nin bir alternatifi olmadığı için, tüm emperyalist güçler, AKP'nin yanındadır.

Merkel'in açıklanan gündeminin en baş sırasında mül- teciler sorunu var.

Bu konunun ele alınışı, emperyalizmin ve işbirlikçilerinin halk düşmanlıklarının, ırkçılıklarının




  1. Gündoğdu...




kanıtından başka bir şey değildir.

Onlarca ülkede gerçekleştirdikleri emper- yalist saldırılar ve operasyonlar sonrasında, milyonlarca insan yerini yurdunu terketmek du- rumunda kaldı.

Şimdi "bizim başımıza bela olmasın" politikasıyla, mültecilerin kendi sınırlarına ulaşmasını engellemeye çalışıyorlar.

Bunun için de Türkiye'ye rüşvet veriyorlar. Merkel'in bunun dışındaki gündeminde,

emperyalistlerle yeni-sömürgeler arasındaki

ilişkinin her zamanki maddeleri vardır.

Silah ticareti, devrimcilere karşı yapılacak ortak operasyonlar, yatırımlar, ihale pazarlıkları.. vb.
Almanya, bilindiği gibi dünyanın en çok silah ihraç eden dört büyük emperyalistin- den biridir: ABD, Rusya, Fransa ve Almanya.

Emperyalizmin dünya çapında saldırganlığını artırmasıyla birlikte silah ticareti- nin rakamları da büyümüştür.

Almanya, 2014 yılının tamamında 3,97 milyar euroluk silah ihracatı yapmıştır.

Almanya, bu yılın sadece ilk 6 ayında (Ocak-Haziran) ise, toplam 3,5 milyar Euroluk silah ihracatı yapmıştır. (Kaynak, Die Welt)

Yani tam yüzde yüzlük bir artış. Almanya'nın siah sattığı ülkeler içinde Ku-

veyt'ten, İsrail'e, Türkiye'den Suudi Arabistan'a

kadar bir çok katliamcı ülke var.

Sadece emperyalizmin silah ihracatının bu tablosu bile, emperyalizmin "insan hakları", "demokrasi", "özgürlükler" konusundaki tüm "duyarlılıklarının", gerici, şeriatçı AKP'nin "radi- kal dinciliğinden" duydukları "rahatsızlıklarının", kitleleri aldatma dışında hiçbir anlamı olmadığını göstermeye yeter.


Sonuç olarak, Merkel-Erdoğan görüşmesine ilişkin "basına" ne açıklama yapılırsa yapılsın; şundan eminiz ki;

Merkel ve Erdoğan, Devrimcilerin sindirilmesinde,

Devrimci düşüncelerin yasaklanmasında, DHKP-C'nin yok edilmesinde,

NSU, İŞİD ve benzerlerinin uygun biçim- lerde desteklenmeye devam edilmesinde,

Mültecilere karşı her türlü "Önlemin" alınmasında,

yeni ihaleler alıp vermekte,

yeni sömürü alanları açmakta...

hemfikir olup anlaşmalar imzalamışlardır.


Avrupa'da devrimcilere yönelik her saldırı, Avrupa emperyalizmiyle AKP faşizminin işbirliği sonucudur. Son olarak Avusturya'da yapılan baskınlar da bundan bağımsız değildir.

Kimse bizi, Avrupa emperyalistlerinin, Alman emperyalizminin AKP'ye karşı olduğuna inandıramaz.

Neymiş, Merkel Türkiye'ye gidince "insan haklarını da, basına baskıları da konuşacak"mış.

Nesini konuşacak? AKP'yi mi eleştirecek?



Hangi hakla ve hangi yüzle?

AKP'nin tüm baskı ve katliamlarından Avrupa emperyalistleri de birinci dereceden sorumludur. Gerçek budur.

Bunun tersi de geçerlidir;

Avrupa’da devrimciere ve Türkiyeli halkı yönelik her türlü baskıdan, baskınlardan, hak gasplarından AKP de sorumludur.

Çünkü Türkiyelilere yönelik her türlü baskı ve kısıtlamada, AKP’nin onayı vardır.

Yurtdışında yaşamak zorunda bırakılan halkımızın konsolosluk işlemlerinin hızlandırılmasından yurtdışında sahip olaakları haklara, seçme seçilme haklarına kadar, on- larca sorunu tam 50 YIL BOYUNCA ÇÖZÜLMEMİŞTİR. AKP’ iktidarında da bu so- runlar çözülmemiştir. Avrupa emperyalistleri ilgkıyı, yurtdışındaki halkımıza yönelik her türlü baskıyı kısıtlamayı, Türkiye’deki iktidarların onayıyla yapmışlardır.

Aynı şekilde, Avrupa’da devrimcilere yöne- lik yapılan her türlü baskıda, operasyonda, aralarında tam bir işbirliği söz konusudur. Av- rupa emperyalistleriyle Türkiye hükümeti ve MİT’i, polisi arasında açık ve sürekli bir işbirliği vardır.

Mahir Çayan’ın yıllar öne dile getirdiği gibi, emperyalizmle oligarşi, aralarında bir ayrım koyamayacak kadar içiçe geçmişlerdir. Bu an- lamda, yazının başında gördüğünüz resimler, gerçeğin çıplak ifadesidir.

Ve bu gerçek, bir ke daha şunu kanıtlıyor: emperyalizme ve oligarşiye, bugün için AKP’ye karşı mücadele birbirinden ayrılamaz. Birine karşı çıkıp diğerine karşı çıkmayan, büyük bi tutarsızlık içindedir.




  1. Gündoğdu...

Çatkapı

İNANÇLA, SABIRLA, ISRARLA ÖRGÜTLENMEYE


DÖNÜŞÜR

Bir önceki sayımızda "çatkapı" yöntemini kullanmanın bir tercih değil zorunluluk ve ihtiyaç olduğu konusunu ele almıştık.

Gördük ki; bu yöntemi kullanmadan kitlelere yeterince gidemeyiz. Gördük ki; çatkapı, kitle çalışmasında, düşmanın ideolojik propagandalarını etkisizleştirmede, halkımıza düşüncelerimizi yaymada en önemli ve etkili araçlardan biridir.

Peki çatkapı nasıl yapılır, çatkapı çalışması yaparken nelere dikkat edeceğiz?

HER İŞİN BAŞI PROGRAM...

Öncelikle adı ne kadar "çatkapı", yani karşı tarafa haber verilmemiş bir ziyaret olursa olsun; bizim açımızdan bu çalışma, aklımıza estiği an yaptığımız bir çalışma değildir. Her işte olduğu gibi çatkapıda da sonuç alabilmek programlı olmamıza bağlıdır.

Çatkapı çalışmamızın bir programı olmalıdır. Bir amacı, bir hedefi ve buna bağlı olarak da bir istikrarı olmalıdır. Belli bir sürede, belli sonuçlar almayı hedeflemelidir.

Çatkapıyla bir kitle çalışması yapıyorsak biz elimizdeki dergiyi, bildiriyi vb. vermenin dışında, çaldığımız her kapıyı ikinci kez bize gülerek açılacak kapılar haline getirmeyi amaçlayacağız.

Bu güleryüzle açılan kapıları bir dost, bir ta- raftar kapısı haline getirebiliriz, buna inanacağız. Bu konuda mutlaka bir hedefe sahip olacağız. Bir gittiğimize ikinci kez gitmek, ikinci gittiğimize üçüncü kez gitmek heyecanı duyacağız.

Çatkapıyı verimli hale getirecek olan budur; ancak bunu yapabilirsek çatkapıdan kitleselleşmeye ilerleyebiliriz.
Çatkapıya çıkarken, birkaç noktada hazırlık yapmalıyız.

Birincisi, neyi nasıl anlatacağımız, neyi öne çıkaracağımız konusunda bir netliğimiz olmalıdır.

İkincisi, çatkapı yapacağımız yerdeki halkın durumuna vakıf olmaktır. O bölgedeki Türkiyeli- lerin memleketlerini, inançlarını, milliyetlerini, düşünce yapılarını bilirsek, gidişimizi ve konuşmamızı da ona göre ayarlayabiliriz.

Yapacağımız konuşmaların biçimini çatkapı yaptığımız bölgedeki halkın gerçekliği belirler.


Amacımız halkın yaşadığı her yere, mahalle- sine, sokağına, evine, işyerine giderek onlara düşüncelerimizi doğrudan anlatmak olduğuna göre, hem anlatacağımız konuya, vereceğimiz propaganda aracına (dergi, el ilanı, bildiri..vb), hem de gittiğimiz halk kesiminin özelliklerine vakıf olmalıyız.

Eğer biz kapı kapı dolaşırken dağıttığımız derginin, bildirinin içeriğinden haberdar değilsek, kuşkusuz çatkapı bizim için kitle çalışması olmayacak, aksine kitleler karşısında bizi zor duruma da düşürüp prestij kaybı yaratacaktır.


DİLİMİZ SADE, DURUŞUMUZ GÜVENLİ, YÜZÜMÜZ GÜLEÇ OLMALI

Peki kapılar bize açılınca nasıl hareket ede- cek, ne anlatacağız?

Bu çalışmada ilk on saniye kuşkusuz o ilişkinin seyrini belirler.

Güleryüzümüz, temiz kıyafetimiz, kendinden emin konuşmamız, karşımızdaki insanı etkileye-




  1. Gündoğdu...




cektir.

En kısa ve sade haliyle amacımızı anlatmalıyız. Karşımızdaki bizi dinlemek iste- meyebilir. İşte o kısa anda insanların dikkatini çekecek bir şey söyleyebilmek, onu sohbetin içine alacak bir yol açabilmek önem taşır.

Bunun bir formülü yoktur. Deneyim bu ko- nudaki en büyük öğretmendir. Deneyim ise ancak ısrarla ve sabırla elde edilir.

Elbette her kapı açılmayacak ya da açılan kapı bizi beklemeyecek. Yüzümüze kapılar da çarpılacak.

Ama her defasında eksik bıraktığımızı bir sonrakinde tamamlayarak insanlarla konuşmanın, ilişki kurmanın, onları etkilemenin yollarını bulacağız.
Yine karşımıza faşistlerin etkisinde olan, veya yozlaşmış, asimile olmuş insanlar da çıkabilecektir. Heleki bir bölgeye ilk kez gidiyor- sak karşımıza her türlü sorun, sıkıntı ve tartışmanın çıkma ihtimali olduğunu bilmeliyiz.

Öylesi durumlarda, onlara ne kızacağız ne de darılacağız. Ne de umutsuzluğa kapılacağız! Bileceğimiz ki, karşımızdaki bu insanlar, halkımızın bir parçasıdır; biz ulaşamadığımız için düzenin batağına sürüklenmiş, düşünceleri çarpıklaştırılmış, mil- liyetçilikle, dincilikle beyinleri teslim alınmıştır.

Kapanan her kapıda daha yapacak çok işimiz, söyleyecek çok sözümüz, sözümüzü ulaştırmamız gereken çok insanımız olduğunu düşüneceğiz.

Kapanan kapılar bizim kitle çalışmasındaki boşluklarımızdır. Bizim yapamadıklarımız, eksik bıraktıklarımızdır.

Çatkapı bir anlamda bizim boy aynamızdır. Bu aynada kendimizi tekrar tekrar görüp yeni- leyecek, eksikleri tamamlayacağız.

BİR AVUÇ ZALİM DIŞINDA TÜM KAPILAR BİZİMDİR...

Özellikle Avrupa'da böyle bir çalışmada ilk tercih edilen demokrat insanların yaşadığı böl- geler oluyor.

Bir yanı doğal elbette. Hiç gitmiyorsak, ora- larda da çatkapı yapıp bir kitle çalışması başlatmak gerekir.

Bunun yanında İslamcılığı ya da milliyetçi eğilimleriyle öne çıkan mahalleler de vardır Av- rupa'da. Buralar çatkapıda tercih edilmez çoğu zaman. Ama bu yanlış bir tercihtir.



Birincisi, bizim onlara da ulaşmamız tartışmasızdır. Onlara da söyleyecek çok sözü- müz vardır.

İkincisi, kapılarını çalmadan bize nasıl davranacaklarını bilemeyiz. Çalmalı ve görme- liyiz. Çünkü, özellikle Avrupa'da birinin islamcı, milliyetçi olması veya o çevreden görünmesi, onun örgütlenemeyeceği, devrimcileştirilemeyeceği anlamına gelmez.

Avrupa'da islamcı ya da milliyetçi olmak, çoğu zaman emperyalizmin ırkçılığına ve asi- milasyon politikalarına karşı bir korunaktır. Em- peryalizmin yabancı düşmanlığına, aşağılamalarına karşı insanlarımızın tepkisi, vatanseverlik biçiminde, muhafazakarlık biçi- minde ortaya çıkar ve biz örgütleyemediğimiz için kendini İslamcılıkta ya da Türk milliyetçiliğinde ifade eder.

Yani oradaki eksik de bizim örgütlenme eksiğimizdir.

Bu eksikliğin yarattığı bir hırsla hareket et- meliyiz. Bu kesimler de bizim çatkapı alanlarımız, örgütlenme alanlarımız olmalıdır.

Çatkapıda, onlarca sorunla karşılaşabiliriz. Hepsini yeneriz. Çatkapılar bizim eğitimimizdir aynı zamanda. Halkın binbir renkliliğiyle yapılan bir eğitim. Hayatın içinde, hayatın eğitimidir çatkapı. Halkı, hayatı ve kavgayı bu- rada daha iyi tanır herkes.

Özetleyecek olursak:



  • a
    Çatkapıyı, kendiliğindenci değil, programlı yapacağız; hangi mahallede,

ne kadar kapıyı çalacağız, kaç ilişki çıkaracağız? hedefimiz olacak.


  • b
    Çatkapı yaptığımız bölgeyi ve halkı tanıyacağız; Bunun için araştırıp

soruşturacağız.


  • c
    Çatkapı yaparken hiçbir ayrım gözetmeyeceğiz. Her kapı bizimdir.


  • d
    Kolayca zafer kazanacağımızı da, hiç zafer kazanamayacağımızı da

düşünmeyeceğiz. Israr ve istikrar başarının sırrıdır.


  • e
    Bize kızacaklar, kızmayacağız... Bizi kovacaklar, tekrar gideceğiz...


f
- Kimseyi ulusal, mezhepsel konularda rencide etmeyeceğiz.


g
- Emeğe, örgütlü emeğe inanacağız.

Israrımız emeğimiz, programımız da örgütlülüğümüz olacak.




  1. Gündoğdu...

ANADİL


IRKÇILIK VE YOZLAŞMAYA KARŞI DİRENİŞİMİZDİR

etmek üzere getiri- len ailelerimiz, dil bilmedikleri için büyük zorluklar yaşadılar.

Aşağılandılar. Hor görüldüler. Dil bil- medikleri için haklarını da bile- mediler ve savunamadılar. Av- rupa halkları karşısında da, ken-

Anadilini konuşmak, anadilde eğitim almak dünyanın birçok yerinde ve ülkemizde bir mü- cadele alanıdır. Anadil, egemenlerin, "hakim ve ezen ulus" dışındaki ikinci, üçüncü halkları yok etme, edemediği yerde asimilasyona uğratma aracıdır.



Peki neden "anadil"i yoketmek istiyor egemenler? Çünkü, anadil, bir çocuk büyür- ken ona kimlik verir, ona karakter kazandırır, onu manevi olarak donatır, güçlendirir. Anadilin unutturulduğu yerde halklara geçmişini, tari- hini, geleneklerini, kültürünü unutturmak çok daha kolaydır.

Asimilasyon, anadilini unutturmakla tam bağarıya ulaşmış olur.

Avrupa ülkelerinde yaşayanlar için de çocuklarının anadil ile büyütülmesi, çocuğun anadiliyle birlikte köklerini öğrenmesi önemli ve ciddi bir konudur.

Çocukların anadiliyle büyümesi konusunda iki temel sorun var:

Birincisi; Avrupa'da yaşadığımız emperya- list ülkelerin yabancıların anadilini ırkçı yaklaşımla yok sayan politikaları,

ikincisi, ailelerin bu konuda kendi çocuklarına yönelik uyguladıkları yanlış politi- kalar ve kısıtlamalar.

Ki burada asıl olarak özellikle ikincisi üze- rinde duracağız.

Avrupa'da Yaşadığımız Baskıların ve Zorlukların Nedeni Anadilimiz Midir?

Onlarca yıl önce Avrupa'yı yeniden inşa

dilerini köle gibi

çalıştıran emperya- list devletler karşısında da kendine güvensiz, emperyalist kültüre hayran bir ruh hali gelişti.

Resmi bir kurumda, sokakta, alışverişte, dil bilmedikleri için adeta kör, sağır gibi hareket etmek, onların çocuklarının dil öğrenimine yaklaşımını da belirledi.

Çocuklarının yaşadıkları ülkenin dilini iyi öğrenmesi, başlı başına bir amaç haline geldi. Ancak dil öğrenirlerse, o ülke haklarıyla "eşitleneceklerini" düşündüler.

Burada aşağılanmalarının, ikinci sınıf gö- rülmelerinin suçlusu "anadilleri" idi... Öyle değildi ama öyle düşünüldü.

Anadilin öğrenilmesi, ikinci bir dilin öğrenilmesini zorlaştırıyor diye düşündüler. (Gerçeğin böyle olmadığı, yıllar sonra sayısız araştırmayla kanıtlandı. İlk önce kendi anadilini öğrenmeyen, diğer dilleri de iyi öğrenemiyordu. Bu nedenle her iki dili de "kırık", "eksik" konuşan kuşaklar yetişti... Ama o gün için bir çok ailede hakim olan düşünce, çocuğuna ne yapıp edip hemen dil öğretmekti.)

Önce evlerde Türkçe televizyon kanalları kaldırıldı. Çocukların küçüklükten itibaren Al- manca, Hollandaca, Fransızca, İngilizce çizgi filmler izlemesi teşvik edildi.

Anne-babalar da çocuklarımız yabancı dili iyi öğrensin diye, evin içinde anadilleri yerine çat pat bildikleri kadarıyla yabancı dil konuşmaya gayret ettiler. Çocukların kimlikleri, kültürleri giderek yaşadıkları ülkenin kimliği, kültürü olmaya başladı.

Ancak elbette her taklit gibi eğreti bir kimlik ve kültür oluştu. Anadilini konuşmayıp iyi yabancı dil konuşmak, ne okulda başarıyı, ne sokakta saygınlığı, ne de işte, sosyal yaşamda






  1. Gündoğdu...



eşitliği getirdi. Çünkü sorunun kaynağı anadil olmadığı gibi, sorunun çözümü de anadili unut- makta değildi.

Anadil temeldir, temel ne kadar sağlam atılırsa bina o kadar güçlü olur:

Bilimsel araştırmalar anadilin bir binanın te- meli gibi olduğunu, eğer temel sağlam ise tüm dillerin çok daha kolay ve doğru öğrenilebildiğini ortaya koyuyor.

Çocuk önce her sesi taklit ediyor, sonra sık duyduğu dili, yani anadilini taklit ediyor ve gide- rek ona hakim olmaya başlıyor.

Ve kafasında bir sistem oturuyor. Sonra bu sistem üzerine ikinci, üçüncü, dördüncü ve hatta daha fazla dili yerleştirebiliyor.

Ancak anadil ile aynı zamanda ikinci bir dil öğrenmeye başlarsa ve bu ikinci dil onun okulda, sokakta kullanacağı bir dil ise, çocuk giderek ana dilini unutuyor. Üç-dört yaşına kadar anadilini konuşan çocuk sonra sadece ikinci dili konuşmaya başlıyor ve 10-11 yaşlarında artık tümden anadilini konuşmamaya başlıyor. Anadilini anlıyor ama o dili kullanmakta zorlandığı için cevap ver- emiyor, anadili hafızasında artık bir sistem ola- rak değil, tek-tük kelimeler olarak kalıyor.

Anadil sorununun teknik yanı böyle. Ancak bizim anlatmak istediğimiz anadilin öğrenilmemesinin, unutulmamasının Avru- pa'daki yozlaşmada, asimilasyonda, ırkçı politikaların yarattığı aşağılık duygusunda nasıl önemli bir yeri olduğudur.

Sorunu açıkça görebilmek için cevaplamamız gereken soru şudur: Diyelim ki çocuğumuz yaşadığı ülkenin dilini çok iyi öğrendi ve okulda başarılı oluyor. Bu onun hayattaki başarısını, onun bir Anadolu çocuğu olarak halkın içindeki başarısını da belirler mi?

Onu yabancılaşmadan, yozlaşmadan ko- ruyabilir mi?

Soruları tekrar düşünelim???

Doğru; Almanlaşabilir, Fransızlaşabilir, İngilizleşebilir... onlar gibi konuşup, onlar gibi yaşamaya çalışabilir. Hatta yüksek okul bitirip sistem içinde iyi bir yere de gelebilir. Ama kendi vatanından, kendi dilinden ve kültürün-

den, kendi ailesinden, toplumsal ideallerden kopmak, her insanı düzenin bataklığı içinde ça- resiz, korunaksız bırakır.

Halkın değerleri ancak dilimizi öğrenerek öğrenilebilir. Tarihimizi, vatanımızı ancak aynı dili konuşarak tanıyabilir, anlayabiliriz.

Dil sadece insanın kendini ifade şekli değil, yaşam biçimidir aynı zamanda. Dilin ruhu vardır. Dilin duygusu vardır. Ve biz ülkemizin acılarını, sevinçlerini, halkımızın dünyasını ancak o dili iyi bilerek hissedebiliriz.

Dil bir "ait olma" halidir kısacası. Bizim ne- reye ait olduğumuzun, kim olduğumuzun cevabıdır dilimiz.

Kendi dilini bilmeyen bir Türkiyeli çocuk ne- reye aittir?

Kendi diliyle hayal kuramayan, halkını, aile- sini, şairlerini, türkülerini anlayamayan bir genç, nasıl bir kimliğe ve kişiliğe sahip olacak?

Böyle bir genç, kendine yöneltilen ırkçı saldırılara, asimilasyona, yozlaşmaya nasıl karşı koyabilecek?

Bedreddin'i kendi dilinde okuyamayan bir çocuk "yarin yanağından gayri her yerde hep beraber" diyebilmenin yüceliğini nasıl hissede- cek, Karayılan hikayelerini anlamadan cesare- tin yaratıcılığını gücünü nereden öğrenecek?..

Şurası açık ki, bizim kültürümüzle kapitaliz- min kuşattığı Avrupa kültürü arasında çok büyük farklar var. Bu anlamda anadil mese- lesi, kapitalist kültürün şekillendirdiği bireyciliğin karşısında, Anadolu kültürünün yarattığı güzelliklerin tercihi meselesidir.

Çocuklarımızı, gurbetteki hayat karşısında güçlendireceğiz derken onların tutunacakları dalları ellerinden almayalım.

Anadilleriyle edinecekleri onuru, cesareti, güveni, tarih bilincini, ulusal gururu, namusu, sadakati ve daha onlarca değeri çocuklarımızdan esirgemeyelim.

Bunlara sahip olan çocuklar mutlaka hayat karşısında çok daha güçlü olacaklardır. En azından bölük-pörçük iki dil ile iki kültür arasında sıkışıp oradan oraya savrulmayacak, ayaklarını kendi değerleri üzerine basarak ikinci dili de hem özgürce, hem çok daha iyi kullanacaklardır.

Kendi elimizle çocuklarımızın kökleriyle bağlarını kesmeyelim. Kökü sağlam ağaç her rüzgara dayanır, unutmayalım.




AKP faşizmi kelimenin ger- çek anlamıyla dizginsizce saldırıyor. Saldırısı geçen hafta Ankara’da Türkiye ta- rihinin en büyük katliamlarından biriyle sürdü.

Katliamın “faili” olarak İŞİD gösteriliyor. İŞİD kim?

ABD’nin, AKP’nin desteklediği gerici bir güç. Katliamdan sonra bile, AKP’nin İŞİD’e karşı ciddi bir operasyonu yoktur.

İŞİD’i gösterip, yine devrim- cilere saldırıyorlar.

İŞİD’ciler, ellerini kollarını sallayıp kat- liam yapıyorlar, AKP’nin polisi, devrimcilerin etkin olduğu mahallelere baskınlar düzenliyor.

TIPKI AVRUPA’DA DA OLDUĞU GİBİ...

Avrupa ülkelerinde ırkçı saldırılar sürekli artıyor. Rakamlar, ırkçıların pervasızca saldırılarını artırdığını gösteriyor.

Hergün mülteci yurtları yakılıyor.

Ve Avrupa polisi, Alma- nya’dan Fransa’ya, Hollan- da’dan Avusturya’ya kadar devrimcilere yönelik baskınlar, yasaklamalar peşindeler...

Saldıran NSU, saldıran HO- GESA, PEGİDA, saldıran onlarca ırkçı örgüt..

Polisin operasyon yaptığı ise DEVRİMCİLER.... Tıpkı Avusturya’daki Anadolu Fe- derasyonuna yönelik son baskınlarda olduğu gibi...

Evet, Avrupa’da durum şimdi tam da budur: IRKÇILARA DEMOKRASİ, IRKÇILARA GÖSTERİ, KONSER DÜZENLEME HAKKI...

DEVRİMCİLERE YASA- KLAMALAR!

Mülteci yurtlarını polisin adeta gözleri önünde yakıp yıkan ırkçılara her türlü gösteri, konser izni de rahatlıkla veriliyor.



Neymiş, Avrupa’da de- mokrasi varmış...

Ama o demokrasi devrimcilere gelince yok. Hollanda’da konser yasaklanıyor, Alma- nya’da konser düzenle- mek,dernek açmak suç sayılıyor, derneklere

baskınlar düzenleniyor... IRKÇILIĞA KARŞI TEK SES TEK YÜREK

KONSERİ, işte bu baskılara, yasaklama- lara, çifte standarta karşı bir mücadeledir.

Irkçılığın ve ırkçıların hamilerinin karşısına, on- binleri birleştirerek çıkacağız.



Baskılarını, yasaklarına, baskınlarına, cevabımız, salondaki 20 bin olacak. 20 bin hedefine ulaşmak önceki sayımızda da vurguladığımız gibi hiç zor değildir; ısrar ve kararlılık, ciddiyet, inisiyatif, disiplin, dinamizm ve elbette yoğunlaşmış bir emek, bunu mümkün kılacaktır.




Yüklə 127,29 Kb.

Dostları ilə paylaş:




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin