Ormancilik ve su şurasi 2013 21-23 Mart 2013 Çalişma grubu 5


TÜRKİYE İÇSU BALIKLARI VE TEHDİTLER



Yüklə 470,76 Kb.
səhifə4/8
tarix19.01.2018
ölçüsü470,76 Kb.
#39372
1   2   3   4   5   6   7   8

TÜRKİYE İÇSU BALIKLARI VE TEHDİTLER

Türkiye, yağışlı iklime sahip Avrupa kadar olmasa da yarı kurak iklim kuşağında yer almasına rağmen azımsanmayacak içsu kaynaklarına sahiptir. Türkiye’nin içsu varlığı, 177000 km akarsu ağı, 300‘den fazla büyüklü küçüklü göl, 673 adet baraj gölü ve 2000 civarında gölet olarak ifade edilmektedir (DSİ, 2010). İçsularımız tür çeşitliliği bakımından azımsanmayacak bir potansiyele sahiptir. Kuru (2004) Türkiye içsularında 26 familyaya ait 236 tür ve alttürün yaşadığını bildirmektedir. Küçük (2006), bu 236 takson içinde 8 familyaya ait 42 tür ve 28 alttürün ülkemiz için endemik olduğunu rapor etmektedir. Bu taksonların %58.5’i Cyprinidae, %14.3’ü Cobitidae, % 10’u Cyprinodontidae, % 8.6’sı Balitoridae, % 2.8’i Salmonidae % 2.8’i Gobiidae, % 1.5’i Clupeidae ve % 1.5’i Petromyzontidae uyeleri ile temsil edilmiştir. Endemizm düzeyi en yüksek familyalar Cyprinodontidae (%78), Cobitidae (%62) ve Cyprinidae (%32)’dir. Endemik taksonların; Beyşehir Gölü havzası (10 takson), Büyük Menderes Nehri havzası (8 takson), Antalya havzası (7 takson), Burdur havzası (6 takson), Eber, Akşehir ve Çavuşçu gölleri (5 takson), Kızılırmak ve Sakarya nehir sistemleri (5 takson), Gediz Nehri ve Marmara Gölü (5 takson), Küçük Menderes çevresi (4 takson), Eğirdir Gölü (3 takson), Tuz Gölü Havzası (3 takson), Hazar Gölü havzası (3 takson), Seyhan ve Ceyhan nehirleri (3 takson) ve Van Gölü Havzası’nda (2 takson) yoğunlaştığı belirlenmiştir (Küçük 2006; Sarı 2012).

Türkiye’de tek nokta endemiği olarak değerlendirilen 18 içsu balığı türü tanımlanmıştır. Bu anlamda en zengin alanlar Sakarya Deltası (10 takson), Beyşehir Gölü (9 takson) ve Altınözü Tepeleri’dir (9 takson). Akdeniz ve İç Anadolu bölgeleri içsu balıkları açısından küresel ölçekte büyük önem arz etmektedir. Marmara ve Karadeniz bölgeleri ise bölgesel ölçekte önemli alanlar olarak değerlendirilmektedir (Eken ve ark., 2006).

Türkiye içsu balıkçılığı ile ilgili insan kaynaklı sorunlar, oldukça geniş bir yelpazeyi oluşturmaktadır. Bu sorunların bir kısmı doğal nedenlere bağlı ve idari sorunlarla birleştiğinde negatif çarpan etkisi oldukça büyük açmazlara neden olabilmektedir. İnsan kaynaklı sorunlar aşağıdaki gibi sıralanabilir:



  • Sulak Alanlar ve Bazı Sığ Göllerin Kurutulması

  • Baraj, Gölet ve Nehir Tipi Hidro Elektrik Santralleri

  • Balıklandırma, Yetiştiricilik ve Ekzotik Türler

  • Yol, Köprü İnşaatları ve Çeşitli Su Alma Yapıları

  • Kum Çıkarma

  • Taşkın Önleme ve Dere Islah Çalışmaları

  • Kirlilik ve Ötrofikasyon

  • Tarımsal Sulama

  • İllegal Avcılık Yöntemleri

  • Aşırı Avcılık

  • Erozyona Bağlı Seller

Barajlar, akarsular üzerinde enerji, sulama veya taşkın önleme amaçlı olarak inşa edilen büyük su yapılarıdır. Ancak barajlar inşa edilirken yapılmayan balık geçitleri yüzünden, barajlar üzerinde kuruldukları akarsulardaki içsu balıkları açısından kabusa dönüşmektedir. Örneğin Türkiye’nin en büyük barajı olan Atatürk Barajı inşa edildikten sonra, baraj yapılmadan önce o bölgede bulunan 8 tür içsu balığı artık görülmemektedir (Şevik 1998). Diğer taraftan barajlarda yapılan karnivor türlere yönelik yetiştiricilik faaliyetleri esnasında doğal ortama kaçan balıklar, ortamdaki doğal türler üstünde predetasyon baskısı oluşturmaktadır.

DSİ verilerine göre Türkiye’de halen 673 adet baraj ve 2000 civarında gölet bulunmaktadır. Bu rakamları planlanan, proje aşamasında olan ve inşa halinde olanlar dahil değildir. Türkiye’de Orman ve Su İşleri Bakanlığı’nın 2010 yılı verilerine göre nehir tipi HES olarak planlanan 1700’den fazla HES’nin 136 adedinin temeli atılmış ve 45 adedi işler durumdadır. Bu durum bize Türkiye’de içsu balıkçılığının insana bağlı sorunları kapsamında en önemli sorunun barajlar, göletler ve nehir tipi HES’ler olduğunu göstermektedir.

Özellikle baraj ve nehir tipi HES’lerden akarsu yataklarına bırakılan su miktarları ile ilgili çok büyük sorunlar yaşanmaktadır. Eskiden barajdan akarsu yatağına bırakılacak su miktarı, insan ihtiyaçları göz önüne alınarak belirlenirken yaşanan kötü tecrübeler sonucunda, bu miktar günümüzde “ekolojik ihtiyaçlar” dikkate alınarak planlanıyor. Diğer bir ifade ile eskiden “akarsu yatağında ne kadar su kalmalı” olarak sorulan soru, günümüzde “minimum ekolojik akış oranı ne olmalı” şekline dönüşmüş durumdadır (Bovee ve ark. 1998; Stalnaker ve ark., 1995).

Minimum ekolojik akış oranı, sucul yaşamın (omurgasızlar, balıklar, sucul sinekler, bitkiler, vb) zarar görmeden normal yaşamını devam ettirebileceği su debisi anlamında kullanılmakta olup, tek bir ölçüsü yoktur. Sucul yaşam; akarsuyun debisi, hızı, akarsu yatağının geometrisi, iklim gibi birçok biyolojik ve çevresel faktöre bağlı olarak değişmektedir. Her bir akarsu yatağında şekillenmiş olan sucul yaşam, asırlardır tekrar eden çevresel şartlara uyum sağlamış dinamik bir yapıdır. Bir çok araştırıcı, minimum ekolojik akış oranını belirlemeye yönelik bir çok metot geliştirmiştir (Richter ve ark. 2003). Bu metotların hepsi ya uzun yıllar toplanmış akış değerlerini ya hidrolojik yaklaşımları veya habitat yaklaşımlarını esas almaktadır. Tüm metotlarda minimum ekolojik akış oranı belirlenirken, o akarsuda besin zincirinin üst halkalarında yaşayan, seçici habitat talebine sahip alabalık gibi indikatör türlerin ihtiyaçları dikkate alınmaktadır. Ne yazık ki Türkiye’de bu yaklaşıma göre “minimum ekolojik akış oranı” veya ülkemizde yaygın kullanımı ile “can suyu” hesaplanmış akarsu sayısı iki elin parmaklarını geçmeyecek kadar azdır (Sari ve ark. 2003). Her bir akarsu için can suyu miktarı mevsimsel ve sahip olduğu sucul ekosistemin hassasiyetleri göz önüne alınarak hesaplanmalı ve akarsular üzerinde yapılacak her türlü müdahalede bu hesaplamalar dikkate alınmalıdır.

Balıklandırma, aslında çok masum niyetlerle ancak ekolojik yaklaşımdan yoksun olduğu için sonunda felakete dönüşen, çoğu zaman devlet eliyle yapılan bir faaliyettir. Balıklandırmanın “ekonomik önemi yüksek” türleri ortamda çoğaltarak balıkçıya para kazandırmak veya yeni bir baraj gölü yapıldığında balıklandırma ile içsu balıkçılığı sektörünü o habitatta güçlendirmek gibi iki temel yaklaşımı vardır. Oysa ekolojik anlamda “değerlilik” kavramı subjektif bir yaklaşımdır. Balıkçıya para kazandırmayı amaçlayan iyi niyetli bu girişimler, ortama salınan (introduced) balıkların çoğu zaman karnivor hatta predetör türler olması yüzünden, doğal balık faunasının kaybolması ile sonuçlanır. Türkiye’de Eğirdir Gölü örneği ile sık sık dile getirilen bu durum, sadece Eğirdir Gölü’nde kalmayıp göller bölgesindeki hemen hemen tüm göller ile Akdeniz ve İç Anadolu’da yer alan baraj göllerinde de ciddi zarara ve ekonomik kayıplara neden olmuştur (Gündoğdu, 2010). Sudak balığına yem olması için daha önce yaşamadığı içsu kaynaklarına taşınan ve son yıllarda avcılık rakamları hızla yukarıya doğru tırmanan gümüş balığının durumu, sudaktan yeterince ders alınmadığının başka bir örneği olsa gerek. Çetinkaya (2006), Türkiye sularına bugüne kadar 25 adet egzotik tür girdiğini, bunlardan 5 türün artık görülmediğini bildirerek yerli olup stoklamalara konu olan 15 türün varlığından bahsetmektedir.

İçsularda yapılan alabalık yetiştiriciliği, balıklandırma olmasa da sonuçları itibarıyla balıklandırmaya benzer etkilere sahip bir durumdur. Yetiştiricilik tesislerinden doğal ortama kaçan gökkuşağı alabalıkları, bulundukları ortamlarda omnivor ve herbivor türler üstünde beslenme baskısı oluşturduğu gibi, doğal alabalığın bulunduğu habitatlarda bu tür ile rekabete girmektedir. Her iki durumda da gökkuşağı alabalığının sonradan dahil olduğu içsularda doğal tür çeşitliliğini tehdit etmektedir. Bu yüzden gökkuşağı alabalığı yetiştiriciliği tesisleri planlanırken doğal ortama kaçışları engelleyecek sistemlerin dikkate alınması gerekmektedir.

Diğer taraftan yaygın adıyla havuz balığı olarak bilinen (Carassius sp.) balıklar, Türkiye’de yürütülen balıklandırma çalışmaları esnasında Kura Nehri’nden, Nazik Gölü’ne kadar hiç olmaması gereken yerlere taşınmıştır. Sıcak su balığı olarak bilinen bu balıklar, Doğu Anadolu gibi yaklaşık 7 ayı kış olarak geçen bölgelerde büyüyememekte, yöre insanı tarafından tüketimde tercih edilmemekte, ancak sazanla aynı habitatı ve aynı besinleri tüketmesi yönüyle sazan popülasyonlarına zarar vermektedir.


3. KAYDEDİLEN GELİŞMELER

3.1. Sürdürülebilir Biyolojik Çeşitlilik Yönetimi

DKMPGM’ nin geçirdiği yeni yapılanmada politika oluşturma ve sektörel entegrasyonu müstakil birer iş olarak ele alıp bunlar için münhasır şube müdürlükleri kurması (Politika ve Programlar Şube Müdürlüğü ve Sektörel Entegrasyon Şube Müdürlüğü) ile mülga Biyolojik Çeşitlilik ve Gen Kaynakları Şubesini Biyolojik Çeşitlilik Daire Başkanlığına çevirmesi, sürdürülebilir biyolojik çeşitlilik yönetiminin idari çerçevesi adına ciddi bir gelişmedir. Böylece RIO Sözleşmelerine ismini veren üç temel doğa koruma üst çatısı olan iklim, çölleşme ve biyolojik çeşitlilik konuları ülkemizde ilki ÇŞB ve son ikisi OSB’da olmak üzere birer Daire Başkanlığı düzeyinde temsil ediliyor hale gelmiştir. Şimdi bu üç dairenin sinerjik çalışmasının tesisi gerekmektedir.

Ayrıca Biyolojik Çeşitlilik Dairesi altında Biyoteknoloji Şube Müdürlüğünün kurulması da DKMPGM’ nin biyolojik çeşitliliğin esas kullanım alanı olan biyoteknolojiye ve esas tehdit unsuru olan biyokaçakçılık konusuna daha kurumsal eğilmeye başladığını göstermesi itibariyle önemli bir ilerlemedir, diğer taraftan DKMPGM CITES kapsamındaki türlerin kaçakçılığı için uzun yıllardır çalışmalar yapmaktadır. Gümrük personeli ve kolluk kuvvetlerine verilen CITES ve biyokaçakçılık eğitimleri ilerlemedir.

Ancak modern doğa korumacılığın Türkiye’de gerçekten tesisi için şimdi yapılması gereken doğa korumanın ekonomik ve sosyal fizibilitesini ve böylece politik fizibilitesini yani politik anlamda tercih edilebilirliğini arttırmaktır. Bu kapsamda yapılması gereken ise hem biyolojik çeşitliliği yüksek katma değerlerle ekonomiye kazandırma çalışmaları yürütecek olan hem de koruma çalışmalarına bilimsel altlık hazırlayacak olan yarı bilimsel yarı bürokratik bir yapıda Milli Biyolojik Çeşitlilik ve Biyoteknoloji Enstitüsü’nün kurulmasıdır. DKMPGM’nin Enstitüden gelen bilimsel dayanaklara istinaden üreteceği doğa koruma politikalarının makroekonomi ve sektörel entegrasyon politikaları ile kırsal kalkınma başta olmak üzere sosyal politikalara entegre hale getirilmesi, hatta doğa korumanın kendisinin karlı bir ekonomik sektöre dönüştürülmesi ve sosyal politika aracı haline getirilmesidir”.



UBSEP’ in hayata geçirilmesine bir katkı sağlayacak olan Tabiatı ve Biyolojik Çeşitliliği Koruma Kanun Tasarısı’nın yasalaşması çalışmaları devam etmektedir. Tasarının Meclisten geçmesi halinde planlandığı gibi çok sayıda yönetmelik üreteceği muhakkaktır. Bunlardan birisi olan ve araştırma izinlerinin “online” olarak veri tabanına kaydedilmesi ve biyokaçakçılıkla mücadele amaçlı olarak hazırlanan “Araştırma İzinleri ve Biyokaçakçılık Yönetmeliği” çalışmaları devam etmekte olup Şura’dan önce kurumların görüşlerine açılmıştır.

GEN KAYNAKLARI İLE İLGİLİ TEKNİK ÇERÇEVEDE KAYDEDİLEN GELİŞMELER

  • Biyolojik çeşitliliğimizin ve genetik kaynaklarımızın muhafazası, kullanımı ve gelecek nesillere aktarılması amacıyla Türkiye Cumhuriyeti Devleti dünyanın ilk gen bankalarından birini 1963 yılında İzmir’de kurmuştur.

  • Konunun ve materyalin yedeklenmesinin önemi nedeni ile Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı Tarımsal Araştırmalar ve Politikalar Genel Müdürlüğü Kampüsü içerisinde 02 Mart 2010 tarihinde Başbakanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın da katılımıyla Türkiye Tohum Gen Bankası (TTGB), 250.000 örnek kapasitesi ile dünyanın 3. büyük gen bankası olarak hizmete girmiştir.

  • Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı Tarımsal Araştırmalar ve Politikalar Genel Müdürlüğü Gen Bankaları bünyesinde; “Dokümantasyon Birimi”, “Tohum Hazırlık Ünitesi”, “Kurutma ve Paketleme Ünitesi”, “Üretme ve Karakterizasyon Birimi”, “Soğuk Muhafaza Odası”, “Tohum Fizyoloji Laboratuvarı”, “Moleküler Biyoloji Laboratuarı”, “Herbaryum”, “Görüntüleme odası”, “Mikro Flora ve Fauna Çalışmaları Odası” yer almıştır.

  • Yerel çeşitler başta olmak üzere genetik materyalin toplanması, kayıt altına alınması, muhafazası, moleküler ve morfolojik karakterizasyonu, üretim yenilenmesi, araştırma kurumlarının kullanımına sunulması ve ekonomiye entegrasyonu Gen Bankalarının ana misyonunu oluşturmuştur.

  • Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı Tarımsal Araştırmalar ve Politikalar Genel Müdürlüğü Gen Bankalarında toplam 3390 türde 86619 adet tohum örneği, arazi gen bankalarında ise toplam 60 türde 7873 adet örnek genetik materyal olarak muhafazaya alınmıştır.

  • Gen Bankalarının uluslararası işbirlikleri (Avrupa Bitki Genetik Kaynakları İşbirliği Programı (ECPGR), Avrupa Gen Bankaları Entegre Sistemi (AEGIS), Avrupa Tarama Katalogu (EURISCO) vb.) devam etmektedir.

  • Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı Tarımsal Araştırmalar ve Politikalar Genel Müdürlüğü koordinasyonunda biyolojik çeşitliliğin ve genetik kaynakların (bitki, hayvan, mikroorganizma ve su ürünleri genetik kaynakları) muhafazası, kullanımı ve ekonomiye entegrasyonu ile ilgili proje, AR-GE ve modern biyoteknoloji çalışmaları devam etmektedir.

  • Biyolojik çeşitliliğin ve genetik kaynakların korunması ve sürdürülebilir kullanımına ilişkin faaliyetler ile ilgili yasa ve yönetmelikleri uygulamakla görevli kuruluşlarının (Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı Tarımsal Araştırmalar ve Politikalar Genel Müdürlüğü, Orman ve Su İşleri Bakanlığı Doğa Koruma ve Milli Parklar Genel Müdürlüğü, Kültür ve Turizm Bakanlığı, TÜBİTAK, üniversiteler ve ilgili araştırma kuruluşları) çalışmaları devam etmektedir.

  • Ülkemiz biyolojik çeşitlilik ve genetik kaynaklar ile ilgili uluslararası anlaşma, sözleşme ve protokollere taraftır. Aynı zamanda Türkiye dünyada biyolojik çeşitliliğin korunmasına katkıda bulunan birçok uluslararası kuruluşun üyesi olup, bu kuruluşlardan doğrudan veya dolaylı katkı alınmaktadır.

  • Zengin biyolojik çeşitliliğimizin küresel gıda güvenliği açısından önemi anlaşılmaya başlanmıştır.

  • Biyolojik çeşitlilik bilinç ve duyarlılığı küresel ölçekte giderek artmıştır.

  • Türkiye’nin genetik kaynakların muhafazasındaki deneyimi artmıştır.

  • Coğrafi bilgi sistemlerinin biyolojik çeşitlilik ve genetik kaynaklarla ilgili çalışmalarda kullanabilirliği ortaya konmuş olup, Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı Tarımsal Araştırmalar Genel Müdürlüğü bu teknolojiye sahiptir.

  • Biyolojik çeşitlilik ve genetik kaynaklar ile ilgili yasal düzenlemeler ve mevzuatlar hazırlanmıştır.

3.2. Doğa Koruma ve Sektörel İlişkiler

1972 yılında, Stockholm’de gerçekleştirilen Birleşmiş Milletler İnsan ve Çevre Konferansı, Avrupa Topluluğunca gerçekleştirilen çeşitli anlaşmalar ve çevre programları, Avrupa Birliğinin çevre politikaları, eylem planları ve üye ülkeleri bağlayıcı direktifleri, 1992 de gerçekleştirilen Birleşmiş Milletler Çevre ve Kalkınma Konferansı, 1997 yılında Seul’de gerçekleştirilen BM konferansı sonucunda sunulan “Seul Çevresel Etik Deklarasyonu” 2000’li yıllara kadar çevre ile ilgili uluslararası gelişmelerden bazı örneklerdir. İlk olarak 8. Beş yıllık Kalkınma Planının 159. Fıkrasında Sürdürülebilir Kalkınma yaklaşımı yer almıştır. Ancak sürdürülebilir kalkınma ile öngörülen “insan sağlığı ve doğal dengeyi koruyarak sürekli ve ekonomik kalkınmaya imkan veren doğal kaynakların yönetimini sağlayan, gelecek kuşaklara daha sağlıklı bir doğal, fiziki ve sosyal çevre bırakmak” kavramı doğrultusunda gelişme kaydedilememiş ve çevre politikalarının ekonomik ve sosyal politikalara entegrasyonu sağlanamamıştır.


Ülkemizde çevrenin korunması ve doğal kaynakların sürdürülebilir kullanımı ile ilgili ilk gelişmeler 1980’li yıllara karşılık gelmiş olup, doğa korumanın sektörel entegrasyonu ise Çevresel Etki Değerlendirme Yönetmeliğinin yürürlüğe girmesi ile başlamıştır. 1990’lı yıllarda çevresel etki değerlendirme prosedürünün yatırımlarda zorunlu hale getirilmesiyle önemli bir adım atılmıştır.

Çevrenin korunması ve doğal kaynakların kullanımı ülke politikalarına entegrasyon süreci Devlet Planlama Teşkilatının Dokuzuncu Kalkınma Planında çevrenin korunması ve sürdürülebilir kalkınma arasındaki hayati ilişkiye vurgu yapılmasıyla ivme kazanmıştır. Dokuzuncu Beş Yıllık Kalkınma Planı’nın 5.2.5. Çevrenin Korunması ve Kentsel Altyapının Geliştirilmesi fıkrasının 159. Bendinde “ Hızlı nüfus artışı ve sanayileşme süreci doğal kaynakların sürdürülebilir kullanımı üzerinde önemli bir baskı unsuru olmaya devam etmektedir” ifadesine yer verilmiştir.


Çevresel Etki Değerlendirme Yönetmeliğinin sektörlerce geçekleştirilen faaliyetlerde doğanın sürdürülebilir kullanımını sağlayacak ölçüde kriterlere yer verilmesine karşılık farklı bir çok sektörün bir arada faaliyet gösterdiği alanlarda doğa koruma için alınan tedbirlerin yetersiz kaldığı görülmüş ve AB uyum çalışmaları ile birlikte de Stratejik ÇED ve Kümülatif Etki Değerlendirmenin yapılmaya başlaması gerektiği vurgulanmaya başlamıştır.
2000li yıllardan itibaren çevre sorunlarına çözüm arayışları hızlanmış, yasal düzenlemeler güçlendirilmiş, çevre dostu teknolojiler, enerji verimliliği, yenilenebilir enerji, çevre yönetim sistemi, yeniden kullanım, geri dönüşüm, endüstriyel ortak yaşam vb uygulamalar gündeme gelmiştir.

Hali hazırda ülkemizde doğa korumanın sektörlere entegre edilmesini sağlayan tek ve en güçlü araç çevresel etki değerlendirme süreci olmasına karşın gelişmiş ülkelerde çevresel etki değerlendirme sürecine ilave olarak stratejik çevresel etki değerlendirme, biyo-kıymetlendirme, kazan-kazan ilkesine göre şekillendirilmiş “temiz üretim”, “eko-verimlilik” ve “endüstriyel ortak yaşam” vb yatırımcı için de cazip gelebilecek, zorunlu olmayan uygulamalar geliştirilmiştir.

Endüstriyel üretim süreçlerinde bahsedilen uygulamaların hayata geçirilmesiyle, daha az hammadde, daha az enerji, daha az su kullanarak ve daha az atık oluşturarak aynı miktar ve kalitede üretimin gerçekleştirilmesini ve ürünün satış sonrası kullanımından bertarafına kadar geçen süreçte doğayı kirletmeyecek ya da daha az kirletecek şekilde tasarlanmasını amaçlayan yaklaşıma temiz üretim denilmiştir. Temiz üretim kavramı ülkemizde 2000’li yılların sonuna doğru araştırılmaya başlanmış, gıda, kimya vb sektörlerde örnek uygulamalar gerçekleştirilmiştir. UNIDO’nun desteğiyle Türkiye Teknoloji Geliştirme Vakfı çeşitli projeler yürütmüş ve bu projelerin ürünü olarak Milli Prodüktivite Merkezi (Verimlilik Genel Müdürlüğü) bünyesinde Ulusal Temiz Üretim Merkezi kurulması kararlaştırılmıştır. Bu gelişmelerin neticesinde elde edilen bilgi ve tecrübeler doğa koruma politikalarına rehberlik etmeli, tüm sektörler için yaygınlaştırılmalı ve çevrenin/doğanın korunması ve kaynakların sürdürülebilir kullanımını konu alan yasal düzenlemeler için besleyici olmalıdır.
Endüstriyel ortak yaşam uygulamaları İngiltere-NISP, Kanada, Güney Kore ve İsveç-Landskrona gibi ülkelerde yaygın olmakla birlikte en göze çarpan örneği Danimarka’da Kalundborg kasabasındaki endüstri bölgesidir. Bir proses neticesinde ortaya çıkan atığın başka bir proses için hammadde veya enerji olarak kullanılması şeklinde özetlenebilecek bu uygulama ile firmalar arasında (atık) madde ve enerji değişim ağı oluşturulmuştur. Bölgedeki sanayi kuruluşları arasında kendiliğinden oluşan bu işbirliği çevrenin daha az kirlenmesi, doğal kaynakların etkin ve verimli kullanımı ve firmaların ekonomik kazançlarının artması gibi kazanımları beraberinde getirmiştir. Endüstriyel ortak yaşam uygulamalarından yola çıkılarak “eko-endüstriyel parklar” yaklaşımı geliştirilmiştir.
Ülkemizde endüstriyel ortak yaşam uygulamaları küçük ölçekli ve az sayıda olup çok yaygın ve bilinen bir çalışma değildir. İlk ciddi çalışmalar Türkiye Teknoloji Geliştirme Vakfı tarafından zeytinyağı üretiminden çıkan pirinanın, pirina odunu ve yağ üretimi amacıyla kullanılması; Bira üretiminden çıkan atık mayanın ve biyogazın hayvan yemi katkısı maddesi üretiminde kullanılması gibi örnekler üzerinde gerçekleştirilmiştir. Diğer yandan ve Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı tarafından İskenderun Körfezi Endüstriyel Ortak Yaşam Projesi gerçekleştirilmiştir

3.3. Tür Koruma (Yabani)

Orman ve Su İşleri Bakanlığı, aynı zamanda doğa koruma politikasını belirlemek, biyolojik çeşitliliği korumak, korunan alanları tespit etmek, başta sulak alanlar olmak üzere hassas alanları korumak, yaban hayatını korumak ve geliştirmek ve gen kaynaklarını korumakla görevlidir. Doğa Koruma ve Milli Parklar Genel Müdürlüğü türlerin korunması ve sürdürülebilir kullanımı konusunda birinci derecede yetkili ve sorumlu Bakanlık birimidir. Tür koruma faaliyetlerinin düzenlenmesi maksadıyla Tür İzleme ve Koruma Genelgesi yayımlanmıştır. Bakanlıkça, uluslararası sözleşmelerle koruma altında olan türlerin ve habitatlarının korunması koordine edilmektedir. Nesli tehlike altındaki türlerin uluslararası ticaretinin kontrolünün arttırılması ve kaçakçılığın önlenebilmesini sağlamak için AB eşleştirme projesi başlatılmıştır. İllere veya bölgeye has bayrak türler ile nesli tehdit altında bulunan ve/veya risk altında olan ülkemize özgü endemik bitki ve hayvan türlerinin korunmalarına yönelik tür eylem planlarının ve projelerin yapılması ile ilgili hazırlıklar devam etmektedir. Bu doğrultuda, 2023 yılına kadar Bakanlığımız tarafından 100 tür için eylem planı hazırlanması hedeflenmekte olup, her yıl 10 tür için eylem planı yapılması planlanmaktadır. Ayrıca Orman Genel Müdürlüğü ise ormanların korunması, geliştirilmesi, işletilmesi ve yönetiminden sorumlu bağlı kuruluşlardır. Tür çeşitliliğin korunması ve sürdürülebilir kullanımında yetki ve sorumluluk sahibi bir diğer önemli kurum Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığıdır ve tarımla ilgili tüm kaynaklarla su ürünleri konusunda eşgüdüm ve kullanım sorumluluğunu üstlenmiş durumdadır.


Tür çeşitliliğinin araştırılması ve korunmasında Orman ve Su İşleri Bakanlığı, Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı’nın araştırma enstitülerinin yanı sıra, Türkiye Bilimsel ve Teknolojik Araştırma Kurumu (TÜBİTAK) ve üniversiteler görev almaktadır.
İçişleri Bakanlığı, Sahil Güvenlik Komutanlığı, Ulaştırma Denizcilik ve Haberleşme Bakanlığı, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı cansız doğal kaynak yönetiminde sahip oldukları görev ve yetkiler nedeniyle biyolojik çeşitliliğin korunmasına ve sürdürülebilir kullanımına katılan belli başlı diğer kurumlardır.

Anayasa, doğal varlıkları ve değerlerini koruma görevi vermektedir. Bu görevin yerine getirilmesine temel oluşturan belli başlı kanunlar, Çevre Kanunu, Milli Parklar Kanunu, Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu, Özel Çevre Koruma Kurumu Başkanlığının Kurulması Hakkında KHK, Kara Avcılığı Kanunu, Su Ürünleri Kanunu, Orman Kanunu, Tarım Kanunu, Mera Kanunu ve Kıyı Kanunudur.

Biyolojik çeşitliliğin korunması ve sürdürülebilir kullanımı hedeflerine ulaşılması, tüm bu kurumlar ve hukuki düzenlemeler arasında etkin bir eşgüdüm, işbirliği ve uyum sağlanması ile mümkün olacaktır.
Uluslararası ve Bölgesel Kuruluşlara Üyelikler

Türkiye BM üyesi bir Ülke olarak başta UNEP ve FAO olmak üzere BM’ye bağlı örgütlerin pek çoğuna ve bu örgütler bünyesinde oluşturulan Uluslararası Bitki Genetik Kaynakları Komisyonu gibi oluşumlara üyedir. Bunların dışında Dünya Koruma Birliği (IUCN), Uluslararası Bitki Genetik Kaynakları Enstitüsü (IPGRI, Italya), Uluslararası Kurak Alanlarda Tarımsal Araştırma Merkezi (ICARDA), Uluslararası Orman Araştırma Birliği Organizasyonu (IUFRO) gibi diğer uluslar arası örgütlere ve Avrupa Orman Genetik Kaynakları Programı (EUFORGEN), Bitki Genetik Kaynakları Avrupa İşbirliği Programı (ECP/GR) gibi bölgesel oluşumlara da katılmaktadır. Ek olarak IUCN Milli Komitesi 2005 kurulmuş ve üye Bakanlık, kurum ve kuruluşların katılımlarıyla faaliyetlerini sürdürmektedir. Türkiye’nin bu üyelikleri biyolojik çeşitliliğin korunmasına verdiği önemin göstergesidir.


Türkiye 10-11 Aralık 1999 tarihlerinde Helsinki’de yapılan AB Devlet ve Hükümet Başkanları Zirvesi’nde oybirliği ile Avrupa Birliği’ne aday ülke olarak kabul edilmiştir. AB Konseyi tarafından 8 Mart 2001 tarihinde resmen kabul edilen Katılım Ortaklığı Belgesi ışığında 19 Mart 2001’de Müktesebatın Üstlenilmesi için Ulusal Program hazırlamıştır. AB çevre müktesebatına uyum sağlaması ve mevzuatın etkin bir şekilde uygulanması amacıyla 2006 yılında Ulusal Çevre Stratejisi (UÇES) tamamlanmıştır. 21 Aralık 2009 tarihinde gerçekleşen komisyon toplantısı ile Çevre Faslı açılmış bulunmakta ve Türkiye AB Çevre İlişkileri bu çerçevede devam etmektedir.

Yüklə 470,76 Kb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin