Örneklerle



Yüklə 5,79 Mb.
səhifə23/58
tarix31.10.2017
ölçüsü5,79 Mb.
#23511
növüYazı
1   ...   19   20   21   22   23   24   25   26   ...   58

AYAZMA;

BURSA’DAKİ SON YAZIN (EDEBİYAT) DURAĞIM

Ayazma mı? İstanbul’la ilgisi yok; bu Ayazma, Mudanya’ya bağlı bir sahil köyünün adı. “Ayazma Fısıltıları” başlıklı yazılarımı ve son yıllarda yayımlanan “Deli Cin Diyor ki(öykü), Maria’nın Sevdası (ilkgençlik için roman), ve çocuklar için “Bağdatlı Maymun”(fantastik), Afacan Maymun”(fantastik), “Sihirli Pınar”(öykü), “Eşref’in Böceği”(öykü) adlı kitaplarımı yazdığım, Bursa’daki “son edebiyat durağım.”

Kentin, şimdilik bana yetişemediği, Marmara Denizi’nin sürekli serinlik üflediği, sürekli dalgalarla oynaşan bir deniz kıyısı. Kuzeyi; kimi zaman masmavi, kırışıksız bir çarşaf, kimi zaman lacivert ve gizemli bir uzay atmosferi, kimi zaman ekşi suratlı bir cadaloz gibi görünen, kimi zaman da ışıl ışıl gülümseyen Marmara Denizi’yle; güneyi Ayazma köyünün üzerine oturduğu, zeytin bahçelerinin, ayçiçeği tarlalarının, soğan tarhlarının, taflanların, meşe, çam ve ıhlamur ağaçlarının süslediği yaz, kış yeşil ve rengârenk duran tepelerle çevrili.

Gerçekten de burada, kentin; egzoz gazı, sokak satıcılarını çığlığı, arabalı pazarcıların hoparlör çığırtkanlığı, minibüslerin durup kalkarken “ahlaka mugayir” motor sesi, çay içmek için kahveye giren şoförün çalışır durumda bıraktığı otobüsün hırhırları, vırvırları, sokak esnaflarının birbiriyle bağıra çağıra yaptıkları siyasi tartışmaları, sigara içmek bahanesiyle kahvelerden taşan boş zaman üstatlarının penceremin altındaki yolun üzerine kurdukları yuvarlak masa sohbetlerinin buram buram sigara dumanı tüten aymazlıkları, zırpo gençlerin, araba camını ve mikserin sesini sonuna kadar açarak sevgililerine ama o arada tüm mahalleye zorla dinlettikleri arabesk şarkıları, her öğün, mahallemizden sesi oturmamış bir çocuğun, mikrofonu ilk kapan emeklinin makamdan, tecvitten, terbiyeden uzak ama en yüksek desibelden okudukları “din düşmanı” ezanları, hastaneye, bazen de eve çabuk yetişeyim diye Bursa’nın sefil trafiğinde yol bulmaya çalışan cankurtaranların canhıraş inlemeleri, yere tükürenlerin iğrenç hak hukları yok; baharda sarıcaların, yaz başlangıcında erguvanların, her daim denizin, deniz yosununun, iyotun, balığın, evimden denize kadar uzayan patika yolun kıyıları boyunca uzayıp giden böğürtlenlerin, püsküllü sazların, ılgınların “her derde deva”(!)hayıtların, karabaş otlarının rengârenk bezeği, kokuları ve baharda kurbağa korosunun, diğer bütün zamanlarda binbir çeşit kuşun, börtü böceğin senfoni orkestrasının seyrine, tadına, dinlemesine doyulmaz güzellikleri var. Köy çocuğuyum ya; birkaç keçinin çekip götürdüğü koyun sürülerinden gelen meleme ve çan sesleri de apayrı, çok güzel bir nostalji olarak içimi hoş ediyor. Hele annelerini uzaktan görüp onlara kavuşmak umuduyla güle oynaya koşuşturan kuzuların, oğlakların melemeleri yok mu; nasıl etkileyici… Demek ki o düşünürün dediği doğru: “Bütün bir yaşamımız çocukluğumuzdan ibarettir.”

İlginç olan şu ki yazın(edebiyat) çalışmalarımın türü, kendiliğinden, bu doğasal döngüye göre ayarlandı. Baharda yamaçları süsleyerek mest eden kokularıyla sarıcaların, onların yanı başındaki türlü renkten çiçekler ve o çiçeklere göre yaşam biçimlerini değiştiren, davranışlarını, aşklarını, sevişmelerini ayarlayan kuşların cıvıltıları, arıların vızıltıları, börtü böceğin kıpırtıları bana çocuk kitapları yazdırıyor. Yazın sıcağı, parklarda, bahçelerde, plajlarda, kanallarda, derelerde yüzerek geceler boyu eğlenen, söyleşen gençler için; sonbaharın olgunluğuysa büyükler için romanlar yazmaya yönlendiriyor beni. Çinikitap ve diğer dergiler için yılın tüm zamanında açıktır duyargalarım. Ama her nedense Çinikitap’ta yayımlanan “Ayazma Yazıları”nı, şu anda olduğu gibi gelip genellikle burada kaleme alıyorum. Doğal olarak yazma hevesim ve buranın bana verdiği özel atmosfer nedeniyle verimliliğim artıyor.

Düş yuvam Ayazma sahili; renkli hayallerimin, fantastik ütopyalarımın, sevgili düşüncelerimin kaynağı. Örneğin, otuz yedi yıl boyunca emek verdiğim öğrencilerimin tümü toplanıp buraya gelseler…. Ya da Bağdatlı Maymun adlı fantastik çocuk kitabımda olduğu gibi, dünyadaki bütün savaş araçları, silahlar, savaş uçakları bir daha çalışmayacak biçimde bozulsa… Şöyle diyorum; ey devlet, ey hükümet, benden aldığınız vergilerin bir kuruşunu bile silaha, savaşa harcamanıza izin vermiyorum… Buradan başlayarak ülkemizdeki gencecik kardeşlerin yaşamına kıyan, ailelerini cayır cayır yakan o kirli savaş günlerini bir daha geri gelmeyecek biçimde tarihimize gömsek… Büyükler için yayımlanmış dokuz kitabım için değil ama çocuklar için yazdığım on dördü kitaplaşmış, diğerleri de yayına hazır durumdaki toplam yirmi dokuz kitabım için düşlediğimdir: Bu kitaplarımın hepsi bütün dünya dillerine çevrilerek çocuklara bedava dağıtılsa… Halkımız birden bire kitap okumaya başlasa… İşsizlik diye bir derdimiz kalmasa… Daha neler neler… Bu düşler beni diri ve üretken kılıyor. Bu düşlerimi çok seviyorum.

Yazlığın küçük bahçesinde değişik türlerden birer ikişer meyve fidanı, çeşitli çiçekler, yılın mevsimine göre sebzelerimiz var; onlar da bizim için apayrı bir uğraş nedeni, yaşam bağı. Eşimin emeği sonucunda her mevsim kara lahana, maydanoz, pancar, pazı; yazın domates, fasulye, salatalık, biber, patlıcan gibi “organik” sebzelerden tadımlık da olsa yiyebiliyoruz. Sözün burasında beni duygudan duyguya sürükleyen ilginç bir gözlemimden söz etmek istiyorum. Üç yıl önce, Bursa-Mudanya yolu üzerindeki çiçekçiden bir gül fidanı alıp bahçenin bir köşesine diktim. Fidanın üzerinde çok sayıda orta boy gül vardı. Fidan, güllerini koruyordu. Birkaç gün geçmeden bir kuş peyda oldu. Boynu kahverengi, başı siyah, göğsü sarı, kanatları kahverengi sarı karışımı, serçeden azıcık büyükçe bir kuş. Gelip ya gülün hemen üstündeki tel örgüye ya da gülün tam karşısındaki çatının en uç noktasına konarak dakikalarca ötmeye başladı. Bu kuş bülbül olmalıydı. Bülbül bu davranışını, günde birkaç kez yineleyerek sürdürdü. Ta ki güllerin teker teker solup tükenmesine kadar. Son gül de solup buruştuktan ve tüm yapraklarını döktükten sonra bülbül görünmez oldu. Bir sonraki yaz, fidanın üstünde bir tek gül bile açmadı. Bülbül de bir tek gün bile gelmedi, ötmedi. Üçüncü (bu) yaz gül fidanı yeniden güllenmeye, bülbül de çıkıp gelerek ötmeye başladı. Bu olay, belli zaman dilimiyle, doğasal bir döngüyle mi ilgilidir, o kuş gerçekten bir bülbül müdür; tam olarak söyleyemem ama sanki bülbülün güle aşkı yalnızca şiirsel bir gerçeklik değil.

Osmanlı’nın kavun, karpuz tarlalarıymış buralar. Şimdi o tarlalar kavun, karpuz yerine yazlık binalarla doluyor. Hem de büyük bir hızla ve büyük bir karmaşa içinde. Aslında bu yöne doğru uzayıp gelen karmaşa Mudanya’dan başlıyor. Koylarda oteller, siteler, köylerde hemen hemen her dokusuna, her hücresine kadar nüfuz eden bir yozlaşma… Öyle ki pek çok binanın duvarlarını yalamak zorunda Marmara Denizi. Sabahattin Ali’nin şiirindeki gibi; “dışarıda deli dalgalar/ gelip duvarları yalar…” Her beş kilometrede çifte şerefeli, çifte minareli, teravihlerde, Cuma namazlarında bile asla dolmayan, sürekli olarak boş kalan koca koca camiler. Bir çoğu ıssız bir köşede, bazıları birkaç yazlık evin hizmetinde, bazıları da bir tepenin başında…

Bir de her biri bir dünya yazlıkçıları ve adına “yazlık” denen bin türlü evleri var bu kıyıların. Ha ev, ha insan; öylesine garip biçimde birbirini tamamlıyor ki! Üstelik bu olgu yalnızca Ayazma’ya özgü değil, ülkemizin tüm kıyıları için geçerlidir.

Evlerden başlayalım: Betonu, ahşabı, prefabriği, karkası, çok katlısı, tek katlısı, çirkin mi çirkini, ara sıra güzeli, baraka biçiminde olanı, kulübeye ya da bizim Kars’taki, dışı hayvan gübresiyle sıvalı tezek kalak(yığın)larına benzeyeni, lağımı dışarı akanı, tuvaleti bahçede olanı… Sokakları mı? Allahlık…

İnsanlarına gelince… “Memleketimden İnsan manzaraları” diyen Nâzım’dan bu yana sanki hiçbir değişme, gelişme olmamış gibi. Her yan “Sarı Seyfettin” gibilerle dolu. Denize çizgili pijamayla, paçalı donla, beyaz külotla ya da haşemayla girenleri, yaz ortasında uzun kollu gömlekle, yelekle dolaşanları, hiç denize girmeyenleri, kumsalda ütü çizgileri belli olmakla birlikte buruş buruş pantolonla boy gösterenleri, rengarenk pazen veya basmadan şalvarıyla çekirdek çitleyerek dedikodu üreten kadınları… Sabahtan akşama, akşamdan sabaha kahvelerde okey oynayanları, günün pek çok zamanını dedikodu yaparak değerlendirdiğini düşünenleri… Hemen hemen hepsinin en belirgin ortak noktası asla kitap okumamalarıdır.

Adeta, uzun yıllar köylerde öğretmenlik yaptığım yıllara döndüm; sık sık köylere gidiyorum. Köylülerin taze ve demli çay eşliğinde sohbetlerine katılıyorum. Mesudiye(Ayazma), Ballıkaya bana en yakın olanlar… Köylülerin sohbetleri daha yalınkat, daha az kurnaz, daha az kirli, daha az tarafgir; üstüne üstlük bir de ısmarladıkları çayın demini karıştırıyorlar sohbetlerine. Çünkü köylülerin ruhsal yapısı kenttekilerden çok daha sağlıklı. Örneğin kentlerde herkes herkesi her gün, her an bir fiskelik nedenlerle bile bir yerlere ihbar ya da şikâyet ederken, köylülerde bu durum illa da yaşamsal bir nedene dayanmak zorunda. Gerekçeleri bile son derece insani: “Ev, değilse bile tarla komşusuyuz, yüz yüze bakıyoruz, öyle kolayına kırmayız birbirimizi.” Köylerin hayvan gübresi kokan havasının, kentlerin egzoz dumanı kokan havasından daha iyi geldiğini düşünemezdim bile. Ama öyle. Sütünden yaptığımız peynirin, yoğurdun, tereyağın; köylerin az sulanabilen, kumlu toprağında yetişen kavunun, karpuzun, küçük bahçemizde yetiştirdiğimiz fasulyenin, biberin, maydanozun; kentlerin seralarında yetiştirilerek büyük marketlerinde satılanlardan ne kadar özge ve ne kadar lezzetli olduğunu bir kez daha fark ettim.

Bir de Eyüp ağabeyim var Ayazma’da. Bakırköy(Karacabey)’lü. En yakın komşum. Bizim oranın sürekli kalıcı yazlıkçılarından. Hemoroit ilacı yapıp satıyor, aldığı geri bildirimler, kullananların hemoroit illetinden kurtulduğunu gösteriyor. Bu yüzden çevrede Doktor olarak anılıyor. Bazen aynı konuyu onuncu, yirminci baskı olarak anlatsa da sözü dinleniyor. Sohbetine ve özellikle de kendi elleriyle yaptığı çayın tadına doyulmuyor. Eşi Hasibe yenge de öyle… O da bir güzel insan. Onun da yemekleri çok lezzetli. Hele nohutlu mantısıyla, irmik helvası yok mu? Yeme de yanında yat… Onlara en yakın ve en uzun süre arkadaşlık eden kişiye gelince; on yaşındaki torunları Enes Öz. Zaman zaman dedesiyle didişse de uysal ve söz dinleyen bir çocuk. Bu güzel aileyi Eyüp ağabeyin oğlu Ertan, eşi Hülya ve küçük kızları Elif tamamlıyor. Onlar da hafta sonları ya da izin zamanlarında geliyorlar sahile.

Yeni bir yerleşim yeri kuruyoruz burada. Adil Turan; eşi Sebiha hanım, kızı Melike, oğulları Uğur ile Ufuk bizim bulunduğumuz sahilin en eskisi. Adil Turan’ın el becerileri çok gelişkin. Melike çok güzel bir kız ve babasının en iyi yardımcısı. Onun Duman ve Zeytin adlı köpekleriyse mahallemizin ilk köpekleri. Onları hepimiz çok seviyoruz. Onlar da hepimizi çok seviyorlar. Güle oynaya geçiriyoruz zamanımızı.

Bursa Feza Nur Özel Eğitim ve Rehabilitasyon Okullarının sahibi Şahin Aksoy ise mahallemize, kocaman bir bahçe içinde lüks ve büyük bir ev yaparak, aydınlatma olarak da temiz enerji denen güneş enerjisi sistemi kurarak, kardeşlerine de modern ve güzel evler kurdurarak farklı bir atmosfer getirdi.

Komşularımızdan Muammer Bey’i, Gökahn Bey’i, Süleyman Bey ve Eşi Türkan hanımı da anarak bu faslı tamamlıyorum.

Komşularımız derken, biraz uzak da olsa Tirilye’deki dostum, öykü yazarı Şükrü Bilgiç’e özel bir alan açmalıyım burada. Bu yazıyı yazma süreci içinde, bir Ağustos günü kendisini ziyaret etmek, Çinikitap’ın 18. Sayısını ulaştırmak ve biraz söyleşmek üzere Öykü Tepesi adını verdiği özel mekânına gittim. Ama o da ne? Şükrü Bilgiç’in her zaman muştular taşıyormuşçasına ışıl ışıl gülümseyen yüzünde garip bir anlam… Yine gülümsemeli ama ironik, yine şaka şen ama hüzünlü. Eşi hanımefendiyse açıktan üzgün. Büyük bir şaşkınlıkla yüzlerine baktığımda, “Sormayın,”dedi eşi. “Evimizi soydular, her şeyimizi aldılar!” Dondum kaldım. Dilim döndüğünce teselli etmeye çalıştım ama iş öyle değil; yıllarca yurt dışında kaldıktan, memleket özlemiyle yanıp tutuştuktan sonra, büyük bir sevinç ve umutla dönüp sıcak ve anlamlı bir mekân yaratmak, ülkesine güvenmek isteğinin dumura uğraması söz konusu. Doğrusu kötü bir “hoş geldiniz,” faslı. Kötü bir ağırlama… Senin dörtbir yanın ne zaman güvenilir olacak ey ülkem? Yazarına, şairine, ressamına, bilim adamına, emekçine, aydınına binbir çeşit eziyet ederek onları umsuk etmekten, üzmekten ne zaman vaz geçeceksin, ne zaman pişman etmeyecek, utandırmayacaksın? Umarsız şöyle dedim; çok malzeme kaybetmişsin sevgili dostum ama yepyeni öyküler yazabileceğin çok malzeme de kazanmışsın, üzülme. Dedim de, doğru mu yaptım, bilmiyorum.

Ayazma’nın bir başka önemli özelliği de İmralı’ya komşu olması. İmralı tam karşıda. Google Eart ölçümlerine göre 16 kilometre ötede. Gündüzleri binaları, binaların arkasındaki tepeleri; geceleri ışıkları rahatça görülebiliyor. Çok şey çağrıştırıyor, çok şey düşündürüyor insana. Tarihini, değişen işlevlerini, değişen konuklarını, o konuklarının başına gelenleri…

Beş önemli döneme tanık kara yazgılı bir adadır İmralı.

Birincisi; üç köyünde bin iki yüz Rumun yaşadığı, bir okul ve üç manastırının adaya nitelik kattığı Bizans ve Osmanlı dönemi. Bu dönemlerde ada kültürlü ve aydın…

İkincisi; 1924’ten sonra yaşama geçirilen ve “vahim” sonuçlarıyla insanları inim inim inleten “mübadele” dönemi ve sonrası… İnsanlarını, neşesini, kederini, kültürünü, sanatını, daha doğrusu yaşamını yitiren ada; öylesine cahilleşiyor, öylesine kötülüyor ki; tarihinin üçüncü döneminde mafyanın, canilerin, soyguncuların elinde tam bir mikrop yuvası haline geliyor.

Dördüncüsü; 1935’de başlayan ve günümüze kadar sürüp gelen cezaevi dönemi. Bu dönemde çok ünlü konukları oluyor. Ama konuklar dönemi adanın kendi başına yeniden kültürlenme sürecini de imliyor. Menderes ve arkadaşlarının uzun tutukluluk süreci, idamı ve naaşlarının yıllarca orada kalması; İmralı’nın, kendine özgü bir tarihi arka plan edinmesine ve neredeyse bir mabet gibi anılmasına neden oluyor. Bu dönem içinde İmralı iki önemli gerçekliği daha yaşıyor. Bunlardan biri, 1940’lı yıllarda Cezaevi Müdürü olan Esat Adil Müstecaplıoğlu’nun kurduğu, zamanla kitap sayısı on binleri bulan bir kütüphaneye kavuşması; ikincisi de ülkemizin sinema dâhisi ve önderi olmakla kalmayıp dünya sinemasını da etkileyen Yılmaz Güney gibi bir yazar ve oyuncuyu, yine dünya resim sanatı içinde “naif ressam” olarak kendine saygın bir yer edinmiş olan Balaban’ı da bağrına basmasıdır.

1999 yılında başlayan beşinci dönemiyse PKK lideri Abdullah Öcalan adıyla özdeşleşiyor. Şimdilerde Abdullah Öcalan isminin oluşturduğu siyasi, sosyal, kültürel atmosferde konuşulan, tartışılan, yapılan, yapılmak istenen öylesine çok şey var ki… Özünde “barış” temalı bu alt üst oluşun nerede, nasıl duracağını, ne gibi sonuç(lar) doğuracağını şimdiden kestirmek olanaksız. Tek seçenek var; (kırk bin “genç” insanımızı ülke için olası üretimden koparıp ölüme, toprağa, üretimsizliğe götüren kanlı dönemi sonlandıracak olan) “barış!”

İmralı altıncı dönemini evrensel niteliği olan bir müze olarak yaşamalıdır. “Demokrasi ve Onur Müzesi.” Nasılsa on bin kilometre kare alana sahip; öyleyse dünyanın her yerindeki özgürlük savaşlarına ve savaşçılarına ait utanç ve onur nesnelerini buraya toplamalı. Spartaküs’ten Martin Luter King’e, Nâzım’dan Lorca’ya, Allende’den Menderes’e, Mandela’dan Abdullah Öcalan’a, Cheguevera’dan Bobby Sands’a, Mustafa Kemal Atatürk’ten Ahmet Muhtar’a Viktor Jara’dan Yılmaz Güney’e, Said-i Nursi’den Seyyit Rıza’ya, Nâzım’dan Şeyh Beddredin’e kadar; dünyanın neresinde hangi onur, özgürlük ve eşitlik savaşçısı varsa… İmralı için düşlediklerimi, en azından gereksinme duyulmaması dileğimle ülkemizdeki tüm ceza ve tutukevleri için de öneriyorum. Böyle bir dünya kurulabilir diye düşünüyorum. İnsanların barış içinde, bir arada, birlikte üreterek, eşitçe paylaşarak, mutlu yaşadığı bir dünya.

Ayazma’da, günün hemen hemen her saatinde yıldız rüzgârının esintisinin verdiği rahatlığı solurken ya da sabah akşam kıyıdaki uzun kumsalda yürüyüş yaparken, denizde kulaç atarken, karşımızı süsleyen tepelerin çiçekleriyle söyleşerek kır gezintisi yaparken Çinikitap çıkıp geliyor. Daha geçen hafta tamamlayarak matbaaya vermiştik. Bu kez Çinikitap penceresinden bakıyorum Bursa’ya. Bursa’daki dergilere, yazıncılara… Çinikitap ve Eliz gibi ülkemiz yazınını çok yakından ilgilendiren dergiler yayımlanıyor Bursa’da. Her biri nitelikli ve kendine özgü biçeme(üslupa) sahip. Çinikitap, kitap eksenli deneme, tanıtım, eleştiri, inceleme; Eliz şiir ağırlıklı olmakla birlikte öykü, deneme, eleştiri türü yazılara yer veriyor. Kent kültürüne ciddi katkılar yaparken, bu kültürün ulusal ve evrensel kültürle buluşmasına da önem veren Bursa’da Yaşam dergisiyse, Olay Gazetesi’nin eki olarak, Nahit Kayabaşı’nın yönetiminde yaşam bulmaktadır. Yılda iki kez yayımlanan, her sayısı ayrı bir temayı işleyen, o temayla ilgili kaynak değeri taşıyan, oldukça kapsamlı ve nitelikli bir dergi. Zaman zaman günceli de yakalamaya çalışan, yazın ürünleri içerikli Mavi Ada dergisinden başka Bursa dergileri içinde biri daha var ki ondan özel olarak söz etmem gerekiyor: Patikalar. Ülkemizdeki birçok ilin bile bir kültür-sanat dergisi yokken Mustafakemalpaşa ilçemizin Patikalar’ı var. Hem de yedi yıldır her ay okurunun önünde. Mustafakemalpaşa Donkişot’u Kekil Şimşek’in emeğiyle yaşam bulan bu dergi geniş bir yazın ürünü yelpazesine sahip. Bu dergilerde, Bursa’da yaşayan yazıncıların ürünleri de sıklıkla yer alıyor. Kimler mi var? Dergilerin Yayın Kurullarındakilerin ve gazetecilerin dışında; Yusuf Yağdıran, Pelin Yılmaz, Şükrü Bilgiç, Halide Yıldırım, Şafak Pala, Güney Özkılınç, Süreyya Güven, Zehra Betül Yazıcı, Hacı Tonak, Gülsün Işıldar, Nursel Aras, Hakan Akdoğan, Cüneyt Özkurnaz, Ali İpek, Nadide Utku, Bergen Nihal v.d.

Derlenip toparlandım işte/ yeni doğmuş bir tay gibi/ dizlerimin üstüne kalktım önce/ sonra dikildim alabildiğine.//Şimdi dağların yüzü daha güleç/ daha ışıklı suların kabarcıkları.// Erguvan cümbüşüne boyanırken halaylar/ alıp gitti korkularımı rüzgârlar./S ı r a geldi/ y a ş a m a y a !..... (ş.a. ÜLKEMİN GÜZEL YÜZELERİ’nden)

Şimdilerde Ayazma’da Marmara sımsıcak, engin mi engin, iç açıcı, okşayıcı ama hem çok cilveli hem de çok gizemli. Üstelik yol boylarında hâlâ domuzlara ve tilkilere rast gelinebiliyor. Kuşlar mı? Senfoni konserleri aralıksız sürüyor. Bülbül mü? O gül yeniden açacak ve o bülbül yine gelecek…
Ayazma Fısıltıları XIII,Çinikitap, Temmuz-Ağustos 2013, sayı:19


ONURUNUN YARASI BURSA’NIN:

Nâzım’ın Kalesi

Benim anladığım dil

Bakır, demir, tahta, kemik ve kirişlerle çalınan

Bethoven’in sonatları.

Nâzım,1924
Çok öfkeliyim, içimde bir ukde var; Nâzım’ın Kalesini müze olarak görmek isterdim sanayi, ticaret ve turizm kenti Bursa’da. Onurlanmış olurdu. Yok, olmadı; yerinde “adalet mülkün temelidir” var. “Mülk”ün… sanki Nâzım’ı çatlatmak için böyle yaptılar.

Oysa Nâzım kendini bilen Türkiye ve Bursa insanı için bir gurur kaynağı, onur nedenidir. İnsanlık için bile…

Bunun böyle olduğunu kabul etmiyor musunuz; o sizin aymazlığınız olur. Karabilmezliğiniz, değerbilmezliğiniz, kıskançlığınız, dar görüşlülüğünüz, ağalığınız olur canım!

Çünkü bakın ben Avrupa Ülkelerini gezerken ne yaptım ve nasıl bir sonuç aldım.

“Türkiye’yi biliyor musunuz? diye sordum on üç ülkenin insanına. Bunların içinde, Avrupa’daki yedi ülkeden başka Endonezya, Arjantin, Peru, Rusya, Küba gibi ülkeler de vardı. Dokuz ülkenin yanıtının ilk sırasında “Nâzım” adı vardı, sonra Atatürk geliyordu; diğer dört ülkenin ilk sırasında Atatürk vardı, ardından Nâzım geliyordu. Nâzım ve Atatürk’tan başka duyduğum isimler de şunlardı: Yunus Emre, Mevlana ve Ecevit.

Bursa halkına sorsak örneğin Nâzım’la Bursa ilişkisini, ne gibi yanıtlar alırız acaba? Öyle inanıyorum ki, Bursalıların yüzde doksanı bu bağlantıyı kuramaz.

Dünyanın, Türkiye’yi birinci sırada adıyla tanıdığı, yaklaşık on bir yılını hapishanelerine verdiği, dünya dillerine çevrilen şiirlerinde adını andığı kaplıcalarında banyo yaptığı, bütün bu nedenlerle de onur ve gurur kaynağı olması, adı onurla ve gururla söylenmesi gereken Nâzım’ı Bursa halkı tanımıyor çünkü.

On yıl kaldığı hapishanesini de yıktıktan sonra Nâzım’ın o evrensel adı ne yapsın böylesi bir gaddarlık, dalalet ve hatta hıyanet karşısında; Bursa halkı ne yapsın…

Sorun aslında Bursa halkının olduğu kadar Bursa kentsoylusunun, medyasının ve aydınının da sorunudur.

Sahip çıkılmayanın yazgısıdır; önce kalıtları göz önünden kaldırılır, sonra da kendisi. Önemli kişiliklerin önemli kişiliklerce göz ardı edilmesinin ardında bundan başka ne yatabilir ki.

Nâzım “Gece Gelen Telgraf” adlı kitabının yayınlanmasından bir süre sonra “komünizm propagandası yapmak”la suçlanarak İstanbul’da tutuklanır ve 1 Haziran 1933’te Bursa cezaevine gönderilir. Bu suçlama nedeniyle Bursa cezaevinde bir buçuk yıl yattıktan sonra Cumhuriyetin Onuncu Yılı nedeniyle getirilen aftan yararlanarak dışarı çıkar. Daha sonra bir kez daha yolu Bursa cezaevine düşer ve bu kez yıllarca kalır burada. Aralık 1940’da Çankırı cezaevinden getirilen Nâzım 8 Nisan 1950’de açlık grevine başlaması ve giderek sağlığının bozulması üzerine önce İstanbul Sultanahmet cezaevine, sonra da Cerrahpaşa hastanesi’ne kaldırılır. Yani Böylece bir 9 yıl 3 ay daha Bursa cezaevinde kalır.

O günkü ulusal ve ulusararası bazı tezlerde de ısrarla belirtildiği gibi, büyük bir olasılıkla bir adli hata, ya da açıkça kasıt sonucu toplam 11 yıl… ve siz bu süre içinde habire yazılar, kitaplar yazıp yayımlıyor, ama Nâzım’dan söz etmiyorsunuz. Dünya ediyor, siz etmiyorsunuz.

Örneğin Ahmet Hamdi Tanpınar “Bursa’da Zaman” diye yazıyor Ülkü Dergisi’nde ve bu yazısını 1946’da yayımlanan Beş Şehir adlı kitabına da alıyor. Bursa’yla ilgili çok şeylerden, bir çok isimden söz ediyor, Evliya Çelebi’yi anıyor, onun Bursa için “ruhaniyetli şehir” demesinden, Osman Bey’den, Gümüşlü Kubbe’den, (bu konuya değinirken “ş” ve “l” -en güzel terkiplerin yapılabildiği- harflerinden) Geyikli Baba’dan, Çelebi Mehmet’ten, Emir Sultan’dan, İsmail Hakkı’dan ve daha birçok evliyadan, ermişten, tarihi kişiliklerden, şairlerden söz ediyor, ama Nâzım’ın adını anmıyor.

Oysa tam da o zamanlar Bursa’nın içinde Nâzım da var. İyi de “Bursa’da Zaman” sizin için öyle; yiyerek, içerek, gezerek, tozarak geçerken Nâzım için nasıl geçiyordu; sormazlar mı insana? “Size hızlı bir su gibi akışkan/ona yavaş, sülük gibi yapışkan”(Ş.Akbaba,SEVGİ ANA’dan) değil mi, gerçek böyle değil mi?

“Bursa’nın Daveti” diyor 1948’de Bursa adlı kitapta. Hacı bayram’dan ilahi alıyor, Nâzım’ın şiirinden alıntı yapmıyor.

Behçet Kemal çağlar 1949’da Uludağ Dergisi’nde aynı ya da benzeri isimleri anıyor, Nâzım’ın adını anmıyor.

Mustafa Armağan 1996’da İz Yayıncılık’tan çıkan Şehir Asla Unutmaz adlı kitabına da aldığı bu başlıklı bir yazı yazıyor, ama Nâzım’ı unutuyor.

Dünya yazarları, şairleri, aydınları Nâzım’ın adaletsiz kararlar yüzünden haksız yere cezaevinde yattığını söyleyerek, özgürlüğüne kavuşması için, onca güç ve zayıf iletişim koşullarına karşın kampanyalar, mitingler, basın açıklamaları yaparken bizimkiler üç maymunu oynuyorlar. Böyle yazarlık, şairlik, aydınlık mı olur?

Oysa bakın Nâzım, kendisine yöneltilen bir soruya nasıl yanıt veriyor. Soru şudur:”Türkiye’de hangi şairlere anıt, heykel dikilmesini isterdim? Yanıtıda şöyle oluyor:” Yunus’a bir, Karacaoğlan’a iki, Fuzuli’ye üç, Nedim’e dört, Fikret’e beş, Akif’e altı, Namık Kemal’e yedi, Hamid’e sekiz, Şinasi’ye dokuz, Ziya paşa’ya on, Yahya Kemal’e onbir, Orhan Veli’ye oniki, ha elbette Halit Ziya’ya da. Unuttuklarım da olacak, kusura bakmasınlar.” Uzun söze ne gerek?

Gelin görün ki Bursa’da Nâzım heykeli de yok. Oysa o bu kente bütün bir yaşamının beşte dörtte birini vermiş bir onur anıtıdır.

Nâzım Bursa Kalesinde yatarken romatizmal rahatsızlıklar çeker doktorlarının verdiği rapor gereğince kaplıcaya gitmesi gerekir. Zaman zaman eşi, dostuyla da buluştuğu Servinaz kaplıca oteli de bir Nâzım Müzesi olarak değerlendirilmelidir, Bursa’da ayağını bastığı diğer yerler de.

Salzburg’da “Mozart Evi” diye iki ev var, biri doğduğu, diğeri öldüğü evdir. ”Mozart bu evde, doğdu…bu evde öldü,… burada kahve içti, …burada dinlendi” gibi. Nâzım için neden olmasın? Bursa’da neden olmasın?

Ferhat İle Şirin” adlı oynunun sahnelenmesi nedeniyle davet edildiği Macaristan’da yaptığı bir konuşmada; “Çin’de, Macaristan’da Bulgaristan’da, Çekoslavakya’da, bizim halka karşı sevgiden gayrı bir duygunun beslendiğini görmedim. Memleketimin, halkımın sevilmesi göğsümü kabartıyor. Kalp kalbe karşıdır. Memleketimi halkımı sevenleri ben de seviyorum.” diyor ve orada geçen bir anısını son derece de alçak gönüllü kalarak şöyle anlatıyor: “…gençler…sokakta, tiyatroda, stadyumda, otelde etrafımı çeviriyorlar, boynuma sarılıyorlar, gözlerim doluyor. Gösterilen muhabbetin memleketime ait sevgi olduğunu biliyorum…”

Bütün bunların üstüne bir ders alıyoruz ki Nâzım’dan dudaklarımız uçukluyor: “Ferhat İle Şirin…23 memlekette oynuyor… üç memlekette yedi dilden seyrettim… Şiirlerimi 54 dile çevirip bastılar. İnsanlar sevdamızın şiirlerini okuyup kuvvet buluyorlar. Yani memleketimin, halkımın kültürünü; itibarını elimden geldiği kadar yayıyorum.”

Nâzım Bursa Kalesindeki sefaleti ve sefilleri görünce oradaki yoksul, perişen, bitli insanlara iş kurmak gerektiğini düşünüyor ve önce bir çorap atölyesi, daha sonra da kumaş dokuma atölyeleri kuruyor. Elde edilen gelirin bir kısmını çalışan tutuklulara veriyor ve böylece onların kendilerini her yönden iyi duyumsamalarını, hatta evlerine para göndermelerini sağlıyor. Paranın kalanının bir kısmını kendi gereksinmelerine harcarken, bir kısmını eşi Piraye’ye, bir kısmını da diğer cezaevlerindeki tanıdıklarına yolluyor. Cezaevinde üretilen malların girdilerinin satın alındığı ve sonra da satıldığı yer de Bursa’dır elbet. Bu çabası onu Bursa cezaevinde “Nâzım Baba”lığa kadar götürür. O kadar ki, son yıllarda sağlığı bozulup cezaevinden ayrılması gerektiği anı Yakup Yıldırım şöyle anlatıyor: “…şunu iyi bilin ki, 800 mahkum vardı ve müthiş bir sessizlik çöktü cezaevine. Bu sessizlik on beş gün sürdü. Tam bir matem havası. Ağızlar kilitlenmişti, açılmıyordu…”

Nâzım’ın Bursa serüveni dokuz yıl dört aydan öte tarihi değeri olan bir olgu. Orhan Kemal, Kemal Tahir ve Balaban üçlüsünün kültürümüze katkılarını ve bu gelişmenin önünü açanın, hatta yolu gösterenin de Nâzım olduğunu ve bunun Bursa cezaevinde gerçekleştiğini düşündüğümüzde bunun ve Nâzım’ın Bursa’yla özdeşleştirilmesi gerektiğinin ne kadar önemli olduğunu daha iyi anlıyoruz.

Bir de Çelik Palas boyutu var Nâzım’ın. Bursa ve Nâzım ikilisinin en bilinen yanıdır bu. Nâzım’ın zaman zaman Çelik Palas Otel ve kaplıcasında tedavi amaçlı kalışlarından başka, aynı zamanda ünlü bir ressam ve bir zamanlar ünlü şairimiz Yahya Kemal’in ünlü sevgilisi olan, annesi Celile Hanım’ın da bu otelde kaldığı gerçeğidir. Ayrıca Nâzım’ı annesinden başka ziyarete gelen Piraye, Münevver, Ayşe Mocan, Kerime Nadir ve Peride Celal gibi önemli insanlar da Nâzım nedeniyle Çelik palas’ta kalmışlardır.

Peki Çelik Palas’ın bu olguya bir katkısı var mı? Oluyor mu?

Ayrıca çok bilinmeyen bir yanı daha bu olgunun: Celile Hanım’ın kız kardeşi Sare Hanım’dan (NÂZIM NÂZIM,Aydın Aydemir) öğreniyoruz ki, ikinci ve uzun tutukluluk döneminde Nâzım’ın kalp krizi geçirmesi üzerine annesi Celile Hanım Bursa’da, Irgandı Köprüsü’nün yanında bir ev kiralar ve bir süre orda kalır.

Nâzım’ın diğer birçok yapıtının yanında “Memleketimden İnsan Manzaraları”nı Bursa cezaevinde yazıldığının altını çizmek gerekiyor.

Ne kaldı geriye? Sorular ve verilmemiş yanıtları:

Bursa Nâzım için ne yapmak zorunda?

*Yaptığım yoklamalarda da açıkça görüldüğü gibi Türkiye’nin yurtdışındaki “daimi temsilci”liği süren Nâzım’ın heykellerine ve anıtlar biçiminde yapılacak büyük panolarda şiirlerine Bursa’nın önemli kent meydanlarında yer vermek.

*Nâzım’ın banyo yaptığı kaplıcaları bulmak ve her birinde bir Nâzım Odası oluşturmak.

*Çelik Palas’ta bir Nâzım Odası kurmak.

*Aynı zamanda ressam olması nedeniyle de Nâzım’ın annesi Celile Hanım’ın kiralayıp bir süre kaldığı evi bulmak, yıkılmışsa aslına uygun olarak yeniden yapmak, duruyorsa restore etmek ve Celile Hanım Müzesi olarak düzenlemek.

*Ve en önemlisi; yeni adliye sarayının kaldırılarak yerine, Nâzım’ın yattığı Bursa cezaevi’ni, aslına uygun olarak yeniden inşa netmek ve böylece Bursa’ya yakışan bir “NÂZIM MÜZESİ” kurmak.

Bursa için durmanın zamanı değil, özür dilemenin ve tarihine, onuruna, kişiliğine yakışanı yapmanın zamanıdır.

Bursa Türkiye’nin büyükçe illerinden biri, ciğerinin bir parçası. Öyleyse Türkiye’nin de Bursa’yla ilgili görevleri var Nâzım söz konusu olunca.

*Bursa’nın, biraz önce yerine getirmesi gereken görevleri olarak yazdığım önerilerimi gerçekleştirmek istemesi durumunda, ona her yönden tam destek olmak.

*Nâzım’ın “Vasiyet”ini yerine getirmek. Bunu, (Nâzım’ın yaşamında aynı yerde geçirdiği en uzun zamanın Bursa’ya ait olması nedeniyle) Bursa’nın bir köyünde gerçekleştirmek.

Yoldaşlar, nasip olmazsa görmek o günü,

Ölürsem kurtuluştan önce yani,

alıp götürün

Anadolu’da bir köy mezarlığına gömün beni.” (Nâzım)


Yüklə 5,79 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   19   20   21   22   23   24   25   26   ...   58




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin