Risale-i Cevap-2



Yüklə 385,52 Kb.
səhifə4/7
tarix22.01.2018
ölçüsü385,52 Kb.
#39527
1   2   3   4   5   6   7

Basiretli Türk idarecileri için dünyanın her yanında geçerli olan bir kredi kartıdır. Bu kredi kartını kullanma mevsimi, yine Asya ile entegrasyondan geçer.... Asya ile bütünleşmek büyüme yoludur. Türkiye’nin büyümesi, Asya ile entegrasyondan geçer..... Asya ile hangi ölçüde olursa olsun, bunu zaman belirleyecek, bir beraberlik yaşayacağız.

S: Asya ile entegrasyon İslâm dünyasından önce mi geliyor?

C: Evet birilerinin farklı mülahazalarının arkasında esasen bu vardır. Bana göre ikinciler (Âlem-i İslâm) elde birdir aslında..... Zaten şimdiye kadar, İslâm dünyası hep gelmiştir ve gelecekte de geleceklerdir.

İlk önce toplumumuz, rüşdünü, Asya ile entegrasyona geçmek suretiyle ortaya koymalıdır.

Cevap: Risale-i Nurun hiçbir yerinde Âlam-i İslâmdan önce ele alınacak ve daha çok değer verilecek hiçbir millet ve devletten bahis yoktur. Bir önceki cevapta da bir kısım bahislerda de açıkça görüldüğü üzere, Âlem-i İslâmda temel teşkil eden malum millet ve devletler, birinci derecede İttihad-ı İslâm’ın temel yapısını teşkil ederler.

Bediüzzaman Hazretleri diyor ki:

«Hürriyet-i şer’iye ile meşveret-i meşrua, hakikî milliyetimizin hâkimiyetini gösterdi. Hakikî milli­yetimizin esası, ruhu ise İslâmiyettir. Ve Hilâfet-i Osmaniye ve Türk Ordusunun o milliyete bayrak­tarlığı itibarıyla, o İslâmiyet milliyetinin sadefi ve kalesi hükmünde Arap ve Türk hakikî iki kardeş, o kale-i kudsiyenin nöbettarlarıdırlar.

İşte, bu kudsî milliyetin rabıtasıyla, umum ehl-i İslâm birtek aşiret hükmüne geçiyor. Aşiretin ef­radı gibi, İslâm taifeleri de birbirine uhuvvet-i İs­lâmiye ile mürtebit ve alâkadar olur. Birbirine mânen—lüzum olsa maddeten—yardım eder. Gü­ya bütün İslâm taifeleri bir silsile-i nuraniye ile birbirine bağlıdır.» (Hutbe-i fiamiye sh: 54)

«Ey muazzam ve büyük ve tam intibaha gelmişveya gelecek olan Araplar, en evvel bu sözlerle sizinle konuşuyorum. Çünkü, bizim ve bütün İslâm taifelerinin üstadlarımız ve imamlarımız ve İslâmiyetin mücahidleri sizlerdi­niz. Sonra muazzam Türk milleti o kudsî vazife­nize tam yardım ettiler.

Onun için tembellikle günahınız büyüktür. Ve iyiliğiniz ve haseneniz de gayet büyük ve ulvîdir. Hususan kırk-elli sene sonra, Arap taifeleri, Ce­mahir-i Müttefika-i Amerika gibi en ulvî bir vazi­yete girmeye, esarette kalan hâkimiyet-i İslâmi­yeyi eski zaman gibi küre-i arzın nısfında, belki ekserisinde tesisine muvaffak olmanızı rahmet-i İlâhiyeden kuvvetle bekliyoruz. Bir kıyamet çabuk kopmazsa, inşaallah nesl-i âti görecek.» (Hutbe-i fiamiye sh: 57)

İşte Bediüzzaman Hazretlerinin gösterdiği ilk ve en ehemmiyetli bütünleşme merkezi ve hedefi......!

Bu derlemenin daha önceki bölümlerinde bu meselelere cevaplar verildiği için, burada kısa kesiyoruz. Amma Risale-i Nur’u nazara almadan ve ona rağmen fikirler beyan ediliyorsa ve yeni nazariyeler ortaya konuluyorsa o zaman bu cihet açıklanmalıdır.

risale-i nur’da İSLÂM CUMHURİYETİ

Her türlü neşriyat imkanları ile efkar-ı ammeye arzedilip telkin edilen bir anlayışşekli de şöyledir:

İyi insanlar tarafından idare edilen iyi bir Demokrasi idaresi varsa ülkemizde, kim ne zara görür?”

Türkiye’de ve dünyada Demokrasiden geri dönüşolmayacaktır.”

Cevap: Daima ve ısrarlı bir şekilde Avrupa demokrasisinden bahsedilip ondan dönülemeyeceği nazara verilip müdafaası yapılıyor.

Acaba neden mübarek ve hepsinden mükemmel ve cihanşümul İslâm Cumhuriyetinden bahsedilmiyor?

Risale-i Nur’da Avrupa demokrasisi değil, İslâm Cumhuriyeti nazara verilmektedir.

Mesela: Bediüzzaman Hazretleri 1935 senesindeki bir mahkemede hatırasını anlatırken gerçek İslâm Cumhuriyetini nazara verir ve der ki:

«Eskişehir Mahkemesinde gizli kalmış, res­men zapta geçmemişve müdafaatımda dahi yazılmamışbir eski hatırayı ve lâtif bir va­kıa-i müdafaayı aynen beyan ediyorum.

Orada benden sordular ki: “Cumhuriyet hak­kında fikrin nedir?”

Ben de dedim: “Eskişehir mahkeme reisinden başka daha sizler dünyaya gelmeden ben dindar bir cumhuriyetçi olduğumu elinizdeki tarihçe-i hayatım ispat eder. Hülâsası şudur ki: O zaman şimdiki gibi, hâli bir türbe kubbesinde inzivada idim. Bana çorba geliyordu. Ben de tanelerini ka­rıncalara verirdim, ekmeğimi onun suyuyla yer­dim. İşitenler benden soruyordular. Ben de der­dim: Bu karınca ve arı milletleri cumhuriyetçidir­ler. O cumhuriyetperverliklerine hürmeten, tane­lerini karıncalara verirdim.”

Sonra dediler: “Sen Selef-i Salihîne muhalefet ediyorsun.”

Cevaben diyordum: “Hulefâ-i Râşidîn, herbiri hem halife, hem reis-i cumhur idi. Sıddîk-ı Ekber (r.a.), Aşere-i Mübeşşere ve Sahabe-i Kirama el­bette reis-i cumhur hükmünde idi. Fakat mânâsız isim ve resim değil, belki hakikat-i adaleti ve hür­riyet-i şer’iyeyi taşıyan mânâ-yı dindar cumhuri­yetin reisleri idiler.”

İşte, ey müddeiumumî ve mahkeme âzâları.

Elli seneden beri bende bulunan bir fikrin ak­siyle beni itham ediyorsunuz. Eğer lâik cumhuri­yet soruyorsanız, ben biliyorum ki, lâik mânâsı, bî­taraf kalmak, yani hürriyet-i vicdan düsturuyla, dinsizlere ve sefahetçilere ilişmediği gibi, dindar­lara ve takvâcılara da ilişmez bir hükûmet telâkki ederim. On senedir (şimdi yirmi sene oluyor) ki hayat-ı siyasiye ve içtimaiyeden çekilmişim. Hü­kümet-i cumhuriye ne hal kesb ettiğini bilmiyo­rum. El’iyâzü billâh, eğer dinsizlik hesabına ima­nına ve âhiretine çalışanları mes’ul edecek ka­nunları yapan ve kabul eden bir dehşetli şekle girmişse, bunu size bilâperva ilân ve ihtar ederim ki, bin canım olsa, imana ve âhiretime feda et­meye hazırım. Ne yaparsanız yapınız, benim son sözüm 6 olarak, siz beni idam ve ağır ceza ile zulmen mahkûm etmenize mu­kabil derim:

Ben Risale-i Nur’un keşf-i kat’îsiyle, idam olmu­yorum. Belki terhis edilip nur âlemine ve saadet âlemine gidiyorum. Ve sizi, ey dalâlet hesabına bizi ezen bedbahtlar, idam-ı ebedî ile ve daimî haps-i münferitle mahkûm bildiğimden ve gördü­ğümden, tamamıyla intikamımı sizden alarak kemâl-i rahat-ı kalble teslim-i ruh etmeye hazı­rım.» (Tarihçe-i Hayat sh: 408)

Üstad Bediüzzaman Hazretleri İttihad-ı İslâm’ın temeli olan İslâm Cumhuriyetleri Birliği’nin meydana gelmesini müjdeler ve der ki:

«El­bette ve elbette ve kat’î olarak, şimdi bu memle­ketteki ehl-i siyaset, garba ve ecnebîye verdiği si­yasî ve mânevî rüşvetin on mislini âlem-i İslâmın ileride cemahir-i müttefikası hükmünde olacak olan dört yüz milyon Müslüman kardeşlere memleket ve milletin ve bu devlet-i İslâmiyenin selâmeti için gayet azîm bir bahşişve zararsız rüş­vet vermesi lâzım ve elzemdir.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 83)

Yukarıda temas edilen İsâm Cumhuriyetinin en mükemmel ve cihanşümul olduğunu te’yid eden Avrupa fikir adamlarından örnekler gösterilen “Nur Çeşmesi” adlı eserde deniliyor ki:

«Bugünkü medenî cemiyetler, Kur’­ân’ın yüksek hakikatlerini, yüksek terakki ve me­deniyet düsturlarını tatbik edebilecek seviyeye henüz erişememişlerdir. Bu büyük hakikatı meş­hur İngiliz mütefekkiri Bernard Shaw şöyle ifade etmişti:

“Demokrasiyi en ileri götüren millet İngilizler­dir. Bunun daha ötesi Müslümanlıktır.”» (Nur Çeşmesi sh: 184)

Diğer bir nümune de şöyle:

«“Kur’ân, muzaffer cumhuriyetler vücuda getir­meye hâdim olacak esasları muhtevidir. Kur’ân sayesinde Müslümanlar devletler kurmuşlar, mu­azzam şehirler inşa etmişler; Avrupa’yı titreten bir azamet ve haşmet ihraz etmişlerdir.”

İngiltere’nin en mutaassıp papazlarından



G. M. Rodwell» (Nur Çeşmesi sh: 186)

Kısmen nakledilen mezkûr beyan ve ifadelerden anlaşılıyor ki, Üstad Bediüzzaman Hazretleri İslâm Cumhuriyetine dikkatleri çekiyor ve nazara veriyor.

risale-i Nur rejimi kabul etmez

Yine aynı gazetede deniliyor ki:



«Devletle çatışarak bir yere gidemezsiniz. Devlet, hariciyesini, ticarî ateşelerini arkanıza salar, inceden inceye hesaba çeker... Devletle uyum da bir rol oynayacaktır... Benim kanaatime göre devlet-millet uyumu hele bu zamanda, çok önemli bir faktördür...»

Cevap: Devlet laik sisteme bağlı; devlet adamları ise, bütünü bir tarz inanışta değil. O halde devletle çatışmama derken ne kasdediliyor. Keza çatışmak tabiri fikren muhalefet mi? Yoksa maddi mücadele mi? Eğer menfi mücadele kasdediliyorsa, Risale-i Nur’un mesleği müsbet olduğundan zaruriyet-i katiye olmadan dahilde menfi hadiselere girilmediği yetmişsenelik Nurculuk faaliyetinde hiçbir menfi hadisenin zuhur etmemesiyle ve Risale-i Nurdaki pekçok ders ve ikazlarla aşikâr olmuştur.

Bediüzzaman Hazretleri diyor ki:

«Bazı zındıkların şeytanetiyle Risale-i Nur’a karşı çevrilen plânlar ve hücumlar inşaallah bozulacak­lar. Onun şakirtleri başkalara kıyas edilmez, da­ğıttırılmaz, vazgeçirilmez, Cenâb-ı Hakkın inaye­tiyle mağlûp edilmezler. Eğer maddî müdafaadan Kur’ân men etmeseydi, bu milletin can damarı hükmünde umumun teveccühünü kazanan ve her tarafta bulunan o şakirtler, fieyh Said ve Me­nemen hâdiseleri gibi cüz’î ve neticesiz hadise­lerle bulaşmazlar. Allah etmesin, eğer mecburiyet derecesinde onlara zulmedilse ve Risale-i Nur’a hücum edilse, elbette hükümeti iğfal eden zındık­lar ve münâfıklar bin derece pişman olacaklar.

Elhâsıl, madem biz ehl-i dünyanın dünyalarına ilişmiyoruz; onlar da bizim âhiretimize, imanî hiz­metimize ilişmesinler.

Mevkuf Said Nursî»

(fiualar sh: 362)

gibi daha pekçok ders ve ikazlar, müsbet hareket etmenin teminatıdır.

Yok eğer o ifadede dine muhalif olan şeylere fikren de muhalefet olmamalı deniliyorsa, bu anlayışRisale-i Nurdaki beyanlara uygun düşmüyor.

Evet Bediüzzaman Hazretleri diyor ki:

«Eğer bu taharrilerde bazı vazifedar memurların itiraz ettikleri gibi derseniz ki, “Sen ve bir iki risa­len rejime ve usulümüze muhalif gidiyorsunuz.”



Elcevap: Evvelen, bu yeni usulünüzün, münzevî­lerin çilehanelerine girmeye hiçbir hakkı yoktur.

Saniyen: Bir şeyi reddetmek ayrıdır, kalben ka­bul etmemek ayrıdır ve amel etmemek bütün bü­tün ayrıdır. Ehl-i hükûmet ele bakar, kalbe bak­maz. İdare ve âsâyişe ilişmeyen şiddetli muhalişer, her hükûmette bulunur. Hattâ, Hazret-i Ömer’in (r.a.) taht-ı hâkimiyetindeki Hıristiyanla­ra kanun-u şeriatı ve Kur’ân’ı inkâr ettikleri halde ilişilmiyordu. Hürriyet-i fikir ve serbestiyet-i vic­dan düsturu ile, Risale-i Nur’un bir kısım şakirt­leri, idareye dokunmamak şartıyla rejim ve usulü­nüzü ilmen kabul etmezse ve muhalif amel etse, hattâ rejimin sahibine adâvet etse, onlara kanu­nen ilişilmez.» (fiualar sh: 350)

«Elbette bin üç yüz elli senede, ecdadımızın mesleğinde ve Kur’ân’ımızın daire-i terbiyesinde ve her zamanda üç yüz elli milyon mü’minlerin takdis ettiği düsturlarının müsaade ettiği tarzda hayat-ı bâkiyesine çalışmayı terk edip, gizli düşmanlarımızın icbarıyla ve desisele­riyle, fâni ve kısacık hayat-ı dünyeviyesi için, sefi­hâne bir medeniyetin ahlâksızcasına, belki bir nevi bolşevizmde olduğu gibi vahşiyâne kanun­lara, düsturlara tarafdar olup onları meslek kabul etmekliğimiz hiç mümkün müdür? Ve dünyada hiçbir kanun ve zerre miktar insafı bulunan hiçbir insan bunları onlara kabul ettirmeye cebretmez. Yalnız o muhalişere deriz: Bize ilişmeyiniz, biz de ilişmemişiz.

İşte bu hakikate binaendir ki; Ayasofya’yı put­hane ve Meşîhatı kızların lisesi yapan bir kuman­danın keyfî kanun namındaki emirlerine fikren ve ilmen taraftar değiliz. Ve şahsımız itibarıyla amel etmiyoruz. Ve bu yirmi sene işkenceli esaretimde eşedd-i zulüm şahsıma edildiği halde siyasete ka­rışmadık, idareye ilişmedik, âsâyişi bozmadık. Yüz binler Nur arkadaşım varken, âsâyişe dokunacak hiç bir vukuatımız kaydedilmedi.» (fiualar sh: 394)

«Hem her hükümette muhalişer bulunur. Yalnız fikren muhalefet bir suç olmaz. Hükûmet ele bakar, kalbe bakmaz.» (fiualar sh: 386)

Aynı mevzuda örnek olacak ders ve beyanlara devam ediyoruz.

«Risale-i Nur’a muâraza eden, bilerek veya bilmeyerek zındıkaya yar­dım ettiğine bir delil, bu defa adliyece benden sordular ki:

“Kürt Âtıf rejim aleyhine çalışıyor. Demek onun mu­ârızları rejime dayandılar.”

Ben de dedim: Rejimi reddetmek ne vazifemizdir, ne de kuvvetimiz var. Ve ne de düşünüyoruz ve ne de Ri­sale-i Nur izin veriyor. Fakat biz kabul etmiyoruz, amel etmiyoruz, istemiyoruz. Red başka, kabul etmemek başkadır, amel etmemek daha başkadır. Hazret-i Öme­r’in (r.a.) taht-ı hükmünde, kanun-u adalet-i şer’iyesini reddetmeyen ve ilişmeyen Yahudilere, Nasârâya iliş­miyordular. Demek, kabul etmemek, tasdik etmemek, idarece bir cünha, bir suç teşkil etmiyor ki, o çeşit mu­halişer ve münkirler, en kuvvetli padişahların idaresi ve siyaseti altında bulunmuşlar.

İşte, bu nokta-i nazardan, Risale-i Nur’un şakirdlerin­den en müthişbir muhalif, rejim müessesesini tel’in de etse, bilfiil idareye ilişmese, onun mefkûresine kanunen ilişilmez. Hürriyet-i vicdan ve hürriyet-i fikir, onları tebrie eder.» (Kastamonu Lâhikası sh: 256)

«Malûmdur ki, her hükû­mette muhalişer bulunur. Asayişe, emniyete do­kunmamak şartıyla, hiç kimse vicdanıyla, kalbiyle kabul ettiği bir fikirden, bir metoddan dolayı mes’ul olmaz. Bu hukukî bir mütearifedir.» (Tarihçe-i Hayat sh: 651)

«İşte, ben de yüzer âyât-ı Kur’âniyeye istinaden Kur’ân’ın kudsî kanunlarının yerine, medeniyetin bozuk kısmından anarşilik hesabına ve bir nevi bolşeviklik namına istibdad-ı mutlak mânâsında Cumhuriyetteki hürriyet perdesi altında dindarlar hakkında eşedd-i zulme âlet olabilen muvakkat bir rejime, değil yalnız ben, belki bütün ehl-i vic­dan muhaliftir. Hem muhalefet, hiçbir hükûmette bir suç sayılmıyor.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 158)

Bediüzzaman Hazretlerinin yukarıda nazara verdiği “Bütün ehl-i vicdan muhaliftir” sözü dikkat çekicidir. Hakikaten gizli cereyanın mahiyetini bilenlerin nefretle muhalefetleri olacağı muhakkaktır diye ikaz eder.

Bediüzzaman Hazretlerinin şu ifadesi de aynı hakikatı te’yid eder:

«Bana karşı yapılan bu kadar bed muamelelere, yalnız değil benim küsmem, belki eğer bilse nev-i beşer küser, belki kâinat küsüyor!... (Lem’alar sh: 172)

Bir nebze nakledilen bu beyanlardan sonra mukayese ve hükmü okuyuculara havale ederiz.

MÜNCİ VE MÜrşİD RİSALE-İ NUR’DUR

Aynı gazetede Risale-i Nur dairesinde alışılmadık bir anlayışnazara verilip deniliyor ki:

Çocukluk zamanımızda bizi boğulmadan kurtaran Hazret-i Bediüzzaman, Nureddin Topçu, Osman Yüksel ve daha sonraki durum itibariyle Sezai Karakoç beyler bizim için kurtarıcı simit olmuşlardır”


AF VE MÜSAMAHADA ÖLÇÜ

Tolerans” veya “hoşgörü” diye de ifade edilen ve dinimizde güzel ahlâktan olan müsamahayı; “dinî esaslardan taviz verip fedakârlık etme” şeklinde anlamak doğru değildir. Zira hukukullahtan, hukuk-u umumiyeden taviz vermeye ve müsamaha göstermeye kimsenin salahiyeti yoktur.

Bu hususta Bediüzzaman Hazretlerinin şu şiddetli ifadeyi kullandığını görüyoruz:

«Ey hitabet-i umumiye sıfatı ile, gazete lisanıyla konferans veren muharrir! Sen, kendi nefsini aşağı göstermeye ve nedamet ederek kusurlarını ilân etmeye hakkın var. Fakat şeair-i İslâmiyeye zıd ve muhalif olan herzeler ile İslâmiyeti lekelendirmeğe kat’iyyen hakkın yoktur.

Seni kim tevkil etmiştir? Fetvayı nereden alıyorsun? Hangi hakka binaen milletin namına, ümmetin hesabına İslâmiyet hakkında hezeyanları savurarak dalaletini neşr ve ilân ediyorsun? Milleti, ümmeti kendin gibi dâll zannetme. Dalaletini kime satıyorsun? Burası İslâmiyet memleketidir, Yahudi memleketi değildir. Cumhur-u mü’minînin kabul etmediği bir şeyin gazete ile ilânı, milleti dalalete davettir, hukuk-u ümmete tecavüzdür. Bir adamın hukukuna tecavüze cevaz-ı kanunî olmadığı halde, koca bir milletin belki âlem-i İslâmın hukukuna hangi cesarete binaen tecavüz ediyorsun? Ağzını kapat!..» (Mesnevî-i Nuriye sh: 89)

Evet, müsamaha (tolerans) sözü, birinin şahsi hatalarını yüzüne vurup utandırmadan, başkalarının yanında onu mahcub etmeden, sabır ve anlayışla kusurunu telafi etmesine imkân sağlamak manasına gelir ki; bu, güzel ahlâktan olup şahsî hukuka bakar.

Nitekim Hazret-i Aişe validemiz, Efendimizin müsamahasını anlatırken şahsî hiçbir mes’elesinden, uğradığı zararlardan dolayı kimseleri incitmediğini, kimseden intikam almaya kalkmadığını belirttikten sonra der ki:

Allah’a ait bir hak ayaklar altında çiğnenirse onu hiç affetmez, hemen o kimseden Allah adına intikam alırdı.” (Müslim, Fedail, 79)

Diğer bir rivayette de Peygamberimiz (A.S.M.) şöyle buyuruyorlar:

“Bid’at ve kötülüklere yol açıp doğru yoldan sapıtan önderlerden ümmetim için endişeleniyorum.” (Tirmizi, Fiten 51; Ebu Davud, Fiten 1; İbn-i Mace, Fiten 9)

Bir din adamının bid’alar içinde bulunması şöyle dursun, başkasının kendisi hakkında sû’-i zanda bulunmasına sebebiyet verecek hallerden şiddetle kaçınması icabeder.

Bilhassa bir cemaat namına umuma görünüp, o cemaatı ittiham altına bırakacak olan yanlışve hatalı hareketlerde bulunmanın; cemaatın şahs-ı manevîsine zarar vereceğini hatırlatan Bediüzzaman Hazretleri diyor ki:

«Bu zamanda, hususan kırk-elli sene sonra seyyie, fenalık işleyenin üstünde kalmaz. Belki milyonlar nüfus-u İslâmiyenin hukuklarına tecavüz olur. Kırk-elli sene sonra çok misalleri görülecek.» (Hutbe-i fiamiye sh:55)

UMUMİ HUKUKA TECAVÜZ HOfiGÖRÜLEMEZ

Risale-i Nur eserlerinde afv ve müsamaha, şahsî ve umumî haklara göre değerlendirilir. fiahsî haklarda afv ve müsamaha güzel karşılanırken; umumî haklarda afv, zâlime yardım mânasında vasışanıp deniliyor ki:

«Bu asırdaki ehl-i İslâmın fevkalâde safderunluğu ve dehşetli canileri de âlicenabane affetmesi ve birtek haseneyi, binler seyyiatı işleyen ve binler manevi ve maddi hukuk-u ibadı mahveden adamdan görse, ona bir nevi tarafdar çıkmasıdır. Bu suretle ekall-i kalil olan ehl-i dalalet ve tuğyan, safdil tarafdar ile ekseriyet teşkil ederek, ekseriyetin hatasına terettüb eden musibet-i ammenin devamına ve idamesine, belki teşdidine kader-i İlahiyeye fetva verirler; biz buna müstehakız derler.

Evet elması bildiği (âhiret ve iman gibi) halde, yalnız zaruret-i kat’iye suretinde şişeyi (dünya ve mal gibi) ona tercih etmek ruhsat-ı şer’iye var; yoksa küçük bir ihtiyaçla veya heves ile veya tama’ ve hafif bir korku ile tercih edilse, eblehane bir cehalet ve hasarettir, tokada müstehak eder. Hem âlicenabane affetmek ise yalnız kendine karşı cinayetini affedebilir. Kendi hakkından vazgeçse hakkı var; yoksa başkalarının hukukunu çiğneyen canilere afuvkârane bakmağa hakkı yoktur, zulme şerik olur...» (Kastamonu Lâhikası sh:25)

Evet «Ferd mütekellim-i vahde olsa, müsamahası ve fedakârlığı amel-i sâlihtir; mütekellim-i maal-gayr olsa hıyanettir, amel-i talihtir.» (Mektubat sh:477)

Demek ki hukuk-u âmmeye ve ahkâm-ı diniyeye taalluk eden suç veya haklarda müsamaha ve afv olamaz.

Zâlimlerin zulmü hukukta affedilmediği gibi, itikadiyatta da küfür cinayetinin affedilmiyeceği şöyle izah ediliyor:

«Nasıl bin masumların hukukunu çiğneyen bir zâlimi cezalandırmak ve yüz mazlum hayvanları parçalayan bir canavarı öldürmek, adalet içinde mazlumlara bin rahmettir. Ve o zâlimi affetmek ve canavarı serbest bırakmak, birtek yolsuz merhamete mukabil yüzer biçarelere yüzer merhametsizliktir. Aynen öyle de: Cehennem hapsine girenlerden olan kâfir-i mutlak, küfrüyle hem esma-i İlahiyenin hukukuna inkâr ile tecavüz; hem o esmaya şehadet eden mevcudatın şehadetlerini tekzib ile hukuklarına tecavüz ve mahlukatın o esmaya karşı tesbihkârane yüksek vazifelerini inkâr etmekle hukuklarına tecavüz ve kâinatın gaye-i hilkati ve bir sebeb-i vücudu ve bekası olan tezahür-ü rububiyet-i İlahiyeye karşı ubudiyetlerle mukabelelerini ve âyinedarlıklarını tekzib ile hukukuna bir nevi tecavüz ettiği haysiyetiyle öyle azîm bir cinayet, bir zulümdür ki affa kabiliyeti kalmaz.» (fiualar sh:230)

Evet «Kâfir ve münafıkların Cehennem’de yanmalarını ve azab ve cihad gibi hâdiseleri kendi şefkatına sığıştırmamak ve tevile sapmak, Kur’anın ve edyan-ı semaviyenin bir kısm-ı azîmini inkâr ve tekzib olduğu gibi, bir zulm-ü azîm ve gayet derecede bir merhametsizliktir.

Çünki masum hayvanları parçalayan canavarlara himayetkârane şefkat etmek, o biçare hayvanlara şedid bir gadir ve vahşi bir vicdansızlıktır. Ve binler müslümanların hayat-ı ebediyelerini mahveden ve yüzer ehl-i imanın sû-i akibetine ve müdhişgünahlara sevkeden adamlara şefkatkârane tarafdar olmak ve merhametkârane cezadan kurtulmalarına dua etmek, elbette o mazlum ehl-i imana dehşetli bir merhametsizlik ve şeni’ bir gadirdir.» (Kastamonu Lâhikası sh:75)

O halde afv ve müsamahanın amel-i sâlihten sayıldığı makamları olduğu gibi, meşru olmayıp mes’uliyet getiren kısmı da vardır. Bu kısımları da şeriat tayin eder ve etmiştir.
EHL-İ SEFAHETTEN UZAK DURMAK GEREKİR

Ehl-i sefahetle, sefih yaşadıkları müddetçe, müsamahakârane ihtilat etmeyi değil, bilakis, onlara muhalefetle onlardan uzak durmayı ders veren Bediüzzaman Hazretlerinin eserlerinde mevzumuzla alâkalı hayli ikazlar vardır. Ezcümle, o ehl-i sefahetin lisan-ı hal ve fiilleriyle yaydıkları o telkinat ve onlara karşı verilen cevablar şöyle nazara veriliyor:

«Hey arkadaş! Gel gel, beraber işret edip keyfedelim. fiu güzel kız suretlerine bakalım. fiu hoşşarkıları dinleyelim. fiu tatlı yemekleri yiyelim.» (Sözler sh:31) der.

Buna cevaben deniliyor ki:

«Eğer arkamdaki arslanı öldürüp, önümdeki darağacını kaldırıp, sağ ve solumdaki yaraları def’edip peşimdeki yolculuğu men’ edecek bir çare sende varsa, bulursan; haydi yap, göster, görelim. Sonra de: Gel keyfedelim. Yoksa sus hey sersem!.» (Sözler sh:31)

Başka bir deyişle:

«Eğer ölümü öldürüp, zevali dünyadan izale etmek ve aczi ve fakrı, beşerden kaldırıp kabir kapısını kapamak çaresi varsa, söyle dinleyelim. Yoksa sus.» (Sözler sh:32)

Bu hakikatı te’yid eden şu ifadeler de dikkat çekicidir:

«Medeniyet tilmizleri, müslümanları ecnebi âdetlerine ittiba ile şeair-i İslâmiyeyi terk etmeye davet ettiklerinde, Kur’an Nurcuları böylece müdafaada bulunurlar: “Eğer dünyadan zeval ve ölümü ve insandan acz ve fakrı kaldırmaya iktidarınız varsa, pekâlâ, dini de terk ediniz, şeairi de kaldırınız. Ve illâ dilinizi kesin, konuşmayınız...”» (Mesnevî-i Nuriye sh:219)

«Hülâsa: Ayık olan sana tâbi olmaz. Ancak siyaset şarabıyla veya şöhret hırsıyla veya rikkat-i cinsiye ile veya felsefenin dalaleti ile veya medeniyetin sefahetiyle sarhoşolanlar senin meşreb ve mesleğine tâbi olurlar.» (Mesnevî-i Nuriye sh:220)

Bediüzzaman Hazretlerinin diğer bir şiddetli ikazı da şöyle:

«Ey gururlu, mağrur gafil! Sana ne olmuşki, müslümanları -ecanib tarzında- hayat-ı dünyeviyeye davet edersin? O hayat, uyku içinde bir lu’b ve heva içinde bir lehivden başka birşey değildir.

Hem ne oluyorsun ki, keyişerine kâfi gelen helâl ve tayyibat dairesinden huruca teşvik ederek, dinin ihmaline veya dinin bazı şeairinin terkine sebebiyet veriyorsun? Ve muharremat ve habîsat dairesine duhûle teşci’ ediyorsun?

Ey müvesvis! Bilir misin misalin neye benzer? O derece belâhet kesbetmişbir sarhoşa benzer ki; arslanı attan, darağacını salıncaktan, cerahatlı yarayı kırmızı gülden farketmez.» (Nurun İlk Kapısı sh:23)



BİD’ALARA MÜSAMAHA CAİZ DE⁄İLDİR

İşte bu ve buna benzer daha pekçok şiddetli ifadeler, müsamahanın caiz olmayan kısmını apaçık şekilde bildirir.

Bir müslümanın yaşayışına örnek tutacağı tek hayat yolu da şöyle nazara veriliyor:

«Sünnet-i Seniye, edebdir. Hiçbir mes’elesi yoktur ki, altında bir nur, bir edeb bulunmasın! Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etmiş: «ÓœÒÓ»ÓÊȆӻÒȆ·Ó«ÓÕÚ”ÓÊÓ† Ó«ÚœÍYani: “Rabbim bana edebi, güzel bir surette ihsan etmiş, edeblendirmiş.” Evet siyer-i Nebeviyeye dikkat eden ve Sünnet-i Seniyeyi bilen, kat’iyyen anlar ki: Edebin enva’ını, Cenab-ı Hak habibinde cem’etmiştir. Onun Sünnet-i Seniyesini terkeden, edebi terkeder. »Ȇ«ÓœÓ»Ú†ÂÓÕÚÔËÂÚ†»Ó«‘Ӝچ«Ó“Ú†‰Ô◊Ú·†—Ó»Ú

kaidesine mâsadak olur, hasaretli bir edebsizliğe düşer.» (Lem’alar sh:54)


Yüklə 385,52 Kb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin