Şeyhülislam Mehmet Arif Efendi’nin Siyâset-nâme Tercemesi Işığında adlî teşKİlatin yani sira kamu otoritesiNİn siyaseten yargilama yapmasi



Yüklə 90,65 Kb.
tarix17.01.2019
ölçüsü90,65 Kb.
#97984

(Şeyhülislam Mehmet Arif Efendi’nin Siyâset-nâme Tercemesi Işığında)

ADLÎ TEŞKİLATIN YANI SIRA KAMU OTORİTESİNİN SİYASETEN YARGILAMA YAPMASI

ÖZET


Hukuk, yeryüzünde insanoğlunun yaşamaya başladığı günden itibaren kaçınılmaz olmuş ve devlet kurumu da bu terimin ışığından aydınlanmıştır. Fakat hukukun kendisi kadar onu uygulayacak olanlar da çok önemli olmuştur. Bu itibarla bütün İslam devletlerinde olduğu gibi Osmanlı Devletinde de yargı, kadıların idaresinde bir alan iken bürokrasinin de yargılama yetkisine sahip olduğu bir alan olarak da karşımıza çıkmaktadır. Devletin en büyük yönetim organı olan Divân-ı Hümayun sultan/devlet başkanının idaresinde idi. Ve sultan bu yetkisini merkezde sadrazamlara devrederken, taşrada da beylerbeyi, vali ve benzeri üst yöneticilerin başkanlığında toplanıp yönetim ve yargılama yapmışlardır. Divân-ı mezâlim/cerâim olarak adlandırılan bu kurullar aynı zamanda kadı mahkemelerinin üst mahkemesi gibi faaliyet göstermişler ve devletin bütün faaliyetlerini denetlemişlerdir. Divân-ı mezalim kurumu, bu yargılamalarla kadı mahkemelerinin yargılamalarına göre daha esnek ve hukuk kurallarını farklı yorumlarla uygulamışlardır. Bu da siyaset etme olarak adlandırılmıştır.

Bu divan uygulamaları da kadı mahkemelerinin dayandığı gibi İslam dininin temel esaslarına dayanmaktadır. Referans İslam dininin hukuk normları olduğu için yapılan yargılamalar da dinî temelli olmuştur. Bu çalışmada Bursalı Dede Cöngî’nin yazmış olduğu ve Şeyhülislam Mehmet Arif Efendinin şerhlerle terceme ettiği Siyâset-i Şerʻiyye adlı eser esas alınarak siyaset etme olarak adlandırdığımız usulleri değerlendirmeye ve anlatmaya çalıştık.

Siyaset etmek, temel suçların hadd olarak tanımlanan cezalarının dışındaki tazir ve benzer cezalandırma yöntemlerinin uygulandığı alandır. Biz de bu hususları değerlendirerek Siyaset-i Şerʻiyye risalesinin ışığında ortaya koymaya çalıştık.
Anahtar Kelimeler: Siyaset etme, Kadı Mahkemesi Divan-ı Mezalim, Vali’l-Mezalim

(In the Light of  Şeyhülislam Mehmet Arif Efendi’s Siyâset-nâme)

 

THE JUDGE OF PUBLİC AUTHORITY ALONGSIDE THE JURISDICTION



 

 

ABSTRACT



Law is an indispensable concept since the beginning of humanity and enlighten the intuition of state. But the men of law is also important as the law itself. In this respect in the Ottoman Empire, law was a sphere of high bureaucrats as much as judges.  The highest level of state authority Divan-I Hümayun was under the command of sultan. Sultan transfer his authority to the grand vizier in center and to governor generals on the provinces, these high bureaucrats made judgements in their sphere of authority.  The instutions which named as Divân-ı mezâlim/cerâim also proceed as high courts of the kadı courts and supervise all activities of the state. The judgement of the Divan-ı mezalim was more flexible than kadı courts; and because of this is named as siyaset [politic]

            These divan practices based on Islam as kadı courts. So their judgement were religious judgements. In this study we try to analyze and explain the method of siyaset throughout the work of Bursalı Dede Cöngi and translation of Şeyhülislam Mehmet Arif Efendi’s Siyaset-i Şer’iyye.

            Politic is a sphere of other than basic crimes. We also tried to analyze these points throughout the Siyaset-i Şer’iyye.

Key Words: Politic, Kadı Court, Divan-i Mezalim, Vali’l- Mezalim

Dr. M. Esat SARICAOĞLU*

Siyaset kelimesi sözlük anlamı ile yönetmek, sevk ve idare etmek anlamlarını taşımaktadır. Güncel sözlükte: Devlet işlerini düzenleme ve yürütme sanatıyla ilgili özel görüş veya anlayış anlamına gelmektedir. Kökenbilimsel sözlükte ise: Arapça sāsa, siyasa,   سياسة seyislik, at bakıcılığı, devlet yönetme, yönetim gibi anlamlara gelmektedir. Politika ise güncel sözlükte 1. Devletin etkinliklerini amaç, yöntem ve içerik olarak düzenleme ve gerçekleştirme esaslarının bütününü; 2. Davranış biçimi, düşünce yapısını 3. Mecaz olarak da bir hedefe varmak için karşısındakilerin duygularını okşama, zayıf noktalarından veya aralarındaki uyuşmazlıklardan yararlanma vb. yollarla işini yürütme anlamlarında kullanılmaktadır. Politika: Kökenbilimsel sözlükte Eski Yunanca politikē: devlet yönetme sanatı, vatandaşlara dair olan Eski Yunanca pólis: devlet1 anlamlarını taşımaktadır. Bu çalışmada siyaset ifadesiyle kastettiğimiz şey ise, devlet idarecilerinin yönetimleri altındaki yurttaşlarını muhâfaza ile onlar için vâlî ve hâkim olmak anlamında kullanım olacaktır. Özetle siyaset bütün insanları dünya ve ahirette kurtaracak olan doğru yola sevk ve irşat ile hallerini doğru yol üzere korumak ve harâsetden ibarettir2.

Bir başka tanımla Arapça kökenli siyaset kelimesi bir nesneyi dikkatle gözetmektir. Vali ve hâkim olmak, halkı gözeterek yönetmek, bu yolda gereken tedbirleri almak anlamlarına gelir. Daha sonraları hükümet işleri, politika ve diplomasi yerinde de kullanılmıştır. Bu terimin bir başka anlamı da, şeriat hükümlerine göre suçluyu cezalandırmaktır. Bu tarife “Siyâset-i Şerʻiyye”, suçluyu cezalandırmak demektir. Hükmün uygulandığı yere de siyaset-gâh adı verilmektedir3. Siyaset-i Şeriyye, fıkıhta “taʻzir” terimiyle karşılanır; kişiyi suçuna göre hadd cezası uygulanarak te’dib etmektir4.

Siyâset ve siyaset-nameler, devlet yönetimini elinde bulunduran hükümdar için kaleme alınmış eserler için de kullanılmış terimlerdir. Bu tür eserler, hükümdarlarda bulunması gereken vasıfları belirtirler; bunlarla saltanatın esasları ve şartları sıralanır. Yine bu eserlerde halkın durumu anlatılarak hükümdara öğütler verilmekte ve kötü yönetimin zararları belirtilmektedir. Ayrıca vezirler ve emirler için de yazılmış siyaset-nameler bulunmaktadır5.

Bu çalışmanın konusu siyaset-name teriminin kısımlarından biri olan siyâset-i şerʻiyye olacaktır ve siyaset kelimesiyle, bu kavram ifade edilmiş olacaktır. Siyâset-i şerʻiyye klasik dönem fıkıh kitaplarında önemli bir bölüm olarak ele alınmış ve değerlendirilmiştir.



DÎVÂN-I MEZALİM/CERÂİM KAVRAMLARI

Dîvân-ı Mezâlim, tarihteki hemen bütün İslâm devletlerinde yaygın olarak yer almış bir devlet kurumudur. Hatta diğer devletler gibi6 İslam öncesi dönemde Türkler, hukukun bu kuralının önemini, daha eski çağlarda anlamış ve uygulamışlardır. Mesela Uygur oymaklarında âsâyiş ve dolayısıyla düzen hüküm sürmüştür. Eski Türklerde adlî teşkilâtın, hükümdarın başkanlığındaki yüksek devlet mahkemesi (Yargu, siyasî suçlarla meşgul) ile hakan adına örfî hukuku (töre hükümlerini) uygulamakla görevli yarganlar (yargucı) ve maiyetlerinden ibaret olduğu anlaşılmaktadır. İslam tarihinin çok eski dönemlerinden beri idarî organizasyonlarda adalet teşkilâtının yanı sıra ihtiyaçlara göre mülkî idarecilerden ve İslam hukukçularından oluşan Dîvân-ı mezâlim gerek adlî teşkilâtın bir üst mahkeme gibi denetlemesini ve gerekse mülkî idâre açısından zorunlu olan kararları almaya yetkili bir organ olarak var olmuştur. Dîvân-ı mezalim, Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali, Emevî dönemi halifelerinden Ömer b. Abdülaziz ve diğer halifeler tarafından uygulanan bir yargılama yöntemi olarak gözükmektedir. Bu durum, Abbasi döneminde yaygınlık kazanmıştır7. Dîvân-ı Mezâlim, İslâm devletlerinin hisbe, şurta, kaza gibi temel organlarından birisidir. Dolayısıyla İslâm hukukunun ve tarihinin ortaya çıkardığı özgün bir hukuk kurumudur. Dîvân-ı Mezâlim Kurumu yalnızca yargı değil, yasama ve yürütme fonksiyları ile de yakından ilgilidir. Bunun içindir ki, modern yazarların değerlendirmeleri biraz eksik kabul edilebilir8.

Dîvân-ı Mezâlim, genel yönetimin merkez teşkilâtında, çoğunlukla, devlet başkanlarınca yürütülmüştür. Bununla birlikte, bazen, devlet başkanları yetkilerinin bir kısmını vezir, kadı ve sâhibu'l-mezâlim unvanını taşıyan kamu görevlilerine de devretmişlerdir. Dîvân-ı Mezalimin genel yönetimin taşra teşkilâtı içinde de, merkezdekine uygun bir modelde yer aldığı görülmektedir. Özel olarak mezâlim görevlisi sıfatıyla taşraya tayin edilen devlet memurlarının yanında, valilerin de mezâlim oturumları düzenlediğini görüyoruz. Böylelikle, mezâlim açısından genel yönetimin taşra teşkilâtında da devlet başkanı ve valinin yanı sıra özel görevlinin bulunduğu iki yönlü bir uygulama vardır9.

Divânda sultan, vezir, vâlî, sâhibu’l-mezâlim10 (vâli’l-mezâlim/cerâim), yargılama konusunda uzman oldukları için, ihtilaf konusunun çözümünde divan-ı mezalimin başındaki kişiye danışmanlık yapmak, hatta bazen onun tarafından havale edilen davaları görmekle görevlendirilen kadı ve müftüler bulunurdu. Divanda alınan kararların hukuka uygunluğuna şahitlik etmek ve ihtilaflı taraflar ve olay hakkında görgü ve bilgisine başvurmak için şahitler, ordu ve maliye temsilcileri, muhtesib11 ve diğer görevliler de bulunurdu. Divân toplantılarına sultanların başkanlık etmesi esastı12. Vezirlerin ise mesela Büyük Selçuklularda mezâlim divânlarında hükümdarın vekili olarak görev yaptıklarını söylemek yanlış olmaz13.



Divân-ı mezâlim, siyasi, hukukî ve idârî, iktisâdî ve denetlemeyle ilgili görevleri olan bir organdır. “Ancak, mezâlim mahkemesine adlî uyuşmazlıklar, genellikle davalının devlet memuru veya güçlü bir kişi olması dolayısıyla, kadı mahkemelerinin görüm ve çözümünde yetersiz kaldığı ihtilaflardır. Çok defa hükümdar veya bazen temsilcilerinin başkanlık ettiği mezâlim mahkemelerine, kadı mahkemelerinin çözemediği bu tür davaların götürülmesi, adaleti sağlayacak en yüksek güç olarak devlet fonksiyonlarının tümünü elinde tutması veya yetki devrinde bulunulan kişiyi desteklemesi dolayısıyladır. Bu bakımdan, uygulamada, mezâlim mahkemeleri, kadı mahkemelerinin yerini alacak ölçüde adlî ihtilafların çözümüyle uğraşmıştır. Bir hakkı ispat veya inkâr, devlet memurları veya fertler tarafından işlenen haksızlıklar ve bunlara benzer şikâyetleri dinlemek için çok geçmeden mezâlim mahkemeleri teşkil edilmiştir. Nazarî olarak kadıların yargılama sahasına giren mülkiyetle ilgili önemli davaların da mezâlim mahkemelerine götürülmesi cihetine gidilmiştir. Öyle ki, zamanla bu mahkemelerin yargı işleri, geniş çapta kadı mahkemelerine ait yargı işleriyle uygun hale gelmiştir. Devlet organları arasında bağımsızlık söz konusu olmadığından, yargıçların verdiği kararlar gasplar, özel vakıflardaki ihtilaflar gibi belli bazı davalarda yoğunlaşmıştır.14.”

Bu bağlamda, Osmanlı Devletinde Divan-ı Hümâyûn genel olarak mahkeme görevini de ifa ederdi. Bu divanın fonksiyonunu kaybettiği zamanlarda vezir-i azamin sarayında toplanan İkindi Divanı’nda da yargılama yapılmıştır. Eyaletlerde yetkili valiler, kaptan paşalar, serdar-ı-ekremler ile diğer serdarlar ve başka yetkililer de bulundukları yerde gerekli gördükleri hallerde yargılamalar yapabilirlerdi15.

Mezalim kurumunu günümüzdeki hukuk müesseseleriyle karşılaştıran bazı modern müellifler onu devletin yüksek bir danışma organı olan danıştayın, bir kısmı da görev benzerliğini dikkate alarak yargıtayın karşılığı olarak değerlendirmiştir. Devletin mali denetim organı olan sayıştayın yerine getirdiği görevin mezalim kurumunun görevleri arasında bulunduğuna da dikkat çekilmiştir16.

Tarihsel süreçte devlet teşkilatları bünyesinde dîvân-ı mezâlim/cerâim ve vâlî-i mezâlimin/cerâimin dışında vâlî-i kazâ ve vâlî-i emvâl gibi çeşitli unvanlar da bulunmaktadır17.



Siyaset şerʻî yollardan birisidir ve zulme varan ve âdil olan diye iki kısma ayrılır. Siyaseti, zulme kaçacak endişesiyle tamamen terk ve ihmal etmek insanların hukukunun zâyi olmasına, ilâhi sınırların da anlamsız ve boş olmasına sebep olur. Siyasetin terki, huyları fesat dolu olan yaramaz kişilerin fesatlarını ortaya çıkarmaya ve fitne ateşini yakmalarına bir nevi yardım etmek olur. Fakat sınırların zorlanmasıyla, olması gerekenden fazla genişletmek ise birçok zulme ve haksız yere kan dökülmesine sebep olur. Ölçüleri içerisinde uygulanacak âdil siyaset ise insanların hukukunun yükselmesine, zalim kişilerin şerrinden korunmasına imkân bulunmuş olur. Özetle ziyade ve noksandan arınmış siyaset zulme sapılmasını engellerken adil siyasete dönülmesine imkân sağlamış olur. Siyâset-i şer‘iyyeyi inkâr ise dini delilleri kabul etmeme anlamına gelir.

Bu bağlamda siyaseti ilgisi ve etkisi itibarıyla üç kısma ayırmak mümkündür:

a. Resuller ve nebiler, yüksek düzeyli ve sıradan bütün insanların zahir ve bâtınlarına;

b. Peygamberlerin varisleri olan alimler, yüksek düzeyli kişilerin sadece bâtınlarına;

c. Halifeler ve sultanlar ise, yüksek düzeyli ve sıradan insanların ancak zahirlerinedir hitap ederler.

Böyle olunca da umumun yönetimi (siyaset) Müslümanların nazarlarına bağlı olarak devlet idarecilerinin görüşlerine havale edilmiş ve bağlı kılınmış olur. Yani İslam hukukunda kendisi için tayin edilmiş hadd cezası olsun olmasın her bir cinayet ve kötülüğü işlemeye cesaret edenlerin, umumun çıkarı için cezalandırılması ve bu eylemlerden uzaklaştırılması gerekir. Bunun için de devlet idarecilerinin siyasete başvurması uygun görülmüştür. İster küçük ister büyük olsun suçlar ve cinayetler için kararlaştırılmış engelleyici ve cezalandırıcı yöntemler, suçlunun sabıka durumuna göre güvenlik güçleri tarafından belirlenmelidir. Doğruluğundan emin olunmayan hallerde tersi ortaya çıkmadıkça zahir olan duruma göre hükmolunması şarttır18. Mesela şer ve fesat ile bilinmeyen bir kimesne, hadd ve taʻzir cezası gerektiren bir suç işlediğinde birinci defa bu hal, hata olarak kabul edilmeli ve uyarılarak affedilmeli, eğer uyarıldığı halde yine kötülüğü işlemeye devam ederse özür dilemelerine itibar edilmeyerek kendisine taʻzir cezası uygulanmalıdır. Çünkü bu hal hem âsînin boyun eğmesini hem de diğerleri için ibret olup kötü alışkanlıklara cesaret edilmemesini sağlar. Ve eğer uyarıyla cezalandırılmış olmasına rağmen aynı kişi boyun eğmeyip bu büyük günahları işlemeye devam ve ısrar edip fesadını açıklar, izhar ederse katli de dâhil devlet idarecisinin adı geçen o şahsı siyâseten cezalandırması meşru olur19. Buraya kadar anlatmaya çalışılan hususlar siyaset terimiyle neyi kastettiğimizi ifade etmek içindir.


SİYÂSET-İ ŞERʻİYYE TERCEMESİ IŞIĞINDA SİYÂSET ETME YÖNTEMLERİ

Bu genel açıklamalardan sonra tebliğin esasını teşkil eden ve Şeyhülislam Mehmet Arif Efendinin20 terceme etmiş olduğu Bursalı Dede Cöngî’ye21 ait es-Siyâsetü’ş-Şeʻiyye adlı eser tercemesi esas alınarak incelenecektir. Çünkü Şeyhülislam Mehmed Arif Efendi bu tercemeyi yaparken, gerek başvurduğu müracaat eserler itibariyle ve gerekse Dede Cöngî’nin görüşlerine ilave açıklamalar yapmak suretiyle metnin dışına çıkmış ve risaleyi içerik açısından oldukça geliştirmiştir22.

Risalede de açıklandığı haliyle siyaset âdil ve âdil olmayan diye ikiye ayrılmaktadır. Âdil siyaset etme, temelini İslam hukukundan alan ve kamunun yararına olan siyasettir. Buna karşılık âdil olmayan siyaset ise kamu otoritesinin sahip olduğu iktidarı koruyabilmek için başvurulan hukuk dışı yöntemlerdir. Hatta bu bağlamda günümüzde bile bazı idarecilerle sözde iktidar sahipleri siyaseti yanlış anlamışlar, sınırları aşarak hem Allah’ın hukukuna aykırı yargılamalar yapmakta hem de uyguladıkları usullerle insanlık için utanç sebebi olacak cezalar vermektedirler. Eylemlerini de bu kavramın kapsamında değerlendirmektedirler.

İslam hukuk sisteminin temelini oluşturan Kur’an ve hadis kaynağının dışında icmâ, kıyas ve örfün de birer referans kaynak olduğunu düşünürsek siyaset etme alanı hadd olarak bilinen temel cezaların dışında kalan ve devlet başkanı, melik, sultan ve daha birçok isimle adlandırabileceğimiz ulu’l-emre geniş yargılama yetkisi vermektedir. Ancak yukarda da ifade edildiği gibi, adil siyaset bağlamından koparılarak keyfî yönetime alan açmayı hedeflemek hiçbir fikir sahibinin kabul edebileceği bir husus değildir. En iyi ve mükemmel siyasetçi, vacipleri yerine getirip, haramları tekedendir. Allah’ın emir ve yasaklarından biri çiğnenince, Rableri için sinirlenirler; fakat kendi haklarını affederler. Buna karşılık bazı siyasetçiler aşırıya kaçan inançları yüzünden halkı sıkıntıya sokabilir, kimi zaman da kendilerine bazı haramlardan daha zararlı olarak farzları terk ederek Allah yolundan alıkoyacak şekilde İslam hükümlerinin yasaklanmasına sebep olabilirler. Hatta bu alıkoymanın savaşla tamamlanacağına inanarak Müslümanlarla savaşabilirler. Böyleleriyle ne dünya ne de din düzgün olabilir. Bunların içtihatları sonucu ortaya çıkacak hatalar ve kusurlar belki affedilebilir. Ancak doğru hareket ettiğini zanneden böylelerinin dünya hayatındaki işleri de boşa giderek amelce hüsrana uğrarlar23.

Yani siyaset iki tarafı keskin bir bıçak gibidir ve çok dikkatli bir şekilde uygulanmalıdır.
SONUÇ

Erkler ayrımının kesin hatlarla belli olmadığı dönemlerde yargıçların yanı sıra kamu otoritesinin de onlara koşut olarak bir yasama faaliyeti yürüttüğü görülmektedir. Bu yargı faaliyetleri yasama ve yürütmeyi de elinde bulunduran devlet başkanının bizzat veya vâlî olarak belirlemiş olduğu vekilleri aracılığıyla hayata geçirilmiştir. Yargıçların, yargılama sırasında yapamayacağı bazı yöntemleri kamu gücünü de elinde bulunduran ve adına Dîvân denilen organlar rahatlıkla hayata geçirebilmişlerdir. Hatta bunu yaparken bir anlamda yargıç mahkemelerinin üst mahkemesi gibi davranmışlardır.

İslam inancına dayalı hukuk sistemlerinde de üst mahkeme diyebileceğimiz Dîvân-ı Mezâlim hemen her dönemde var olmuş bir yargı organıdır. Âdil ve zalim olarak tanımlanan siyaset etme kavramı âdil olursa temeli İslam hukukuna dayanan ve meşru bir mahkeme olarak kabul görmüştür. Esasen bu mahkemeler, ihtiyaçları ve şartların gerektirmesiyle ve de pratik çözümler üretebilmek amacıyla oluşturulmuştur.

Yine İslam hukukunda cezalandırma yöntemlerinden olan taʻzir cezası da, aynı ihtiyaçtan ve ulu’l-emrin takdiriyle uygulanan esaslardandır.



SİYASET-İ ŞERİYYE TERCEMESİNİN DEĞERLENDİRİLMESİ
A-SİYÂSETİN MEŞRULUĞU
Devlet başkanları (Veliyyü’l-emr) tarafından devlet idaresinde hükümleri yerine getirmek için görevlendirilen vâliler ve hâkimlerin siyaset hükümlerini uygulamada genişlik vermeleri dinî kurallara aykırı değildir. Bu fikri ispat etmek amacıyla:

  1. Önceki zamanlarda çokça ortaya çıkan kötülükler yayılınca İslam hukukunun tamamen dışına çıkmamak şartıyla siyasetin uygulanması kaçınılmaz olmuştur.

  2. İslam âlimlerinin büyük çoğunluğu mesâlih-i mürsele ile hüküm vermişlerdir. Mesâlih-i mürsele ise beldelerin işlerinin düzgün ve sağlıklı olması için dinî kuralların yasaklamadığı ve akıl sahibi kişiler tarafından uygun bulunan umur-ı gayr-ı mukayyede demektir.

  3. Bazı özel durumlar dolayısıyla dinî hükümlerde ortaya çıkan ihtilaf ve düşmanlıklarda bir şâhidin şâhitliğini, davayı sonuçlandırmada yeterli görmemekle birlikte, kadılık makamı şartların gerektirdiğinden fazla ve hür olmayı şart koşarak şahitlik kurumu güçlendirildi.

  4. Uygulamaya konan siyâset kanunlarına dair var olan her bir hüküm için kesin deliller veya o delillere uygun kıyaslar siyaset için dinî bir dayanak olmuştur.

  5. Altı başlık halinde düzenlenen ve bireyleri alıkoyma ve siyâset için düzenlenen kanunlar:

a. İnsan vücudunu korumak için siyaset; haksız yere kan dökmek ve başkalarının organlarına zarar vermeye karşılık uygulanan kısas.

b. İnsanlığın nesebinin korunması amacıyla bir İslam ülkesinde zina suçu işleyenlere uygulanan hadd-i zina.

c. Masum insanların namuslarını korumak amacıyla onlara iftira edenlere hadd-i kazf.

d. İnsanların mallarının korunması için belirlenen hırsızlık haddi.

e. Akıl sağlığı için konan içki yasağını ihlal edenler için belirlenen hadd.

f. Kuran ve sünnette bulun kurala dayanılarak uygulamaya konmuş olan sürgün ve taʻzir cezaları.

6. Hz. Âdem zamanında, kardeşler arasındaki nikâh ruhsatının nüfusun genişlemesiyle yasaklanması, hatta daha sonra bu tür bir nikâha cesaret edenlerin öldürülmesi; Yahudiler için cumartesi günlerine dair çalışma yasağı; necâset bulaşan elbiselerin temizlenmesi, suçluyu konuşturmak için darp ve hapis, yol kesenlerin öldürülmesi vb. konularla alakalı hükümlerde zaman içinde beliren ihtiyaçlar doğrultusunda Allah’ın iradesi doğrultusunda değişiklikler olmuştur.

Siyaset, devletin genel ve yerel anlamdaki idarecilerinin kadılardan farklı olarak uyguladıkları muhakeme usullerini ifade eden yöntemlerdir. Siyaseten hükmetme yetkisi bulunanların başvurdukları keşif, araştırma, iddia sahibinin doğruyu söylememesinin ortaya çıkması durumunda ona dayak atmak ve taʻzir cezası uygulama veya kötü huyu dolayısıyla onun hakkında gizlice araştırma yapmak gibi hallerde kadıların bir davayı görürken geçerli kabul ettikleri ikrar, beyyine ikamesi (şahit dinletmek) gibi usullerin dışında uygulayabilecekleri hususlar arasında olup-olmadığı tartışma konusu olmuştur. Hanefi mezhebine mensup imamlar, kadıların bu usulleri mecburiyet durumunda kullanmalarının mümkün olduğunu düşünürken Mâlikî ve Şâfiî imamlarından bazıları ise ahkâm-ı siyâsiyyeyi kullanamayacakları görüşündedir.


B-KADILARLA VALİ’L-CERÂİM ARASINDAKİ FARKLAR
Bu hususta ihtilaflar şu on başlık altında değerlendirilmelidir:

  1. Dizginleri sağlam tutması gereken vâlî-i cerâyim için gerekli olan şey gücünü göstermek iken kadılar ise için bu hal ne caiz ne de uygundur

  2. Vâlî-i mezâlim için kudret ve istediğini yapmada vüzʻat yani istedikleri şeyleri söylemede iktidarları cihetiyle zorluk varken kadılar için ise bir darlık yoktur.

  3. Hukukun sabit olmasını sağlamaya yarayan saptırıcı delillere ve şahitlerin görünen hallerine vâlî-i mezâlim itibar edip gizli şeyleri ortaya çıkarmak için itham olunan kişiyi korkutabilir; fakat kadı için bu mümkün değildir.

  4. Bir kimesnenin zulüm ve hattı aştığı ortaya çıkar ve vâlî-i mezâlim ondan haberdar olursa derhâl cezalandırma cihetine gider. Kadılar ise böyle bir şey yapamazlar.

5. Açılan dava ile ilgili olarak bir şüphe duyan vâlî-i mezâlimin doğrusunu öğrenebilmek için davayı te’hir edebilir; fakat taraflardan biri hüküm talep ettiği zaman kadının davayı ertelemesi mümkün değildir.

6. Vâlî-i mezâlim, hasımlar tezvîre başlayıp davaları anlamsız hale gelince onları anlaştırmak üzere görevli memurlara gönderebilir. Kadı ise anlaşmaya talip olmadıkça başka birisini onların arasını bulmak üzere hakem olarak görevlendirmesi caiz değildir.

7. Vâlî-i mezâlim, hasımlar arasında olan davada her biri diğerinin hakkını bilerek inkar edecek olsa ve birinin ötekine zimmeti kalmayacak olsa, ancak inkardan da sakınsalar bu durumda araları ayrılıp kefil alınması mümkün olan maddelerden dolayı olan bir husumet ise kefilleri alınmak üzere izin ve ruhsat verebilir. Ancak kadılık mesleği bu tür uygulamaları yapmaya uygun değildir.

8. Vâlî-i mezâlim gizli tanıkların şahitliğini kabul eder. Kadılar ise ancak şahitler hakkında tezkiye (soruşturma) yaparak dinlemek zorundadırlar.

9. Vâlî-i mezâlim bir konuda şüphelenecek şahitlere doğru şahitlik yaptıkları hususunda yemin teklif eder; kadılar şahitlere yemin ettirerek işlem yapamazlar.

10. Vali-i mezalime bir şikâyet ulaştığında ve davanın henüz başında herhangi bir ön koşul olmaksızın şahitleri çağırıp onları dinleyebilir. Ancak kadı, davacıyı davalının huzurunda davasını doğrulayıp ardından davalıya mahkeme daveti talep etmedikçe davacının getirdiği delilleri dikkate alıp kabul edip bu tür delilerle hüküm vermez. Yine kadı, davacının açtığı davanın ardından delillerini sunmasını sağlar ardından varsa şahitleri dinler. Yoksa şahit de bulunmuyorsa dava açılmış olmaz.


C-VÂLÎ-İ CERÂİMİN KADILARA GÖRE SAHİP OLDUĞU AYRICALIKLAR
Kadılardan farklı olarak vali-i cerâim dokuz hususta ayrıcalıkları bulunmaktadır:

  1. Vâlî-i cerâim iftira edilen muteber kişiler hakkında dava daha henüz tahakkuk etmeden bu şahsın iftiraya uğradığına, yaptığı araştırma sonucunda kanaat getirirse onun tahliyesine karar verir. Ve eğer bu şahsın araştırmalar sonucu atılı suçu işleyebileceği yönünde bir kanaat oraya çıkarsa onu uzun süre hapsedebilir ve çeşitli yöntemlerle suçunu kabule zorlayabilir. Kadılık mesleği bunun hilâfınadır. Hatta bir kazf isnadında bulunan iddiasını sağlam delillerle ispat etmedikçe kadı, sadece kazf suçlamasıyla suçlamaya maruz kalan kişi hakkında araştırma yapmaz

  2. Vâlî-i cerâim olayla ilgili kanıtlara dikkat ve isnâd olunan töhmetin kuvvet ve zayıflığıyla alakalı olan suçlamaların durumlarına uyar. Meselâ zina ile töhmet altında olan kişi önceleri hafif-meşrep kadınlarla düşüp kalktığı biliniyorsa ortaya çıkan töhmet kuvvet kazanmış olur. Bunu gibi, hırsızlık sabıkası bulunan kişilerden ise hırsızlık yaptığı şüphesi kuvvet kazanacağından vâlî-i cerâim bu tür kişilerin cezalandırılması cihetine gider. Şayet töhmet altında kişinin zinaya bulaşmışlığı bilinmiyorsa bu durumda vali en alt dereceden bir ceza ile onu uyararak (tehdîd) yetinir. Kadılar ise bu tür karineler ve belirtilerle hüküm veremezler.

  3. Vâlî-i cerâim yakalanan zanlıya (mütteheme) isnâd olunan töhmeti tahkīk eylemek ve gerçeğin ortaya çıkarılması ile şüphenin ortadan kalkmasını sağlamak için tedbir olarak bir ay kadar hapis edilmesi hususunda karar verebilir. Kadılar ise şerʻî deliller olmadan zanlının hapsine karar veremez.

  4. Vâlî-i cerâim töhmetin kuvvetine bakarak suçlanan şahsı hadd mertebesine varmayacak derecede döverek taʻzir cezası uygulayabilir. Eğer töhmet altındaki kişi dayak sırasında suçu işleğini kabul edecek olursa canının yanması dolayısıyla kabul ettiği düşünülerek tazir durdurulur ve bir süre sonra kendisinden tekrar sorulur; ikrarını tekrarlarsa sorun çözülmüş olur. Ancak ilk ikrarına aykırı sözler söylemeye başlarsa vâlî-i cerâim ikinci ikrarına göre hareket eder. Bu durum da kadıların başvuramayacağı yöntemlerdendir.

  5. Hadd cezalarıyla cezalandırılmış olmayan ve tekrar eden küçük kabahatler işleyen huzur bozucular için diğer insanları onun fitnesinden korumak için devlet hazinesinden ihtiyaçları karşılanmak üzere, ölünceye kadar zindanda hapis tutulmaları vâlî-i cerâim için uygun bulunmuş ise de kadılar için kabul edilemez.

  6. Vâlî-i cerâim töhmet altındakinin durumunu öğrenebilmek için Allah adına ve nikâhı üzerine yemin etmeğe ve benzeri yöntemleri teklif edebilir. Kadı ise haksız yere bir kimesneyi yemin etmeğe zorlayamaz. Eğer icap ederse ancak Allah adına yemin etmesini teklif edebilir.

  7. Vâlî-i cerâim günahkâr olan kimesneyi aşağılayacak yöntemlerle tevbe etmeye zorlayabilir. Yani işlemiş olduğu suçtan kişinin kendi arzusuyla ve kendisini aklayabilmek için pişmanlık duyuncaya kadar kendisini ölümüne sebep olmayacak tehditlerde bulunabilir. Kadıların bu tür zorlamalara başvurmaları imkânsızdır. Kadılar için şahitliği kabul edilmez olan temyiz kabiliyeti zayıf olan akılsızların bir olayda çok sayıda olmaları durumunda vâlî-i cerâim tarafından şahitliklerin dinlenmesi mümkündür

  8. İki kimse arasında meydana gelen olaylar şayet borç, mâliye ve şerʻî haddlerle ilgili değil ve sadece kötü muameleden dolayı cezalandırılmaları gerekiyorsa vâlî-i cerâimin konuyla ilgili görüşlerini gerektirir. Eğer o kimselerde vurma izi bulunuyorsa önce gelenin davasını vâlî-i mezâlim önce görür. Ve eğer biri diğerinin vurmasıyla etkilenmişse kimi bilginler onun davasının önce görülmesi gerektiğini düşünürken âlimlerin çoğu önce gelenin davasının görüleceği görüşündedirler. Ayrıca vâlî-i cerâim suç işlemeyi alışkanlık haline getiren düşkünleri insanlar arasında teşhir ve zelil hale getirmek ve bu suretle cezalandırmaktaki amaca ulaşılmış olur. Sonuç olarak kadılar şerʻî hükümleri yerine getirmekle görevli iken valiler ise siyaset işlerini yerine getirerek bu alanda ayrıcalık kazanmış kişilerdir. Bu sayılan maddeler dolayısıyla iki sınıf arasındaki fark ortaya çıkmış bulunmaktadır.

  9. İki kimesne arasında meydana gelen mücadele ve döğüş her ne kadar borç mâliye ve şerʻî hadleri gerektirmez ve sadece kötü muameleden dolayı gerekli tedipler ile karşılık vermek için vâlî-i cerâimin fikirlerini gerektirir. Eğer o kişilerde darbe izi yoksa ise tartışmayı başlatanın davasını vâlî-i mezâlim öne alır. Eğer ikisinden biri darbe dolayısıyla onun davası öne alınır. Vâlî-i cerâim için sefih kişilerin suçları (cerâim-i meʼlûfe) ve kötü fiilleri insanlar arasında teşhir ve aşağılanarak bu tür kötülükleri yapmaktan alıkoyabilir. Kadılar ise suç ve suçlular kesin olarak ortaya çıktıktan sonra hüküm verebilir.


D-TE’DİBİ GEREKTİREN SUÇLARDA SİYASET VE KADILARIN HÜKÜM TE’SİSİ


  1. Toplum içerisinde dürüst bir kişi olarak bilinen kimselere yönelecek bir ithamdan dolayı onları cezalandırmak uygun olmaz. Belki bu tür dürüst kimselerin onurlarının korunması için uygun olmayan sözler, iftiralar ve saldırılardan onu korumak icap eder. Hatta onlara iftiraya cesaret eden sefih kimseleri cezalandırmak uygun olur.

  2. Hırsızlık, yol kesicilik, haksız yere adam öldürmek veya zinaya bulaşmak gibi büyük suçlar isnadıyla suçlananlar hakkında derin araştırmalar yapılmalı ve yakalandıklarında tevbe edinceye kadar dövme ve benzeri yöntemler uygulanmadan hapsedilmeleri gerekir.

  3. Zanlı durumunda bulunan kimse hem kadı hem de vali katında iyi mi ve kötü mü bilinmiyorsa araştırılıp durumu ortaya çıkana kadar hapsedilir. Çünkü İslam âlimlerinin görüşüne göre kadının da valinin de zanlıyı hapsetmesi gerekir.


E-TAʻZÎR
Mütercim, hadd cezalarından ayrı olarak uygulanan ve önem bir bölüm olan taʻzir bahsini konunun siyaset kavramının dışında olması ve bütün fıkıh kitaplarında genişçe ele alınmış olması beyanıyla ve terceme etmediğini ifade etmiştir.
F-RÜŞVET
Sözlük anlamıyla rüşvet, bir kimesneye yaptığı iş karşılığında verilen ücrete denir. Örfte ve terminolojide Kur’an ve sünnet icmâ-i ümmet ile haram olduğu sabit olan özel bir eylemdir. Bir kimse elde etmek istediği şeye ulaşmak için haksız yere vermiş olduğu şeydir. Böyle olunca kişinin hak etmediği bir amaca ulaşabilmek için hukuka aykırı olarak vereceği herhangi bir şeyi hediye olarak adlandırmak doğru olmaz.
Hediye üç kısımdır:

  1. Sevap veya dostluk kazanmak amacıyla akrabaya, dostlara ve sâlih kimselere bağışlananlar;

  2. Hâkimlere ve valilere bağışlanan şeyler ki bunlar rüşvet renkli hediye denilmelidir. Çünkü hediyeler onlarla yakınlaşmak için verilir. Hediyeyi alan kişi bu yolla hediye veren hakkında kendisinde bir yakınlık duymasını sağlar. Böylece hediye verenin amacı birileri için tasarladığı zulüm niyetini gerçekleştirmek veya bu yetki sahiplerinden ileride bir menfaat sağlamaktır. Alınması haram olanın verilmesi de haramdır kuralına uygun olarak hareket edilmelidir. Zira “rüşveti alan da veren de ateştedir hadis-i şerifi bu konuda belirleyicidir.

  3. Sadece kendinden zulmü kaldırmak için veya başkasına zarar vermek amacı olmadan kendisi için bir yarar elde etmek amacıyla verilen hediyeler bir başka kısmı oluşturur. Alan için bu hediye haram ise de veren için bu kapsamın dışında tutulmalıdır. Çünkü zalim birisinin bir kimseye kötülük yapma niyeti ortaya çıkınca o kişinin kötülüğü önlemek için zulmedene bazı şeyler vermesi caiz görülebilir.


KAYNAKÇA
AKGÜNDÜZ, Ahmet. Osmanlı Kanunnameleri ve Hukuki Tahlilleri, C.4, İstanbul 1992.

AKYÜZ, Vecdi. Vecdi Akyüz, “Müslüman Türk Devletlerinde Dîvân-ı Mezâlim Kurumu”, Yeni Türkiye Dergisi Türkler Özel Sayısı, C. 5, Ankara, 2002.

İbn Teymiye, Siyaset (es-Siyasetü’ş-Şerʻiyye) Ter. Vecdi Akyüz, Dergâh Yayınları, İstanbul, 1996.

KÖPRÜLÜ, M. Fuat. İslam Medeniyeti Tarihi (İzahlar, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara,1973

KÖYMEN, Mehmet Altay Selçuklu Devri Türk Tarihi Araştırmaları II, Tarih Araştırmaları Dergisi, Sayı2-3, Ankara Üniversitesi Basımevi, 1966.

LEVEND, Agâh Sırrı. Siyaset-Nâmeler, Türk Dili Araştırmaları Yıllığı, Belleten, Ankara,1962.

Mehmet Arif, Siyaset-i Şeriyye Tercemesi, İstanbul, 1275(1858).

MUMCU, Ahmet. Osmanlı Devletinde Siyaseten Katl, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Yayınları, Ankara, 1963

NİZAMÜLMÜLK, Siyâset-Nâme, Haz: M. Altay Köymen Türk Tarih Kurumu, Ankara, 2013, YENİÇERİ, Celal. Mezalim, Diyanet İslam Ansiklopedisi, C.29, İstanbul, 2004.

YÜCEL, Doğuhan Murat. http://www.dmy.info/siyaset-nedir





1* Yrd. Doç. Kırıkkale Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi

 Doğuhan Murat Yücel, http://www.dmy.info/siyaset-nedir

2 Mehmet Arif, Siyaset-i Şeriyye Tercemesi, s.5. Bu eserin Arapçası ve tercemesi ile ilgili olarak bkz. Ahmet Akgündüz, Osmanlı Kanunnameleri ve Hukuki Tahlilleri, C.4, s.122-173, İstanbul 1992.

3 Agah Sırrı Levend, Siyaset-Nâmeler, Türk Dili Araştırmaları Yıllığı, Belleten, Ankara,1962, s.167, http://www.tdk.gov.tr/images/css/TDA/1962/1962_9_Levend.pdf .

4 Levend a.g.m., s.168.

5 Levend, a.g.m., s. 168

6 Nizamülmülk, a.g.e.s.24.

7 Celal Yeniçeri, Mezalim, Diyanet İslam Ansiklopedisi, C.29,s, 516-518, İstanbul, 2004.

8 Vecdi Akyüz, “Müslüman Türk Devletlerinde Dîvân-ı Mezâlim Kurumu”, Yeni Türkiye Dergisi Türkler Özel Sayısı, C. 5 s. 214, Ankara, 2002

9 Akyüz, a.g.m s.214; Nizamülmülk, Siyâset-Nâme, Haz: M. Altay Köymen Türk Tarih Kurumu, Ankara, 2013, s.93.

10 Bu görevlinin atanması ile ilgili olarak Akyüz, “Sahibu'l-Mezâlim'in tayini Sicil, Mersûm veya Ahd denilen belge ile olur. Söz konusu belge, büyük camide halka okunarak, sahibu'l-mezâlim'in tayini halka duyurulur. Bu tayin belgesinde, sahibu'l-mezâlim'in görev ve yetki alanı açıkça belirtilir, bazı usul kaideleri konusunda tavsiyelerde bulunulur.” Açıklamasını yapmaktadır. a.g.e s.11 (Kalkaşandî ve Makrizî’den naklen)

11 Akyüz, a.g.m., s. 217 vd.

12 Nizamülmülk, a.g.e. s.10, Mehmet Altay Köymen, Selçuklu Devri Türk Tarihi Araştırmaları II, Tarih Araştırmaları Dergisi, Sayı2-3, s. 312, Ankara Üniversitesi Basımevi, 1966.

13 Köymen Selçuklu, s.319

14 Akyüz, a.g.m. s.222.

15 Ahmet Mumcu, Osmanlı Devletinde Siyaseten Katl, s.103, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Yayınları, Ankara, 1963

16 Yeniçeri, a.g.m. s.517

17 Bu konuyla ilgili daha detaylı bilgi için bkz. Prof. Dr. M. Fuat Köprülü, İslam Medeniyeti Tarihi (İzahlar) s.114-127, Türk Tarih Kurumu basımevi, Ankara,1973.

18 Mehmet Arif A.g.e. s.5-6.

19Mehmet Arif A.g.e. s.7.

20 Şeyhülislam Mehmet Arif Efendinin eserinin baş tarafında kaleme alınan şekliyle şöyledir: Osmanlı âlimlerinden. Yüz altıncı Osmanlı şeyhülislâmıdır. İsmi Mehmed Ârif olup, Kazasker Meşreb Ali Efendi’nin torunu, Müderris Şâtır-zâde Emîn Efendi’nin oğludur. Dedesinin ismine izafeten “Meşreb-zâde” diye bilinir. 1206/1791 senesinde İstanbul’da doğdu. Çankırılı Abdullah Efendi ve Büyük Emin Efendi’den aklî ve naklî ilimleri tahsil etti. İlim ve marifette yüksek dereceye ulaştıktan sonra, Şeyhülislâm Çelebi-zâde Zeynelâbidîn Efendi’nin başkanlığındaki heyet tarafından yapılan imtihanda başarı gösterip, 1232/1816 senesinde müderris oldu. Hâriç rütbesiyle müderrisler arasına girdi. Aynı sene içinde Şeyhülislâm Sıddîkî-zâde Ahmed Reşid Efendi’nin kızıyla evlendi. 1236/1820 senesinde Ölen kimsenin geride bıraktığı tereklerin kassâmlığı ve evkaf müfettişliğine getirildi. 1245/1829 senesinde nüfus sayımı göreviyle Rumeli’ye gönderildi. Yaptığı bu görevlerde ve ilmiye mesleğinde üstün başarılar gösterdiğinden, 1251/1835 senesinde Galata kadılığına atandı. Câmi-ül-İcâreteyn adlı esere açıklamalar ve bazı sahih bilgiler ilâve ederek, Sultan 2. Mahmut ‘a sundu. Bunun üzerine Mekke-i Mükerreme pâyesiyle ödüllendirildi. Fıkıh ilmindeki üstün seviyesi sayesinde. 1253/1837 senesinde fetvâ eminliğine getirildi. 1254/1838 senesinde İstanbul kadılığı payesine ulaştı. Bir yıl sonra Kudüs’te ortaya çıkan Kamâme Kilisesi meselesini tahkik edip soruşturmak için Kudüs’e gönderildi. İstanbul’a dönüşünde, 1256/1840 senesinde kendisine Anadolu payesi verildi. Bu sırada fetva eminliğinden ayrılıp, Anadolu’ya müfettiş olarak gönderildi. İstanbul’a dönüşünde 1259/1843 senesinde tekrar fetva eminliğine getirildi. Aynı sene içinde Âsım Efendi’nin isteği üzerine Bursalı Dede Efendi’nin “Siyâset-nâme” adlı eserini Türkçeye tercüme etti. 1262/1845 senesinde Meclis-i Vâlây-ı Ahkâm-ı Adliyye üyeliğine getirildi. 1263/1846 senesinde Anadolu kazaskerliğine, 1268/1851 senesinde Rumeli kazaskerliğine yükseldi. Bu sırada Şeyhülislâm Ârif Hikmet Bey’in isteği üzerine, yetim mallarının korunması için bir müdürlük kurdu. 1270/1854 senesinde Ârif Hikmet Bey’in ayrılmasıyla boşalan şeyhülislâmlık görevine getirildi. 4 yıl 9 ay 7 gün süren bu görevi sırasında, kadıların sosyal ve mali durumlarını düzeltmeye çalıştı. Kadı yetiştirmek için Süleymaniye’de, Hukuk Fakültesi’nin temelini oluşturan Muallim-hâne-i Nüvvâb (Nâiblik mektebini) kurdu. Şeyhülislâmlık görevindeyken 1270/1853 senesinde İstanbul’da vefat etti. Edirnekapı dışında Mustafa Paşa Dergâhı bahçesinde defnedildi.

21 Ahmet Akgündüz Bursalı DedeCöngî ’nin biyografisini Diyanet İslam Ansiklopedisinde şöyle ifade etmektedir: “Bir İslam hukumkçusu olan Dede Efendi, Dede Halîfe ve Kara Dede lakaplarıyla da tanınır. X/XVI. yüzyılın başında Amasya’nın Sonusa (Uluköy) köyünde doğdu. 920/1514 yılına kadar deri tabaklama işiyle uğraştıktan sonra ilim tahsiline başladı. Hanefî fıkhı, tefsir ve Arap edebiyatı sahalarında uzmanlaştı. 935’te (1528-29) mülâzım olarak göreve başladığı Bursa Bayezid Paşa Medresesi’nde daha sonra müderrisliğe yükseldi. Tire Kara Kadı Medresesi ve Merzifon Sultâniyesi’nde devam ettirdiği bu görevinin ardından 950’de (1543) Diyarbekir, iki yıl sonra da Halep Hüsrev Paşa medreselerinde müftü ve müderris oldu. 957/1550 yılında Süleymâniyye-i İznik pâyesiyle taltif edildi; Rebîülâhir 965’te (Şubat 1558) Kefe müftülüğüne getirildi. Cemâziyelâhir 971’de (Ocak 1564) hakkında verilen azil kararı daha sonra geri alınan Dede Cöngî, yaşlılık sebebiyle istifasını sunduğu 972 Zilhiccesine (Temmuz 1565) kadar bu son görevinde kaldı. Ömrünün geri kalan devresini inziva halinde geçirdiği Bursa’da vefat etti.”

22 Ayrıca Dede Cöngi hakkında Bilkent Üniversitesi’nde Zeynep Gül Erel tarafından Dede Cöngi’s Risâletü’s-Siyâseti’ş-Şer’iyye: A Context Analysıs Through Its Translatıons In The Sıxteenth And The Nıneteenth Centurıes adıyla yayınlanmamış bir yüksek lisans tezi bulunmaktadır.( http://www.thesis.bilkent.edu.tr/0006740.pdf). Ayrıca Murat Erten’in "Dede Cöngî Siyâsetnâme'sinde Kâdının ve Vâlinin Siyâsal Görevleri: Hukuk-Siyâset İlişkisi Üzerine bir Karşılaştırma", adlı makalesi Gümüşane Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisinde yayınlanmıştır. (4/2015, s.165-189, 2015 )

23 İbn Teymiye, Siyaset (es-Siyasetü’ş-Şerʻiyye) Ter. Vecdi Akyüz, s.86-87, Dergâh Yayınları, İstanbul, 1996.

Yüklə 90,65 Kb.

Dostları ilə paylaş:




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin