Türkiye Günlüğü Yaz 2004



Yüklə 345,12 Kb.
səhifə1/5
tarix26.08.2018
ölçüsü345,12 Kb.
#75114
  1   2   3   4   5




Kararsız ve topal bir küresel dönüşüm sürecinde dünya konjonktürü: 2004, ekonomi ve siyaset
Yahya Sezai Tezel
1. Giriş
Dünya siyasi ve iktisadi tarihinin karmaşık ve kimilerine göre uluslararası iliksiler açısından esaslı değişikliklere gebe bir döneminden geçmekteyiz. Bolşevizmin Orta ve Doğu Avrupa ve Rusya’da çökmesinden sonra, askeri güç dağılımının yapısında, dünya tarihinde belki de hiç görülmemiş bir simetrisizlik ortaya çıktı. Bugün Amerika Birleşik Devletleri, dünya toplam askeri harcamalarının % 40 ile 50’sini yapmaktadır. Amerika’nın askeri harcamaları AB ülkelerinin toplamının iki katından fazladır.1 Amerikalılar uzayda, havada, denizde, deniz altında ve karada tartışmasız savaş teknolojileri üstünlüğüne sahiptir. ABD, “kıymet-i harbiye”si olan ölçeklerde insan, silah ve materyal kaynağı, kısa süreler içinde, deniz aşırı uzak mesafelere kaydırarak dünyanın herhangi bir yerine müdahale etme imkânına sahip tek devlettir. ABD’nin bu askeri gücünün altında ciddi bir iktisadi zemin yatmaktadır. Son genişlemeden sonra AB’nin Gayri Safi Milli Hasılası ABD’ninkini geçse de, ABD hala dünyanın en büyük bütünleşik piyasasına sahiptir.
Amerika’nın siyasi kadroları bu asimetrik güç yoğunlaşmasının, elbetteki farkındadır. Sovyet askeri tehdidinin ortadan kalkması ve Çin’in iktisadi büyümesini, Amerikan, Japon ve Avrupa sermayesinin ve uluslararası kapitalist dünya piyasasının fırsatlarını kullanarak sağlama kararını almasından bu yana, Amerikan siyasi kadroları içinde bazı çevreler, ABD federal devletinin, isterse, dilediği “politika”yı, ciddi bir karşı koyma ile karşılaşmadan bütün dünyada uygulayabileceği, Amerika’nın gücünün buna yetebileceği, bunun bir “Amerikan siyasi iradesi” meselesi olduğu sanısına dayanan bir “dünya” içinde yaşamağa başlamışlardır. Bu görüş muhafazakarlar arasında özellikle revaçtadır. Ama muhafazakarları aşmaktadır. Çok sayıda Demokrat politikacı yada entelektüel de böyle bir “dünya” içinde yaşamaktadır. Bu bakış açısı, o kadar “sıkıntı”sız, “utanma”sız tasarımlanabilmektedir ki, ABD’nin en önemli siyasi entelektüel platformlarından biri olan Foreign Affairs’in Temmuz-Ağustos 2004 sayısında yayınlanan bir “akademik” (!) makalede, açık açık, Roma İmparatorluğu ve Britanya İmparatorluğu dönemlerinde dünya ve Roma, yada dünya ve Britanya ilişkilerinin eklemleşmesi ile bugünkü ‘dünya’ ve bugünkü ‘ABD’ ilişkilerinin eklemleşmesi arasında paralellikler, benzerlik ve farklar “analiz” edilmekte, ABD’nin “imparatorluk-vari” hegemonyasının etkili bir şekilde sürdürülmesi için, Roma ve Britanya İmparatorluklarının tarihinden dersler çıkartılmaktadır.2
Ne var ki, ABD’nin günümüz dünyasındaki fiili hegemonyacı durumunun kurumsallaştırılması oldukça zor bir proje gibi görünmektedir. Bir kere, böyle bir kurumsallaştırma ABD’nin kendi içindeki siyasi sistemin, seçmen çoğunluğunun rızasını gerektirir. Ama, ABD’nin giderek kendi içinde bütünlüğü zayıflamakta olan seçmen kitlelerinin3, bir dünya imparatorluğunun gerektireceği insani ve materyal maliyete sürekli olarak katlanmayı dünyanın normal hali olarak kabul etmesi ihtimali zayıftır. İkinci olarak, genişlemiş Avrupa Birliği, bugün için askeri zayıflığına rağmen, ABD’yi dengeleyebilecek ağırlıkta bir ekonomik ve finansal güçtür. Orta vadede, ABD’nin yaptığı askeri harcamayı yapabilecek reel iktisadi parametreler matrisi Avrupa’da vardır. Üçüncü olarak, Çin ve Hindistan, büyükçe ekonomiler, kalabalık nüfusları yanında hızla büyümekte olan ekonomileri ile, küresel yönetim (governance) oyununda yer almak isteyen devlet yapılarına sahiptir. Ve tabi dünyanın ikinci büyük ulusal devlet ekonomisine sahip Japonya da, Çin ve Hindistan yanında, Asya Pasifik dünyasının, küresel siyasi ve iktisadi kararlardaki ağırlığını hissettirmek istemektedir. Hala nükleer gücü ile ABD’nin eşiti rolü sayesinde, bütün öteki büyük oyunculardan farklı olan Rusya ise, elindeki büyük fosil yakıt rezervleri ve iyi eğitilmiş nüfusu ile küresel yönetim oyununun bir diğer önemli aktörüdür. Son olarak, “imparatorluk”lar kaba güce dayansalar da, bir “evrensel uygarlık ve barış” paradigması ile üstünde durabilecekleri bir meşruiyet zemini üretmeğe çalışmışlardır. Ne var ki, ABD’nin böyle bir “evrensel uygarlık ve barış” paradigmasını üretmesi olanağı yoktur. Aksine, ABD, bolşevizmin çökmesinden sonra fiili olarak kendini bir ucunda bulduğu fiili güç simetrisizliğine rağmen, büyük ölçüde bu simetrisizliğin tahrik ettiği, karşısına çıkan büyüyen bir “red”, hatta “nefret” seli önünde esas olarak çaresizdir.
Sovyetler Birliğinin dağılmasından sonraki yaklaşık yirmi yıllık “uzun dönem”deki değişmeler ve yeni yapılanmaları tahrik eden kararsızlık süreçleri, böylece, ABD’nin simetrisiz bir güçlülük konumunda kalması meselesi etrafında dönmüştür denebilir. Bu arada, 11 Eylül olayı ve bu olayın bütün dünyanın gündemine oturttuğu El Kaide meselesi, uzun dönem süreçlerini hızlandıran ve vurgulayan bir konjonktür de yaratmıştır. Bu konjonktür, gerçekten de, 11 Eylül’ün hemen ertesinde Almanya Şansölyesi Schroeder’e “dünya artık bir daha asla eskisi gibi olmayacak” dedirtecek kadar önemlidir. Ama konjonktürün ardında yatan ve yeni yapılanmaları zorlayan uzun dönemli karasızlık süreçleri göz ardı edilmemelidir.
Sonuna yaklaştığımız 2004 yılı, 11 Eylül konjonktürünün, ABD başkanlık seçimi nedeni ile bütün dünya açısından, AB’nin üyelik müzakerelerini başlatma tarihi vermesi yada vermemesi nedeni ile Türkiye açısından önemli bir yol sapağı içerdiği için de heyecan verici bir yıldır. Ben bu yazımda, özellikle küreselleşmenin iktisadi boyutları üstünde duracağım. Önümüzdeki sapaktan sapılabilecek yollar konusunda zihinlerimizi heyecan verici bir şekilde uğraştıran soruları sorgulamamızı destekleyebilecek, okuyucunun kendisi için düşünmesine yardımcı olabilecek bazı analitik bilgileri, tespitleri ve yorumları sunacağım.
2. Küreselleşme ve “dünya”ya realist bakış meselesi
Küresel ölçekteki oluşum, değişme ve kararsızlık süreçleri, Türkiye gibi ekonomisi ve askeri gücü mütevazı ama coğrafya açısından “büyük” ülkelere bakıldığında, yada bu ülkelerden dünyaya bakıldığında, bu ülkelerin yakın geleceğinde izlenecek güzergah, sapak kavşakları, seçilecek alternatif çıkış yolları yada girilecek çıkmazlarla ilgili spekülatif düşüncelerimiz açısından da önemlidir.
Küreselleşme süreçleri öyle bir dünya yaratmıştır ki, Kuzey Kore gibi “uyruklarını” elektriksizlikten karanlığa ve soğuğa, ekmeksizlikten ota ve köke mahkum eden devletlerin izinden gitmeyi göze almadıkça4, “kendi kaderini kendi belirleyen toplum, millet, devlet” olmaya kalkarak siyaset yapmak seçeneği, ülkelerin, ulusların, devletlerin gündeminden çıkmış gibidir. “Tam bağımsız” bir ulus olma fikri, artık olsa olsa ancak sanal bir gerçekliğe tekabül etmektedir. Egemen güç olduğundan söz edilen ABD dahil, uluslararası iktisadi bütünleşme süreçlerine kapılmış giden hiçbir toplum, millet, devlet, kendi kaderini tek başına kendisi belirleyememektedir.
Bugünün dünyasında, toplumların, milletlerin, devletlerin kaderleri, kısmen kendi içlerinde olup biten süreçlerle, içerde alınan yada alınmayan, alınamayan kararlarla, kısmen de dışarıda olup biter süreçlerle, dünyanın geri kalan kısımlarında alınan yada alınmayan, alınamayan kararlarla belirlenmektedir. Mesela 2004 Amerikan başkanlık seçimleri, sadece Amerika’nın tarihini değil bütün dünyanın tarihini etkileyecektir. Aynı şekilde, AB’nin Türkiye’ye üyelik için tarih vermesi yada vermemesi sadece AB’nin yada Türkiye’nin tarihini değil, bütün dünyanın tarihini etkileyecektir. Burada ülkeler arasındaki fark, kimilerinin kendi kaderlerini kendilerinin belirlemesi, kimilerinin de kaderlerinin dışardan belirlenmesi değildir. Fark, her bir ülkenin, ulus devletin durumunda, bu karşılıklı etkileşme süreçlerinde dışarıdaki dünyayı etkileme ile dışarıdaki dünyadan etkilenmenin birbirine göre ve öteki bir devlete göre farklı ağırlıkta olmasıdır. Örnek vermek gerekirse, mesela İzlanda’da gelecek genel seçimlerin sonucunun dünyanın geri kalan kısmı üstündeki etkisi yok sayılacak kadar önemsiz olacaktır denebilir. Buna karşılık Çin Komünist Partisi’nin, kırk yıllık bir ütopyacı maceradan sonra, ülkeyi yabancı doğrudan yatırımlara ve ticarete açarak kalkındırma kararını alması, bazı Türk “sosyal” (“sosyal-ist”?) bilimcilerinin, insanlığı, merkezi planlamacı kolektivist modelin kurtaracağına dair “iman”larını sarsmamış gibi görünse de, bütün dünyayı büyük ölçüde etkilemiştir.
Buradan giderek, içinde yaşadığımız dünyanın, dünyanın geride kalanını fazla etkileyecek bir ölçeğe sahip olmayan bir ulus devletin içinden bakanlar açısından, kaderlerinin iradeleri dışında belirlendiği, başlarına gelenlere teslim olmaktan başka seçenekleri kalmadığı bir dünya haline geldiğini öne sürmek istemiyorum. Tam aksine, bu karşılıklı etkileşmeler ve bağımlılıklar matrisindeki oluşumlar, her bir bölgesinde olan biteninin, alınan ve alınmayan kararların toplamsallığı içinde şekillendiği süreçler olarak tecelli etmektedir. Aynen bir genel seçimdeki nedensellik ve belirlenme süreci gibi. Bir genel seçimde sonuç hem adeta benim oyuma bağlıdır; hem de adeta benim oyumdan bağımsız bir şekilde belirlenir. Bugünkü giderek artan bir şekilde küreselleşmekte olan dünya bütünselliği içinde de, süreçler, hem her bir ulusal devlet ölçeğinden adeta bağımsızdır, hem de, aynı zamanda, her bir ulusal devlet ölçeğinde olan bitene bağlı olarak belirlenir. Yanlış olan dünya tasarımı, bizi, alacağımız yada almayacağımız kararların etkilerinin, büyük bir kısmı bizim irademiz ve etki alanımızın dışında kalan süreçlerle çevrelendiğini, başımıza gelecekler üstündeki kontrolümüzün, önümüzdeki imkan ve imkansızlık çerçeveleri içinde sınırlandığını görmemizi engelleyen dünya tasarımlarıdır.
Ülkeler, toplumlar, milletlerde olan bitenler elbetteki bu ülkelerin, toplumların, milletlerin insanlarını ilgilendirmektedir. Elbetteki siyaset bitmemiştir. Başımıza gelecekler, alacağımız yada almayacağımız kararlardan etkileneceği için, başımıza iyi şeylerin gelmesi ve kötü şeylerin gelmemesi için, doğru kararları almamız, yanlış kararları almamamız meselesi hayati önemini sürdürmektedir. Ama, bu sorumluluğu, realist bir dünya tasarımı içinde taşımamız gerekmektedir. Yani dünyanın değişmesinin büyüt dalgaları ve ritimlerini bilmemiz, büyük riskleri fark etmemiz, nelerin tercihlerimizin etkileme imkan aralığı içinde, nelerin dışında kaldığını görmemiz gerekmektedir.
Türkiye’deki entelektüel ortamın, bir ucunda Marksist öteki ucunda dinci ütopyacılarımızın bulunduğu Türk diplomalılar kültürünün bana göre en önemli ortak özelliği, realizm zaafıdır. Realizm eğer, dünyaya, “işte orda bir dünya var; benden önce de vardı benden sonra da var olacak; ben istesem de istemesem de, bana göre olması gereken haliyle değil, her nasılsa olduğu haliyle var” diyerek bakmak ise, Türk diplomalılarının “kahır ekseriyeti”nin, en yumuşak ifadeyle söylemek gerekirse, bu tavrı sevmemeleri, Türkiye’de siyasi kültürü, dünyada ve Türkiye’de olan bitenlerle ilgili tartışmaları etkilemektedir.
2004 yılı içinden bakıldığında “hızlanıyor” gibi görünen dünya tarihinin Türkiye’yi nasıl etkileyeceği meselesini tartışmak için, bir yanda dünyadaki karşılıklı bağımlılıklar etkileşmeler matrisini görmeğe çalışmamız, öte yanda da sür-realist “okumuşluk” zaaflarımızı frenlememiz gerekmektir. Eğer içinde yaşadığımız dünya gerçekliği, bir karşılıklı bağımlılıklar, karşılıklı etkileşmeler matrisine dönüşmüş bir gerçeklik ise, bu matrisini fark etmemiz, bu süreçler içinde oradan oraya “sürüklenme”yi, bir yerden bir yere “gitme”ye dönüştürme gücümüzü önemli ölçüde arttıracaktır.
Ama bunu başarabilmemiz otomatiğe bağlanmış bir süreç değildir. Zihinsel algoritmalarımızda adeta psiko-analitik sorgulamalar ve gözden geçirmeler gerektirebilir. İnsanların, kendi zamansallıklarında5 oluşan esaslı değişiklikleri algılama ve tasarlama yetenekleri sınırlıdır. Hume, bunun sadece bir konvansiyon olduğunu göstermiş olsa da, yarının dün gibi olacağını düşünerek yaşamaya adeta genetik olarak programlanmış gibiyizdir.6
Dünyanın nizamı, çok kere, hiç değişmeden devam ediyormuş gibi görünür. Bugüne kadar yaşamış ve yaşamakta olan bütün kültürlerde, yaşanmış ve yaşanmakta olan bütün insan ömürlerinin toplamsallığı anlamında birikimli insan tecrübesi içinde, kıyamet gününü andıran alt üst olmalar insanın varoluş koşullarının normal hali budur dedirtecek bir yoğunluk oluşturmaz.
Ama dönem dönem, yer yer, hayat, içinde yaşayan insanları hallacın pamuğu atması gibi sağa sola dağıtabilir. İnsanlar bazen, içinde yüz binlercesinin, milyonlarcasının yok olduğu ve onlara nizam-ı alem çöktü gibi görünen süreçlere tanık olurlar. İspanyol istilası karşısında Aztek, İnka dünyaları, Arap istilaları karşısında Sasani ve Bizans dünyaları, Alman faşizmi karşısında Avrupa Yahudi dünyası, Aztek, İnka, Sasani, Bizanslı ve Yahudilere kıyamet-vari yok oluş dünyaları gibi görünmüştür.
Bazen de, yüzyıllar boyunca dünyanın temel düzeni olarak hep devam edecekmiş sanılan ‘nizam’lar bir iki kuşağın ömür aralığı içinde dağılır, kaybolur. Ama içinde yaşamış olan insanlar bu dağılmadan sonra da yaşamaya devam ederler. Beşinci yüzyılda Roma dünyası, Yirminci Yüzyılın sonlarında Sovyetler dünyası gibi.
Bazen da esastan değişmeler, öyle bir tedricilik ve süreklilik içinde olur, değişmelere öyle devamlılıklar eşlik eder ki, insan, hep aynı dünyada yaşadığını sana sana kendini içine doğduğundan adeta tamamen farklı bir yeni dünya içinde bulur.7 Çok kere de, yaşamasını, bu esasta değişmiş yeni dünyayı fark etmeden eski dünyasında yaşıyormuş gibi “sanarak” sürdürür ve tamamlar.
Esasta değişmelerin olduğu süreçlerde, günlük hayatımızı paradoksal bir şekilde hep ‘aynı dünya’da yaşarız. Belki fizyolojik kuruluşumuzdan kaynaklanan ‘yarın da dün gibi olacaktır’ı düşünme alışkanlığımız’a8, esastan değişmeleri inkar pahasına da olsa, muhtaç olduğumuz için.
Ne var ki, dünyamızın “nizamı” ve ‘nomos’u esasta değişmiş ise, bunu tespit etmemizin, nasıl bir dünyanın bizi bekliyor olabileceği konusunda akıl yürütebilmemizin, geleceğe “akıl”la, bilgisel bir zeminde bakabilmemizin bir ön koşulu olduğunu vurgulamak istiyorum. Geçmişin kategorileri ve analitik örgüleri ile şekillenmiş, şartlanmış bir “zihinsel” gözlük ile geleceğe bakmaya çalışıyorsak, geleceği “görme” şansımız muhtemelen olmayacaktır.
3. Küreselleşme: yan yana ama ayrı ayrı yaşanılan parçalanmış dünyadan karşılıklı bağımlılık ağı üstünde birlikte yaşanılan ‘bütünleşik tek dünya’ya geçiş
“Tarih” fikrimiz de yukarıdaki meseleden etkilenir. Biz tarihi, binlerce yıl geriye giden bir öykü gibi düşünmeye koşullanmışızdır. Homo sapiens sapiens’lerin başlarına gelenleri ve yaptıklarını yazı ile kaydetmeye ve aktarmaya başlamalarından bu yana geçen beş bin beş yüz yıl içinde, mesela Peygamberin İslamiyet’i yayması ve onu izleyen birkaç kuşaklık zaman içinde Arapların bir büyük ‘dünya imparatorluğu’ oluşturmaları, Kanuni’nin Osmanlı İmparatorluğunun sınırlarını Viyana’ya dayandırması, Fransız devrimi, Mustafa Kemal ve arkadaşlarının Türkiye Cumhuriyetini kurmaları, bize hep ‘aynı dünya’da meydana gelmiş gibi görünür. Halbuki, ‘insanın küresel macerası’nın içinde yaşandığı dünya son iki yüz yıl içinde çok büyük ölçüde değişmiştir. Bu değişme, insan kültürlerinin değişme ritminin, önceki bin yıllar ve yüzyıllara göre çok hızlanması biçiminde de ifade edilebilir.
Milatla Fransız devrimi arasında geçen yaklaşık 1800 yıl içinde dünya nüfusu sadece bir kat artmıştı. Yani dünya nüfusunun ikiye katlanma süresi 1800 yıl idi. Bu süre 20. yüzyıl sonlarında bir ara yaklaşık 30 yıla düştü. Yada dünya nüfusunun artışı 60 kat hızlandı. Baş döndürücü bir nüfus artışı, bir yanda materyal kaynak kullanma anlamında yer küresini tüketmede, öte yanda farklı kültürlerin, özellikle ekonomilerinin karşılıklı olarak bağımlı hale gelmelerinde, daha önceki insan tecrübeleri içinden hayal dahi edilemeyecek ölçek, mahiyet, ortam ve ritim değişmeleriyle birlikte oluştu.
1800’lerin başları ile 1900’lerin sonları arasındaki iki yüz yıl içinde, dünya nüfusu 5 kat, dünya hasılası (sabit fiyatlarla) 40 kat, ve kültürlerin karşılıklı bağımlılığının belki de en önemli göstergesi olan uluslararası mal ticareti (sabit fiyatlarla toplam ihracat) 540 kat arttı.
‘Yeni bir dünya’ yaratan bu ‘büyük dönüşüm’ün ardındaki temel sebep, önce Avrupa’da başlayan ve ‘birey’in ‘varlık hakları’nı tanıyan, ve sadece öteki bireylere ve birey gruplarına karşı değil, devlete ve dini ve siyasi güç yapılarına karşı da koruyan yeni bir kurumsal matrisin9 ortaya çıkmasıydı. Bu süreç bilimsel ve felsefi bilgi devrimini ve bu bilgi devrimi ile etkileşen teknoloji devrimini mümkün kıldı. Kolaylaştırdı. Hızlandırdı. Bugün bu dönüşümün iktisadi eksenlerini kapitalizm kategorisiyle, siyasi ve hukuki eksenlerini ise, hukuk devleti ve evrensel insan haklarına dayalı çoğulcu demokrasi ile işaret etmekteyiz.
Bu dönüşüm bütün dünyada, Avrupalılar ile, bu dönüşümün oluşmadığı kültürlerde yaşayan insanlar arasında büyük bir askeri, siyasi, iktisadi güç dengesizliğine yol açtı. Portekizliler, Hollandalılar, İngilizler gibi bu dönüşüme öncülük eden Avrupalılar, insanlık tarihinde ilk kez bütün dünyaya eriştiler. ‘Yeni’ gemileri, bilgileri, teknikleri, silah ve aletleri ile dünyanın en ücra köşelerine, kutuplara dahi gidip, deniz aşırı hegemonya alanları oluşturdular. Bir iki milyon insanın yaşadığı Portekiz ve Hollanda’dan yola çıkan tacir/asker/korsanların gemileriyle gidip Amerika’da, Afrika’da, uzak Asya’da ve binlerce yıllık büyük uygarlık ve ‘imparatorlukçu devlet’ geleneklerine sahip Hindistan ve Çin’de, yer yer geniş hakimiyet alanları, yer yer askeri üs de olan ticaret kolonileri kurmaları, Hindistan ve Çin’deki devlet yapılarının bile bu birkaç bin kişilik Avrupalı gruplar karşısında aciz kalması, yeni dünyayı yaratan dinamikleri anlamamız açısından ‘kaçmamamız’ gereken bir öneme sahiptir.
Avrupa’daki siyasi ve iktisadi dönüşümün ilişkili olduğu küresel açılmanın tarihi, ticaret ile talancılık ve sömürgeciliğin iç içe olduğu bir tarihtir. Milyonlarca Afrikalının köle haline getirilip Karayipler’e, Amerika’ya götürülmeleri başta olmak üzere, bu dönemde Avrupalıların yapmadığı ‘rezillik’ kalmamıştır. Bu doğrudur. Ama Avrupalıların her türlü rezilliği yaparak dünyanın geri kalan alanlarında küresel hakimiyet alanları oluşturmalarını mümkün kılan şey, paradoksal bir şekilde, kendi ülkelerinde, insanların varlık haklarını, siyasi, askeri, dini güç odaklarının keyfi müdahalelerine karşı koruyan bir kültürel dönüşümü gerçekleştirmeye başlamış olmalarıdır. Avrupalılar kendi ülkelerinde yağmacı olmaktan uzaklaşabildikleri içindir ki bütün dünyayı, kimsenin karşı koyamadığı bir şekilde yağmalayabildikleri bir bilgi, beceri ve güç ‘üstünlüğü’nü üretebilmişlerdir.10
4. Ulus-devletler arası ilişkileri düzenleyen ‘ulusların uyumu’ modelinin, küreselleşmenin fiili sonuçlarını taşımaya yetmemesi

Hollanda ve İngiltere gibi iktisadi gelişmenin öncülerinde başlayan ve bütün dünyayı iktisadi olarak ‘bütünleştirici’ bir dinamikle etkisi altına alan kapitalizmin, esasta el koymacı bir ‘ruh’la mı yaşadığı, yoksa talancılığın, şiddet kullanmanın, eski kurumsal matrislerden kapitalizme sarkan bir kalıntı olup kapitalizmin merkezi kurumunun barışçı ‘sözleşme’ mi olduğu çok tartışılmış bir konudur. Bu konu, El Kaide’nin 11 Eylül’de Amerika’ya saldırması, Amerika’nın Afganistan ve Irak’ı işgal etmesi ile başlayan ‘yeni dünya konjonktürü’nü tahlil edebilmemiz açısından da önemlidir.


İnsanların, bireyler olarak, kendi bedenlerinin ve moral varlıklarının, ve fiziki ve zihni çalışmaları ile ürettiklerinden oluşan materyal ve materyal olmayan varlıklarının, siyasi, askeri, dini güç odaklarının keyfi müdahaleleri karşısında korunması aksiyomuna dayanan ‘liberal’11 kurumlar matrisinin, gerekli kuruluşlarca ayakta tutulan küresel, yani bütün dünyayı bütünleştiren bir matris haline gelip gelmeyeceği bugün bulunduğumuz noktada belirsizdir.
Ne var ki, gene de belirli olan bir şey vardır. O da, iktisadi ve kültürel küreselleşme sürecinin bugün fiilen geldiği durumun ve kazandığı gelişme ritminin, ulus devletleri aşan (trans-nation states) bir gerçekliğe dönüşmeğe başlamış olmasıdır. Bugüne kadar kendi ülkeleri ve uyrukları üstünde egemen ulus devletlerin arasındaki ilişkilerle yürütülen uluslararası düzen, bu dönüşüm karşısında zorlanmaktadır. Napolyon Savaşları sonrasının ‘ulusların uyumu’ (concert of nations) kurumsal matrisi, ulus devleti aşamayan bir ulus devletler arası ilişkiler sisteminin varabileceği uç sınıra dayanmış, kalmıştır. Bu uç sınırdaki Birleşmiş Milletler kuruluşu ile bile, küreselleşmenin vardığı fiili gerçekliğin gündeme getirdiği meselelerin ele alınmasına da çözülmesine de yetmemektedir. ABD’nin, Sovyetlerin dağılmasından sonra kendini içinde tek güç odağı gibi gördüğü asimetrik güç dağılımı yapısının teşviki ile, adeta bir dünya imparatorluğunun sahibi gibi davranma refleksi göstermesi de, bu ‘ulusların uyumu’ modelinin zorlanmasının bir başka tezahürüdür.
Bush’a, Bush’un etrafındaki İsrail’in kuyruğuna takılmış denebilecek kadar Yahudi ağırlıklı ve İsrail yanlısı Yeni-Muhafazakar (Neo-conservative) Federal devlet kadrosuna, kızıyor, içimizden, çok kere de dışımızdan ‘beddua’ ediyor olabiliriz. Hatta Bush’un İstanbul ziyareti ve Ortaköy’de Galatasaray üniversitesinin ‘satın alınmış’ ev sahipliğini kullanarak yaptığı konuşmadan sonra tepesi atan bir çok eski solcu ama simdilerde ne olduğu pek belli olmayan sanatçı, yazar çizerlerimiz gibi ‘küfür’ ediyor olabiliriz. Gerçekten de Bush yönetimi, Irak’ı, küresel siyasetin birçok önemli oyuncusunu karşısına alarak işgal etti. Dışardan bakıldığında, arkası iyi düşünülmemiş ve şimdilik sadece İsrail ve Siyonist Yahudilerin işine yaradı gibi görünen bu süreç, hem bütün dünyayı ciddi bir belirsizlik ortamına sürükledi, hem de Bush’u desteklesinler desteklemesinler, Amerikalılar ile dünyanın geri kalan uluslarının, halklarının büyük çoğunlukları arasında görülmemiş bir ‘yabancılaşma’ya yol açtı. Ama gene de bu durum bizi yanıltmamalıdır.
Amerika’nın Afganistan’a ve Irak’a adeta tek taraflı müdahalesi, yanlış siyasi tercihlerle ilişkilendirilerek yapılmış ve hatalı uygulanmış bir müdahale olsa da, Bush Kasım 2004’te seçimi kaybederse, Amerikan politikalarında küçümsenmemesi gereken değişiklikler yapılması bekleniyor olsa da, 11 Eylül sonrası gelişmeleri, büyük petrol şirketlerinin ve Siyonistlerin kuklası olan sınırlı zekalı tutucu bir Amerikan Başkanının bütün dünyanın başına getirdiği geçici bir bela gibi görmek, olsa olsa duygusallık ve mütevazı akıllılık yansıtan büyük bir yanılsamadır.
Kanaatimce, bugünkü kısa dönemli kriz konjonktürü, ortaya çıkan küresel kapitalizmin ‘aşil topuğu’nun, evrensel siyasi istikrar-istikrarsızlık meselesi olduğunu açığa çıkarmıştır. Küresel kapitalizmin işleyebilmesi için olmazsa olmaz uluslararası varlık haklarına ve siyasi istikrara esasta zarar vermek ve küreselleşme süreçlerini böylece çökertmek isteyen güçler, ulus-devletlerin arasındaki ‘ulusların uyumu’ paradigması ve pratiği içinde barınabilmiştir. Buna imkan veren de, gene küreselleşme süreçlerinin sonuçlarıdır.
El Kaide’nin ne yapmaya çalıştığını ‘anlama’ya çalışalım. El Kaide, Amerika Birleşik Devletlerinin, ABD’yi kuyruğuna takmış İsrail’in ve ABD’in kuyruğuna takılmış Suudi Krallığı ve benzeri öteki ülkelerin ordularını yenmeye çalışmamaktadır. Bu orduların ait olduğu siyasi, toplumsal düzenin dayandığı iktisadi düzeni, insan, mal, finansal varlık hareketlerini ve kurumlarını çökertmeyi amaçlamaktadır.
Bugün ABD, AB, Japonya, Çin, Rusya, Hindistan, Brezilya ve akla gelebilecek bütün önemlice ülke ekonomilerinin hepsi küresel insan, mal, hizmet ve finansal varlık akımlarının zaman ekseni üstünde kesintiye uğramadan akmasına muhtaçtır. Daha da önemlisi, tüketicilerin, üreticilerin, yatırımcıların, ihracatçıların, ithalatçıların, finansal varlık ödünç verenlerin, finansal varlık ödünç alanların, velhasıl piyasaların bütün aktörlerinin geleceğe güven duymalarının, gelecekte varlık haklarının korunacağına dair bir beklenti içinde olmalarının sağlanmasına muhtaçtır.
Bugün, bütünlüğü sağlayan ilişkiler ağı çökse de, bütünlüğün parçalarının varlıklarını sürdürebileceği bir ülkeler, toplumlar, ekonomiler, devletler “bir aradalığı” yoktur. İktisadi dünya bütünlüğünün işleyişinin sürdürülmesi, en büyüğünden en küçüğüne, her ekonominin, her toplumun bugünkü refah ve kültür düzenini ve düzeyini sürdürebilmesinin ön koşuludur. Ama bu bütünlüğün işleyişinin sürdürülmesi kırılgandır. Bütünlüğün işleyişindeki aksaklıklar, kesintiler çok ciddi küresel krizlere yol açabilir. Yakın tarihte açtığı gibi.
Yüklə 345,12 Kb.

Dostları ilə paylaş:
  1   2   3   4   5




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin