Üçüncü Bölüm
Klasik Sosyologlar
Ders: Çalışma Sosyolojisi
Hedefler
Bu üniteyi çalıştıktan sonra;
Durkheim’ın birey, toplum ve dayanışmaya ilişkin görüşlerini açıklayabilecek
Marx’ın toplum analizini, kapitalizm ve sınıfa yönelik görüşlerini özetleyebilecek
Weber’in rasyonelleşme, bürokrasi, Protestan ahlakı ve kapitalizm arasında kurduğu ilişkiyi açıklayabileceksiniz.
Anahtar Kavramlar
Durkheim Mekanik dayanışma
Weber Organik dayanışma
Marx Anomi
İşbölümü Protestan ahlakı
Toplum Analizi Tabakalaşma
Rasyonelleşme Sınıf
Altyapı ve Üstyapı
Kapitalizm
İçindekiler
3. Klasik Sosyologlar
3.1. Emile Durkheim
3.2. Karl Marx
3.3. Max Weber
3. KLASİK SOSYOLOGLAR
Klasik sosyologlar ünitemizde, klasik dönemde sosyolojinin toplumsal yaşamı analiz etmeye yönelik bağımsız bir disiplin olarak gelişimine katkıda bulunan düşünürlerin temel yaklaşımları ele alınacaktır. Bu doğrultuda klasik sosyologlar olarak adlandırılan Emile Durkheim, Karl Marks ve Max Weber incelenecektir. Sosyolojik düşüncenin gelişimine katkıda bulunan bu dönemin düşünürlerinin büyük bölümü, çalışmalarında oluşum halinde olan ve literatürde modern toplum, modern kapitalizm, endüstri toplumu veya endüstriyel kapitalizm gibi çeşitli şekillerde adlandırılan yeni toplum tipini ekonomik siyasal ve kültürel açıdan analiz etme üzerinde yoğunlaşmışlardır.
3.1. Emile Durkheim (1858-1917)
Hedef: Durkheim’ın birey, toplum ve dayanışmaya ilişkin görüşlerini açıklayabilecek
İlk sosyoloji profesörü olan Durkheim, sosyolojinin bağımsız bir disiplin olarak kurulmasında son derece önemli bir yere sahiptir. Auguste Comte1’un çalışmalarından etkilene Durkheim’ın sosyolojinin birincil ilkesi olan ünlü ilkesi “toplumsal olguları şeyler olarak incele!” idi. Durkheim, bu sözü ile toplum yaşamının doğadaki nesne ya da olaylar kadar çözümlenebileceğini kastetmektedir (Giddens,2008:47).
Durkheim’ın etkilendiği Comte, toplumları anlamak için pozitivist bir sosyal bilimini temeli olarak, sosyolojinin doğa bilimlerinin (özelikle de biyolojinin) yöntemini uygulaması gerektiğini savunmaktadır. Durkheim’ın amacı, sosyolojinin nesnesini ve ona uygun yöntemleri tespit etmektir (Bozkurt,2010:34). Bir bilim dalı olarak sosyolojinin çalışma konusunun ne olduğu ve bunun hangi yöntemle incelenmesi gerektiğine dair yaptığı katkılar, onu sosyolojinin en önemli kurucularından bir olarak kabul edilmesine neden olmuştur. Onun toplum bilimin yöntemi, toplumsal işbölümü, sanayileşme, intihar, din ve ahlâk konuları üzerine yaptığı çalışmalar sosyolojinin gelişiminde çok önemli bir yere sahiptir.
Durkheim’ın sosyolojik yaklaşım ve yöntemi, önemli ölçüde pozitivist bir bilim anlayışını temsil etmektedir. Sosyolojinin sosyal olgularla ilgilendiğini ve doğa bilimleri kendi olgularını nasıl inceliyorlarsa, sosyal olgulara da aynı yöntemlerle yaklaşılabileceğini ifade etmektedir (Bozkurt,2010:34;Şavran vd.,2012:89-90).
Durkheim’e, sosyolojinin esas entelektüel ilgisinin, toplumsal olguların incelenmesi olduğunu ifade etmektedir. Ona göre sosyologlar, sosyolojik yöntemleri bireylerin incelenmesine uygulamak yerine, toplumsal olguları toplum yaşamının, ekonominin durumu ya da dinin etkisi gibi bireyler olarak bizim eylemlerimizi biçimlendiren yönleri incelemelidir. Dolayısıyla, Durkheim’e göre sosyoloji bireysel bilinçle değil, “kolektif bilinç” ile ilgilidir. Kolektif (ortak) bilinç, bir toplumun ortalama üyelerinin ortak inanç ve duygularıdır. Durkheim, toplumların kendi yaşamları olduğuna yani toplumun yalnızca tek tek üyelerinin eylem ve çıkarlarından daha fazla bir şey olduğuna inanmaktadır (Giddens,2008:47;Bozkurt,2010:34).
Durkheim, görünmez ve elle tutulur olmadıkları için toplumsal olguların incelenmesinin zor olduğunu ve toplumsal olguların doğrudan gözlenemediğini ifade etmektedir. Durkheim’e göre, toplumsal olguların gözlemlenmesine ilişkin en temel ilke onları nesnelermiş gibi ele alma gerekliliğidir. Bu ise üç kurala bağlıdır:
Birincisi, bir toplumsal olguyu ele alırken ilk önce her türlü peşin hükümden sistematik olarak kopmak gerekmektedir. Örneğin, devlet, demokrasi, aile gibi olgular hakkında bazı fikir ve duygulara sahip olabiliriz. Aslında bu olgular hakkında karmaşık ve belirsiz bilgilere sahip olduğumuz için onları bir nesne gibi ele almamız gerekmektedir. Bu olguları bilimsel olarak ele almak için ilk fikirlerimizden ve önyargılarımızdan kurtulmamız şarttır.
İkincisi, bir sosyolog mutlaka ele aldığı toplumsal olguyu tanımlamak durumundadır. Durkheim, bunun yanı sıra bu tanıma uyan ve ilişkili olan bütün olgular grubunun araştırmaya istisnasız dâhil edilmesi gerektiğini düşünmektedir. Örneğin, suç olgusunu anlamak istiyorsak ceza olgusunu da araştırma sürecine dâhil etmemiz gerekmektedir.
Üçüncüsü, Durkheim’e göre, toplumsal olguları araştırmaya girişirken bu olguları kendi tekil ve değişken görünümlerinden soyutlayarak incelenmeyi sağlayacak bir bakış açısı benimsenmelidir. Örneğin, aile konusu incelenmeye başlanırken onu farklı aile türleriyle karıştırmamak için nesnel bir ölçüt olarak ailenin hukukça düzenlenmiş yapısı veya miras hukuku referans alınabilir (Şavran vd.,2012:91).
Durkheim’a göre, toplumsal bir olgunun açıklanmasının temel ilkesi şudur: Bir toplumsal olgunun nedeni ancak başka bir toplumsal olguda aranmalıdır. Durkheim, yaşamı boyunca toplumu dönüştüren değişmelerle ilgilenmiştir. Özellikle toplumsal ve ahlaki dayanışmayla, yani toplumu bir arada tutan ve kaosa düşmesini engelleyen şeyin ne olduğuyla ilgilenmiştir. Dayanışma, bireylerin başarılı bir biçimde toplumsal gruplara içerildikleri ve bir paylaşılan değer ve gelenekler kümesi tarafından yönlendirildikleri zaman korunmaktadır. Doktora tezi olan “Toplumsal İşbölümü” ile bireylerin bir toplumu nasıl oluşturduğunu anlamaya çalışmaktadır. Toplumu bir arada tutan ana unsurlar nelerdir sorusunun cevabını aramaktadır. Durkheim, Toplumda İşbölümü kitabında, sanayi çağının ilerleyişinin yeni bir dayanışma tipinin doğuşu anlamına geldiğini ileri süren bir toplumsal değişme çözümlemesi sunmaktadır. Bu düşünceyi ileri sürerken Durkheim, iki tip dayanışma biçimini karşı karşıya koyuyor ve bunları işbölümü – farklı meslekler arasındaki ayrılıkların büyümesi – ile ilişkilendirmektedir (Gıddens,2008:48).
Durkheim’a göre, toplumsal var olmanın temelindeki dayanışma, mekanik ve organik olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. Durkheim, Toplumda İşbölümü’ndeki analizini ideal toplum tipi anlayışı üzerine kurar. Mekanik dayanışmanın karakterize ettiği daha ilkel tip, işbölümünün oldukça sınırlı düzeyde olduğu veya bulunmadığı nispeten farklılaşmamış bir toplumsal yapıya sahiptir. Organik dayanışmanın karakterize ettiği daha gelişkin tip ise daha büyük ve daha gelişmiş bir işbölümüne sahiptir. Durkheim için, toplumda işbölümü görevler veya sorumluluklarda belli ölçüde uzmanlaşmayı gerektiren maddî toplumsal bir olgudur. İlkel toplumlardaki insanlar, oldukça farklı görevlerin yerine getirildiği ve birçok sorumluluk gerektiren çok genel konumları işgal ederler. Başka deyişle, ilkel insanın elinden her işin gelmesi gerekmektedir. Daha modern toplumlarda yaşayanlar, aksine, daha uzmanlaşmış konumları işgal ederler ve çok daha sınırlı görev ve sorumluluklara sahiplerdir. Örneğin, ilkel toplumlarda bir anne-ev kadını olmak modern toplumlardakine göre çok daha az uzmanlaşmış bir konumdur. Artık, daha önceden anne-ev kadınının sorumluğunda olan birçok görevi yüklenen çamaşır yıkama servisleri, çocuk bezi değiştirme hizmetleri, ev hizmetleri ve emek tasarrufu sağlayan araçlar (bulaşık makineleri, mikro-dalga fırınlar, yemek servisleri vb.) vardır.
İşbölümündeki değişiklikler toplumsal yapı açısından oldukça kapsamlı sonuçlara sahiptir ve daha önemli sonuçlardan bazıları iki dayanışma tipi mekanik ve organik dayanışma arasındaki farklılıklarda kendini gösterir. Durkheim, dayanışma konusunu ele alırken, toplumu bir arada tutan şeyle ilgilendi. Tüm insanlar genele uygun biçimde davrandıkları için, mekanik dayanışmanın karakterize ettiği bir toplum bütünlük içindedir. İnsanları birbirine bağlayan şey, tümünün benzer etkinliklerde bulunması ve benzer sorumluluklara sahip olmalarıdır. Aksine, organik dayanışmanın karakterize ettiği bir toplumun birliğini sağlayan insanlar arasındaki farklılıklardır –yani, onların farklı görev ve sorumluluklara sahip olmalarıdır.
Modern toplumdaki insanlar nispeten sınırlı çeşitlilikte görevler yüklendiklerinden, hayatlarını devam ettirebilmek için diğer birçok insana muhtaçlardır. Avcı baba ve toplayıcı annenin yönettiği aile pratik olarak kendine yetmektedir, ancak modern aile, hafta içinde çalışmak için, bakkala, fırıncıya ve kasaba, mekanik otomatik âletlere, öğretmen, polis vb.ne muhtaçtır. Bu insanlar, ayrıca, diğerlerinin modern dünyada yaşamak için sağladıkları başka türden hizmetlere de ihtiyaç duyarlar. Böylece modern dünya bütünlüğünü, Durkheim’e göre, insanların uzmanlaşmalarıyla ve diğer birçok kişinin hizmetlerine ihtiyaç duymalarıyla sağlar. Ayrıca Durkheim, sadece bireylerin uzmanlaşmasıyla değil, aynı zamanda gruplar, yapılar ve kurumların uzmanlaşmasıyla da ilgilenmiştir. Mekanik ve organik dayanışma arasındaki son bir farklılık kayda değer önemdedir. Mekanik dayanışmanın egemen olduğu toplumlardaki insanlar birbirlerine muhtemelen yaptıkları şeyler temelinde benzedikleri için, aralarında rekabet ihtimali daha fazladır. Aksine, organik dayanışmalı toplumlarda, farklılaşma insanların işbirliği yapmalarını ve tümünün benzer temele sahip kaynaktan desteklenmesini mümkün kılar (Ritzer,1992:4).
Bozkurt’un (2010:36) da ifade ettiği üzere, Durkheim işbölümü kavramını iktisatçılardan farklı anlamda kullanmaktadır. Durkheim, işbölümü ile daha çok mesleklerin farklılaşması ve endüstriyel faaliyetlerin artışını kastetmektedir. Toplumsal farklılaşmanın kökeni, mekanik dayanışmanın ve parçalı yapının çözümlenmesidir. Durkheim’e göre işbölümü, “farklı ama bir bütün içindeki faaliyetleri yerine getiren kişi ya da grupları koordine etmeyi sağlayan, istikrarlı bir düzenlemeyi anlatır.” Tanımdan da anlaşılacağı gibi işbölümü bir toplum içinde düzenlemeyi ve istikrarı sağlayan bir işleve sahiptir. Ona göre, işbölümünün gerçek işlevi “iki ya da daha fazla insan arasında bir dayanışma duygusu yaratmaktır”. Durkheim için toplumsal düzen ve dayanışma bir toplumun işleyebilmesi için oldukça önemlidir. Toplumdaki düzen ve dayanışmanın kaynağı işbölümü ve uzmanlaşmadır (Şavran vd.,2012:94).
Dolayısıyla Durkheim’a göre, düşük bir işbölümü düzeyine sahip olan geleneksel kültürler mekanik dayanışma ile nitelenmektedirler. Toplumun üyelerinin çoğunluğu benzer mesleklerde yer aldığından, birbirlerine ortak yaşantı ve paylaşılan inançlar ile bağlanmışlardır. Bu paylaşılan değerlerin gücü baskıcı niteliktedir, topluluk geleneksel yaşam biçimlerine karşı çıkan herkesi acımasızca cezalandırır. Ancak sanayileşme ve kentleşmenin gücü, bu dayanışma biçiminin çözülmesine katkıda bulunan bir işbölümü artışına yol açmıştır. Durkheim, gelişmiş toplumlarda işlerdeki uzmanlaşma şke artan toplumsal farklılaşmanın organik dayanışmayı öne çıkaran yeni bir düzene yol açacağını ileri sürmüştür. Organik dayanışma ile nitelenen toplumlar, hem insanların ekonomik bakımdan birbirine bağımlı olmalarıyla hem de öteki insanların katkılarının önemli olduğunun farkında olunmasıyla bir arada tutulur. İşbölümü genişledikçe, insanlar birbirlerine daha çok bağımlı hale gelirler çünkü her birey, öteki mesleklerdeki insanların sağlayabileceği mal ve hizmetleri gereksinmektedir (Giddens,2008:48).
Durkheim’i meşgul eden problemlerin çoğunun kaynağı genel/ortak ahlâktaki zayışamaydı. Onun ortak ahlâkın zayışamasıyla ilgili problemlere ilgisi en iyi şekilde anomi kavramında görülmektedir.. Bireylerin, yeterli ahlâkî sınırlamayla karşılaşmadıklarında, yani neyin uygun ve kabul edilebilir bir davranış olup olmadığı konusunda açık bir anlayışa sahip olmadıklarında anomiyle yüz yüze geldikleri söylenir (Ritzer,1992:6).
Giddens’ın (2008:48) da belirttiği gibi, modern dünyadaki değişim süreçleri öylesine yoğun ve hızlıdır ki, bu durum önemli toplumsal sorunları ortaya çıkarmaktadır. Bunlar geleneksel yaşam biçimleri, ahlaki ve dinsel inançlar ile gündelik kalıplar üzerinde, yeni ve açık değerleri sunamdan, yıkıcı etkilerde bulunurlar. Durkheim, bu alt üst edici koşulları modern toplum yaşamının yol açtığı amaçsızlık ya da umutsuzluk duygusu olan anomiye bağlamıştır. Eskiden dinin sağladığı geleneksel ahlaki denetleme ve ölçüler, çağcıl toplumsal gelişme tarafından büyük ölçüde parçalanmaktadır; bu da modern toplumlarda yaşayan birçok bireyi, kendi gündelik yaşamlarının anlamdan yoksun olduğu duygusuna itmektedir.
Bireyin doğasından gelen egoizm, arzuların kontrol ve denetim altına alınmaması bireyin toplumla bağlarının zayıflamasına neden olacak ve bunun sonucunda da normsuzluk durumu olarak ifade edilen anomi oluşacaktır. “Anomi zihinsel bir duruma değil toplumsal yapının özelliklerinden birine tekabül eder. Bu, bireysel arzuların artık ortak normlar tarafından düzenlenmediği ve sonuç olarak bireylerin amaçlarının peşinden koşarken ahlâki bir rehberliğin olmadığı bir durumu karakterize eder”. Anomi özellikle toplumsal değişim sürecinde ortaya çıkabilir. Örneğin, ekonomik krizler ve refah dönemleri anomik durumların oluşmasına neden olabilir. İş krizleri en üstte yer alan kişilerin aşağı sınıflara düşmesine neden olabilmektedir. Aşağıya doğru yaşanan toplumsal hareketlilik bu insanların hayatlarında önemli bazı düzensizliklerin oluşmasına neden olur. Aynı şekilde yukarı doğru bir hareketlilik de anominin ortaya çıkma olasılığını artırabilir. Sonuçta bireyin topluma karşı ahlâki bağının güçlü olmaması onun bireysel olarak topumdan kopmasına, yabancılaşmasına ve aşırı bireyselleşmesine neden olacaktır (Şavran vd.,2012:93-94).
3.2. Karl Marx (1818-1883)
Hedef: Marx’ın toplum analizini, kapitalizm ve sınıfa yönelik görüşlerini özetleyebilecek
Tarih, ekonomi ve felsefe eğitimi alan ancak eserlerinde sosyolojik bir bakış açısına sahip olan Marks, yaşadığı dönemdeki “vahşi kapitalizm”in koşullarından büyük ölçüde etkilenmiştir. Kapitalist sistemin sosyoloğu ve iktisatçısı olarak tanımlanan Marks’ın düşünceleri, Comte ve Durkheim’ın düşünceleriyle keskin bir karşıtlık içindedir. Ancak Marks da onlar gibi Sanayi Devrimi sırasında toplumda ortaya çıkan değişmeleri açıklamaya çalışmıştır. Marx, yaşadığı dönemde fabrikaların ve sanayi üretiminin ve bunların oluşturduğu eşitsizliklerin artışına tanıklık etmiştir (Bozkurt,2010:36;Giddens,2008:50). Marx, çalışmalarında kapitalizm öncesi toplumdan modern-endüstriyel kapitalist topluma dönüşümü kavramsal ve yöntemsel açıdan özgün bir toplum teorisi çerçevesinde analiz etmeye çalışmaktadır.
Bu bölümde öncelikle Marx’ın toplum analizinden bahsedip ardından kapitalizm ve emek analizini değerlendirip, sınıf ve sınıf mücadelesine bakış açısını ele alacağız.
Toplum Analizi
Marx’ın bakış açısı, tarihin materyalist yorumu dediği şeye dayanmaktadır. Bu görüşe göre, toplumsal değişmenin ana kaynağı insanların benimsedikleri düşünceler ya da inançlar değildir. Bunun yerine, toplumsal değişmenin birincil nedeni ekonomik etkilerdir. Sınıflar arasındaki çatışmalar, tarihsel gelişimi güdülemektedir ve bu çatışmalar “tarihin motoru” olarak ifade edilmektedir. Marx’ın incelemelerinin büyük bölümü kapitalizm ve modern topluma ilişkin olmakla birlikte, tarih boyunca toplumların nasıl geliştiklerini de incelemiştir (Giddens,2008:51).
Marx’a göre bütün toplumlar, düşman sınıflara bölünmüşlerdir. Ona göre, burjuvazi ve proletarya olmak üzere iki temel sınıf vardır. Kapitalist sistemin emekçileşme ve sürekli yoksullaşma mantığı gereği, zanaatkarlar, tüccarlar, küçük burjuvalar ve emekçi çiftçiler gibi ara sınıflar zamanla ortadan kalkacaktır (Bozkurt,2010:37).
Marx, kapitalist sistemi alaşağı edecek olan ve içinde sınıfların bulunmadığı, zengin ve yoksul arasında büyük farklılıkların bulunmadığı, yeni bir toplumu oluşturacak olan bir işçi devriminin kaçınılmazlığını vurgulamaktadır. Marx, böylece bireyler arasındaki bütün eşitsizliklerin yok olacağına inanmaktadır. Bunun yerine, toplum artık ekonomik ve siyasal gücü tekelinde tutan küçük bir sınıf ile kendi çalışmalarıyla yaratılan servetin küçük bir bölümünden yararlanan büyük kitleler biçiminde bölünmeyecekti. Ekonomik düzen, ortak mülkiyet altına alınacak ve şu anda bildiğimizden daha insanca bir toplum kurulacaktır (Giddens,2008:51-52).
Marx’a göre tarihsel sürecin anlaşılması, bireyler üstü toplumsal koşulların anlaşılmasıdır. Marx’ın toplum analizinde kullandığı bu teoriye göre ;
• İnsan kendi varlığının devamı ve toplumun gelişimi için; diğer bir deyişle toplumsal yaşamın yeniden üretimi için, emeğiyle çalışmak ve üretmek zorundadır. İnsanların çalışarak üretmesi ise belirli bir üretim ilişkisi içinde gerçekleşir. İnsanların üretim faaliyeti ve üretim ile olan ilişkileri kendi isteklerinden bağımsız gelişmektedir ve tarihsel olarak da kaçınılmaz bir durumdur. İnsanların üretim faaliyeti sonucunda oluşan üretim ilişkileri, toplumların üretici güçlerinin gelişmesinin belirli bir aşamasıyla ilgilidir.
• Marx’ın tarihsel maddeci toplum analizine göre, bir toplumu anlamak için o toplumun altyapı ve üstyapısına bakmak gerekir. Altyapıyı insan bilincinden bağımsız olarak üretim araçları ve üretim ilişkileri oluştururken, üstyapıyı kültür, din, dil, devlet, örf, adet gibi unsurlar oluşturmaktadır. Bir toplumun altyapısı (ekonomik temel) üretim güçleri ve üretim ilişkilerinden oluşmaktadır. Üretim güçleri üretim için gerekli üretim araçlarını yani o toplumun üretim yeteneğini ifade etmektedir. Bu yetenek o toplumun sahip olduğu bilimsel bilgi, teknolojik örgüt ve ortaklaşa gerçekleştirilen işin örgütlenmesine bağlıdır. Üretim ilişkileri ise, üretim güçlerinin mülkiyet ilişkilerini içermektedir. Üretim ilişkileri, üretim araçlarına sahip sınıf ile üretim araçlarından yoksun sınıf arasındaki ilişkileri ifade etmektedir. Üstyapısı ise, o toplumun yasal ve siyasi kurumlarını, düşünme biçimini, ideoloji ve felsefesini içermektedir. Ona göre, toplumun altyapısı ile üstyapısı arasında ilişkiler, karşılıklı etkileşime dayanmakta ve en son noktada altyapı üst yapı kurumlarını önemli ölçüde belirlemektedir.
Bir diğer ifade ile Marx’a göre alt yapı, üst yapıyı belirler. İnsanların bilinçleri maddi yaşamlarını değil, maddi yaşamları bilinçlerini etkiler; insanların bilinçleri, toplumsal bir üründür.
• Marx’ın tarihsel materyalist toplum analizinde altyapı ve üstyapı ayrımının yanı sıra toplumsal gerçeklik ve bilinç kavramları da önemlidir. Ona göre, gerçekliği belirleyen bilinç değildir. İnsanların bilincini belirleyen toplumsal gerçektir. İnsanların düşünme biçimi içinde yer aldıkları toplumsal ilişkiler tarafından belirlenmektedir.
• Toplumsal yapının temel niteliği değişimdir. Değişim ise, o toplumdaki çatışmayı yani sınıflar arası mücadeleyi içermektedir. Doğanın diyalektiğinden farklı olarak, tarihsel olarak toplumların diyalektiğini o toplumun üretim güçlerinin gelişimi (hareketi) oluşturur. Toplumların dönüşmesinin (sosyal değişme) gücü ise, o toplumun üretim güçleri ile üretim ilişkileri arasında oluşan çelişkiye dayanır. Belli devrimci dönemlerde bir toplumun üretim güçleri, o toplumun üretim ilişkileri (mülkiyet ilişkileri) ile çelişkiye düşer.
• Toplumların dönüşüm yaşadığı bu devrimci dönemlerde (üretim güçleri ile üretim ilişkileri arasındaki çelişkili dönem) sınıf mücadelesi temel bir unsurdur. Eski üretim güçleri yerine gelişen ve yeni üretim güçlerini destekleyen ve temsil eden sınıfın ilerici olduğu söylenebilir. Örneğin, feodal toplumdan kapitalist topluma geçiş aşamasında kapitalist sınıf, gelişen yeni üretim güçlerini temsil ettiği için ilerici bir sınıftır.
• Üretim güçleri ve üretim ilişkileri arasındaki diyalektik ilişki, aynı zamanda Marx’ın devrim teorisini oluşturmaktadır. Ona göre, tarihsel süreçte yaşanan bu diyalektik çelişki ve bunun sonucunda oluşan toplumsal dönüşüm, (devrim) siyasal olarak tesadüfü bir durum olmaktan çok tarihsel bir zorunluluğun dışa vurmasıdır. Marx’a göre “Çatışma olmadan ilerleme olmaz” ve “Uygarlığın bugüne değin izlediği yasa budur”.
• Marx insanlık tarihinin (toplumların) gelişimini (evreleri) üretim biçimine (ekonomik temel) göre ilkel komünal, asyatik, antik, feodal, kapitalist ve sosyalist toplum olarak özgül tarihsel dönemlere ayırarak sınıflandırmaktadır. Bu toplumların gelişiminde sınıf çatışması temel bir yer tutmaktadır. İnsanlığın ilk dönemini ilkel komünal toplumla başlatır ve bu toplumda özel mülkiyet ve sınıflara rastlanmaz. İnsanlar doğaya bağımlı olarak yaşamışlardır. Asyatik üretim biçimi Batı dışı uygarlıkların yaşadığı toplum modelidir. Marx’a göre bu toplum modelinde işçiler devlete bağımlı olarak yaşamaktadır. Asyatik toplumlar bu yönüyle, kölelerin, serflerin veya ücretlilerin üretim araçlarına sahip olan sınıfa bağlı olarak yaşadığı diğer toplumlardan farklılaşmaktadır. Özel mülkiyetten sonra ortaya çıkan ilk toplumlar, antik toplumlardır. Bu toplumlar efendiler ve köleler olmak üzere iki sınıftan oluşmaktadır. Feodal toplumda ise, efendilerin yerini toprak sahipleri, kölelerin yerini ise toprak sahiplerine bağlı ve onların topraklarında çalışmak zorunda olan köylüler almıştır. Feodal toplum sonrasına denk düşen kapitalist toplum üretim araçlarına sahip burjuvazi ve emek gücünü ücret karşılığı satmak zorunda kalan işçi sınıfından oluşmaktadır. Marx, kapitalist toplumda yer alan bu iki temel sınıf arasındaki çatışmanın sonucunda sınıfsız bir toplumun oluşacağını (sosyalizm) öngörmüştür (Şavran vd.,2012:66-67;Bozkurt,2010:36-37;Bilgin,2009:51-53).
Kapitalizm, Emek, Sınıf ve Yabancılaşma
Tarihin değişik dönemleri hakkında yazmış olmakla birlikte Marx’ın özellikle modern zamanlardaki değişme üzerine yoğunlaştığı görülmektedir. Marx’a göre en önemli değişmeler, kapitalizmin gelişimiyle bağlantılı olmuştur. Kapitalizm, tarihteki öteki geçmiş ekonomik sistemlerden köklü biçimde ayrılan, geniş bir tüketici kitlesine satılan mal ve hizmetlerin üretiminin söz konusu olduğu bir düzendir. Marx, kapitalist sistem içerisinde iki bileşene vurgu yapmaktadır; Sermaye ve Ücretli emek. (Giddens,2008:50).
Daha ayrıntılı olarak inceleyecek olursak, Marx’ın kapitalist üretim biçimi üzerine yaptığı araştırmasının başlangıç saptaması şudur: Kapitalizm diğer üretim biçimlerinden farklı olarak kendine özgü özel meta üretiminin en yüksek olduğu bir sistemdir. Diğer bir deyişle, her şeyin alınıp satıldığı ve her şeyin fiyatının olduğu bir sistemdir. Özel meta üretim sistemi olarak kapitalizmin özünü ise artı-değer (kâr) yaratma ve bu yaratılan artı-değeri sürekli çoğaltmak oluşturmaktadır.
Meta insan emeği tarafından üretilen, kullanım değerine ve değiş-tokuş edilebilme özelliğine (değişim değeri) sahip bir üründür. Tüm metaların ortak yanı ise, insan emeği tarafından üretiliyor olmalarıdır. Yani insan emeği tarafından yaratılan metanın hem kullanım hem de değişim değeri vardır. Marx iki değişim türünden söz etmektedir. Birinci tür değişimde, yani maldan mala giden değişim; ihtiyaç olan bir mala karşı sahip olunan başka bir mal verilir. Mala karşı mal verilen değişim türünde eşitlik ilkesi vardır. Diğer bir deyişle, bu süreçte herhangi bir fazla ya da kâr elde etme durumuna rastlanmaz. İkinci tür değişimde, malın değişiminde para kullanılır ve bu değişim türü maldan geçen para olarak tanımlanmaktadır. Özel meta üretim sistemi olan kapitalizmin ayırıcı özelliği maldan geçen para değişimidir ve amaç değişim süreci sonucunda başlangıçta sahip olunandan daha fazlasına sahip olmaktır. Özel meta üretim sistemi olarak kapitalizm, sadece her şeyin alınıp satılmasıyla belirlenmez. Üretim araçlarının kapitalist özel mülkiyeti ve işgücünün metalaşması, özel meta üretim sisteminin temel koşullarını oluşturmaktadır.
Marx, işgücü ya da iş yeteneğini bir insanın bedeninde, canlı kişiliğinde var olan ve üretim sürecinde harekete geçirdiği fiziksel ve ruhsal yeteneklerin tümü olarak ifade etmektedir. Kapitalist meta üretiminde, basit meta üretiminden farklı olarak; işgücünün kendisi de metaya dönüşür. İşgücünün metalaşması, bir meta gibi onunda alınıp satılır hale gelmesidir. Basit meta üretiminde üretici hem kendi işgücünü kullanmakta, hem de üretim araçlarının sahibi durumundadır. Bundan dolayı da ürettiği ürün kendisine aittir. Kapitalist meta üretiminde ise, işçi mülksüzleştiği için üretim araçlarının sahipliğinden yoksundur ve kendi işgücünden başka satacak hiçbir şeyi yoktur. Bundan dolayı da işçinin ürettiği ürüne üretim araçlarına sahip kapitalist el koymaktadır. Diğer bir deyişle, kapitalist meta üretim sisteminin temel koşullarından biri üretim araçlarının özel mülkiyetinin kapitalistlerin elinde olması, diğeri ise, yaşamını sürdürmesi için işgücünü satmaktan başka çaresi olmayan özgür ücretli işçilerin olmasıdır.
Marx kapitalist üretim sürecinde, artı-değerin yaratılma sürecini anlamak için emeğin ve üretim sürecinin çift yönlü özelliğine bakılması gerektiğini düşünmektedir. İşgücü metanın hem kulanım değerini hem de değerini yaratıyor olmasından dolayı, kapitalist üretim süreci hem kullanım değeri üretme süreci hem de artı-değer üretme süreci olmak üzere ikili bir özelliğe sahiptir. Kapitalist üretim süreci işçilerin sömürülmesi yoluyla sürekli bir artı-değer yaratma üzerine kurulmuştur.
Metalaşan İşgücünün Değeri (Emeğin Değeri)
Marx’a göre metalaşan işgücünün değeri herhangi bir malın değeri gibi ölçülür. İşgücünün değeri kendisinin ve ailesinin geçinmesi için gerekli mal ve hizmetlerin miktarına denk düşer. Üretim sürecinde fiziksel, ruhsal ve sinirsel enerjinin kullanma yeteneği (yani işgücü) insana bir kerelik verilmiş değildir. Bu işgücünün sürekli yenilenmesi yani yeniden üretilmesi gerekir. Örneğin, fabrikada çalışan bir işçi işgücünü yeniden üretebilmek için, yemek yemek, başını sokabilecek bir yere sahip olmak, uyumak, giyinmek ve bilgisini genişletmek zorundadır. İşgücünün her gün kendini yenilemesi ve ertesi gün işe başlaması için ihtiyacı olan bu geçim araçlarını (gıda, konut, ev eşyası vb.) satın alması gerekir. Sonuç olarak, işgücünün değeri, kendisinin ve ailesinin yeniden üretimi için gerekli olan geçimlik mal ve hizmetlerin (geçinim gereçleri) değeriyle belirlenir.
Artı-Değer
İşçi işgücünün değerini ücret biçiminde almaktadır. İşçinin aldığı ücret, üretim sürecinde harcadığı belli bir zamana denk düşmektedir. Örneğin işçi on saat çalışmasına rağmen aldığı ücret iş sürecinde harcadığı beş saate denk düşmektedir. Çalışma süresinin yarısını kendisi, diğer yarısını da patronu için harcamaktadır. Marx’a göre kapitalist, işçiyi sadece kendi işgücünün değerine denk düşen saatler içinde çalıştırmak üzere satın almamıştır. İşçi, kapitalist tarafından bir iş günü çalıştırılmak üzere satın alınmıştır. Marx iş süresini zorunlu iş süresi ve artı-iş süresi olarak tanımlamaktadır. Zorunlu iş süresi işçinin aldığı ücrete karşılık gelir. Ancak iş günü (süresi) devam eder ve işgücünün burada yarattığı değere kapitalist el koymaktadır. Diğer bir deyişle artı-iş süresi işgücünün yarattığı değerin kapitalist tarafından el konulan kısmını oluşturur. Artı-değer ise, işçi tarafından artı-iş sürecinde (fazla çalışma) üretilen ve kapitalist tarafından el konulan değer miktarıdır. Sonuç olarak, işçinin ücret olarak aldığı değeri üretmek için gerekli çalışma süresine zorunlu çalışma denir. Bu sürenin dışında kalan çalışmaya fazla çalışma denir. Fazla çalışmada (artı-iş süresi) üretilen değere artı-değer denir. Yani zorunlu iş işgücünün değerine, artı-iş ise artı-değere karşılık gelmektedir (Şavran vd.,2012:71-73).
Sınıf
Marx sınıf teorisinde özellikle endüstriyel kapitalizmin sınıf yapısı ile ilgilenmiştir. Marx’a göre sınıflar üretim araçlarıyla kurdukları ilişkiye bağlı olarak belirlenirler. Yani sınıflar üretim araçları karşısındaki konumlarına, daha açık olarak üretim araçlarına sahip olup olmadıklarına bakılarak analiz edilmektedir. Ona göre, emeğin mülksüzleşmesi ve bunun sonucunda ücret karşılığı çalışma durumu, sınıfların oluşum sürecinin analizinde önemli bir yer tutmaktadır. Marx’a göre, kapitalist toplum temel olarak iki sınıftan oluşmaktadır. Birincisi, üretim araçlarına sahip olan kapitalist sınıf (burjuvazi) ve diğeri ise mülksüzleşen ve ücret karşılığı çalışmak zorunda kalan işçi sınıfıdır (proletarya) (Şavran vd.,2012:75).
Marx’a göre sınıflar arasındaki ilişki bir sömürü ilişkisidir. Marx’a göre sınıf, öncelikli olarak bir karşıtlığın (kutuplaşmanın) ifadesidir. Bir sınıftan söz etmek, önce onun karşıtı olan bir başka sınıfın varlığını kabul etmek demektir (Öngen, 2002). Feodal düzenlerde sömürü, genellikle doğrudan köylülerden aristokratlara değişen üretim biçimin alır. Modern kapitalist toplumlarda sömürü kaynağı daha az açıktır ve Marx bunun yapısını açık kılabilmek için özel bir dikkat göstermiştir.
Marx çalışmalarında kapitalist düzen tarafından yaratılan eşitsizliklerden bahsetmiştir. Modern sanayideki gelişmeyle birlikte zenginlik daha önce görülmemiş bir ölçekte üretilmiştir, fakat işçiler kendi emeklerinin üretiminin sonucu olan zenginliğin çok azına ulaşmışlardır. Varlıklı sınıfın gelişmesiyle zenginlik artarken işçiler göreli olarak yoksul kalmışlardır. Marx, yoksullaştırma kavramını kapitalist sınışa ilişkisi içinde giderek güçsüzleşen işçi sınıfını betimlemek için kullanmaktadır (Giddens,2008:346).
Marx’a göre, emek “insanın kendi kendini gerçekleştiren özü”dür. İnsan kültürünün özünü emek oluşturmaktadır. Diğer bir deyişle, kültür ancak emek aracılığıyla gerçekleşen insan faaliyetinin bir ürünü olarak ortaya çıkmaktadır. Marx’a göre tarihsel olarak insan, bir yandan doğa üzerinde artan bir şekilde denetim sağlarken diğer yandan da yabancılaşmaktadır. Yani, insanlık tarihi insanın doğa üzerindeki denetimini sağlamasının ve yabancılaşmasının tarihidir. Yabancılaşma, “insanların kendi yarattıkları güçlerin kendi karşılarına yabancı güçler olarak çıktığı, onların egemenliğin altına girdikleri bir durum olarak” tanımlanmaktadır. Marx’ın yabancılaşma teorisi maddi ve ekonomik temellere dayanmaktadır. Kapitalist toplumda ekonomik anlamda yabancılaşma, sadece zihinsel değil, aynı zamanda insanların günlük yaşamlarında ve gerçekleştirdikleri etkinliklerinde bulunan bir durumdur. Kapitalist toplumda çalışma, işçinin yaşamını sürdürmesi için bir araca dönüşmüştür. Kapitalist üretim süreci, insana özgü olan çalışma veya insanın özünü oluşturan emeğin kendi yeteneklerini ortaya çıkarmasını engelleyen baskıcı ve zorlayıcı bir içeriğe sahiptir. Kapitalist toplumda zorunlu bir faaliyet olan çalışma, insanın yeteneklerini sınırlandırmakta, sefalet, tükeniş ve umutsuzluğu güçlendirerek insanın kendi varlığının reddine ve kendisine yabancılaşmasına neden olmaktadır. Üretim sürecinde makinenin bir parçası haline gelen emek, neyin, ne kadar üretileceğinin bilgisinden yoksundur ve kendi yaratıcı potansiyelini gerçekleştiremez. Kişi sadece çalışma dışında boş zamanlarında, ailesi ile birlikte iken kendini özgür hissetmektedir. Kapitalist toplumda işçinin emeği, alınıp satıldığı için emeğiyle gerçekleştirdiği faaliyet artık kendisine ait olmaktan çıkmaktadır. Diğer bir deyişle, piyasada alınıp satılan metalar gibi işçinin emeği de alınıp satılan bir metaya dönüşmüştür. Sonuç olarak, insan kapitalist sistemin işlemesi için gerekli unsurlardan (makine gibi) biri haline gelir ve kendine, emeğine, ilişkilerine, dünyaya ve yaşama yabancılaşır (Şavran vd.,2012:68-69).
3.3. Max Weber (1864-1920)
Hedef: Weber’in rasyonelleşme, bürokrasi, Protestan ahlakı ve kapitalizm arasında kurduğu ilişkiyi açıklayabileceksiniz.
Durkheim gibi sosyolojinin bağımsız bir bilim dalı olarak gelişmesinde yaptığı önemli katkılardan dolayı sosyolojik düşünce tarihi içinde önemli bir yere sahip olan Weber, doğa bilimleri ile sosyal bilimler arasında önemli bir fark görmeyen pozitivist anlayışı kabul etmemektedir. Durkheim’ın insanı belirleyen toplumun yapısıdır yaklaşımı Weber’in sosyolojik yaklaşımı içinde tersine çevrilmiştir. Ona göre sosyolojinin konusu toplumsal eylemlerin incelenmesidir. Sosyoloji, bireylerin toplumsal davranışı ve bu davranışların içerdiği anlamları analiz etmelidir (Şavran vd.,2012:114).
Weber’in çalışmalarının büyük bölümü, modern kapitalizmin gelişmesiyle ve modern toplumun daha önceki toplumsal örgütlenme biçimlerinden hangi bakımlardan farklı olduğu ile ilgilenmektedir. Bir dizi deneysel çalışma ile Weber, modern sanayi toplumlarının temel niteliklerinden bir bölümünü ortaya koymuş ve bugünün sosyologları içinde önemli temel sosyolojik tartışmaları belirlemiştir. Zamanının diğer düşünürleri gibi Weber de, toplumsal değişmenin doğasını ve nedenlerini anlamaya çalışmıştır. Marx’tan etkilenmekle birlikte Weber, Marx’ın kimi önemli görüşlerini de güçlü bir şekilde eleştirmektedir. Marx temelde bir kapitalizm teorisi sunarken Weber’in çalışmalarında esas olarak bir rasyonelleşme/akılcılaşma teorisi sunduğu savunulmaktadır. Weber, tarihin materyalist yorumunu reddetmiş ve sınıf savaşını Marx’a göre daha az önemli görmüştür. Weber’e göre ekonomik etkenler önemlidir ancak düşüne ve inançlar da toplumsal değişme üzerinde aynı derecede etkilidir. Çin, Hindistan ve Yakındoğu dinlerini inceleyerek, din sosyolojisine önemli katkılarda bulunan Weber Batı’daki dinsel sistemleri de incelemiştir. Hristiyan inançlarının belirli yönlerinin kapitalizmin ortaya çıkışını büyük ölçüde etkilediğini savunmuştur. Weber’in övülen ve çokça tartışılan eseri olan Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu (1976) kitabında, dinsel değerlerin özellikle Püritenliğe dayanan değerlerin kapitalist bir bakış açısının oluşmasında temel bir öneme sahip olduğunu iddia etmektedir. Weber, kapitalist bakış açısının, Marx’ın varsaydığı gibi yalnızca ekonomik değişmelerle ortaya çıkmadığını ileri sürmektedir. Ona göre, kültürel düşünceler ve değerler hem toplumun hem de bizim bireysel eylemlerimizin biçimlenmesine yardımcı olurlar (Giddens,2008:52-53).
Weber için, kapitalizm formel açıdan özgür emeğin rasyonel bir biçimde örgütlenmesini içermektedir. Yaşam alanı olan ev ile çalışma mekânlarının ayrıldığı, rasyonel muhasebe sisteminin ve rasyonel yönetim anlayışının geliştiği bir sistemdir. Özetle kapitalizmi ekonomik olarak kendine özgü kılan özellikleri şöyle sıralanmaktadır (Ercan, 1996:259):
1. Özel mülkiyetin gelişmesi ve girişimcinin üretim için gerekli araçlar üzerinde kontrolünün sistematikleşmesi.
2. Emeğin piyasanın talep koşullarına bağlı olarak özgürce hareket etmesi.
3. Ticaretle ilgili bütün akılcı olmayan kısıtlamaların kaldırılması.
4. Bireyleri içine alan genel hukuksal çerçevenin olması.
5. Rasyonel teknoloji kullanımının yoğunlaşması.
6. Ekonomik yaşamın ticarileşmesi.
Sonuç olarak, kapitalizm rasyonel değerler üzerine kurulu bir toplumsal sistemdir.
Weber’in ekonomik düzen olarak kapitalizm analizinde eylemin rasyonelliği belirgin bir özellik olurken, siyasal düzen anlayışı içinde ise “bir ya da daha fazla kişinin öteki insanlar üzerindeki egemenliği” ön plana çıkmaktadır. Weber’e göre, siyaset insanın insan üzerindeki egemenliğini anlatan bir kavramdır (Şavran vd.,2012:125).
Weber, sosyolojinin yapılar üzerinde değil, toplumsal eylemler üzerinde yoğunlaşması gerektiğine inanmaktadır. Weber’e göre, sosyolojinin çalışma nesnesini oluşturan toplumsal eylemin açıklanması için bireyin kendi eylemine verdiği öznel anlama bakılması gerekmektedir. Yani toplumsal eylem, bireyin eylemine yüklediği öznel anlam ile gerçekleştirdiği eylem arasındaki gerekli ilişkinin kavranması ile açıklanabilir. Örneğin, insanların eylemlerine; hiddet, heyecan, korku, öfke, sevgi kin gibi duygular; el öpme, selamlaşma gibi gelenekler; kâr elde etme amacıyla para kazanma gibi akılcı bir amaç, iyilik, doğruluk, dürüstlük gibi değerler yön verebilir. Herhangi bir insan eylemini yönlendiren, motive eden nedenleri bilebildiğimiz sürece bize o değerler anlamlı görünebilir. Anlaşılmaya elverişli eylemlerin yanı sıra, anlaşılmaya elverişli olmayan eylemlerde vardır. Bir eylemin anlaşılmaya elverişli olması için ortada bir anlam bağlamının olması gerekir. Örneğin, bir kişinin yüz ifadesinden öfkesini, namaz kılan birinin eylemini, araçların neden sağ şeritten gittiğini belirli bir anlam bağlamı olduğu için anlarız. Bu anlam bağlamı nedir? İslam dininin kurallarını ve koşullarını bildiğimiz için namaz kılan insanın eylemini anlarız. Trafik kurallarını bildiğimiz için otomobilin sağ şeritten gittiğini anlarız. Yani bu eylemleri anlaşılır kılan belirli bir anlam bağlamı içinde gerçekleştirilmiş olmalarıdır. Toplumsal eylemi açıklamadan (mantıksal ilişkileri kurmadan) önce bireyin eylemine yüklediği niyeti anlamak gerekmektedir. Yani Weber’in anlamacı yöntemi nedensel açıdan geçerli bir yorumlamayı içermektedir (Tolan, 1996, s.36-37; Özlem, 2001,s.122-124’dan akt.Şavran vd.,2012:115).
İdeal Tip, Rasyonelleşme (Ussallaşma) ve Bürokrasi
Weber’in sosyolojik bakış açısının önemli bir bileşeni, ideal tip düşüncesidir. İdeal tip, değer yargılarından arınmış, tekil bir olgunun ortalama özelliklerini ifade eden, gerçek hayatta rastlanmayan açıklayıcı kurgulardır. Weber’e göre, ideal tipler birleştirici ve bütünleştirici özelliklerin aksine, bireyselleştirici ve özgülleştirici özellikleri ortaya koymayı amaçlamaktadır. Örneğin, “ekonomik düzen”, “siyasal rejim”, “aile”, “sendika”, “dernek”, “ordu”, “devlet” gibi ilişki ve kurumların ideal tipleri oluşturulurken insanların öznel bilinçlerinde bunları nasıl tasarladıkları, nasıl algıladıklarından başlanacak ve oluşturulacak ideal tipte bireyselleştirici ve özgülleştirici özellikler önem kazanacaktır (Şavran vd.,2012:118). İdeal tipler, dünyayı anlamak için kullanılabilen kavramsal ya da analitik modellerdir. Gerçek bir dünyada, ideal tipler ender olarak var olurlar; eğer var olurlarsa bunların ancak belirli yönleri var olmaktadır. Weber, ideal tipleri bürokrasi biçimleri ve piyasa ile ilgili yazılarında kullanmıştır (Giddens,2008:53).
Weber’e göre, modern toplumun ortaya çıkışı, toplumsal eylem kalıplarındaki önemli değişikliklerle elele gitmektedir. Weber, insanların batıl inanç, din, töre ve uzun süredir var olan alışkanlıklarına dayanan geleneksel inançlardan uzaklaştıklarına inanmaktaydı. Bunun yerine bireyler giderek, etkinlik ve gelecekteki sonuçları dikkate alan akılcı, araçcı hesaplamalara girişmekteydiler. Rasyonelleşme süreci genel olarak “toplumsal aktörlerin kişisel-olmayan ilişkiler bağlamında çevrelerindeki dünya üzerinde daha fazla denetim kurmak için bilgiye giderek daha çok başvurmaları” şeklinde tanımlanabilir. bilimin, modern teknolojinin ve bürokrasinin gelişimi Weber tarafından toplu biçimde rasyonelleşme (ussallaşma), toplumsal ve ekonomik yaşamın etkinlik ilkelerine göre ve teknik bilgiye dayanarak düzenlenmesi diye betimlenmekteydi. Eğer geleneksel toplumlarda insanların tutum ve değerlerini büyük ölçüde din ve uzun süredir var olan töreler belirliyorsa, modern toplum, politikadan dine ya da ekonomik etkinliğe varıncaya kadar yaşamın giderek daha fazla alanının ussallaşması ile ayırt edilmektedir ( Giddens,2008:53).
Weber’in çalışmalarında rasyonelleşmenin, özellikle de formel rasyonalitenin en tipik örneğini bürokrasi oluşturur (Ritzer, 1992: 27). Weber’e göre, toplumdaki iktidar ve otorite ilişkileri tarihsel süreçte toplumun bürokratikleşmesine neden olmuştur. Modern toplumda bürokrasi gücünü yasalardan alan bir egemenlik biçimidir ve ona göre, bürokrasi “her biri uzmanlaşmış bir işlevi yerine getiren çok sayıda birey arasındaki işbirliğinin sürekli örgütlenmesi” olarak tanımlanmaktadır (Kızılçelik, 1994 akt. Şavran vd.,2012:121).
Weber’e göre, Sanayi devrimi ile kapitalizmin gelişmesi, rasyonelleşme yönündeki genel eğilimin kanıtıdır. Kapitalizme egemen olan şey, Marx’ın inandığı gibi sınıf savaşımı değil, bilim ile bürokrasinin gelişmesidir. Weber, Batının bilimsel niteliğini, onun en önemli ayırt edici özelliklerinden birisi olarak görmektedir. Çok sayıda insanın etkin bir biçimde organize edilmesinin tek yolu olan bürokrasi, ekonomik ve politik gelişme ile büyümektedir (Giddens,2008:54).
Sınıf ve Tabakalaşma
Weber’e göre toplumsal tabakalaşma, basit bir sınıf sorunu değildir, fakat iki farklı yön tarafından biçimlenir: statü ve parti. Marx’tan farklı olarak Weber toplumsal tabakalaşma teorisinde sınıf, statü ve parti olarak tanımladığı oluşumları kapsayan çok boyutlu bir tabakalaşma yapısından söz eder. Bu teoride, modern toplumda tabakalaşma olgusu, ekonomik düzeyde temel (sınıf), toplumsal onur hiyerarşisi düzeyinde (statü) ve siyasal düzeyde (parti) temelinde açıklanmaktadır. Başka bir değişle Marx’ın aksine Weber tabakalaşma teorisinde statü ve parti gibi sınıf dışındaki değişik katmanlaşma biçimlerine de dikkat çekmiştir. Böylece Weber, tabakalaşma teorisi ile modern toplumun nasıl farklı çıkar gruplarına ve sınıflara bölündüğünü, dahası modern toplumdaki bölünmenin çok boyutluluğunu ortaya koymaya çalışır (Şavran vd.,2012:126).
Weber, Marx’ın sınıfın verili nesnel ekonomik koşullar üzerine temellendiği görüşünü onaylamasına rağmen sınıfın biçimlenmesinde, Marx’ın tanıdığından daha çok sayıda çeşitli etkenin önemli olduğunu düşünür. Weber’e göre sınıf ayrımı, yalnızca üretim araçlarının denetiminden veya denetim eksikliğinden türemez, aynı zamanda mülkiyetle bağlantısız olunca hiçbir şey ifade etmeyen ekonomik ayrımlardan da türer. Weber, bir bireyin piyasadaki konumunun, onun yaşam olanaklarını baştanbaşa güçlü bir biçimde değiştirdiğine inanıyordu. Yönetimsel veya profesyonel işlerde çalışanlar, örneğin mavi yakalı işlerde çalışanlardan daha çok kazanıyordu ve daha elverişli çalışma koşulları vardı. Elde ettikleri dereceler, diplomalar ve yetenekler gibi sahip oldukları nitelikler, onları, bu niteliklere sahip olmayanlardan daha “pazarlanabilir” kılıyordu. Daha düşük düzeyde ise mavi yakalı işçiler arasından usta zanaatkarlar, yarı ustalardan ve usta olmayanlardan daha fazla ücret alıyorlardı.
Weber’in sınıf kavramı ortak sınıfsal koşulları paylaşan herhangi bir insan topluluğunu içermektedir. Ona göre, sınıf konumu kişilerin mal, yaşam koşulları ve kişisel yaşantıları için sahip oldukları tipik olanaklar anlamına gelmektedir. Bu olanakları belirleyen unsurlar ise, var olan ekonomik bir sistem içinde gelir sağlamak için mal veya beceri harcama gücünün derecesi, türü veya bu gücün yokluğudur. Bireyin piyasadaki fırsatı onun kaderini belirleyici bir unsurdur (Giddens,2008:347;Şavran,2012:126).
Weber’in toplumsal tabakalaşmayı açıklayan ve teorisi içinde yer alan diğer unsur, statü kavramıdır. Statü birey ve gruplara başkalarınca yüklenen toplumsal saygınlık veya itibarı ifade etmektedir. Bireyin ve grupların toplum içinde sahip oldukları statü durumu toplum içinde eşitsizlik ve ayrımcılığa neden olabilmektedir. İnsanların toplum içindeki statüleri ile yaşam tarzları birbiriyle örtüşebilmektedir. Giyim, barınma, konuşma tarzı, tüketim kalıpları kişinin toplum içindeki statüsünün önemli göstergeleridir. Örneğin, günümüzde doktorlar, eczacılar, hukukçular, mühendisler ve sanatçılar birer statü grubudurlar. Bireylerin kendilerinin ya da ailelerinin sahip olduğu statü, onların yaşam şanslarını ve toplumda var olan fırsatlara ulaşmalarını önemli ölçüde etkilemektedir (Giddens, 2008:347-348).
Weber’in toplumsal tabakalaşma teorisinde yer alan parti kavramı, toplum içinde gücün oluşumunu anlamak için kullanılan diğer bir kavramdır. Parti ortak amaçları olan insanların bir araya geldiği yapılardır ve toplum içinde gücü yansıtan önemli bir yapıdır. Parti sahip olduğu güçle modern toplumu düzenlemeye çalışır. Weber statü ve partilerin bireylerin ve grupların ekonomik koşullarını ciddi düzeyde etkilediğini belirtmektedir (Giddens, 2008:347-348). Örneğin, günümüzde kimi bireyler ekonomik bir güce sahip olmadığı halde siyasal güce sahip olabilmektedir. Bu siyasal güç kişilerin yaşam şanslarını ve toplumda var olan fırsatlara ulaşmalarını önemli ölçüde etkileyebilmektedir.
Konunun Özeti
Klasik sosyologlar, sosyolojinin gelişimine önemli katkılarda bulunurken, toplumların değişimi üzerine değerlendirmelerde bulunmaktadırlar. Bu paralelde toplumsal değişim içinde iktisadi faaliyetlerin de yerini açıklamaya çalışmaktadırlar.
Klasik dönemde sosyoloji biliminin gelişimine katkıda bulunan pek çok düşünür-yazar bulunmaktadır. Bunlar arasında en etkili olanları ise şüphesiz Marx, Durkheim ve Weber’dir. Bu üç büyük düşünür- yazarın çalışmaları hem sosyoloji biliminin klasik ve modern dönemlerdeki gelişimi üzerinde hem de günümüz toplumlarının analizinde kritik bir öneme sahiptir. Marx kapitalizmin eleştirel bir analizini yaptığı kapital adlı çalışması ile modern toplumlarda çatışmanın kaynağının anlaşılmasına ışık tutmuştur. Durkheim, sosyolojinin çalışma konusunu ve yöntemini belirlemeye yönelik çalışmaları ile sosyolojinin bağımsız ve saygın bir sosyal bilim olarak kurulmasına ve gelişimine ön ayak olmuştur. Durkheim sosyolojiye, onu diğer bilimlerden bağımsızlaştıracak ve önemini ortaya koyacak, güçlü bir kavramsal ve kuramsal çerçeve kazandırmıştır. Durkheim’in özellikle sosyolojik yöntemin ilkelerini belirleyen çalışması sosyoloji tarihinde ayrı bir öneme sahiptir. Diğer yandan Durkheim birey, toplum ve dayanışmaya ilişkin önemli görüşler ortaya koymuştur. Weber’in çalışmalarında rasyonelleşmenin, özellikle de formel rasyonalitenin en tipik örneğini bürokrasi oluşturur. Weber’e göre, Sanayi devrimi ile kapitalizmin gelişmesi, rasyonelleşme yönündeki genel eğilimin kanıtıdır.
Değerlendirme Soruları
-
Weber’in toplumsal sınıf analizini açıklayınız.
-
Weber’in yaklaşımını Marx ve Durkheim’ın yaklaşımları ile kıyaslayınız.
-
Durkheim’ın mekanik ve organik dayanışmaya dayalı toplum tiplerinden bahsedip, birey ve toplum anlayışını özetleyiniz.
-
Marx’ın kapitalizme yönelik eleştirilerinden ve sınıf anlayışından bahsediniz.
Kaynakça
Bilgin, V. (2009), Bizi Kuşatan Toplum: Sosyolojiye Giriş, Düşünce Dağıtım, Bursa
Bozkurt, Veysel (2010), Değişen Dünyada Sosyoloji, 5. Baskı, Ekin Basım Yayın, Bursa
Giddens, Anthony (2008), Sosyoloji, Çev. Cemal Güzel, 1. Baskı, Kırmızı Yayınları, Şubat, İstanbul
Öngen, T. (2002), “Marx ve Sınıf”, Praksis 8 Güz, s: 9-28.
Ritzer, George (1992), Sociological Theory, McGraw-Hill, Third Edition, Çeviren: Ümit Tatlıcan
Şavran, Temmuz Gönç, Fatime Güneş, Serap Suğur, Fuat Güllüpınar (2012), Klasik Sosyoloji Tarihi, Edt. Prof.Dr. Serap Suğur, Anadolu Üniversitesi Yayını No: 2685, Eskişehir
Dostları ilə paylaş: |