İSLÂM MEDENİYETİNDE BİRLİKTE YAŞAMA TECRÜBESİ1 Prof. Dr. Mehmet Görmez
Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı
“Bismillahirrahmanirrahim
Bizleri yoktan var eden, varlığından haberdar eden, farklı topraklara düşsek de yüreklerimiz arasında sevgi köprüleri oluşturan yüce Allah’a sonsuz hamdü senalar olsun. Doğumunu kutladığımız rahmet yüklü adalet Peygamberi, hikmet yüklü ahlak Peygamberi, peygamberlerin efendisi Muhammed Mustafa’ya salat ve selam olsun. Pek saygıdeğer Gümülcine başkonsolosumuz, B.Trakya’daki Müslüman Türk kardeşlerimizin seçilmiş müftüleri, manevi rehberleri, saygıdeğer vali yardımcıları, belediye başkanları ve Anadolu’da yaşayan herkesin yüreklerinin bir parçası olan B.Trakya’lı Müslüman Türk kardeşlerim. Sözlerime başlarken hepinizi saygıyla, muhabbetle selamlıyorum. Allah’ın selamı, rahmeti, bereketi hepinizin, hepimizin üzerine olsun. Sözlerimin başında Anadolu’da yaşayan bütün kardeşlerinizin selamını hepinize ayrı ayrı iletmek isterim. Size buram buram güzellikler kokan Anadolu topraklarından Mevlâna Celâleddin-i Rûmî’nin memleketinden, Yunus Emre’lerin, Hacı Bektaş-ı Veli’lerin topraklarından yüzbinlerce selam olsun. Yine sözlerimin başında Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Ali Bardakoğlu hocamızın her birinize ayrı ayrı selamlarını iletmek istiyorum. Bundan iki sene önce, belki de iki sene olmadı, Diyanet İşleri Başkanımız yaklaşık 27 yıl bir aradan sonra, çok ara vermişiz, özür borçluyuz, bir Ramazan gününde İstanbul Müftümüzle birlikte, bendenizin de katıldığı o heyet içerisinde, sizleri ziyaret etmeye geldik. Doğrusu burada sizlerden gördüğümüz ilgiyi, sevgiyi, sıcak muhabbeti hiç bir zaman unutmadık. Gözterdiğiniz, ilgi, sevgi, dostluk, kardeşliği biz yüreklerimizde hep muhafaza etmeye çalıştık. Döndükten hemen sonra kendi aile efradıma, kendi eşime, çocuklarıma söz verdim, sizi de götüreceğim oralara ve sizin de yüreğinizde hayatınız boyunca, B.Trakya’da yaşayan kardeşlerimizin sevgisinden mutlaka parça olsun dedim. Çocuklarımı getirmedim, getiremedim ama, eşim hanımefendi ile birlikte aranızda olmaktan, tekrar aranızda olmaktan çok bahtiyar olduğumu açık yüreklikle ifade etmek istiyorum. Bugün sizlerle üç ana başlıkta kısa mesajlar içeren bir konuşma paylaşmak istiyorum. Birincisi davet sebebimiz, burada toplanma sebebimiz, huzurda olma sebebimiz, az önce Fatih Koca hocamızın nağmelerinden dinlediğimiz Azerbeycan’lı 14-15 yaşındaki kızın yüreğindeki o sevgili kahramanı, sevgili Peygamberimiz Muhammed Mustafa’nın kutlu doğumunu tekrar sevgiyle ve tazimle yad ediyorum. Ama önce ondan kısaca söz ederek sözlerime değer katmak istiyorum. Çok sevgili kardeşlerim, hanımefendiler, beyefendiler! Milletleri millet yapan çok yüksek değerler vardır. Milletleri tarih sahnesinde kalıcı kılan çok değerli, büyük sevgiler vardır, saygılar vardır, sevdalar vardır. Millet olarak Türk Milleti’nin çok farklı meziyetleri vardır. Ama bu meziyetlerden en önemli bir tanesi yüreğimizde taşıdığımız Muhammed Mustafa sevgisidir.Millet olarak biz farklı sevmişiz peygamberimizi. Millet olarak biz farklı değer vermişiz. Millet olarak biz farklı kasideler okumuşuz, farklı nağmelerle terennüm etmişiz Peygamberimiz Muhammed Mustafa’ya olan sevgimizi, sevdamızı. O içimizden biri. Biz onu hep yanıbaşımızda, bizlerden biri olarak görmüş ve öyle sevmişiz. Süleyman Çelebi’nin Mevlid’ine bakınız. Bursa’nın bir köyünde dünyaya gelmiş, bizden biri olarak tasvir eder bizi. Ötelerde, uzaklarda Arabistan’da doğmuş birisi olarak tasvir etmez. “Susadım gayet hararetten kati. Sundular bir cam dolusu şerbeti” derken, Bursa’nın köylerinde dünyaya gelen bir çocuk için yapılan bir merasimi, bir töreni anlatıyor aslında. Bizden biri olarak tasvir eder. Edebiyatçılarımız, romancılarımız, şairlerimiz, hikayecilerimiz, biz farklı anlatmışızdır Peygamberimize olan sevgimizi, sevdamızı. Fuzûli Azerbeycan topraklarında yetişmiştir. Ama şiirlerinde Anadolu topraklarının oluşmasını dahi, Anadolu coğrafyasının oluşmasını dahi, Peygamber sevgisiyle izah eder Fuzûli. O muhallet, o muhteşem su kasidesinde Fırat’ın ve Dicle’nin akışını nasıl tasvir eder bilirmisiniz? “Başını taştan taştan gezer avare su” derken, Fırat’ın ve Dicle’nin deli deli akışını, başını taştan taşa vurarak akışını, sevgili Peygamberimiz Muhammed Mustafa’nın ravzasına bir an önce varmak, ayaklarının değdiği topraklara, kumlara bir an önce ulaşmak için olduğunu ifade eder. Millet olarak biz, yüreklerimizde hep onun sevgisini taşımışız. Asırlarca Mescid-i Nebevi’de yanan lambanın içerisine Isparta’dan gülyağı göndermiş bir milletin, ecdadın çocuklarıyız. Şu güzelliğe bakınız. Şu estetik duyguya bakınız. Estetik duygunun yüceliğine bakınız Allah aşkına. Mescid-i Nebevi’de o gün için elektrik yok. Gazyağı yakarak, içeri kokmasın, Muhammed Mustafa rahatsız olmasın. Gül ile remzetmiş. Gülü Muhammed Mustafa’ya bir sembol olarak seçmiş milletin çocukları asırlarca o lambanın içerinde yakıt olarak kullanılmak üzere Isparta’dan gülyağı göndermiş. Böyle farklı sevmişiz biz Reulü Kebriya’yı. Büyük bir edebiyatçımız İstanbul’da bir pencere önünde oturmuş, edebi bir metin yazmakla meşgul. Penceresini açmış, evinin önündeki parkın içerisinde civardaki bütün apartmanların kapıcılarının eşleriyle çocukları oturmuş aralarında muhabbet ediyorlar. Dikkatini bir şey çekiyor. Etrafta oynaşan çocukların isimleri dikkatini çekiyor. Bütün kız çocuklarının isimleri ya Gül’le başlıyor yada Gül ile bitiyor. Şimdi burada da parmağınızı kaldırın desem, Gül ile başlayan, Gül ile biten pek çok parmak kalkacaktır. Gülşen, Gülben, Gülseren, gülderen, Songül, Vergül...Gül ile başlayan ve biten bir alay isim. Önce anlayamıyor. Sonra pencereyi açıyor ve teyzelerden bir tanesine soruyor, “teyzeciğim siz nerelisiniz?” diyor. “ben Çorum’luyum” diyor. Öbürüne soruyor, “sen nerelisin?” “Çankırı’lıyım” der. Öteki, “Yozgat’lıyım” diyor. Ha şimdi anladım diyor. Sizin memleketler çok yeşillik görmeyen memleketler, gül falan yetiştirdiği için mi çocuklarınıza Gül’le başlayan, Gül’le biten isimler verdiniz?” diye sorar. 80 yaşında ihtiyar bir teyze birden beli bükük olarak ayağa kalkar, elinde bastonu kaldırır, “öyle değil evlat, öyle değil! Biz Gül denince Muhammed Mustafa’yı hatırlarız da onun için de çocuklarımıza Gül ile başlayan, Gül ile biten isimler bıraktık” der. İşte biz böyle sevmişiz Peygamberimizi. Şimdi yine şöyle bir anket yapacak olursak. Millet olarak acaba kaçımızın adı Ahmet veya Mehmet; kaçımızın adı Mustafa. Herhalde istatistikler bu rakamı tespit etmede acizdir. Acaba kaçımızın ismi Hatice, Aişe, kaçımızın ismi Amine? Adeta bir peygamber ailesiyiz millet olarak. Hatta biz, biraz sonra anlatacağım ikinci başlık olarak, biz sadece Peygamberimizin isimlerini çocuklarımıza vermemişiz. Biz sadece Peygamberimizin çocuklarının, eşlerinin ashabının, dostlarının isimlerini vermekle kalmamışız, biz Kur’an-ı Kerim’in, “biz paygamberler arasında ayırım yapmayız” emrine uyarak Adem’den Nuh’a, İbrahim’den İsmail’e, Musa’dan İsa’ya, bütün peygamberlerinin isimlerini vererek peygamberler arasında ayırım yapmadığımızı da bütün dünyaya, bütün insanlığa göstermişiz. Hem de bu ayeti, “biz paygamberler arasında ayırım yapmayız” ayeti, peygamberimiz tarafından bir miraç hediyesi olarak gelmiştir. Paris’te Pakistan’lı bilim adamı vardı, Allah rahmet eylesin vefat etti. Bir gün Paris camisinden dışarı çıktığında önüne çok sinirli bir genç çıkıyor. “Hoca hoca, sizin dininiz çok adaletsiz bir din!” “Neden evladım” diyor. “Bir Müslüman benim kızkardeşmle evlendi. Cezayir’li bir Müslüman benim kızkardeşimle evlendi. Ben de Fas’lı bir kıza aşık oldum. Bana vermediler. Öğrendim ki sizin dininizde biz Hıristiyanlara kız vermek yok, ama bizden kız almak varmış! Bu adalet mi Allah aşkına” diyor. Hoca çok sakin bir şekilde, “evladım bu mahze adalettir” diyor. “Hoca sen buna nasıl adalet dersin, bu ayırımcılık değil mi” diyor. Hoca “evladım bak sen git kızkardeşinle evlenen o Müslüman’a sor, de ki sen Hz. İsa’yı Allah’ın peygamberi olarak kabul ediyor musun?” “Ediyor, sormama gerek yok” diyor. Sen ona sor, de ki, “Meryem deyince yüreğinde nasıl bir saygı doğuyor? İslam Meryem’e nasıl önem vermiş, değer vermiş. Hz. Meryem’e dil uzatan nasıl İslamdan çıkar?” diye sor bak sana ne cvap verecek. “Sormama gerek yok, onu da biliyorum” der. Evladım ona sor, “Hz.İsa’ya İncil adında bir kitap geldiğine inanıyor mu?” “Onu da sormama gerek yok, ona da inandığını söylüyor” diyor. “Evlâdım bak bizim oğlumuz sizin hem kitabına inanıyor, hem peygamberine inanıyor, hem Hz Meryem’in büyüklüğünü kabul ediyor, gel sen de bizim kitabımızı, Peygamberimizi kabul et, sana kızımızı verelim” diyor. “Biz paygamberler arasında ayırım yapmayız” ayetini sevgili Paygamberimiz bir miraç hediyesi olarak getirmiştir bize. İslam dininin büyüklüğü buradadır. Kendisinden önceki bütün dinlerin hakikatlerini kabul etmiş, onlara kabul etmemeyi, onları reddetmeyi İslamdan çıkmak olarak değerlendirmiştir. Hiç kimse Hz. Peygamber’e nasıl saygı gösteriyorsa, Hz.İsa’ya nasıl saygı gösteriyorsa, Hz. Musa’ya, Hz. İsmail’e, Hz. Adem’e kadar bütün peygamberlere o şekilde saygı göstermek zorundadır, onlara iman etmek zorundadır. Onların tamamına iman etmek bizim mümin olarak bir borcumuz olmuştur. İslamın büyüklüğü buradadır. Muhterem kardeşlerim, hanımefendiler,beyefendiler! Ama, bu sevgi yetmiyor. Bizim bu sevgiyi önce bilgiye dönüştürmemiz gerekiyor. Sevgiyi bilgiye dönüştürmemiz için okumamız gerekiyor; anlamamız gerekiyor ve yaşamamız gerekiyor. şimdi millet olarak Peygambere olan saygımızda ve sevgimizde hiç bir kusur olduğuna inanmıyorum şahsen. Ama, Peygamberimizi tanıma noktasında eksikliklerimiz var. Ben şahsen Kutlu Doğum haftalarında davet edildiğim bütün salonlarda önce bir söz alarak buradan ayrılıyorum. Salona üç soru soruyorum. Birinci soru şu: “Evinde Peygamberimiz aleyhisselamı anlatan, akıcı bir Türkçe ile yazılmış kitap bulunduranlar parmak kaldırsın” diyorum. Ben şimdi saygısızlık olur bu kadar nur yüzlü ablaların karşında parmak kaldırın demeyeceğim. Ama, herkes kendisine sorsun. Evimde, günlük hayatın akışı içerisinde, çocuklarımızın elini uzatıp alabileceği, okuyabileceği, Peygamberimiz aleyhisselamın hayatını anlatan bir kitap yok ise, önce müftülerimin yakasına yapışsın. Ben de derhal onlara göndermeye amadeyim. Eğer evinizde yoksa, bir tane değil, birkaç tane sevgili Peygamberimizin hayatını anlatan kitapları, mutlaka çocuklarınızın ellerini uzatabilecekleri bir rafta bulundurun lütfen! Birincisi bu. Bu sözü almış kabul ediyorum. Sözü yerine getirmek konusunda da taahhütte bulunuyorum. Eğer yoksa, ola ki buralarda bulamayabilirsiniz, o zaman müftülerinizin yakasına yapışacaksınız ve ben de onlara göndereceğim. Bu bir. İkincisi kitap varsa evde, Peygamberimizin hayatını baştan sona anlatan, doğumundan ölümüne kadar anlatan herhangi bir kitabı, baştan sona okuyanlar parmak kaldırsın diyorum. Şimdi Anadolu!da bu anketi yaptığımda salonun üçte ikisinde kitap mutlaka bulunuyor, ama üçte birince kitap bulunmuyor. Derhal onlara kitabı temin ediyoruz. Sonra, ikinci soruyu sorduğumda, baştan sona Peygamberimizin hayatını okuyanlar parmak kaldırsın diyorum, nerdeyse elliye elli. Yüzde elli hayatında hiç bir kitabı okumamış olarak görüyorum ve o zaman da tabii ki çok üzülüyorum. Bu kadar sevdiğimiz, gönüllerimize yerleştirdiğimiz, o muazzez Peygamberin hayatını, doğumundan vefatına kadar, doğumuyla insanlığı şereflendirmesini, doğmadan önce babasını kaybedişini, doğduktan sonra altı yaşında iken annesini kaybedişini, yirmi beş yaşında bir delikanlı iken kendisinden on beş yaş büyük Hz. Hatice validemiz ile sevgi ve muhabbet üzerine nasıl bir aile yuvası kurduğunu, her türlü zulüm ve adaletsizlikle peygamberlik gelmeden nasıl mücadele ettiğini, kırk yaşında peygamberliğin gelişini, peygamberliğin gelişiyle birlikte insanlığa nasıl bir rahmeti yaymaya başladığını, rahmeti yaymak için nasıl mücadele ettiğini, Habeşistan’a hicretleri, Medine’ye hicretleri, Medine’ye hicret ettiğinde Yesirit Köyü’nü nasıl bir medeniyete dönüştürdüğünü, yıllar yılı dövüşen kavga içerisinde olan Evs ve Hacreç kabilelerini birbirleriyle nasıl kardeş kıldığını ve nihayet, “en yüce dosta gidiyorum. En yüce dosta gidiyorrum. Gözümün nuru namazı unutmayın” diyerek dünyaya veda edişini “size iki emanet bırakıyorum. Biri kitabım Kur’an’ı Kerim Allah’ın kitabı, birisi de sünnetim örnek hayatım” diyerek dünyaya veda edişini. Bu muazzam hayatı herhangi bir kitaptan baştan sona okumayan hiç bir kardeşimiz bulunmasın lütfen. Ve, bunu yapmayan kardeşimiz, dünya hayatına insan bir defa gelir, bunu yapmayan bir kardeşimiz, çok büyük bir eksiklik içerisinde olduğunu lütfen unutmasın. Ve, ben aslında bu iki konuda, kitabı olmayanlar mutlaka kitap alacak, kitabı olanlar da baştan sona okuyacak sözünü almadan aslında salonlardan ayrılmıyorum. Ama, salonda gördüğüm bütün nurlu yüzler, “hiç korkma hocam, hepimiz baştan sona Peygamberiz Aleyhisselamın hayatını okuduk, ama biraz daha bilgimizi arttırmaya ihtiyacımız var” dediklerini duyar gibi oluyorum. Onun için ne soracağım, ne de söz isteyeceğim, ne de parmak kaldırın deme nezaketsizliğini göstereceğim. Ama lütfen bu sevgiyi ilgiye dönüştürerek, bu bilgiyi okumayla geliştirerek, daha sonra pratik bir hayata dönüştürürsek bunun yollarını da ben hemen ifade ederek öbür konum geçeyim. Bunu evde erkekler zor gerçekleştirir, kusura bakmasınlar. Bunun evde gerçekleştirecek olanlar hanımefendiler. Haftada bir gün yarım saat, bir saat, nasıl günde birkaç defa yemek sofrasının etrafında bir araya geliyorsak; evdeki hanımefendiler önce kitabı temin edecek, ondan sonra da, hanımefendi disiplini kuracak ve haftanın belli bir gününde bizim bir okuma saatimiz olacak diyecek. Evin en küçüğüne, okuma yazmayı yeni öğrenen, akıcı Türkçe ile okuma yazmayı yeni öğrenen çocuğunun eline kitabı verecek, evin beyefendisini de oturtacak, ailenin bütün bireyleri de o masanın etrafında oturacaklar, çocuk okumaya başlayacak Peygamberimizin hayatından bir sayfa iki sayfa ve hepiniz dinleyeceksiniz. Göreceksiniz ki evinize ilahi rahmet tecelli etmiş. Alemlere rahmet olarak gönderilen sevgili Peygamberimiz Muhammed Mustafa’nın evinize konuk olduğunu, evinize misafir olduğunu göreceksiniz, bunu hissedeceksiniz. Aile bireyleri arasına saygı ve sevgi geldiğini hissedecek ve göreceksiniz. Bunun da yolu ancak budur. Böyle okuma saati düzenler ve böyle bir gelenek başlatırsanız Gümülcine’de, İskeçe’de nerede olursanız olun, o zaman bu kardeşiniz yaptığı bu ziyaretle çok daha bahtiyar olarak kendi mekanına dönmüş olacak. Ben bu üç sözü almış olarak kendimi dönmüş kabul ediyorum. Şimdi gelelim öbür başlığımıza. Öbür başlık, ilân edilen başlık, “İslâm Medeniyetinde Birlikte Yaşama Tecrübesi.” Çok saygıdeğer kardeşlerim, hanımefendiler, beyefendiler. Önce şunu söyleyeyim. Başka bir milletle birlikte, başka bir dinle birlikte, başka bir dini yaşayan insanlarla birlikte, başka bir medeniyetle birlikte yaşamaya çalışan, yaşamaya başlayan her müslümanın üç tane görevi vardır. Öncelikle bunları ifade etmek istiyorum. Yani çağdaş dünyada azınlık dedikleri, dini azınlık olarak adlandırdıkları azınlık olarak başka bir milletle, başka bir din ile başka bir medeniyetle yaşamaya başlayan insanların üç şeye çok dikkat etmeleri gerekiyor. Bunlardan birincisi, nerede yaşarsa yaşasın Müslüman olan herkes kendi kimliğini muhafaza edecek, bu çok önemli. Bunu sadece kendimiz için söylemiyorum. Bunu dünyanın neresinde yaşarsa yaşasın, bu şartlar içinde yaşayan insanlar için söylüyorum. Öyle bir dünyada yaşıyoruz ki nesli tükenen bir kaplumbağanın, neslinin devamı için uğraşan çağdaş bir dünyada yaşıyoruz. Dolayısıyla nerede yaşarsa yaşasın herkes her Müslüman kendi kimliğini muhafaza edecek. Kendi kimliğini muhafaza etmesi için de kimliğini oluşturan bütün unsurları bilecek; tarih bilecek, kültür bilecek, kültürünü muhafaza edecek, örflerini adetlerini muhafaza edecek. Kültürün evi olan dilini muhafaza edecek ve kimliğini oluşturan bütün unsurların muhafızı ve bekçisi olan inancını koruyacak ve muhafaza edecek, dinini koruyacak. Tarih bize şunu gösteriyor. Tarih sahnesinde dinini kaybeden dilini de kaybediyor. İnancını kaybeden tarihini de kaybediyor.Kültürünü de kaybediyor. Kimliğini oluşturan bütün unsurları kaybediyor. İnancını koruyan, dinini koruyan, kimliğini oluşturan bütün unsurları da muhafaza ediyor. Bu birincisi. İkinci önemli şey komşularla iyi geçininiz. Bu mücadele olsun diye söylenecek söz değil. Bu inancımızın gereği. Çünkü biz Batıda pek çok müşterek toplantılara katılıyoruz. Farklı din adamlarıyla, farkılı siyaset adamlarıyla, farklı kültür adamlarıyla pek çok toplantılara katılıyoruz. O toplantılarda zaman zaman ben onlara, biraz da canımız sıkılınca şunu söyleme ihtiyacı hissediyorum. Diyorum ki: Siz Batılı dostlarımız farklı dinleri, farklı kültürleri, farklı medeniyetleri yanyana yaşatma konusunda henüz çok gençsiniz diyorum. Henüz büyük bir tecrübeye sahip değilsiniz diyorum. Önce kaşlar çatılıyor ve biraz alınganlık gösteriyorlar. Arkasından şunu söylüyorum: Gelin yüz sene önce Paris’e gidelim. Gelin yüz sene önce Berlin’e gidelim. Gelin yüz sene önce Amsterdam’a gidelim. Gelin yüz sene önce Viyana’ya gidelim. Bırakın Müslümanı, Hıristiyanı, Yahudisi, Ortodoksu katoliği ve Protestanı bile yana yaşatamıyordunuz. Ama gelin dört beş asır önce Bursa’ya gidelim. Gelin dört beş asır önce Edirne’ye gidelim. Gelin dört beş asır önce İstanbul’a gidelim. İstanbul,da, Bursa’da, Edirne’de biz Yahudi’yi, Hıristiyanı, Müslüman’ı, Rum’u Ermeni’yi yanyana beraber yaşatmış bir ecdadın bir tarihin bir medeniyetin çocuklarıyız. Bizim tecrübemizde bu var. Biz bütün dünyaya bunun örneğini göstermiş bir milletin çocuklarıyız. Neden gösterdik? Çünkü biz bu değerleri inancımızdan aldık. Ben size gösterebilirim, babanın evlâda vasiyeti, baba evlâda vasiyet ediyor: “evlâdım, çorba dağıtacağın zaman önce gayri müslüm komşunla başla. Çorba dağıtacağın zaman önce gayri müslim komşunu düşün onunla başla” deyen ecdadın çocuklarıyız, böyle bir medeniyetin mensuplarıyız. Bakın size çok enteresan bir örnek vereyim muhterem kardeşlerim. Bu ayakta bekleyen kardeşlerimizi yormamak için sözü çok fazla uzatmayı düşünmüyorum. Sevgili Peygamberimiz (S.A.V.) Medine’ye hicret ettiğinde, Medine farklı iki dinin mensuplarını taşıyordu. Gayri müslimler müşrikler vardı, Yahudiler vardı. Hem de çok farklı yerlerden gelmiş Yahudiler vardı. Medine’ye yerleşmiş topluluklar vardı. Peygamberimizin (S.A.V) ilk uygulamalarından bir tanesi Medine Anayasası’nı hazırlamak olmuştur ve o Medine vesikası içerisine onların her türlü inançlarında, her türlü ibadetlerinde, her türlü, madetlerinde özgür ve serbest kalacaklarını bizatihi oraya yazmış ve bunu hukukun garantisi altına almıştır. Daha sonra çok enteresan bir hadise yaşanır Medenine’de. Necan’lı Hıristiyanlar, Necan’da (Yemen’le Arabistan sınırında bir belde, hatta küçük bir ülke de denebilir. Burada Hıristiyanlar yaşıyor) Ashabı Uhdut sürerisini indirir. Bu sure Yahudiler tarafından işkenceye maruz kalan Necan’lı Hıristiyanların hikayesidir. Bu Neccan’lı Hıristiyanlar altmış kişilik bir heyet oluştururlar ve Medine’ye gelirler. Başlarında da Abdülmezid adında bir papaz var. “nereye gidiyorsunuz” diye sorulduğunda, “Medine’de peygamber olduğunu iddia eden bir zat var, onu İsa mesihin öğretilerine davet etmeye gidiyoruz.” Altmış kişilik bir heyet Medine’ye girer. Vakit çok sıkışmıştır. Başlarındaki zat Peygamberimiz’e der ki: “Bizim ibadet vaktimiz, biz sizinle konuşmaya, sizinle tartışmaya, kendi dinimize davet etmeye, size kendi dinimizi anlatmaya geldik. Ama bizim ibadet vaktimiz. Bize topluca ibadet edebileceğimiz, nezih, temiz, güzel mekan gösterebilir misiniz? ” Bu teklif karşısında Peygamberimiz bizi şaşırtacak bir teklifte bulunur. Biz bütün Müslümanlar için Kâbe’den sonra mükaddes bildiğimiz, Mecid-i Nebevi’yi onlara tahsis eder, onlar hep birlikte girerler Mescid-i Nebevi’ye ve kendi ibadetlerini icra ederler. Bu bizim kitaplarımızın naklettiği müstesna bir davranışıdır. Ve, Peygamberimizin azınlık hakları konusunda büyük mesafeler katettiğini uygar dünyaya sesleniyorum. Bu uygar dünyaya dünyaya sevgili Peygamberimizin on dört asır önce söylediği bir sözü sizlerle paylaşmak istiyorum. Der ki sevgili Paygamberimiz: “Müslümanların emniyeti altında, Müslümanların güvenliği altında yaşamayı kabul etmiş, azınlık olmuş bir gayri müslime eziyet eden bana eziyet etmiş olur. Bana eziyet eden Allah’a eziyet etmiş olur. Her kim Müslümanların güvenliği altında yaşamayı kabul etmiş Müslüman olmayan birisine eziyet ederse Allah’a eziyet etmiş olur.” Bunu Peygamberimiz söylüyor. On dört asır önce söylüyor bugünkü çağdaş dünyanın idrakine. Üçüncüsü nedir? Dedim ki ben farklı bir kültürde, farklı bir medeniyette, farklı din mensuplarıyla birlikte yaşamayı kabul etmiş her Müslümana üç vazife düşüyor. Birincisi kendi kimliğini muhafaza etmek. Kimliğini oluşturan bütün unsurları muhafaza etmek ve onun çocuklarına öğretmek. Bu bütün dünyanın kabul ettiği, evrensel bütün beyannamelerin kabul ettiği, evrensel bütün hukuk kurallarının kabul ettiği asgari bir haktır, hukuktur. İkincisi komşularla iyi geçinmek. Farkılı dinler, farklı kültürler, farkılı medeniyetlere mensup olan komşularıyla iyi geçinecek. Geçen bir tarih hocamız bana enteresan bir belge gösterdi. Balıkesir’in Gönen ilçesi bundan iki veya iki buçuk asır önce farkılı dinlerden insanların yaşadığı bir yermiş. Çok büyük bir deprem olmuş, bütün mabetler, hem havrası, hem kilisesi hem de camisi yıkılmış. Şehri bütün eşrafı biraraya gelmişler, önce aralarında ortak bir bütçe oluşturmuşlar. Sonra kura çekmişler. Kura kime çıkmışsa önce onun mabedini inşa etmişler. İlk önce kura Hıristiyanlara çıkmış ve hep beraber bir kilise inşa etmişler. Bizim ecdadımız, yanıbaşımızdaki Sırbista’ın hiç bir köyünde kilise yoktu, oralara geldiğinde sadece onlara din özgürlüğü, sadece dinlerini kimliklerini koruma hakkını hukukunu vermemiş, aynı zamanda bizzat devletin imkanlarıyla köyüne gitmiş, ihtiyacı olan kiliseyi inşa etmiş, onların ibadet hizmetlerine sunmuş. Burada da aynı şekilde beraber yapmışlar. Bizim tarihimiz, bizim kültürümüz, bizim medeniyetimiz bunun sayısız örnekleriyle doludur. Komuşularla iyi geçinecek. Barış içerisinde, kötülük görmeyecek komşu gayri müslim bile olsa. Gayri müslim bir komşu müslüman bir komşudan asla kötülük görmeyecek. Üçüncüsü de başka bir kültür içerisinde, başka bir medeniyetle birlikte, başka din mensuplarıyla birlikte yaşamaya başlayan her kardeşimiz İslâmın bütün güzelliklerini Muhammed Mustafa’nın bütün örnek ahlâkını kendi hayatında gösterecek. İslâmın güzelliklerini herkes görecek onun hayatında. Adı Ahmet ise, adı Mehmet ise, adı Mustafa ise, Muhammed Mustafa gibi davranacak. İslâmın rahmetini insanlar görecek onda. Öyle bir asırda yaşıyoruz ki biraz gariplikler var bu konuda. Sürekli söylediğim bir şey vardır. Paris’in Şanzelize’sinde sokakta yürürken bir gayri müslüm yanında yürüyen eşine kaba bir söz söylese, yüksek sesle bağırsa çağırsa, oradan geçen herkes, “ne kaba bir insan” der. Ama bunu bir Müslüman yapsa öyle deyip geçmezler. “Bu Müslümanlar ne kaba adamlar” derler. Daha sonra bunun sebeplerini İslâmda aramaya başlarlar. Müslümanın yapmış olduğu yanlış hareket İslâma, İslâmın kitabına, İslâmın Peygamberi Hz. Muhammed Mustafa’ya mal olur. Bu sebeple her Müslüman aynı zamanda İslâmın bütün güzelliklerini, örnek ahlâkını gösterecektir. Ben sözü çok fazlşa uzatmak istemiyorum. Gerçekten bu ayakta bekleyen hanımefendiler, beyefendiler var. Son bir örnek vererek huzurlarınızdan ayrılmak istiyorum. Bundan birkaç sene önce, Türkmenistan’da yaşadığım ve beni çok etkileyen, hemen hemen konuşmalarımda beni dinleyenlerle paylaştığım bir örneği sizlere, örneklik konusunda bir örneği sizlerle paylaşarak ben huzurunuzdan ayrılmak istiyorum. Büyük Selçuklu Sencer’in mezarını ziyaret ettikten sonra, Merv kentinde uzakta iki kubbe göründü. Yanımdakilere sordum, “o uzakta görünen kubbeler nedir” dedim. “Peygamberimizin iki arkadaşının mezarı” dediler. Peygamberimiz (S.A.V.) veda hutbesinde yüz bin kişiye hitap etmiş, sadece on bin kişinin mezarı Arabistan Yarımadası içerisindedir. Diğer bütün arkadaşları dünyanın her tarafına yayılmışlardır ve oralara İslâmın barış mesajını götürmüşlerdir. Onları ziyaret etmeye giderken yolda bir deve çobanıyla karşılaştım. 1,90 boyunda, 80-90 yaşlarına geldiği halde hala beli bükülmemiş, dinç, göbeğine kadar sakalı uzamış, başında muhteşem bir kalpak olan, bir ressamın fuayesine poz verebilecek güzellikte ihtiyar bir delikanlı. Önce sordum: “bu tepedeki mezarlar kimlerin biliyor musun amca?” diye. O üçte iki Türkçe, yarı Türkmence Türkçesiyle onları bana anlatmaya başladı.”Birisi Gureybi Esvep kabilesindendir, şunu yapmıştır, bunu yapmıştır, Peygamberimizle birlikte şuraya gitmiştir v.s.” O Kadar detaylı bilgiler verdi ki ben hayran kaldım. “Amca Türkmesintan’da böyle senin kadar bilgili başka deve çobanları var mı?” diye sordum. “Evlât ben çocukken hatırlarım bizim köylerde iki adam seçmek çok zordu; bir muhtar seçerken çok dikkatli davranırdık, bir de deve çobanı seçmek çok zordu.” dedi. Şaşırdım ben. “Hayatında bir defa yalan söyleyeni biz deve çobanı yapmazdık. Hayatında bir defa sözünde durmayanı biz deve çobanı yapmazdık. Deve çobanı yaptığımız bir adam, eğer develeri güderken bir defa küfretmişse, ağzından kötü bir söz çıkmışsa, köy ihtiyar heyeti toplanır ve derhal onu görevinden azlederdi.” Diye devam etti. Yılların hadis hocası hala jetonu düşmedi ve “muhtara verilen önemi anladım da, deve çobanına neden bu kadar önem veriyordunuz” dedim. “Deve çobanlığı Muhammed Mustafa’nın mesleği olmuş ya onun için” dedi. Sadece deve çobanlığı konusunda değil, hayatının her alanında, her anında, bütün insanlığa örnek olmuş, rehber olmuş bir Peygamberin ümmetiyiz. Elbette, hangi topraklarda, hangi milletle beraber, hangi medeniyetle beraber yaşarsak yaşayalım örnek olmak durumundayız. Ve, son sözüm. Peygaberimiz’in (S.A.V.) hayatını incelediğinizde, hayatının her anında, Süleyman Çelebi merhum onun doğumunu bile öyle tasvir eder, “doğdu annesinden dünyaya geldi dudakları mırıldanıyordu. Kulağımı verdim dudağına ümmeti ümmeti diyordu.” Hayatının her anında, son nefesinde de siz oldunuz, hayatının her anında onun dilinden onun gönlünden siz hiç bir zaman eksik olmadınız. Sizin de dilinizden ve gönlünüzden Muhammed Mustafa sevgisi hiç eksik olmasın, hepinize saygılar sunarım.”
1 (Batı Trakya-Gümülcine 26 Mart 2008 Chris and Eve otel)