TEVHÎD VE KELÂM İLMİNİN TARİHÇESİ 38
1- Tevhîd İlmi'nin Doğuşu
İslâm dininin iki büyük kaynağı; mukaddes kitabımız olan Kur'ân-ı Kerîm üe, sevgili Peygamberimizin Sünnet-i Şerîfeleridir.
Resulü Ekrem Efendimize bizzat muhatap olma saadetine eren, sohbet ve irşadlanyla kalpleri nurlanan ilk müslümanlar, bu sohbetin feyiz ve bereketiyle temiz bir vicdana, kuvvetli bir îmana sahiptiler. Çünkü, Üâhî vahyin nuru ve Resulullah'm sohbeti, onları, bâtıl inançlardan, kötü huylardan uzaklaştırimş, kalplerini temizlemiş, gönüllerini saffete, fikirlerini kemâle erdirmiş, aralarında sev gi ve muhabbeti, birlik ve beraberliği temin etmişti. Zira düsturları Kur'ân, mürşidleri sevgili Peygamberimiz (S.A.V.) olmuştu. Herşe-yi O'ndan öğrenirler, öğrendiklerinin hak olduğuna tereddütsüz inanırlar ve bu ilâhî hükümlerle aynen amel ederlerdi. Peygamber Efendimiz, vahiy yoluyla kendisine bildirilen bütün ilâhî emirleri, dinimizin temel ve yardımcı fikirlerini, îman ve amele ait hükümlerini, fert ve cemiyeti refah ve saadete ulaştıran düsturları beyan buyurur. Ashâb-ı Kiram da bu hükümleri dikkatle tatbik ederlerdi. İlâhî nasîara, nasıl bildiriliyorsa öylece inanırlar, müşkülleri olursa, onları bizzat Peygamberimiz (A.S.V.)'e, daha sonra da Ashabın âlimlerine sorarak hallederler, kendilerine faydası olmayan şeyler üzerinde zihinlerini yormazlardı. Gayeleri, ilâhî emirlere uymak ve yasaklanan her şeyden kaçınmaktı.
Ashâb-ı Kiram'dan sonra gelen «Tabiîn» de, Ashabın bu hayırlı yolunu tutmuşlardı. Onun için hâdiseler ve ihtilâf edilen mes'eîeler az oluyor, bir müşkül zuhurunda o müşkül kolayca hallediliyordu. Bu sebeple onların ilk zamanlarında dînî akideleri izah ve isbat eden bir ilim vücûda getirmeye lüzum görülmemişti.
Fakat; aradan uzun bir zaman geçince, Nübüvvet (Peygamberlik) nurunun insanlardan uzak kalması, o ilâhî feyizden istifade edenlerin azalması vaziyeti değiştirdi. Genişleyen İslâm ülkesindeki yeni temaslar, çeşitli dinlere mensup kimselerden bir kısmının zahiren müslüman olmaları, yeni yeni fikirlerin ve birtakım fırkaların doğmasına ve dolayısıyla müslümanlar arasındaki saffetin, birlik ve beraberliğin bozulmasına ve kötü fikirli kimselerin çoğalmasına sebep oldu. Bu sapık fikirler, bazı zayıf imanlıların bozuk fikirlere ve sapık inançlara meylini arttırdı. Böylece fikirlerde ayrılık, gönüllerde nefse uyuş arttı. Hakk ile bâtıl, doğru ile yanlış birbirine karışmaya, din âlimlerine müracaatlar ve verilen fetvalar artmağa başladı, işte bu şartlar altında, dinin esaslarını tesbit etmek, doğru ve gerçek inançları, yanlış ve bâtıl olanlardan ayırd etmek, Kur'ân ve Sünnete dayanan îslâmî akideleri, sonradan uydurulan sapık fikirlerden korumak lüzumu hâsıl oldu. Böylece îman ve akî-de esaslarını bildirip, delillerle isbat eden ve müslümanları bâtıl fikirlerden koruyan Tevhîd ilmi doğdu.39
Tevhîd Ve Kelâm Îlminin Geçirdiği Devreler
Yukarıda izah ettiğimiz şartlar içinde doğan bu akîde ilmi, evvelâ «Tevhîd, Fıkh-i Ekber» adıyla kaleme alınmış ve gelişmesinde başlıca üç devre geçirmiştir.
a) Birinci Devre :
Bu devre, müslümanların akidelerini bozmak maksadıyla ortaya çıkan bâtıl inançları yok etmek için hakikî din âlimleri tarafından «Tevhîd» ilmini vücuda getirmekle başlar. Bu devrin ilk ve en meşhur eseri, İmâm-ı Âzam Ebu Hanîfe (H. 80/150)'nin «Fıkh-ı Ekber» adlı kitabıdır. Bu kitap, «Mütekaddimûn» diye anılan ilk
Kelâm âlimlerinden «Selefiyye» mezhebinin görüşünü ve daha sonra Ehl-i Sünnet adıyla şöhret bular, hak mezhebin esasını teşkil eder.
tşte bu devrede, yani Hicret-i Nebeviyye'nin birinci asrı sonlarında ortaya çıkan Bid'at ehli, bâtıl inançlarını yaymak ve Ehl-i Sünnet mezhebiyle mücadele etmek maksadıyla bir ilim vücûda getirdiler. Bu ilme de «llm-i Kelâm» ismini verdiler.
Hocası Hasan-ı Basrî'nin derslerini terketmesi sebebiyle «Mutezile» adıyla şöhret bulan mezhebin (ekolün) kurucusu ve reisi olan «Vâsıl b. Ata» (Vefatı H. 131) bu babda ilk eseri yazmış ve bilâhare «Ebu'l-Huzeyl» ve «İbrahim en - Nazzâm» gibi Mû'tezile reisleri, yazdıkları eserlerle fikir ve görüşlerini savunarak Ehl-i Sünnet akîdesiyle mücadele etmişlerdir. Böylece müslümanlar arasında, «Ehl-i Sünnet» ve «Ehl-i Bid'at» adıyla iki ana mezheb ve ekol vücûda gelmiş, Ehli- Sünnet mezhebinin akidesini bildiren ilme «Tevhîd İlmi» veya «Fıkh-ı Ekber», Ehi-i Bid'at Fırkasının itikadını bildiren ilme de «Kelâm İlmi» denmiştir.
tmâm-ı Âzam ve diğer müctehid imamlar tarafından kötüle-nen ve öğretilmesi yasaklanan İlm-i Kelâm, Mû'tezile gibi Bid'at ehlince tedvin olunan îlm-i Kelâm'dır. îste bu sebeple, Ehl-i Sünnet âlimleri, bu gibi eserlerle mücadele etmişler ve müslümanîar üzerindeki kötü tesirlerini yok etmek gayesiyle «İlm-i Tevhîd»'f-dair birçok eserler vücûda getirmişlerdir. Bu devre. Hicri III. asrın başlarına kadar devam etmiştir.
b) İkinci Devre :
Bu devre, hicretin III. asrı başlarında gelen Basrab Abdullah K Said el - Küllâb (V. H. 240 dan biraz sonra) ile başlıyarak üç asır kadar devam etmiştir.
îbn-i Küllâb, Mû'tezile mezhebinin şöhret ve rağbet bulduğu ve Ahmed b. Hanbel gibi Ehl-i Sünnet İmamlarının ezâyâ mâruz kaldıkları bir zamanda ortaya çıkarak yazdığı eserlerle, yaptığı münakaşa ve münazaralarla Mû'tezile ve Cehmiyye taifelerinin görüşlerini reddetmiş, bu iki taife arasındaki çelişkileri ve her ikisinin düştüğü hataları ortaya koymuştur. Halîfe Me'mun'un meclisinde hasımlarıyla yaptığı münazaralarda, ilmî kudreti ve fevkalâde oları münakaşa kabiliyeti sayesinde bid'at ehline galip gelmiş ve onları perişan etmiştir.
lbn-i Küllâb, Selefiye mezhebinden bazı hususlarda ayrılan, yeni bir Kelâm ilmi vücûda getirmiş ve kendisinden bir asır sonra gelen Eb«*l - Hasan El - Eş'arî'ye zemin hazırlamıştır. Bu Kelâm îlmi, Selefiyye denilen Kelâm (Tevhîd) âlimlerinin Ehl-i Sünnet mezhebiyle, Mû'tezÜe arasında mütevassıt (orta), fakat daha çok Selef mezhebine yakın bir Ehl-i Sünnet .mezhebi görüşünü temsil eder.
îbn-i Küllâb, Mû'tezile reislerinden Ebû El - Huzeyl ve ibrahim El - Nazzâm'a muasır (çağdaş) ıdır. Bu iki zât, Yunancadan, Arap-çaya tercüme edilen felsefenin tesiri altında kalarak, felsefenin usulünü, kelâmın usulü ile karıştırmak suretiyle mezheblerine, dolayısıyla Kelâm ilimlerine yeni bir şekil vermişlerdir.
Bu Kelâm fırkalarından başka, müslümanlar arasında Felsefe de yayılıyordu, tik islâm filozofu olarak tanınan Vakub b. tshâk El - Kindi (Hicrî 185 / 252 takriben) Yunan filozoflarından «Mual-lim-i evvel» olarak şöhret bulan Aristotales'in felsefesine dayanan bir felsefî ekol te'sis ediyordu.
Müslümanlar arasında böylece dört büyük mezhep ve ekol şöhret bulmuştu :
Birincisi : Ahmed b. Hanbel ve diğer müctehid imamların temsil ettikleri «Ehl-i Sünnet-i Hâssa» denilen «Selefiyye» mezhebi,
İkincisi : îbn-i Küllâb El - Basrî ile Bağdad mutasavvıfları reisi Haris el-Mehasibî'nin temsil ettikleri «Ehl-i Sünnet-i Âmme mezhebi»,
Üçüncüsü : Ebû El - Huzeyl ve ibrahim El - Nazzâm'm temsil ettikleri «Mû'tezile» fırkası,
Dördüncüsü ise : Ya'kub b. Ishak el-Kindî'nin temsil ettiği «Felsefî» ekol.
Bunlardan başka, Şiîleri temsil eden Bâtiniyye Fırkası, müslü-manların fikirlerini karıştırıyor ve aralarında fesat ve ilhâdı yayıyordu.
işte böyle karışık ve fikirlerin bulandığı bir zamanda gelen Ebû el-Hasan el-Eş'arî (H. 260/234), Önceleri Mû'tezile ekolünde idi. Sonra Mû'tezile'nin hatalarını gördü ve bu mezhebi terketti. Daha sonra, Ibn-i Küllâb'ın fikirlerinden de faydalanarak «El - Eş'ariyye»
mezhebini kurdu ve Ehl-i Sünnet mezhebinin «imâm Eş'arî»'si olarak şöhret buldu.
Ebu'l - Hasan El - Eş'arî ilk hocası Mû'tezile imamlarından Ebû Ali El - Cübbâi ile arasında geçen meşhur «thve-i selâse» üç kardeş mes'elesindeki ilzam edici ve susturucu sorulardan sonra, hocasın; acze düşürüp, susmaya mecbur etmiş ve Mû'tezile mezhebini terk etmiştir. Bu «üç kardeş» mes'elesi Mû'tezlie mezhebinin esaslarından biri olan «Salâh ve Aslâh» mes'elesine, yani; «Cenâb-i Hakka, kalları için en uygun ve en hayırlı olan şeyi yapmak vâcibdir» fikrine dayanır.
Imâm-ı Eş'arî ile hocası Cübbâî arasında geçen bu konuşma şöyledir.
Eş'arî :
— Biri âbid, samimî bir mü'min, diğeri isyan eden bir fâsıkr
üçüncüsü ise küçük yaşta bulûğa ermeden ölen üç kardeşin akıbeti hakkında ne dersiniz?
Cübbâî :
—Birincisi cennetle mükâfatlanır, ikincisi cehennemle cezalanır, üçüncüsü ise ne mükâfatlanır, ne cezalanır40
Eş'arî :
Küçükken ölen üçüncüsü; «Ya Rabbi! Niçin beni küçük olarak öldürdün? Bana da Ömür verseydin d#, büyüyerek sana îman ve itaat etseydim ve böylece cennete girseydim» derse, Cenâb-ı Hakk ona ne cevap verir?
Cübbâî :
— Cenâb-ı Hakk ona; «Sen eğer yaşayıp büyüseydin âsi olacak ve cehenneme girecektin, bunu bildiğim için senin maslahatım, (yani menfaatim ve hayrını) dikkate alarak seni küçükken Öldürdüm» der.
Eş'arî :
— Eğer fâsık olan ikincisi; «Ya Rabbi! Onun hayrına olanı bildiğin gibi, benim hayrıma olanı da biliyordun; niçin onun men-faatına riâyet ederek onu küçükken öldürdün de, benim menfaatıma riayet etmiyerek büyükken öldürdün? Ben de küçükken ölseydim de isyan etmeseydim ve cehenneme girmeseydim» derse, Hakk Teâlâ ona ne cevap verir?
Cubbâî; bocalıyarak acze düştü ve : -\
— Vesvese ediyorsun, dedi.
Eş'arî :
— Vesvese etmiyorum; fakat şeyhin merkebi köprü üzerinde durdu (yani acze düştü ve söz bulamadı, sepette pamuk kalmadı) 41 diyerek hocasının meclisini ve mezhebini böylece terketti.
Eş'arî, Ümî kudreti ve münakaşa mahareti sayesinde mu'tezilî hocasını bu şekilde ilzam edip acze düşürmüştür.
Önbeş gün evinde kaldıktan sonra İmam Eş'arî bir cuma günü Basra'da, Mû'tezile mezhebini terk ettiğini ve eski görüşlerinden vazgeçtiğini ilân etti. Sonra ıVlû'tezile görüşünü yıkan ve Ehl-i Sünnet yolunu ihya eden mezhebini kurdu. Her tarafta yayılarak şöhret bulan ve günümüze kadar hak (doğru) olarak kabul edile gelen Eş'arî'ye mezhebinin reisi ve Ehl-i Sünnetin en büyük imamı oldu.
Allahu Teâlâ'nın Zât ve Sıfatlarına, Nübüvvet (Peygamerlik) le ve Ba'su ba'de'l - mevte (Ölümden sonra dirilmek) ile ilgili olan üç büyük îslâmî îman esaslarını beyân ederek bunları aklî ve nakli delillerle isbat etti. Şî'a'nm Imamiyye kolunu reddetmek maksadıyla «îmâmet-i Kebir» bahislerini de ele alarak, Ehl-i Sünnet İlm-i Kelâmını genişletti. Bütün bâtıl fırkaları red hususunda birçok eserler ve risaleler kaleme aldı. Bunların en meşhurları :
El - tb&ne an - Usûli'd - Diyâne, Kitâbu'l - Luma' ve Makâlâtu -Islâmiyyîn'dir.
Eş'arî mezhebi, ameldeki dört hak mezheb âlimlerinin desteği ile de kuvvet bularak bilhassa Şarkta, Mısır'da ve Mağrîb'de olmak üzere bütün İslâm memleketlerinde intişâr ederek yayıldı.
Daha sonra islâm felsefesinin gelişmesi ve Farâbî ile İbn-i Sînâ felsefelerinin şöhret ve taraftar bulması sebebiyle, Eş'arî akidesine zıd olan felsefî nazariyelere de cevap verebilmek için llm-i Kelâmı daha da genişletmek, nazarî ve aklî ilimlerin en yükseği mertebesine çıkarmak gerekti.
Bu mühim hizmeti de, Kâzı Ebû Bekir el-Bâkıllâni (Vefatı: H. 403) 42 yaptı. Bu kudretli âlim, Es'arî İlm-i Kelâmını tehzîb ederek, ona aklî mukaddimeler koydu. «Cüz'ü' - Lâ yetecezz^'» (Parça-lanmıyan en küçük cüz), «îsbât-ı hâlâ» (boşluğun isbâti) «Arazın araz ile kâim olmaması», «Arâzm iki zamanda kalmaması...» gibi aklî konuları Kelâm ilminde incelemek suretiyle İmâm-ı Eş'arî'nin delillerini kuvvetlendirdi «In'ikâs-i Edille» yâni, «Delil bâtıl olursa, medlul (dâva) da bâtıl olur» nazariyesi, Bâkıllânî tarafından kabul edilen nazariyelerdendir.
îtikad'da Ehl-i Sünnet'in ikinci hak mezhebi, Ebû Mansur Mu-hammed b. Muhammed b. Matamûd el-Mâtürîdî (H. 280/336)'nin kurduğu mezhebdir.
İmâm-ı Mâtürîdî bilhassa Mû'tezile, Karâmıta ve Revâfız tâi-feleriyle münakaşa ve mücadele etmiştir. En mühim eserleri; Ki-tabu't - Tevhîd, El - Makâlât, Şerhu' El - Fıkh-ı el - Ekber ve Te'vi-lü'l - Kur'ân'dır. Bunların her biri, son derece değerli eserler ise de, maalesef lâyık olduğu ilgiyi görmemiştir 43
Mâtürîdî ve mezhebi, Selef mezhebine Eş'arî'ye mezhebinden daha yakın olup, en çok Türkiye, Irak, Türkistan ve Pakistan'da intişâr etmiştir. Ancak, yazdığı kıymetli eserler, kâfi derecede tanınmamaktadır.
Daha sonra gelen İmâm-ı El - Haremeyn Ebu El - Meâlî El -Cüveynî, (Vefatı, H. 478) Ebu Bekr El - Bakillânî'nin llm-i Kelâmını daha fazla genişletmiş, akla daha çok güven göstererek, akla aykırı gördüğü nakli te'vil etmiştir. El - İrşâd adlı eseri, daha sonra gelen Kelâm ulemâsının değer verdiği mühim bir kaynak olmuştur.
Kelâm'm ikinci devresi ve «MütekaddimûnJİdenilen ilk rm asrı, Imâm-i Gazâlî'nin gelmesiyle sona eJŞiş oldu.
e) Üçüncü Devre :
Hüccetü'I - İslâm Ebu Hânı i d Muhammed El - Gazâlî (H. 450 -505) 'nin zuhur etmesi ve getirdiği yeni Kelâm ekoliyle, llm-i Kelâmın üçüncü devresi ve «Müteahhirûn» denilen kelâmcıların mezhebi başlar.
Iraâm-ı Gazâlî, daha önce gelen Kelâm âlimlerinin mezhebleri-ni, diğer fırkaların görüşlerini, Fârâbî ve îbn-i Sînâ gibi İslâm filozoflarının fikirlerini dikkatle tetkik ederek, bütün bu görüşleri iyice anlayıp kavradıktan sonra, Ilm-i Kelâm'ın metodunda bazı değişiklikler yapmıştır. Böylece Kelâm ilmine yeni bir veçhe vermiş ve «Kudernâ»'nın mezhebinden başlıca şu üç noktada ayrılmıştır :
1- Mantık esaslarını kabul etmek,
2- «In'ikâs-ı edille» nazariyyesini reddetmek,
3- Felsefî esasları iptal gayesiyle, bazı felsefî konulan İlm-i Kelâm'm mevzuları araşma almak.
Bu hususları kısaca izah edelim :
1- Gazâlî'den önceki Bâkıllânî ve Ebu'l - Meâlî Fgibr Keiâm-cılar, mantık esaslarını ve ona dayanan felsefeyi reddederek onları iptal ederlerdi. Çünkü Mantık'ın esasları, Kelâmcıların koyduğu kelâm delillerine aykırı idi. Bu sebeple, Mantık esaslarının kabulü, kelâmcılara mahsus olan delilleri reddetmek demek olur. în'ikâs-ı edille, yani, «Delilin iptalinden, medlulün de iptali lâzım gelir» nazariyesini kabul eden kelâmcılar, bu nazariyyeyi yıkan mantık esaslarını —tabiî olarak— kabul edemiyorlardı. Bu hal, kendi mezheb-lerine son derece sâdık olmalarından ileri geliyordu.
îmâm-ı Gazâlî ise, inikâs-ı edille nazariyyesini mâkul bulmadı ve fikri hatâdan koruyan mantık esaslarını kabul etmekte bir mahzur görmedi. Aristo felsefesine şiddetle karşı olduğu halde, onun kurduğu mantığın esaslarını, yani aklî terkibleri, küll-i tabiînin hariçte sabit olduğunu, mahiyet-i nevî'nin mevcudiyetini, cins, nev'i ve fasıl gibi «Külliyât-ı hamse»'yi, hudud ve resimle tarif usûlünü ve kıyâs yoluyla istidlali kabul ederek, Kelâm delillerini bu mantıkî esaslara uydurdu. Mantığı Usul-u Fıkha ve diğer ilimlere de tatbik ederek uyguladı ve «Mantık bil m iyon in ilmine itimat edilmez» dedi.
2- Yukarıda bahsettiğimiz «In'ikâs-ı Edille» nazariyyesi, «Mütekaddimûn» diye anılan Kelâm âlimlerinin kabul ettiği en mühim esaslardan biriydi. O kadar ki Bâkıllânî «Delilin iptali ile, medlul de iptal olunur, yani delil bâtıl olursa, o delilin gerektirdiği medlul de bâtıl olur» nazariyesini, dînî akideler derecesinde tutuyordu. Çünkü; «Mukaddimeyi teşkil eden kaziyyeleri inkâr, delilleri inkârı, delilleri inkâr da, dînî inançları inkâr sonucuna götürür. O halde : Kelâm ilmine mahsus olan delillere aykırı bulunan mantık esaslarım kabul edersek, bu delillere dayanarak dînî akidelerimizi de yıkmış oluruz.» diyordu,
îmâm-ı Gazâlî ise, bu fikrin aksini iddia ederek, «Mantık, Kelâm delillerinin bazısına muhalif ise de, asıl akideye aykırı değildir; delilin iptalinden medlulün de iptali, yani, delilin bâtıl olmasından, medlulün de bâtıl olması gerekmez» diyerek, bazı kelâmı mukaddimeler yerine, istidlal ve kıyâs yoluyla doğru olduğu anlaşılan delilleri sıralıyor ve akîdeyi bu delillerle isbât ediyordu. Böylece «Müteahhirûn» kelâm mesleğinin esasını kurdu ve «El - İktisâd fi'l - İ'tikâd» adlı eserini vücûda getirdi.
3- El-Kindî ile bağlıyarak, Fârâbî ve İbn-i Sına gibi İslâm filozofları vasıtasıyla gelişen ve llm-i Kelâm'a muarız olan bu felsefî ekol, Gazâlî zamanında müslümanlar arasında şöhret bulmuş ve onları iki guruba ayırmıştır. Bir kısmı felsefeyi tamamiyle inkâr ediyor, diğer bir kısmı da ona aynen ve körü körüne inanıyordu. Bu sebeple tmâm-ı Gazâlî önce felsefeyi tetkik ve tahsil ederek «Makâsıdü'l - Felâsife» adh eserini, sonra da islâm akidesine aykırı gördüğü yirmi meseleyi münakaşa ederek, filozofların görüşünü reddeden «Tehüfütü'l - Felâsife» adlı meşhur eserini te'lif etti. Böylece, dînî inançlara aylan olan felsefî bahislerin red ve iptali hususu da, Kelâm ilmine sokulmuş oldu.
Daha sonra gelen Kelâm Ulemâsı aynı yolu tâkib ettiler. Fah-ruddin Muhammed Ömer El-Bâzî 44 (H. 550/631), Gazâlî'niıı Kelâm mezhebini ikmâl etti. Ondan sonra gelen Seyfüddin El - Amidi 45 (H. 550/631) ise, onu daha fazla genişletti.
Gazali, felsefî bahisleri, ancak red ve iptal gayesiyle Kelâm ilmine i d hâl etmiş, Kâzı ve Âmidî ise, keiâm île felsefeyi karıştırarak adetâ bir ilim haline koymuşlardır.
Daha sonra gelen Nasîruddin El - Beyzâvî 46 (Vefatı H. 641) ise, kelâm ile felsefeyi birbirinden ayrılamıyacak bir hale getirmiştir Beyzâvî'den sonra gelen Kelâm âlimleri aynı yolu takib etmişler, Beyzâvî'nin «Tavâli'» adlı eserini örnek tutan Mevâkıf, Makâ-sıd, Akâid En - Nesefiyye ve bunların şerh ve haşiyeleri gibi eserler vücûda getirmişlerdir. Bu eserler, Kelâm ilminde zamanımıza kadar en mühim kaynak olarak kabul edile gelmiştir.
îmâm-ı Gazâlînin esasını kurduğu «Müteharrûn»'un îlnı-i Kelâmı, islâm felsefesinin islâm âleminde intişârını, durdurmuştur. Ehl-i Sünnet Kelâmcılan, Mû'tezile ve Cehmiyye gibi bid'at ehlinin saplk meslek ve mezheplerini inkıraza uğrattıkları gibi, Selefiyye mezhebinin de yayılmasına engel olmuşlardır.
Şeyhu'l - İslâm Ibn-i Teymiye ile, talebesi !bmr l - Kayyım El -Cevziyye gibi zatlar, son asırlarda Selefiyye mezhebini ihyaya ça-hşmışlarsa da, başarılı olamamışlar, «Müteahhirûn»'un kelâm mesleği ve itikadı mezhebi zamanımıza kadar yayılmaya devam etmiştir.
Burada şu hususu belirtmek isteriz-ki; dinî akideler, zamanın değişmesiyle değişmez. Ancak, felsefî, ilmî ve fennî gelişmelere göre bu akideleri isbat yolları, metod ve delil şekilleri değişebilir. Her zamanın gidiş ve düşüncesine, bâtıl nazariyye ve sapık fikir cereyanlarına karşı Kelâm ilmi'nin mevzu ve metodunda bir yenilik zarureti mevcuttur. İşte bu sebeple Kelâm ilmi de gelişmişle bu uç devreyi geçirmiştir. 47
Dostları ilə paylaş: |