Budapeşte rehberi
Baskın Oran
15 Ekim 1997’de gittiğim Budapeşte’yi anlatmak istiyordum. Bugüne kısmetmiş.
Bu kent konusunda çok karışık duygular içindeyim.
Bir yanda, koca bir ihtişam. Ne de olsa imparatorluk başkenti olmaktan gelen bir ihtişam. Kaleler, kuleler, ortaçağ kiliseleri, barok saraylar, enfes konser salonları.
Bir yanda da... aşağıda anlatacaklarım.
İlk vardığımız günün akşamı, haftalık programda gözüme ilişen görkemli bir Bach konserine gittik. Konser salonu Ferenc Liszt Sokağında, üç katlı sıra sıra localarıyla, güzeller güzeli bir 19. yüzyıl başyapıtı.
Bendeniz, (eğer “ukalâlık” demeye kalkarsanız derhal sizin de numaranızı veririm) Türkiye’de klasik müzik konserine ancak çok istisnai olarak giderim. Çünkü (bu konserlere her hafta giden) bisürü meraklı (ama kültür fakiri) turşucu vardır, bunlardan her konserde mutlaka bikaçı, solist çaldığı aleti bir an indirmeye görsün, saniyesinde alkışı patlatırlar. Ve bir yandan konserin, bir yandan da sahnedeki sanatçının içine patır patır ederler. Çünkü yapıt bitmemiştir; yalnızca yapıtın bir iç bölümünden (muvman) diğerine geçiş için bir anlık bir duraklama söz konusudur. İşte, o anda benim içimin yağları erir. Dünya başıma yıkılır. Her yapıt normalde en az üç muvmandan oluştuğu ve her konserde de en az üç yapıt çalındığı için, iki saat içinde bu rezil gerginliği (şitres!) sekiz kere yaşamak bana biraz fazla geldiği için gitmem.
Ama Budapeşte’de iki buçuk saatlik konser boyunca bir tek, tekrar ediyorum, bir tek kere bile alkışlanmayacak yerde alkış patlamadı...
(Eğer bu satırları okuyup da “Herife bak, herifin derdine bak” diyen varsa içinizde, kendisine “saygılarımı” sunarım efendim).
(Yazının akışının içine etmek pahasına, sisler içinden bir anı. On yaşlarında falanım, ablam Nesrin her hafta elimden tutuyor, 1950’lerin İzmirinde şimdi konservatuar olan tek konser salonuna götürüyor, konser izliyoruz. Dün gibi gözlerimin önünde ve kulaklarımın içindedir, sahnede iki tane (ikiz) Fransız erkek sanatçı Darius Milhaud’nun iki piyano için Scaramouche’unu çalıyorlar. Kimi yerleri müthiş melodik, alabildiğine akılda kalıcı bir parça. Bu melodik yerlerden birinin sonunda, birden, muvman arasında alkış patlıyor. Hiç unutmadım o şok yaratıcı ânı: İkizlerden biri kolunu derhal satır gibi havaya kaldırıyor, kaşlar çatık, “Hayır!” anlamında sallıyor... Alkış bıçak gibi kesilmiştir ve on yaşındaki Baskın ölüm raddelerine gelmiştir. Gerçekten sıkıntımdan ölüyordum o anda. Ve o günden beri her maganda alkışında bir daha ölüyorum, bir kere daha, bir daha. Ben hayata, müzikal magandalar her hafta tekrar tekrar öldürsün diye gelmedim kardeşim. Gitmeyiveririm).
Siz benim kusuruma bakmayın. Budapeşte’ye devam ediyorum.
Kimselerin alkışlanmayacak yerde alkışlamadığı konser salonunda her çeşit insan var; uzun tuvaletli hanımefendilerden tut, montlusuna kadar. Yalnız, Feyhan dikkatimi çekti, siyah uzun tuvaletli kadının ayaklarında beyaz gündelik ayakkabı. Olsun be, dinlemesini biliyor ya. (Yalnız, söylemeden geçemeyeceğim, koyu renk pantalon-ayakkabıyla beyaz çorap herhalde uluslararası magandalığın resmî üniforması. Otelimizin kabak kafalı koruma görevlisi bile öyle giyinmişti...)
Hıncal Uluç Prag için yazdı: Budapeşte’de de taksi rezaleti çok büyük boyutlarda. Sözünü ettiğim konser salonuna giderken taksi saatini 50 forintten açtı ve toplam 250 ödedik. Dönerken, 100’den açtı ve 1420 ödedik. Ne oluyoruz, sonra öğrendik ki, bu kentteki taksiler tam yedi adet (resmî!) tarife kullanırmış. Bu tarifeler güya sürücünün İngilizce bilip bilmemesine yada arabanın markasına göre saptanıyormuş ama, pratikte herif hangi düğmeye basarsa ona göre para ödüyorsun ve itiraz şansın yok. Fena giriyor. Ertesi gece Çigan müziği dinlemek için tavsiye edilen Carpatia diye bir restorana gittik, ne de olsa “tecrübeli” olduğumuz için çıkarken garsondan City Taxi istedik (yalnızcaü bu firma kazıklamıyor), oğlan dışarı bizimle çıkıp bekledi ve bizi bindirmeden ayrılmadı. Taksi cangılı, mübarek yer.
Gelelim esas konuya: Sosyalizmin gidişinin ortada sersefil bıraktığı insanlar, özellikle de yaşlılar tek kelimeyle içler acısı. Kentin göbeğindeki yeraltı geçidinde, adım başı, kullanılmış pantalon ve ayakkabı satmak isteyen nineler, yaşlı adamlar. Hepsi de düşkün, bitik, tükenik...
Yine adım başı, dilenciler. Onlar da birer insan müsveddesi. Ama, rahatsız etmek yok. Önünü kesmek yok. İnsanın yüzüne bile bakmıyor ihtiyar kadın.
Bir diğer içler acısı tablo, alkolikler ve berduşlar. Ben Paris’te bu kadar alkoliği bir arada görmedim. İçlerinden mutlaka önemli bir kısmı uyuşturucu almış, çünkü içki kokmuyorlar. Bunlardan bir tanesi metroda üzerime yavaş yavaş yıkıldı, sonunda başını omzuma koydu. İttirmeden usulca kalktım.
Gitmeden önce, yankesicilik konusunda uyarılmıştık. Metroya binerken Feyhan çantasını açmaya çalışan bir el yakaladı; herif hemen kalabalığa karıştı.
Para bozduracaksanız, döviz bürolarını iyice dolaşın. Kent merkezindeki yan yana iki bürodan birinde doları 174’ten, diğerinde 192’den bozuyorlardı.
Eh, sosyalizm bitti, Macaristan AB’ye girecek. Sermaye birikimi yapılıyor...
Dostları ilə paylaş: |