300 Koyun Projesi



Yüklə 33,74 Kb.
tarix08.01.2019
ölçüsü33,74 Kb.
#92894

Değerli medya mensupları...

Son günlerde Tarım sektöründe yüzde 50 oranında mazot desteği, "300 Koyun Projesi" ve şeker fabrikalarının özelleştirilmesi için ihale açılması gibi önemli gelişmeler olmuştur...

Bu gelişmeler yalnız tarım alanını ilgilendirmekle kalmamaktadır. Şeker fabrikalarının ekonomideki yeri açısından bakıldığında bu işletmelerin özelleştirilmesinin ekonominin geneli üzerinde etkisi olacağı açıktır. Diğer yandan bu mesele ülkemizi hem ekonomik hem de toplumsal açıdan yakından ilgilendiren "kırdan kente göç" meselesi ile yakından ilgili bir konudur.

Önce bu konuda bir kaç şey söyleme istiyorum:

Bilindiği gibi 18 Mart 1924 tarihinde yürürlüğe giren 442 sayılı Köy Kanunu ile köy tanımı yapılmış, köy sınırları, ortak mülkleri ve mülklerin yönetim şekilleri belirlenmiştir.

Böylece köyler bir mahalli idare kuruluşu olarak tüzel kişiliğe kavuşmuştur...

Cumhuriyetin kuruluş döneminde 13 milyon nüfusumuzun yüzde 83'ü köylerde yaşamaktaydı...

Bu oran 1960 yılında yüzde 68'e düşmüştü.

2012 Kasım’ında “Bütünşehir/Büyükşehir Belediye Kanunu” adıyla bilinen kanun yasalaşınca, büyük şehirlerin çevresindeki köylerin tüzel kişilikleri ortadan kaldırılmış ve bunlar mahallelere dönüştürülmüştür...

TÜİK tarafından yapılan son açıklamaya göre bu kanunun da etkisiyle 2016 yılında il ve ilçe merkezlerinde ikamet edenlerin oranı %92,3’e yükselmiş, belde ve köylerde yaşayanların oranı ise %7,7'ye düşmüş bulunmaktadır.

Elbette bu rakamlar fiili durumu tam olarak yansıtmamaktadır... Ziraat Odalarının elindeki verilere göre kırsal nüfusun oranı halen yüzde 20'nin üzerindedir. Ancak bir çok köy mahalleye dönüştüğünden, buralarda kırsal faaliyetin sürdürmenin zemini kalmamakta, elektrik ve su gibi tarımsal girdiler çok daha pahalıya satın alınmakta, mahallelerde tarımsal faaliyet ve hayvancılık kısıtlamalara tabi olduğundan bu bölgelerde tarımla uğraşan nüfus büyük bir hızla erimektedir.

***


Hiç kuşkusuz kırsal nüfusun ekonominin gelişmesi ve sanayileşmenin artmasına paralel olarak azalması doğaldır...

Teknolojik yenilikler sayesinde tarımda artan verimlilik çiftçi nüfusta azalmayı beraberinde getirmektedir...

Ancak, bu sürecin kendi doğal akışı içinde seyretmesi çok önemlidir...

Doğal akış, göçe rağmen tarımsal üretimin artırılması, kırdan koparak kentlere gelen nüfusun burada barındırılması, beslenmesi, iş sahibi kılınması ve üretken bir yaşam sürdürmesinin sağlanması anlamına gelir...

Bütün bunlar kendi iç pazarımızın ve tarımsal sanayimizin korunması, kırsal bölgelerde üretim azalmasının önüne geçilmesi ve üretimin temelini oluşturan küçük ve orta işletmelerin kooperatif türü örgütler içinde birleştirilmesi ve tarımın desteklenmesi ile mümkündür.

***


Konuyu bu çerçeve içinde değerlendirdiğimizde geçtiğimiz günlerde açıklanan "yüzde 50 mazot desteği" ve "300 Koyun Projesi" gibi destek projelerini önemsiyor ve olumlu gelişmeler olarak değerlendiriyoruz.

Ancak bu projede açıklığa kavuşturulması gereken bir takım hususlar olduğunu düşünüyoruz.

Bu hususların neler olduğuna geçmeden önce bir noktayı belirtmek isterim.

Bildiğiniz gibi Tarımı desteklemenin devletin görevi olduğundan hareketle 2006 yılında bir Tarım Kanunu çıkarılmıştır. Bu kanuna göre desteklemeye bütçeden ayrılacak fonun milli gelirin yüzde birinden daha az olamayacağı kanun hükmü haline getirilmiştir...

Ama ne yazık ki o tarihten bu yana bu orana hiçbir yıl ulaşılamamıştır.

Bir örnek vermek gerekirse, 2017 yılında hazırlanan Orta Vadeli Mali Plan ve Programda milli gelir (GSYH) 2 trilyon 404 milyar TL olarak hesaplanmıştı.

Buna göre bütçeden tarımsal destekleme için ayrılması gereken pay, 20.4 milyar TL olmalıydı...

Ne var ki, 2017 yılı bütçesinden tarıma ayrılan pay 12 milyar 837 TL'de kaldı. Bu durumda, 2017 yılında bütçeden tarımsal desteklemeye ayrılan pay ile yasa gereği ayrılması gereken pay arasında 8 milyar TL'lik bir fark bulunmaktaydı.

Hazırlanan 2018 yılı bütçesine göre çiftçilerimize toplam 14,5 milyar lira nakit tarımsal destek verileceği açıklandı. Bu rakam da, önümüzdeki yıl da destekleme miktarının yasanın öngördüğü taban çizgisinin altında kalacağını göstermektedir.

Tarım sektörü üreticileri ve teknik elemanları olarak bizler öncelikle yasal olarak belirlenmiş olan bu eşiğe uygun olarak tarımsal destekleme fonunun artırılmasını bekliyoruz. Elbette ülkenin içinde bulunduğu durumda mali sıkıntılar yaşanabileceğini ve bazı bütçe kısıtlamaları yapılabileceğini biliyoruz. Bunları geçmişte olduğu gibi günümüzde de anlayışla karşıladık karşılıyoruz. Ne var ki son iki yıldır, yasanın belirlediği bu miktarın kısıtlanmasının değişik yorumlara gidilerek geçici değil kalıcı olabileceği yönünde işaretler görüyoruz. Sözünü ettiğimiz bu yorum, iki yıl önce ilk kez önceki Bakan Sayın Faruk Çelik tarafından dile getirilen bir yorumdur. Buna göre, tarıma verilen destek kavramı genişletilmekte, örneğin TMO tarafından satın alınan ürün miktarı için yapılan ödemeler, koruma amaçlı gümrük vergilerinin yarattığı maliyet, gıda destekleri ve diğer programlardan doğan maliyetler ve benzer mali harcamalar "destekleme" kapsamına dahil edilerek yasanın öngördüğü miktarın çiftçiye "fazlasıyla" verildiği savunulmaktadır.

Oysa Tarım Kanunu'nun konuyla ilgili 21. Maddesi çok açık olarak "Tarımsal destekleme programlarının finansmanı, bütçe kaynaklarından ve dış kaynaklardan sağlanır. Bütçeden ayrılacak kaynak, gayrisafi millî hasılanın yüzde birinden az olamaz." demektedir. Bütçeden ayrılan kaynak ise yukarıda da belirttiğimiz gibi bellidir ve yasal sınırın bir hayli altında kalmaktadır.

***


Bu hususu belirttikten sonra "yüzde 50 mazot desteği" konusuna geldiğimizde yine uygulamada bazı sorunlar yaşanabileceği yönünde işaretler görüyoruz. Bu konu ilk olarak iki yıl önce Milli Tarım Projesi kapsamında gündeme getirildiğinde destekleme fonuna katkıda bulunacak bir uygulama olacağı düşünülmüş ve bu konuya bir hayli umut bağlanmıştı. Konunun önemini daha iyi anlatabilmek için önce bazı bilgiler vermek istiyorum.

Konu girdi fiyatlarında yaşanan büyük artışların çiftçi bütçesinde açmakta olduğu gediklerin kapatılması olayı olarak görülmelidir. Ülkemizde yıllardan beri üretici fiyatları genel enflasyon oranının altında kalırken girdi fiyatları genel enflasyon oranının çok üzerinde artmıştır. "Makas açılması" olarak tanımlanan bu durum, üreticinin her yıl daha fazla masraf yapması ancak bunun karşılığında daha az kâr etmesi anlamına gelmektedir.

Bunun en açık örneği tarımsal girdilerin en önemlilerinden biri olan mazotta görülmektedir.

Çiftçilerimiz halen dünyanın en pahalı mazotunu kullanmakta ve mazot için ödedikleri paranın yarıdan fazlası vergi olarak devlete gitmektedir.

Daha açık söylersek, çiftçi, beş lira verip bir litre mazot aldığında ÖTV ve KDV, yani dolaylı vergi olarak devlete üç liraya yakın para ödemektedir.

Tarım sektöründe yılda 3.3 milyar litre civarında mazot kullanıldığı hesaplanıyor...

Bu durum, çiftçinin, geçen yıl aldığı 12 milyarlık desteğin yaklaşık 7.5 milyarını mazot alırken devlete geri verdiğini göstermektedir.

Bu miktar eğer bütçede 2018 yılı tarımsal desteklemeleri için ayrılan 14.5 milyar liralık fondan karşılanırsa o zaman fonun yaklaşık yarısı bu desteğe gidecek; başka alanlardaki destekleme fonlarında önemli kesintiler yapılması zorunlu hale gelecektir. Bu nedenle sözü edilen desteğin oluşturulacak ek bir fondan karşılanması ve zaten eksik olarak belirlenmekte olan destekleme fonuna bu fonun da katılması gerekmektedir. Aksi takdirde destekleme fonu içinde bir değişiklik yapılmakla yetinilmiş, bir elle verilen bir başka elle geri alınmış olacaktır.

***

Bu konuya ek olarak mazot desteği kapsamına girecek yakıt harcamalarının nasıl hesaplanacağı da önemlidir. Bu konuda öncelikle açıklığa kavuşturulması gereken konu, Büyükşehir Yasası ile köy olmaktan çıkarılmış bölgelerde yer alan köylerde yapılacak mazot harcamalarının destek kapsamına alınıp alınmayacağıdır.



Reel olarak tarımla uğraşan üreticilerin halen yüzde 20 civarında olduğunu ancak statü değişikliğinden sonra bu köylü nüfusun kağıt üzerinde yüzde 7,7'ye düşürüldüğünü konuşmamızın başında belirtmiştik. Eğer uygulama halen köy ve belde statüsünde olan yerleşim yerleri ile sınırlanırsa bu durumda toplam nüfusumuzun yüzde 12'nin üzerindeki bir üretici kesimi daha işin başında bu destekten yararlanamayacaktır.

Ayrıca bir traktörde kullanılan mazotun tümü destek kapsamına alınmaz da "Bunun şu kadarı tarımsal üretimde bu kadarı başka işlerde kullanılıyor" denilirse mazotun ne kadarının nerede kullanıldığı nasıl hesaplanacaktır?

Bu hususların belirlenip belirlenmediğini bilmiyoruz. Önümüzdeki günlerde muhakkak ki bu konular açıklığa kavuşacaktır, ancak biz uygulamanın daha başından sorun yaratmaması için bu hususların da dikkate alınmasını diliyor ve üreticiyi mağdur edecek yorumlara gidilmeyeceğini umut ediyoruz.

***


"300 Koyun Projesi" ile ilgili soru işaretleri iki gün önce Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanı Sayın Bakanı Ahmet Eşref Fakıbaba'nın konuya ilişkin yaptığı açıklama ile bir ölçüde giderilmiştir. Ancak bu açıklamada hayvan verilecek üreticinin 300 koyunu besleyecek merası ve ahırı olması gerektiği, bu imkana sahip olan bir üretici eğer 100 koyun besliyorsa bunun 300'e tamamlanacağı söylenmiştir.

Böyle bir uygulamanın destekten yararlanacak üretici kesimini son derece sınırlayacağı açıktır. Biz biliyoruz ki, ülkemizde büyükbaş ve küçükbaş hayvan sayısının ihtiyacı karşılayamayacak sayıya düşmesinde en büyük rolü küçük üreticinin besicilikten vazgeçmesi olayı yaratmaktadır. Dolayısıyla uygulamada üretimi hatta kırsal yerleşimi terk eden bu kesimin yeniden üretici hale getirilmesi birinci öncelik olmalıdır. Bunun yolu da bellidir: Kooperatifleşme.

Biz bu tür iddialı projelere başlanmadan önce bunun alt yapısının hazırlanması ve küçük üreticilerin kooperatif örgütler içinde toparlanarak bu tür uygulamalardan yararlandırılmasının önemli olduğunu düşünüyoruz.

***


Son olarak sözünü etmek istediğim konu şeker fabrikalarının özelleştirilmesi konusudur.

Bu konu bugünün meselesi değildir. 2000 yılında Tarım Reformu adı altında Dünya Bankası ve IMF gibi kurumların reçeteleri uygulanarak gerçekleştirilen operasyonda iki kanun çıkarılmıştır: Tütün Kanunu ve Şeker Kanunu... Bu iki kanun özü itibariyle aynıdır.

Tütün Kanunu uygulanmış ve sonuçlar ortaya çıkmıştır.

Kanun uygulamaya konulmadan önce TEKEL, kendi sigara fabrikalarının yanı sıra ihracat için satın aldığı tütünleri Türkiye'ye yaygın 56 yaprak tütün işletmesinde işleyen dev bir kuruluştu...

Bu işletmelerin çoğu Doğu ve Güneydoğu Anadolu'da idi. Adıyaman, Besni, Kahta, Bafra, Batman, Beşiri, Kurtalan, Siirt, Bitlis, Diyarbakır, Silvan, Bismil, Muş gibi yerleşim yerlerinde yaprak tütün işleme tesisleri önemli sayıda yerel istihdam imkanı sağlıyordu. Bu işletmelerde yaklaşık 12 bin devamlı kamu işçisi çalışıyordu.

TEKEL sigara tesisleri özelleştirildikten sonra, fabrikalar satıldı ya da kapatıldı. Kurum, bir süre ihracat amaçlı tütün satın aldı. Bu tütünler yaprak tütün işletmelerinde işlendi... Ancak sonradan bu faaliyet de durduruldu.

Tekel’in özelleştirilmesinin ardından çok önemli gayrimenkulleri satıldı ya da kiralandı. TEKEL'den geriye gayrimenkulden başka bir şey kalmadığı için 2012 yılında Kurumun ticari unvanı, Özelleştirme İdaresi Başkanlığı’nın (ÖİB) oluruyla Gayrimenkul Anonim Şirketi (Gayrimenkul A.Ş.) olarak değiştirildi. Böylece TEKEL tarihe karışmış oldu.

Değerli medya mensupları önümüzde bu örnek dururken yapılan bu yanlışı bir kez daha tekrarlamanın bir anlamı var mıdır?..

Maliye Bakanımız, bir süre önce bu kurumlardan söz ederken "Şeker fabrikaları benim göz bebeğimdir" demişti... Dolayısıyla göz bebeğimizi nasıl koruyorsak bu kurumları da öyle korumalıyız.

Bir hatırlatma yapmak istiyorum...

Genellikle özelleştirilen fabrikalar ve girişimler için zarar ettiği gerekçesi ileri sürülmektedir. Şeker fabrikalarımızın büyük bölümü için bu doğru değildir. Ayrıca eğer kamu yararı öyle gerektiriyorsa bazı işletmeler, örneğin ülkemizin Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgesinde faaliyet gösteren fabrikalar yine de işletilmelidir.

Şeker fabrikalarının satışı için son yedi yılda iki kez ihale açılmış ancak bu hatadan son anda dönülmüştür. Açılan son ihaleye katılan firmaların biri -PANKOBİRLİK- hariç tümünün inşaat şirketleri olması fabrikalara talip olanların amacının bunları çalıştırmak değil arsalarını değerlendirmek olduğunu açıkça ortaya koymuştur.

PANKOBİRLİK, 1,5 milyon üreticiyi bağrında toplamış ve kendi bünyesinde şeker fabrikalarını son derece başarıyla işleten ve yarattığı ürünlerle dünya markası olma yolunda hızla ilerleyen bir kuruluştur. PANKOBİRLİK'in, eğer bu işletmeler zarar ettiği için özelleştiriliyorsa bunları satın almaya talip olmasının nedeni fabrikalar kapandığı takdirde pancar üretiminin de çökeceğinin bilincinde olmasıdır. Biraz önce söylediğimiz gibi TEKEL fabrikalarının satışından sonra tütün açısından bu durum yaşanmıştır.

Biz daha önce olduğu gibi bu hatadan da dönülmesi gerektiğine ve hem ülke ekonomisi hem halk sağlığı hem de tarımsal üretimimiz için gerçekten "göz bebeğimiz" gibi korunması gereken bu işletmelerin uluslararası kartellerin dört gözle beklediği gibi kaderine terk dilmemesi gerektiğine inanıyoruz.



Hüseyin DEMİRTAŞ

GENEL BAŞKAN
Yüklə 33,74 Kb.

Dostları ilə paylaş:




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin