BİBLİYOGRAFYA:
Keşfü'z-zunûn., naşirlerin girişi, I, 13; îzahu'l-meknUn, I, 158; Osman/ı Müellifleri, III, 28; Gövsa, Türk Meşhurları, s. 193; Kehhâle, Mu' cemü'L-mü'el-liftn, II, 289-290; Bakır Emîn el-Verd, A'lâmU'l'lrâkl'l-hadîş (1869-1969), Bağ-dad 1977, !, 129-130; İmâd Abdüsselâm Rauf, et-T3rîh ue'l-mü'errihCine'l-'lrâkıyyCtn, Bağ-dad 1983, s. 284-285; Zirİklî, elÂcl8m (Fethul-lah), I, 326; Ma'al-Mektebe, s. 79-80; İzzüd-din Tenûhf, "Hediyyetü'l-'ârifm", MMİADm., XXX/1 (1955|, s. 129-131; Rudolf Sellheim, "îs-mâ^il Basa Al-Bağdâdi, Hadiyat al-'ârifln asma' al-mu^allifin wa atar al-musannifin", Oriens, VIII, Leiden 1955, s. 295-296; "Baban-zâde İsmail Paşa", TDEA, I, 275; "İsmail Paşa (Bağdatlı)", ABr., XII, 42. r—ı
İn Hulusi Kılıç
BAĞDATLI MEHMED FEHMÎ
Fehmî b. Abdirrahmân
b. Selîm el-Hazrecî
(1873-1944)
Darülfünun Edebiyat Fakültesi'nde
Arap edebiyatı tarihi müderrisliği yapan Iraklı âlim.
Musul'da doğdu. Târîh-i Edebiyyât-ı Arabiyye adlı eserinde "müderriszâde" sıfatını kullandığına göre babası veya dedesi de müderristi. Bağdat'ta vilâyet matbaası idaresiyle resmî Zevrâ gazetesi yazı işlerinde çalıştı. Bağdat'tan İs-
tanbul'a giderek orada Darülfünun Edebiyat Fakültesi'nde Arap edebiyatı tarihi müderrisliği yaptı. Siyasî faaliyetlerde de bulunan Mehmed Fehmî 1912'de İstanbul'da Hizbü'l-ahd'i kuranlar arasında yer aldı. Irak'ın Osmanlı İmpara-torluğu'ndan ayrılmasından sonra bu ülkeye gitti. 1921'de Bağdat'ta 11. Faysal'in sarayında teşrifat müdürlüğü görevinde bulundu. 1924-1930 yılları arasında Bağdat'taki Alü'1-Beyt Üniversitesinde rektörlük yaptı. Kısa bir süre de Maarif vekili oldu. Ancak Irak'ın İngilizler'le yaptığı anlaşmaya karşı çıkarak bakanlıktan istifa etti. Bu konuda yazdığı makalelerde yönetime karşı sert tenkitlerde bulundu. Bu yazılarından dolayı İrak hükümeti onu Kuzey Irak'a sürgüne gönderdi. Sürgünden döndükten sonra ölümüne kadar inzivaya çekildi ve Bağdat'ta vefat etti.
Eserleri. Ana dili olan Arapça yanında Fransızca ve bilhassa Türkçe'yi de çok iyi bilen Bağdatlı Mehmed Fehmî'nin en meşhur eseri Târîh-i Edebiyyât-ı Ara-biyye'dir (İstanbul 1335/1917). Edebiyat Fakültesi'nde takrir ettiği derslerden oluşan bu hacimli çalışmasında müellif "Maksad" başlığı altındaki giriş kısmında, basım hazırlıkları yapılan eserin dört ciltten ibaret olacağını ve Câhiliye döneminden itibaren sırasıyla muhad-rarnûn*. müveUedûn* ve muhdesûn*u, ayrıca çağdaş Arap edebiyatı tarihini ihtiva edeceğini ifade etmektedir. Ancak bunlardan sadece I. cilt neşredilmiş, I. cilde ait zeyille diğer üç cildi neşredilmemi ştir.
950 sayfadan İbaret olan ve sadece Câhiliye dönemi Arap edebiyatının bir kısmına tahsis edilmiş bulunan bu ilk cilt, müellifin de belirttiği gibi, önce çerçevesi geniş tutularak konuyla ilgisi olmayan ayrıntılı bilgilere yer verildiğinden eksik kalmış ve bu sebeple bir zeyille ikmal edilmek istenmiştir. Bununla
birlikte Câhiliye devri Arap edebiyatı ve tarihinin anlaşılması için gerekli birçok malumatı ihtiva etmektedir. Örnek olarak kaydedilen şiir ve nesir parçalarının önce bilinmeyen kelimelerini, sonra da tercümelerini vermesi yönünden de Türk okuyucuları için son derecede faydalıdır. Ancak tarihî konulara dair verdiği bilgiler tenkitçi bir gözle okunmalıdır.
Eser şu ana başlıkları ihtiva etmektedir: Zuhûr-i İslâm'dan Önce Araplar, Şu-arâ-yı Dîn, Ebâtîl, Târîh-i Lisân, Edeb, Târîh-i Edebiyyât. Câhiliye, Câhiliye'nin Mekârim-i Ahlâkı, Edebiyyât-ı Câhiliy-ye'nin Enva' ve Aksamı, Mukayese, İm-ruülkays, Tarafe, Züheyr, Lebîd, Amr b. Külsûm, Antere, Haris b. Hillize, Nâbiga, A'şâ, Abîd b. Abraş ve bunların mualla-kaları. Bunlardan Târîh-i Lisân, Edeb, Târîh-İ Edebiyyât ve Mukayese başlıkları altında anlattıkları özellikle Önem taşımaktadır. Eser dil, dil tarihi, edebiyat ve edebiyat tarihiyle ilgili konularda Corcî Zeydan'ın Târihu âdâbi'l-luğati'l-cArabiyye's\ ile Mustafa Sâdık er-Râ-fıfnin Târihu. âdâbi'l-'Arab'inm bir sentezini yapmıştır. Kitabın tamamının ba-sılamaması Arap edebiyatı tarihi için bir kayıptır.
Târîh-i Edebiyyât-ı Arabiyye'rim kaynakları el-Eğânî (Ebü'l-Ferec el-İsfahânî), Cemheretü eşcân'l-QArab (Ebû Zeyd el-Kureşî), Şerhu'l-Mu'allaköt (Zevzenî), Kamus Tercümesi (Mütercim Âsim), çeşitli divanlar, Lisânü'l-'zArab (İbn Man-zûr}, el-Müzhir (Süyütî), el-Kâmil (Mü-berred) gibi klasik kaynak eserlerle İlyâ-zetü Homirus (Süleyman el-Bustânî), Bu-lûğu'1-ereb fî ma'rifeti ohvâli'l-cArab (Mahmûd Şükrî el-Âlûsî), Târihu âdâbi'l-
cArab (Mustafa Sâdık er-Râfiî}, Törihu âdâbi'I-luğaü'l-cArabiyye (Corcî Zey-dan), Şu'arâ^ü'n-Nasrâniyye (L. Şeyhol, Târihu^ümi'Uedeb 'inde'î-İfrenci ve'l-cArab (Muhammed Ruhî Bek el-Makdisî) gibi zamanına göre modern araştırmalarla belli başlı Fransızca ansiklopedilerdir. Mehmed Fehmî'nin bundan başka Beyânım mûcez can Câmi'ati Âli'l-beyt ve'ş-şucbeti'd-dîniyye fî devreyni miri hayâtihimâ: devrü't-te^sîs ve devrü'l-cihödn-cilmî (Bağdad 1930) ve Makâlât siyâsiyye, târihiyye, icümâ'iyye ü-Il, Bağdad 1930-1932) adlarında iki eseriyle kaynaklarda adı geçen Hikmetü't-teş-ricn~İslâmî adında bir eseri daha olduğu belirtilmektedir.
BİBLİYOGRAFYA:
ed-DeiUül-'lrâki, Bağdad 1355/1936, s. 920; Cl. Huart. Arap ue Arap Dilinde İslâm Edebiyatı (trc. Cemal Sezgini, İstanbul 1944, Agâh Sırn Levend'in önsözü, s. 8; Zirikiî, el-A'lâm (Fethullah), V, 58; Kehhâle. Mu'cemul-mü'el-tiftn, VIII, 78; a.mlf., el-Müstedrek, Beyrut 1406/ 1985, s. 546; G. Avvâd. Mu'cemü'l-mü* ellifî-ne'i-'lrâkıyyîn, Bağdad 1966, II, 496-497; Nİ-had M. Çetin. Eski Arap Şiiri, İstanbul 1973, s. VII!. r-j
İSİ Hulusi Kılıç
BAĞDATLI MUHAMMED EMİN EFENDİ
(ö. 1309/1891)
Tanzimat devri Osmanlı ulemâsından, Mecelle Cemiyeti âzası.
Hayatı hakkında fazla bilgi yoktur. Bağdat'ta doğduğu, orada tahsilini tamamlayarak müftü olduğu bilinmektedir. Şûra-yi Devlet'in kurulması için vi-
lâyetlerden davet edilenlerden biri olarak İstanbul'a geldi (18671 ve bir yıl sonra Mecelle Cemiyeti âzalığına tayin edildi. 1877'de de ilk Ayan Meclisi âzalığına getirildi.
Mecelle Cemiyeti ilmî heyeti arasında Bağdatlı Emin Efendi diye bilinir. MeceJ-ie'nin birden dörde kadar olan kitaplarında "Şürâ-yı Devlet âzası" unvanını kullanmıştır. Beşinci ve müteakip kitapların müzakeresine katılmayan Emin Efen-di'nin iştirak ettiği müzakerelerde derin bilgi ve tecrübesinden istifade edilmiştir. Emin Efendi İstanbul'da vefat etmiştir.
BİBLİYOGRAFYA:
Mecelle, I-IV, tür.yer.; Gövsa. Türk Meşhuda-rt, I, 398; Ebülulâ Mardin, Medenî Hukuk Cephesinden Ahmet Ceudet Paşa, İstanbul 1946, s. 162-163; Hasan Basri Erk. Meşhur Türk Hukukçuları, İstanbul 1954, s. 225.
ttl Hulusi Yavuz
BAĞDATLI RUHÎ (bk. RÛHİ-i BAĞDADÎ).
bâğıstAni
( ^^ )
VII. (XIII.) yüzyılda
Mâverâün nehir bölgesinde
faaliyet gösteren bir mutasavvıf.
Taşkent'in dağ eteklerinde bulunan Bağıştan köyünde doğdu. Soyunun Hz. Ömer'e ulaştığı rivayet edilir (Fahreddin Safî, s. 368). Nakşibendîliğin önde gelen şeyhlerinden Hâce Ubeydullah Ahrâr'ın (ö. 895/1490) anne tarafından dedesi-dir. Bâğıstânî 1256 -1258 yılları arasında Buhara'ya giderek o sırada bu şehirde oturmakta olan ve tarikat silsilesi Ebü'n-Necîb es-Sühreverdfye ulaşan Şeyh Se-lâhaddin el-Bulgarî'ye (ö. 698/1298) intisap etti. Fahreddin Saffnin bildirdiğine göre Bahâeddin Nakşibend'in halifesi Ya'küb-ı Çerhî, müridi Ubeydullah Ah-râr'a Şeyh Ömer Bâğıstânî ile bir yakınlığı olup olmadığını sormuş, o da tevazu göstererek, "Ailemin büyükleri Ömer Bağı stânfye intisap etmişlerdi" diye cevap vermişti. Ya'kûb-ı Çerhî daha sonra Bahâeddin Nakşibend'in Ömer Bâğıstânfyi beğenip takdir ettiğini söyler. Bahâeddin Nakşibend'e göre tamamen bir zevk hali olan cezbeden sonra şer'an zaruri olan istikamet haline dönmek zor bir iştir. Bâğıstânî bu zor işi başaran, "cezbeyle istikameti cemeden" büyük velîlerdendir.
449
Şeyhi Hasan el-BulgaıTden hilâfet aldıktan sonra Türkistan'da uzun yıllar ir-şad faaliyetini sürdüren Bâğıstânî'nin ölüm tarihi tesbit edilememiştir. Ancak onun XIV. yüzyılın ilk yansında vefat ettiği söylenebilir. Ölümünden sonra oğlu Hâvend Tahûr ile torunu Şeyh Dâvud onun yolundan yürümüşlerdir.
Bâğıstânrnin Moğollar arasında İslâm'ı yaymak için büyük çaba gösterdiğini söyleyen Mîr Abdülevvel, Moğol hanlarından birinin onun telkinleri sonucu domuz eti yemeyi terkettiğini bildirir (Mel-fûzât-ı Hâce cübeydullahAhrâr, vr. 27ab). Bazı tasavvufî eserlerde nakledilen sözlerinden Kitap ve Sünnet'i esas aldığı, mutasavvıfların ve zahir ulemâsının birçok usul ve âdabını ise vesile* kabul ettiği anlaşılmaktadır. Oğlu Hâvend Ta-hûr'a söylediği, "Molla olma, şeyh olma, sûfî olma, sadece müslüman ol" şeklindeki sözü onun dinî şahsiyet ve düşünce tarzını ortaya koyması açısından önemlidir. İlk Nakşibendi" şeyhleri Bâğıstânrnin tarikatı şeriatla uzlaştıran bu tavrının etkisi altında kalmışlardır. Bahâed-din Nakşibend'in onu beğenip övmesi de bu etkinin sonucu olarak değerlendirilebilir.
Babasının yanı sıra Tenküz Şeyh adlı bir Yesevî şeyhinden de feyiz alan oğlu Hâvend Tahûr'un (ö. 755/1354) bazı ta-savvufî risaleler kaleme aldığı bilinmek-teyse de bunlar günümüze ulaşmamıştır. Fahreddin Safî Reşehût'ta onun bazı beyitlerini nakletmiştir (s. 373). Hâvend Tahûr'un oğlu Şeyh Dâvud, Bahâ-eddin Nakşibend'in en büyük halifelerinden biri olan.Hâce Muhammed Pâr-sâ'nın (ö. 022/1420) sohbetinde bulunmuştur.
BİBLİYOGRAFYA:
Fahreddin Safî, Reşehâi (nşr. A. A. Muîniyân], Tahran 1977, s. 368-373; Reşehât Tercümesi, s. 305-311; Mîr Abdülevvel, Melfûzât-ı Hâce '(Jbeydutlah Ahrâr, Ganjbakhs Library, nr. 5866, vr. 27"b; Muhammed Kalender, Maka-lât-ıŞûfiyye, Leknev 1301.
İffl Ahmed Tâherî 1 râkî
BAĞIŞ
L (bk. HİBE). J
BAĞÜ
Müslüman Araplar'in
erken devirde kullandıkları
bir çeşit dirhem
{bk. DİRHEM).
450
BAĞRÂS
İskenderun-Antakya yolu üzerindeki
Amanos dağlarında Belen Geçidi girişinde konak yeri.
Eski adı Pagrai ve Pagras olarak geçmektedir. Osmanlı kaynaklarında ise Bak-râs şeklinde kaydedilmiştir (BA, TD, nr. 617, s. 8}. Bugün Hatay vilâyetinin Belen ilçesine bağlı Ötençay adında bir köydür.
Bağrâs Anadolu'dan Suriye'ye, oradan da Mısır'a uzanan yolun Amanos dağlarında geçit yeri olduğundan Özellikle Emevî - Bizans mücadelesinde ve Haçlı seferleri sırasında çok önemli bir mevki durumuna gelmiştir. Bağrâs'la birlikte İskenderun bölgesi kendisine iktâ* olarak verilen Halife Abdülmelik b. Mervân'ın oğlu Mesleme burada koloniler teşkil ettiği gibi Hişâm b. Adülmelik tarafından da bir kale inşa edilerek elli kişilik bir muhafız kuvveti yerleştirildi (Belâzürî, s. 239). Hârûnürreşîd zamanında ise Avâ-sım sınırları içine alınarak Sugür'a ve oradan Antakya'ya giden yolları korumak üzere teşkilâtlandırıldı. Müslümanlar Tarsus taraflarına yaptıkları askeri harekâtta bu geçitlerde çok sayıda asker bırakarak yolları emniyet altına aldılar. Burasının mâmur hale gelmesi için çalıştılar. Hatta Hârûnürreşîd'in zevcesi Zübeyde burada bir aşevi kurdu.
Bağrâs, 358 (969) yılı başında Kilikya bölgesini ele geçiren Bizans İmparatoru Nikephoros Phokas tarafından zaptedi-lerek tahkim edildi ve kumandanlığına Mikhael Burtzes getirildi. Burasını daha sonra Kutalmışoğlu Süleyman Bey geri aldı. Ardından Haçlılar'ın. XII. yüzyıldan sonra da Templier şövalyelerinin işgaline uğradı. Hittin Savaşı sonunda 12 Ağustos 1188'de Selâhaddîn-i Eyyûbrnin fethettiği Bağrâs, 1191 yılında Eyyûbî kumandanlarından Alemüddin Süleyman b. Ca'fer tarafından yıktırıldı. Ancak rnüs-lümanlara karşı tabii bir savunma noktası olması dolayısıyla Kilikya Ermenileri tarafından yeniden yaptırılarak müstahkem hale getirildi. Kale 1216'da Templier şövalyelerince tekrar alındı ise de bir süre sonra burayı Memlûk Sultanı Baybars zaptetti. Memlükler devrinde nâibük haline getirilen Bağrâs, Çukurova'daki Üçok Türkmenleri'ne karşı bu devletin en müstahkem muhafaza noktası ve kuzey fetihlerinde önemli bir üssü hüviyetine girdi. Buna rağmen 1281'de Anadolu'yu istilâ eden Moğollar'dan Samagar Noyan
tarafından alındı, fakat kısa bir süre sonra tekrar Memlükier'in eline geçti.
Bağrâs, 1515'te Osmanlılar tarafından fethine kadar Memlûk Sultanlığı'nın elinde kaldı. Kale Yavuz Sultan Selim'in Mısır seferi sırasında Tavâşî Sinan Paşa'ya teslim oldu. Kale kumandanlığına tayin edilen Yûnus Paşa yolu kontrol altına alarak Osmanlı askerinin Mercidâbık sahrasına geçmesini sağladı. Fetihten sonra ise Osmanlı idaresinde Adana vilâyetine tâbi Özer-ili sancağına bağlı bir nahiye olarak teşkilâtlandırıldı. Nitekim XVI. yüzyılın sonundan itibaren bu sancağın kazalarından Antakya'ya tâbi bulunuyordu. 928 (1522) tarihli Tahrir Defteri'nöe kasabada yaklaşık S68, bağlı beş köyde de 1117 nüfus olduğu kaydedilmektedir (BA, TD, nr. 109, s. 7-9). Nahiye içinde ayrıca Yeni İl Türkmenleri'nden Karagün-düzlü ve Receblü Afşan'ndan dokuz cemaatleri yer almaktaydı. Nahiyenin toplam vergi geliri ise 66.916 akçe idi. 1585 yılında ise geliri 22.500 akçeye düşmüş, bunun da 20.000 akçelik kısmı Mehmed b. Hızır adlı şahsa zeamet* olarak bağlanmıştır (BA, TD, nr. 617, s. 8).
Kâtib Çelebi, 959 (1552) yılında Bağrâs yakınlarında Kanunî Sultan Süleyman tarafından bir köy kurulduğunu, padişahın ayrıca bir cami. han ve bir imaret yaptırdığını, halkını da tekâlîf*-İ örfiy-yeden muaf tuttuğunu yazmaktadır (G-hannümâ, s. 597). Muhtemelen bugünkü Belen olan bu köyün büyük bir kasaba haline geldiğini de belirtmektedir. Öte yandan XVII. yüzyılda buradan geçen Evliya Çelebi ise Antakya'ya giderken Bağrâs'tan geçtiğini bildirmekte ve Bağrâs Kalesi'nin bir bayır üzerinde beşgen şeklinde küçücük bir kale olduğunu yazmaktadır. Ayrıca kale içinde 150 kadar asker hanesi bulunduğunu, kasabada bir cami, han ve hamam ile bir de pazar olduğunu kaydetmektedir. Halkının ise bağ bahçe ziraatı ile meşgul olduğunu ve dağlardan çiçek soğanları çıkartıp İstanbul gibi bazı yerlere götürüp sattıklarını ifade etmektedir {Seyahatname, III, 48-49).
Anadolu'nun sağ kol güzergâhında Mısır ve Hicaz yollan üzerinde bulunan Bağ-râs'ın eski önemini kaybetmesi, 1578 yılında burada çıkan bir salgın hastalık sebebiyle 180 derbend*cinin ölümüne bağlanabilir. Ancak bunda Bağrâs yakınlarında yer alan Kargasekmez, Akçay, Karamort ve Cisr-i Murad Paşa gibi yeni derbend noktalarının kurulması ve Belen'in bir kasaba şeklinde teşkilâtlan-
dırılması ile yolun başka güzergâha kayması da rol oynamış olmalıdır. Ayrıca Ve-zîriâzam Morali Hasan Paşa'nın (ö. 1713) Karamort mevkiine bir han, cami ve imaret yaptırması, Bağrâs'a nisbetle burasının daha cazip hale gelmesine sebep olmuştur. Yine 1759 yılında, yakınlarda bulunan Cisr-i Cedfd ve Eğri Geçit der-bendierine birer palanka* inşa edilmesi de Bağrâs'in gelişememesine ve bir köy halinde kalmasına yol açmıştır.
BİBLİYOGRAFYA:
BA. TD, tır. 109, s. 7-9; nr. 617. s. 8-9; Belâ-zürî, Fütûh (Fayda), s. 211, 235, 239; İbn Faz-luilah el-Ömerî. et-Ta'rîf, Kahire 1312, s. 181; Kâtib Çelebi. Cihannümâ, s. 597; Evliya Çelebi, Seyahatname, III, 48-49; Haleb Vilâyeti Salnamesi (1307), s. 151 ; M. C. Sehabeddİn Tekin-dağ, Berklik Deurirtde Memlûk Sultanlığı [XIV. Yüzyıl Mısır Tarihine Dair Araştırmalar), İstanbul 1961, s. 91, 137; Cengiz Orhonlu, Osmanlı İmparatoriuğu'nda Aşiretleri İskân Teşebbüsü (1691-1696), İstanbul 1963, s. 68; a.mlf., Osmanlı İmparatorluğunda Derbend Teşkilatı, İstanbul 1967, s. 112, 113, 124; E. Honigmann, Bizans Devieü'nin Doğu Sınırı (trc. Fikret işıl-tan), İstanbul 1970, s. 93, 95; Osman Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, İstanbul 1971, s. 575; Ramazan Şeşen. Salâhaddîn Devrinde Eyyûbîler Deuleti, İstanbul 1983, s. 62; Runcİ-man, Haçlı Seferleri Tarihi, II, 183, 273, 290, 314, 325, 394; III, 76, 77, 119-120, 123, 331; Yusuf Halaçoğlu, XVIII. Yüzyılda Osmanlı imparatorluğu nun iskân Siyaseti oe Aşiretlerin Yerleştirilmesi, Ankara 1988, s. 50, 72, 80, 88; Abdurrahman Hibrî, "Menâsik-i Mesâlik" (nşr. Sevim ilgürel), TED, sy. 6 (1975), s. 120; R. Hart-mann, "Bagrâs", İA, II, 216; Cl. Cahen. "Bagh-râs", El2 (Ing.), I, 909-910; a.mlf., "Bağrâs", UDMİ, IV, 682-683. r—t
liffl Yusuf Halaçoğlu
r -
BAGY
Meşru devlet başkanına
silâhla karşı koyma,
isyan etme anlamında
bir fıkıh terimi.
L J
Sözlükte "haktan ayrılmak, zulmetmek, haddi aşmak" anlamına gelen bağy, fıkıh terimi olarak ifade ettiği siyasî anlamın yanı sıra "Allah'a karşı gelme, dinin çizdiği sınırlan aşma" mânasında dinî-ahlâkî bir terim olarak da kullanılmaktadır. Kelime Kur'ân-ı Kerîm'de ve hadîs-i şeriflerde hem sözlük hem de terim mânalarında geçmektedir (meşe-. 13 bk. el-Kasas 28/76; eş-Şûrâ 42/27; el-En'âm 6/164; el-Hucurât 49/9; hadisler-deki kullanışları için bk. Buhârî, "Cihâd", 108, "Ahkâm", 4; Müslim, Titen", 70-73). Dinî ve hukukî anlamlarda isyan eden
kimseye bâgî veya âsi denir. Ayrıca devlete isyan edenlerin işgal ve hâkimiyeti altındaki bölgeye dârülbağy, isyancılara ehl-i bağy, meşru idarenin hâkim olduğu bölgeye dârüladl, burada yaşayanlara da ehl-i adi denilmektedir. İslâm hukukçuları isyan suçunun oluşması ve buna verilecek ceza konusunda, "Eğer müminlerden iki grup birbirleriyle vuruşurlarsa aralarını bulup barıştırın. İçlerinden biri ötekine saldırırsa Allah'ın buyruğuna dönünceye kadar saldıran tarafla savaşın. Eğer vazgeçerse artık aralarını adaletle düzeltin" (el-Hucurât 49/91 âyetine, Hz. Ali'nin Cemel Vak'ası'nda, ayrıca Muâviye ve Hâricîler'le olan savaş-lanndaki uygulamalara dayanmaktadırlar.
Devlete karşı silâhlı ayaklanmanın bağy suçu oluşturması için lâzım gelen şartlar konusunda mezhepler tarafından farklı görüşler ileri sürülmüştür. Genellikle kabul edildiğine göre bağy suçunun birinci unsuru, isyanın meşru bir devlet başkanına veya devlet düzenine karşı yapılmış olmasıdır. Bu maksadı taşımayan karşı çıkmalar isyan suçu oluşturmaz. Prensip olarak devlet başkanının adalet* vasfına sahip olması gerekir. Hukukçuların çoğunluğuna göre bu niteliğe sahip olmayan halifenin değiştirilmesi gereklidir. Ancak hukukçular kan dökülmesine yol açacağı ve daha büyük bir fitne doğuracağı endişesiyle bu değişimin silâhla olması konusunda tereddütlü davranmışlardır (bk. azil). İslâm'ın ilk dönemlerindeki siyasî olayların, özellikle Sünnî hukukçuları fâsık* halifenin güç kullanılarak değiştirilmesi konusunda ihtiyatlı olmaya sevkettiği söylenebilir. Çağdaş araştırmacılardan Abdürrez-zâk es-Senhürî. böyle bir güç kullanma sebebiyle milletin daha büyük bir musibete uğramaması için fâsık halifenin ancak kuvvetli bir başarı şansı bulunduğu
takdirde değiştirilmesine teşebbüs etmenin uygun olduğu görüşünü savunur {Fıkhu'l-hilafe, s. 219); Böyle bir halifeye silâhla karşı çıkmanın bağy suçu oluşturmayacağı, bu yüzden de bunlara karşı devlet başkanının safında çarpışmanın caiz olmayacağı hususu hukukçular tarafından kabul edilmektedir. Yine bu sebeple bir kısım Hanefî hukukçuları bağyi meşru devlet başkanına karşı gayri meşru ayaklanma şeklinde tarif etmekte, böylece fâsık ve zalim devlet başkanına karşı çıkmayı bu tarifin dışında tutmaktadırlar (Awâ, s. 133),
Bağyin ikinci unsuru isyanda kuvvet kullanılmasıdır; kuvvet kullanmadan devlet başkanına muhalefet etmek veya bi-attan kaçınmak isyan sayılmaz. Nitekim Hz. Ali, Nehrevan'da kendisinden ayrılıp müstakil bir grup oluşturan Hâricîler'le, bunlar tayin ettiği valiyi öldürüp silâhlı isyana kalkışıncaya kadar savaşmamış-tır. Mâlikîler'in dışındaki Sünnî mezhep âlimleri, isyan suçunun oluşması için bunun kuvvet kullanarak yapılmış olmasını şart koşmuşlardır. Bunlara göre kuvvet kullanmadan karşı çıkanların hareketleri yerine göre başka bir suç teşkil ederse de bu davranış bir isyan suçu oluşturmaz. Mâlikîler ise kuvvet kullanma şartını aramaksızın devlet başkanına veya devletin meşru emirlerine karşı gelmeyi isyan kabul ederler. Zahirîler de aynı görüşü benimser. İki görüş arasındaki ayrılık suçun teşekkülünde ve verilecek cezada farklılıklar meydana getirir. Devlet başkanının gayri meşru emirlerini yerine getirmemenin İsyan suçu oluşturmadığında tereddüt yoktur. Nitekim Hz. Peygamber, "Allah'a isyan doğuracak yerde mahlûka itaat etmek gerekmez" buyurmuştur (Buhârî, "Ahkâm", 4; Müslim, "İmâre", 39-40; Müsned, V, 66).
Bağyin üçüncü unsuru isyanda devlet başkanının değiştirilmesi veya meşru
451
emirlerinin uygulanmaması kasdının bulunması ve isyancıların bu hususta kendilerince haklı bir sebebe (te'vil) dayanmasıdır. Devlet başkanının gayri meşru usullerle bu makama geçtiğini söylemek veya görevlerini yerine getirmediğini iddia etmek bu tür haklı sebepler arasında sayılabilir. Bu şartın önemi, böyle bir sebebe dayanmadan isyan edenlerin bâ-gî değil, yol kesici sayılmaları ve ona göre cezalandırılmalarıdır. Haricîler böyle bir te'vile dayanarak isyan etmiş kabul edildiklerinden bâgî sayılmışlar ve buna göre haklarında hüküm verilmiştir.
Bağy suçu sabit olan isyancılarla savaşmak ve bu sırada onları öldürmek helâl kabul edilmiştir. Yalnız onların müs-lüman olduğu ve suçlarının siyasî bir suç teşkil ettiği gözden uzak tutulmamalıdır. Bunun sonucu olarak sadece zaruret halinde ve isyanı bastıracak ölçüde bir şiddete izin verilmiştir. Ele geçenlerin yaralıları öldürülmez, mallan ganimet olarak dağıtılmaz ve telef edilmez, aile fertleri esir alınmaz. Şafiî ve Ahmed b, Hanbel'e göre kaçan âsiler takip edilmez; nitekim Hz. Ali Cemel Vak'ası'nda kaçanları takip etmemiştir. Ebû Hanîfe ise bu kaçış diğer isyancılara katılmayı sonuçlandıracak ve yeni bir isyana yol açacaksa onların takip edilip yakalanması, değilse takip edilmemesi görüşünü benimsemiştir. İsyanın bastırılmasından sonra harp hukuku hükümleri uyarınca âsilerin isyan sırasındaki öldürme ve yaralama gibi suçlan ayrıca cezalandırılmaz; yine bu esnada yaptıkları zararlar tazmin ettirilmez. Sadece isyanlarıyla ilgili olarak ta'zir cezasına çarptırılırlar. Ebû Hanîfe ta'zir olarak ölüm cezasının da verilebileceğini ileri sürerken diğer hukukçulara göre ölüm cezası dışında bir ceza uygulanır. İsyan sırasında işlenen zina, içki içmek vb. isyanla ilgisi olmayan suçlar ise ayrıca cezalandırılır. İsyancıların işgal ettikleri bölgelerde idareci sıfatıyla yaptıkları icraatlar özel hükümlere tâbidir (bk. dArülbağy).
Hukukçuların bir kısmı isyan başlamadan âsilerle savaşılamayacağı kanaatindedir. Onlar bu görüşlerini Hâricîler'e hitaben, "Siz başlamadıkça biz sizinle savaşa girmeyiz" (Mâverdî, s. 73) diyen Hz. Ali'nin uygulamasına dayandırmaktadırlar. Çoğunluğu teşkil eden hukukçulara göre ise âsiler hazırlık yapmakta ve isyan edeceklerine muhakkak nazarıyla bakılmakta ise savaşa başlamak için fiilen isyan etmeleri beklenmez, çünkü bu durum fitnenin büyümesine sebep olur.
452
Ancak barış yoluyla kendilerine engel olunabileceği umuluyorsa bu yol tercih edilmelidir.
Devlete isyan ve bu isyanın bastırılması İslâm hukukunda bir iç mesele olarak kabul edilmektedir. Bu bakımdan yabancı bir devletin âsilere yardım etmesi düşmanca davranışa teşebbüs kabul edilir.
BİBLİYOGRAFYA:
Lisânü'i-cArab, "bğy" md.; Kamus Tercümesi, "bğy" md.; Müsned, V, 66; Buhârî. "Ahkâm", 4, "Cihâd", 108; Müslim, "İmâre". 39-40, "Fiten", 70-73; Mâverdî. el-Ahkâmü's-suitâ-niyye, s. 73-77; İbn Kudâme, ei-Muğrıî, Kahire 1367, X, 48 vd.; İbn Receb. Câmi'u'l-'ulOm, Kahire 1393/1973, s. 243 vd.; İbnü'l-Hümâm. Fethu'l-kadtr, Kahire 1356, IV, 498; Remlî. riihâ-yetü'l-muhtSc, Kahire 1386/1967, VIII, 382 vd.; İbn Âbidîn, Reddu i-muhtar, Kahire 1307, III, 428 vd.; Elmallll. Hak Dini, II, 1375-1378; VI, 4462 vd.; Abdülkâdir Ûdeh, et-Teşrî'u'L-cinâ'î, Kahire 1959, I, 102, 661 vd.; Muhammed Ebû Zehre, el-Cerîme, Kahire 1976, s. 160-168; Hâ-lid Reşîd el-Cümeylî, Ahkâmü'l-buğât ue'i-mu-hâribîn fi'ş-şerîcati'!-islâmiyye ue'l-kânün, Bağ-dad 1979; Mu.F, XVI, 198-208; Muhammed Selîm el-Awâ, Ft Usûli'n-nizâmi'l-cina* iyyi'l-İslâmî, Kahire 1983, s. 130-133; Ahmet Özel. İslam Hukukunda ülke Kauramt, İstanbul 1988, s. 135-139; Abdürrezzâk es-Senhûrî, Fıkhu'l-hilâfe ue tetauuüruhâ. Kahire 1989, s. 219; Joel L. Kraemer, "Apostates, Rebels and Brigands", IOS,X (1980). s. 48-59. m
Dostları ilə paylaş: |