Ahmet Akgündüz Bilinmeyen Osmanlı



Yüklə 3,77 Mb.
səhifə63/83
tarix12.01.2019
ölçüsü3,77 Mb.
#95873
1   ...   59   60   61   62   63   64   65   66   ...   83

İcranın ikinci reisi olan Vezir-i A'zam, Divan-ı Hümâyûn toplantıları dışında Paşakapısı veya Bâb-ı Ali denilen kendine mahsus konağında vazifesini ifa ederdi. Divan-ı Hümâyûn önemini kaybettikçe, Vezir-i A'zam'ın ve maiyyetinde çalıştırdığı memurların önemi artmıştı. Vezir-i a'zam kendi yetkileri dahilinde çeşitli meselelere dair buyruldu denen yazılı emirler verirdi. Söz konusu Emirlerin, üzerinde kuyruklu bir buyruk işaretinin bulunması, sadrazama ait yazılı emir olduğunun belirtisiydi. Havalesini yaptığı resmî yazılara ise vezir-i azam pençe denilen işaretini kordu.

Sadrazam'a Paşakapısı veya Bâb-ı Ali denen makamında yardımcı olan maiyyetine kapı halkı denmekteydi. Kapı halkının başında sadrazam kethüdası denilen bir memur bulunmaktaydı. Bunun görevi, paşakapısındaki resmî muameleleri yürütmekti. Kethüdâ-i Sadr-i Ali de denen bu memurun vazifesi, sadâretin önemi arttıkça çoğalmış ve XVIII. yüzyıldan itibaren bir çeşit içişleri bakanlığı haline gelmiştir. Zaten daha sonra kethüdâlık makamı Dâhiliye Nezâretine çevrilmiştir.

II. Mahmut zamanında 4 Muharrem 1254/30 Mart 1838 tarihli fermanla sadâret ve sadr-ı a'zam tabirleri yerine başvekâlet ve başvekil tabirleri ikâme edilmişse de, 1839'da tekrar eski unvanlara dönülmüştür. Daha sonraki gelişmeleri ise Tanzîmât döneminde göreceğiz242.

249. Osmanlı Devleti'ndeki taşra teşkilâtı yani eyâlet ve sancak sistemi nasıl çalışıyordu?

Sıkı sıkıya merkeze bağlı olan Osmanlı Devleti'nin taşra teşkilâtının en büyük parçasını eyâletler teşkil eder. Eyâletler, sancaklara, sancaklar kazalara ve kazalar da nahiyelere ayrılırdı. Şimdi eyâlet ve sancak üzerinde daha ayrıntılı olarak duralım.

Eyâletler, beylerbeyi veya mîr-î mîrân denilen idareciler tarafından idare edilir.

242 Lütfl Paşa, Asafnâme, Ankara 1935; Akşam Gazetesi, 9 Mart 1944, Sadr-ı A'zam Nasıl Olmalı?; Hezarfen, Telhis'ül-Beyan, vrk. 32/B vd., 198/B vd.; Tevkil Kanunnâmesi, MTM. 1/498 vd., 523-524; Uzunçarşılı, Merkez, 38-39, 180-185, 242 vd.; .

BİLİNMEYEN OSMANLI

401


XVI. yüzyıldan itibaren eyâletlere tayin edilen Beylerbeyilere vezirlik rütbesi de verilmiştir. Beylerbeyiler, bulundukları eyâlette hem askerî hem de idarî âmir olarak padişahı temsil ederler. Osmanlı Devleti'nde ilk zamanlarda bir beylerbeyi bulunur ve bütün ordu işlerinden sorumlu olurdu. İlk beylerbeyi Orhan Bey'in oğlu Süleyman Paşa'ydı. I. Murad Devrinde kısmen otoritesi zayıflayan bu makam, Rumeli fütuhatının genişlemesi üzerine ikiye ayrılarak Rumeli ve Anadolu Beylerbeyliği kuruldu. Selçuklulardaki melik'ül-ümerâ makamına benzeyen ve bazen emir'ül-ümerâ da denen beylerbeylikler, zamanla sayı ve nüfuz itibarıyla artış göstermiştir. Devletin en geniş topraklara sahip olduğu zamanlan nazara alarak, beylerbeyi tarafından idare edilen eyâletleri üçe ayırabiliriz:

Birincisi; Arazîsi mirî arazi (devlete ait) olduğu için, bir kısım arazisinin tasarruf hakkı ve elde edilen gelirleri, beylerbeyine has adı altında dirlik olarak tahsis edilen eyâletlerdir (yıllık geliri 100.000 akçenin üzerinde olan dirliklere has denir). Has ile idare edilen eyâletler 24 tanedir. Rumeli, Anadolu, Karaman, Diyarbekir, Şam, Sivas, Erzurum, Van, Budin, Cezayir, Halep, Maraş, Kıbrıs, Girid, Bosna, Temeşvar, Trablusşam, Trabzon, Kefe, Rakka, Şehr-i Zûr, Çıldır, Kars ve Musul.

İkincisi; Salyâne ile idare olunan eyâletlerdir. Bunların arazisi mirî arazi değildir ve has adı altında beylerbeyine toprak tahsis edilmez. Belki bu eyâletlerin gelirleri defterdarlar tarafından tahsil edilir ve beylerbeyine elde edilen gelirden belli bir miktarı salyâne (yıllık) adı altında ulufe olarak verilir. Bunlar dokuz tanedir: Mısır, Bağdad, Habeş, Basra, Lehsa, Cezâyir-i Garb, Trablusgarb, Tunus ve Yemen. Bunlara müstesna eyâletler de denmekteydi.

Üçüncüsü; Mümtaz eyâletlerdir (eyâlet-i mümtâze) ki, bunların bir kısmı sonradan ortaya çıkmıştır. Bunlar, devlete maktu bir vergi ve bazıları sefer zamanında asker vererek dahilî işlerinde serbest bulunurlardı. Mümtaz eyaletler arasında Mekke şerifliğini, Mısır Hidivliğini (son zamanlarda), Lübnan mutasarrıflığını ve Eflak-Boğdan Voyvodalığını sayabiliriz. 1908 inkılâbından sonra bu çeşit imtiyazlara son verilmiştir243.

IV- OSMANLI DEVLETİ'NDE TEMEL HAK VE HÜRRİYETLER

250. Osmanlı Hukukunda vatandaşların temel hak ve hürriyetleri kabul edilmiş midir? Yoksa 1839 tarihli Tanzimat Fermanıyla mı kabul e-dilmeye başlanmıştır?

Önemle arz edelim ki, günümüzde bilinenin ve bize okullarda öğretilenin tersine, insana ve onun hak ve hürriyetlerine olan saygının tarihî gelişimi açısından, Batı ile Doğu ve daha doğrusu Osmanlı Devleti ile diğer çağdaşı olan devletlerin durumu, %100'e varan nisbette birbirinden farklıdır. Kamu hukuku kitaplarında anlatılan ve öğretilen, insanların hak ve hürriyetlerine ait gelişmeler ve hatta biraz sonra kısaca

243 Fâtih Kanunnâmesi, 13; Hezarfen, Telhis ül-Beyan, vrk. 34/A, 54/A vd., vrk. 55/B vd.; Sertoğlu, Osmanlı Tarih Lügati, ilgili maddeler. .,,.->;

402

BİLİNMEYEN OSMANLI



bahsettiğimiz 1215 tarihli İngiliz Magna Carta'sı ile Fransız 1789 tarihli inkılâbının bu açıdan arz ettiği önem, sadece Osmanlı Devleti dışındaki ve daha doğrusu İslâm ülkeleri dışındaki devletler açısından doğrudur. Bazı iddiaların tersine, 1839 tarihli Tanzîmât Fermanı, 1856 tarihli Islahat Fermanı ve 1876 tarihli Kanun-ı Esasî, insana ait hak ve hürriyetleri ilk defa kabul etmemiş, belki eskiden beri var olan bu hak ve hürriyetleri sadece yazılı hale getirmiştir. Bu husus, çok önemlidir. Özellikle yükselme devrinde, Osmanlı Padişahlarının hukuka karşı duydukları saygıları ve adaleti icradaki titizlikleri, inkâr edilemez tarihî bir hakikattir. Bir devlet, kuvvet kanunda olduğu müddetçe ayakta durur; aksi takdirde yani kanunun kuvvette olması durumunda, devlet, kudret ve kuvvetini kaybeder

Konuyu takdim ederken şu hakikati da belirtmeden geçemeyeceğiz: Osmanlı Dev-leti'nde insana Allah'ın mahluku muhterem ve aziz bir varlık olarak bakılır. Yunus'un "Yaradılar» severiz Yaradan'dan ötürü" şeklindeki esprisi, özellikle yükselme devirlerinde çok açık bir şekilde Osmanlı Devleti'ne hâkim olan espridir. İsterseniz insana ve onun haklarına saygıyı muvakkaten bir tarafa bırakarak, hayvanlara bile ne derece saygı gösterildiğini, bir belge ile sizlere takdim edip daha sonra insana ve hukuka saygı üzerinde duralım: Batı dünyasında hayvan hakları kavramı 19. asrın son çeyreğinde gündeme gelmişken ve Birleşmiş Milletler Hayvan Hakları Bildirisini 1948'de kabul etmişken, aynı esaslar ve hatta daha ilerideki bazı kaideler, Osmanlı Kanunnâmelerinde ilk dönemlerden beri yer almış bulunmaktadır. Misâl olsun diye II. Bâyezid devrinde hazırlanan 1502 tarihli İstanbul Belediye Kanunnamesindeki şu hükmü beraber mütala'a edelim:

"Ve ayağı yaramaz bârgiri işletmeyeler. Ve at ve katır ve eşek ayağını gözedeler ve semerin göreler. Ve ağır yük urmayalar; zira dilsüz canavardır. Her kangısında eksük bulunursa, sahibine tamam etdüre. Etmeyeni ve eslemeyeni gereği gibi hakkından gele."; "Fil-cümle bu zikrolunanlardan gayrı her ne kim Allah u Te'âla yaratmıştır, hepsinin hukukunu muhtesip görüp gözetse gerektir, şer'î hükmi vardır.".

Hayvanların hukukuna bile tecâvüzü yasaklayan bir inanca sahip olan bir devletin, suiistimallerin dışında insanların hak ve hürriyetlerine saygı göstermemesi mümkün değildir.

O halde, Osmanlı Hukukunda temel hak ve hürriyetler fikri, modern siyasî düşünce fikrinin geçirdiği safhaları yaşamamıştır. Zira İslâm hukukunun kabul ettiği hak ve hürriyetler başlangıçtan beri vardır ve tabiî bir haktır. İslâm Hukukunun kabul ettiği bu temel hak ve hürriyetler, uygulamada iktidarlara göre bazı farklılıklara maruz kalmıştır. Bu konuda evvelâ Osmanlı Hukukundaki hürriyet kavramını incelemek gerekir. Osmanlı Hukukunda hürriyetin şu şekilde tarif edildiğini görüyoruz: Hürriyet ne başkasına ve ne de nefsine zarar vermemek şartıyla meşru dâirede dilediğini yapmaktır. Gerçekten hürriyet odur ki, adlî kanunlar dışında kimse kimseye tahakküm etmesin, herkesin hakları dokunulmazdır ve herkes meşru' dairede istediği gibi hareket etsin. Buna göre kişilerin kullanabildikleri bazı temel hak ve hürriyetlere değinelim.

Siyasî haklar arasında seçme hakkı başta gelmektedir. Uygulamada tam olarak riayet edilmese de, halifenin veya sultanın seçilmesinde halkın mühim rolü vardır. Şûra esası uygulanırsa herkes bizzat veya temsilcisi vasıtasıyla fikrini beyan edebilir. Bu mümkün olmazsa, ülkede ilâhî irâdenin yani İslâm hukukunun icrasından, bütün Müslümanlar sorumludur. Bu sorumluluğun neticesi olarak halk, halifeyi veya sultanı murakabe etme ve şartlar gerçekleşirse azletme hakkına sahiptir. 1255/1839 tarihli Gülhane Hattı Hümâyunu bu durumu halka karşı şöyle ifade etmektedir: "bu şer'i kanunlar sadece din, devlet, mülk ve milletin ihyâsı için vaz' olunacaktır. Tarafımızdan bunlara aykırı hare-

pu

BİLİNMEYEN OSMANLI



403

I m, «a


ket vuku bulmayacağına ahd-ü misak olarak hırka-i şerife odasında bütün ulema ve vekiller huzurunda yemin edilmiştir". Diğer taraftan her Müslüman, devlet başkanlığı dahil bütün devlet hizmetlerine seçilmek üzere aday olabilir. Ancak devlet hizmetini talep, arzu edilmeyen bir durumdur. Ayrıca eski Türk Devlet anlayışı bu konuda müessir olmuş ve saltanatın irsîliği esası itina ile korunmuştur.

Temel hakların en önemlilerinden biri de eşitliktir (müsavat). Eşitlik, İslâm hukuku tarafından izah edildiği şekliyle temel bir hak olarak görülmüştür. Evvela hukukî eşitlik emredilmiştir. Kanun ve mahkeme önünde insanlar eşittir. Gayr-i müslimlerin bazı konulardaki kendi kanunlarının uygulanmasını isteme hakkı dışında, İslâm Ülkesinde tek kanun geçerlidir. "Yemin ederim ki, kızım Fâtıma hırsızlık etse, ona da cezasını uygularım" hadisi bunu ifade etmektedir. Diğer taraftan sosyal eşitlik yani fırsat eşitliği de kabul edilmiştir. Azatlı ve siyah bir kölenin bile devlet başkanı olabileceğini belirten hadis, bunun nihaî sınırını çizer.

Ferdî haklar içinde mütalaa edilen bazı hürriyetleri de şöylece sıralamak mümkündür: a) Şahsî hürriyetler. Başkasının hak ve hürriyetlerine tecâvüz etmemek şartıyla herkes seyahat hürriyetine ve can güvenliğine sahiptir. "Beraât-i zimmet asıldır" kaidesi bunu ifade eden önemli bir esastır. Şahsî hürriyet konusunda Müslüman ve gayr-i müslim farkı yoktur. Herhangi bir kimsenin canına, malına ve namusuna tecâvüz suçtur, b) İnanç ve ibâdet hürriyeti. İslâm hukuku sadece dinînden dönen mürtede hayat hakkı tanımamıştır. Bunun dışında hiçbir kimse Müslümanlığa zorlanamaz. Devlet içinde gayr-i müslim tebaanın ma'betleri muhafaza edilir ve ibâdetlerine imkân tanınır, c) Mesken dokunulmazlığı bizzat Kur'ân tarafından garanti edilmiştir. d) Çalışma hürriyeti ve özel mülkiyet hakkı da kabul edilmiştir. Kimsenin mülkiyet hakkına tecâvüz edilemez. Mülkiyet hakkına iki çeşit müdahale mevcuttur; iktisap sebebinin gayr-ı meşru olması istenmemektedir. Belli ölçüde serveti olanlara kamu yararı ve sosyal adalet adına zekât ve fitre gibi yükümlülükler yüklenmektedir, e) Öğrenim hak ve hürriyeti. Her Müslümana öğrenmek yalnız hak değil aynı zamanda bir ödevdir. Ayrıca İslâm ülkesindeki fertlere sosyal haklar da tanınmıştır. Zekât ve vakıf gibi sosyal güvenlik müesseselerinin yanında, devletin muhtaç vatandaşa bakma yükümlülüğü de mevcuttur.

Bu zikredilen temel hak ve hürriyetler, bazı uygulama aksaklıkları dışında bütün Osmanlı Tarihi boyunca kabul edilmiştir. Osmanlı topraklarındaki gayr-ı müslimlere ait ma'betler, mektepler ve mülkler ve bunlara ilişkin mahkeme kararları bunun açık örnekleridir. Türklerin ilk yazılı anayasası olan 1293/1876 tarihli Kanun-ı Esasî bu hakları ilk defa kabul etmemiş, belki sadece yazılı hale getirmiştir. 1876 tarihli Kanun-ı Esa-sî'nin ikinci faslı ve 8-26. maddeleri Osmanlı Devleti tebaasının umumî haklarını biraz önce açıkladığımıza yakın bir şekilde sıralamaktadır. Mesela 10. madde şahsî hürriyeti, 11. madde din ve vicdan hürriyetini, 15 ve 16. maddeler öğrenim hürriyetini, 17. madde eşitlik esasını düzenlemiştir. Bu arada 1293/1876 tarihli İntihâb-ı Mebusan Kanunu Lâyihasının 2. maddesi sadece erkeklerin milletvekili seçiminde oy kullanabileceklerini hükme bağlamış ve bu hüküm 1341/1922 tarihli tadilatta da aynen muhafaza edilmiştir244.

244 İstanbul İhtisâb Kanunnâmesi, Topkapı Sarayı Müzesi kütp., nr. R. 1935, vrk. 96/b-106/b, md. 58,73; Akgündüz, Osmanlı Kanunnâmeleri, c. II, sh. 296-297; Süleymaniye Kütp. Reşid Efendi, nr. 1036, vrk. 48/a-49/a;

404


BİLİNMEYEN OSMANLI

251. Osmanlı Devleti'nde insanı insan yapan şahsî hak ve hürriyetlerin korunması ve Güvenlik İlkesi ile ilgili neler söyleyebilirsiniz?

MJ A

,

İnsanın hukukunun başında, insanın şahsî hak ve hürriyetleri gelmektedir. Modern hukuk devletlerinin anayasalarında temel hak ve hürriyetlerin başında gelen bu hak ve hürriyetlere Osmanlı Devleti'nde nasıl bakıldığının izahı, diğer temel hak ve hürriyetler hakkında da bize fikir verecektir.



İnsanın maddî, manevî ve iktisadî varlığı üzerinde sahip olduğu haklara ve hürriyetlere "şahsî hak ve hürriyetler" diyoruz. İnsana ait bu hak ve hürriyetler, kişinin güvenliği ilkesi ile birlikte yürürler ve birbirini tamamlarlar. Batıda şahsî hak ve hürriyetlerin gündeme gelmesi için, kişiyi haksız olarak tutuklamaya karşı koruma amacını güden XVIII. yüzyıla ait bildirileri beklemek gerekir. İnsan hayatının, sağlığının, vücudunun korunması; namus ve şerefinin muhafazası; özel hayatın gizliliklerinin gözetilmesi ve benzeri şahsî haklar, Batı hukuk sistemlerinde, ancak XIX. yüzyılda gündeme gelmeye başlamıştır. İlk defa konuyla ilgili hüküm ihtiva eden İsviçre Medeni Kanunu dahi, 1912 tarihlidir. Osmanlı Devleti'nde ise, Kur'ân'ın "Bir ma'sumun hayatı ve kam, bütün insanlık için dahi feda edilemez" düsturu ve Hz. Peygamber'in İslâm'ın ilk haklar ve hürriyetler bildirisi demek Olan Veda1 Hutbesi'nde İfade ettiği "Ey İnsanlar! Bu günleriniz nasıl mukaddes bir gün, bu aylarınız nasıl mukaddes bir ay ve üzerinde bulunduğunu şu belde nasıl mukaddes bir belde ise, canlarınız, mallarınız ve namuslarınız da öyle mukaddesdir, dokunulmazdır ve her türlü tecavüzden korunmuştur" şeklindeki emirleri esas alınarak, insana ait hak ve hürriyetler tanzim o-lunmuştur. Bu hak ve hürriyetlerin nasıl tanzim edildiğini Kanunnâmelerin maddeleri ve fıkıh kitaplarındaki şer'î hükümler arasında görmek mümkün olduğu gibi, eski mahkeme kararları demek olan şer'îye sicillerinde de çokça görmek mümkündür.

Burada uygulamaya ışık tutması açısından 1539 tarihli iki belgeden yani iki mahkeme kararından bahsetmek istiyoruz. Bu iki belge, iki önemli gerçeği gözlerimiz önüne sermektedir: Birincisi, bu tarihlerde Anadolu'nun ücra bir köşesi sayılan Anteb'de böbrek ameliyatının yapılabiliyor olmasıdır. İkincisi ise, günümüz hukuk sistemlerinde bile, tıbbî müdahaleler ve ameliyat için, hastanın yazılı bir basit muvâfakatnâmesi yeterli görülürken, o tarihlerde yani 1539'larda dahi böyle bir muvafakatin mahkemece karar altına alınması şartının aranması ve bu durumun o dönemde bile insana ve insanın sahip olduğu şahsî haklara verilen önemi ve gösterilen saygıyı ısrarla vurgulaması-dır. Bu kararlardan birinde, Hacı Mehmed, oğlu Satılmış'a, velâyeten muvafakat vermekte ve Doktor Nazar oğlu Budak da belli şartlarla ameliyatı kabul ettikten sonra, mahkeme bunu tasdik edip zabıt altına almaktadır. İnsanın ve şahsî haklarının ne derece önemli şeyler olarak kabul edildiğini ve her medenî mesele gibi, şahsî haklar ve insana saygı hususunda da Batı'yı fersah fersah geride bıraktığımızı, bu ve benzeri çok sayıdaki belgeler açıkça göstermektedir. Bu tür belgeler, "kişi, bilmediğinin düşmanıdır" kâidesince, geçmişimize ve ecdadımıza olan düşmanlıkların cehaletten kaynaklandığını, gözler önüne sermektedir.

Güvenlik ilkesi üzerinde de kısaca durmak istiyoruz. Mecelle'nin kabul ettiği bir

Akgündüz, Belgeler Gerçekleri Konuşuyor, c. III, sh. 180-183; Cin-Akgündüz, Türk Hukuk Tarihi, İstanbul 1990. c. I, sh. 186-187; De La Jonquiere, histoire de I'Empire Ottoman, sh. 164; Ergin, Mecelle-i Umûr-i Belediye, c.I, sh. 217.

BİLİNMEYEN OSMANLI

405


esasa göre, "Berâat-i zimmet asıldır", yani bir insanın suçluluğu isbat edilmedikçe, suçsuz kabul edilmesi genel bir hukuk prensibidir. Osmanlı Devleti'nin kuruluşundan beri var olan ve Batılı Devletlerin ancak XVII. asırda kavramaya çalıştığı bu esası, Hz. Ömer şöyle açıklamaktadır: "İslâm'da hiç kimse haksız olarak tevkif edilemez. Bir mahkeme kararı olmadan kimsenin hürriyeti kısıtlanamaz". Kur'ân'm "Hiç bir suçlu, bir başka suçlunun cezasını çekemez" dÜS-turunu benimseyen Osmanlı Devleti'nde, insanlar işledikleri suçlardan şahsî olarak sorumludurlar. Osmanlı Kanunnâmeleri, kadı maVifetinsüz yani mahkemenin kararı olmadan hiç bir cezanın infaz edilemeyeceğini ve kimseden bir habbe ve bir akçe alınamayacağı, yüzlerce yerde, başından beri sağlam esaslara bağlamışlardır. İsterseniz bazı kanun hükümlerini aynen nakledelim:

"Ve dahi hapis yerlerinde kefil bulunur iken hapsetmeyeler, yazıp Dergâh-ı Alîye arz edeler. Meğer ki, şenâ'at-i azîme ola. Ve dahi firar ihtimali olub kefil bulunmayıcak hapsedeler.".

"Mücrim olan kimesne teftiş olunmadın veyahud üzerine zahir olan şenâyi' şer'le ve örfle yerine varmadın sancakbeği ve subaşısı ve adamları nesne alub salıvermek memnû'dur. Kendüler mahall-i töhmet ve adamları mücrim ve müstahakk-ı ikâb olur.

....amma mücrim ve müttehem olan kimesne mütemerrid ve mu'annid olub da'vet ile mahkemeye gelmekden imtina" eyleye, berây-ı ta'zir cebr ile bilâ-ta'zîb mahkemeye getürmek memnu' değildir.".

Zikredilen kanun hükümlerinin, asrımızın dahi yüz karası olan işkenceyi de şiddetle yasakladığını açıkça görüyoruz. Bu anlattıklarımızı teyid etmek açısından, Hollandalı bir gayr-ı müslim hukukçunun, 1895 yılında, "şer'-i şerif ve "kanun-ı münifv diye özetlenebilecek Osmanlı Hukuku hakkında, II Abdülhamid'e sunduğu bir rapordan bazı cümleler nakletmek istiyoruz:

"Şer'-i şerifde ve dolayısıyla Osmanlı Hukukunda, bir çok hukukî hükümler vardır ki, bazıları pek yakın bir zamanda Avrupa'ya girebilmiş ve daha bir çok insanî hükümler vardır ki, asrımızdan sonra girecektir. Bu iddiamıza delil olmak üzere, insana ve hukuka saygının ifadesi olan şu hükümleri sayabiliriz: Ehlî hayvanların himaye ve korunması; mahkemelerde davaların meccânen görülmesi; evli bir kadının kocasına müracaat etmeksizin tasarrufunda bulunan mal varlığını istediği gibi idare etmesi; Müslümanların ve gayr-ı müslümlerin kanun önünde eşitliği; sorgulamalarda sanıklardan ikrar ve itiraf gibi beyanlar almak için işkence icrasının kesinlikle yasak oluşu ve benzeri hükümler...."245.

V- OSMANLI DEVLETİNDE EĞİTİM VE YARGI

252. Osmanlı Medreselerini ve ilmiye sınıfını kısaca anlatır mısınız?

Osmanlı Devleti'nde adliye teşkilâtının bütün elemanlarını medreseler yetiştirmektedir. Yani adliye teşkilâtının en önemli kısmını teşkil eden kadılar, ilmiye sınıfından tayin edilmektedir. Osmanlı Medreseleri devletin kuruluşuyla birlikte te'sis olunmaya başlanmıştır. Medreseler, genellikle camilerin yanında ve camilerle birlikte inşa olunmuşlardır. Talebe, medreselerde yatar, imaretlerde yer içer ve camilerde ders okurdu. Sonradan hususî medreseler yapılmıştır. Osmanlı Medreseleri, Fâtih'in külliyesi ile ke-

245 Kur'ân, Fâtır, Ayet, 18; Mâide, Ayet, 32; IV. Murad Kanunnâmesi, Süleymaniye kütp. Esat Efendi, nr. 2362, vrk. 35/b; Hüdâvendigâr Livası Kanunnâmesi, md. 33-34. Bkz. Akgündüz, Osmanlı Kanunnâmeleri, c. II, sh. 184, Bâyezid 11-18, md. 33-34; Gaziantep Şer'iye Sicilleri, nr. 2, sh. 282, 300; İstanbul Müftülüğü Şer'iye Sicilleri, Üsküdar Mahkemesi, nr. 136, sh. 6; Akgündüz-Heyet, Şer'iye Sicilleri, c. I, sh. 224-225; BA, YEE, nr. 14-1540, sh. 18 vd.; Ergin, Mecelle-i Umûr-i Belediye, c. I, sh. 217-218; İmre, Zahit, Medeni Hukuka Giriş, İstanbul 1976, sh. 89 vd.; Akın, İlhan, Kamu Hukuku, sh. 321 vd.; Sahih-i Buhari Tecrid-i Sarih Tercümesi, c. IV, sh. 334, 412; c. X, sh. 389, 395; Armağan, Servet, İslâm Hukukunda Temel Hak ve Hürriyetler, Ankara 1987, sh. 82 vd.; <» ,

406

BİLİNMEYEN OSMANLI



mâlini bulmuş ve Kanuni'nin zamanında ise son şeklini almıştır. Bu usul 400 sene bazı önemsiz değişikliklerle sürdürülmüştür. Bu ikisini ve derecelerini daha yakından görelim:

Birincisi, Fâtih Medreseleridir. Fâtih Camiinin kuzey ve güneyinde yer alan dörderden sekiz medreseye sahn-ı semân veya medâris-i semâniye adı verilir. Bu bir üniversitedir. Talebelerine danişmend, asistanlara muîd ve hocalarına da müderris denir. Daha sonra bu yüksekokullara talebe yetiştirmek üzere orta öğretim mahiyetinde mûsıla-i sahn veya tetimme denilen sekiz medrese daha yapılmıştır. Bunlar inşa edildikten sonra medreseler şu derecelere ayrılmıştır:

1- Hâriç Medreseleri; bunlar ilkokul mahiyetindeki ibtidây-ı hâriç ve ortaokul mahiyetindeki hâreket-i hâriç diye iki kısımdır. 2- Dâhil Medreseleri; Bunlar sonradan ihdas edilen rüşdiye mektepleri yani ortaokul mahiyetindedir, iptiday-ı dâhil ve hareket-i dâhil diye ikiye ayrılmıştır. 3- Mûsıla-i Sahn Medreseleri; Bunlar ise (i'dadiye) seviye-sindedirler ve yüksekokula talebe yetiştirirler. 4- Sahn-ı Semân Medreseleri; Bunlar yüksekokullardır.

İkincisi: Süleymaniye Medreseleridir. 1549-56 yıllan arasında inşası tamamlanan Süleymaniye medreseleri, hem dinî hem de teknik konulara ait bir üniversiteydi. Bu medreselere, Sahn-ı Süleymaniye de denmektedir. Yeni yapılan düzenlemeye göre, medreselerin dereceleri şöyleydi; 1- ibtidâ-ı Hâriç (ilkokul ve ortaokul); 2- Hâreket-i Hâriç; 3- ibtidây-ı Dâhil (Ortaokul ve lise) 4- Hâreket-i Dâhil. (Bu dördünde değişiklik yoktur. Bunları bitirenler, şerT ilimlerde uzmanlaşmak istiyorlarsa mûsıla-i Süleymaniye'ye giderlerdi). 5- Mûsıla-ı Sahn (Tetimme-i Fâtih=lise). 6- Sahn-ı Semân (Üniversite) 7 ibtidâ-i Altmışlı (müderrisin günlüğü 60 akçe olduğu için bu isim verilmiştir). 8- Hareket-i Altmışlı 9- Mûsılâ-ı Süleymaniye (veya tetimme denir. Süleymaniye üniversitesinin lisesidir. Mezunları kadı adayı (mülâzım) olabilirdi) 10- Hâmise-i Süleymaniye 11- Süleymaniye Medreseleri (4 tanedir. Üniversite mahiyetindedir) 12- Dâr'ül Hadis (Yüksek şer7 ilimler fakültesi).

Bu medreselerin, öğretim üyesi demek olan müderrisleri de üç dereceye ayrılmıştı.

Birinci dereceye kibâr-ı müderrisin (prof.lar) denirdi ve sırasıyla şunlar bu gruba dahil kabul edilirdi: Dâr'ül-Hadis, Süleymaniye, Hâmise-i Süleymaniye ve Mûsıla-ı Süleymaniye Müderrisleri. Bunlar isterse mahreç mevleviyeti denen yüksek kadılığa hemen tayin edilirdi. İkinci derece ise, Hareket-i Altmışlı, ibtidây-ı Altmışlı ve Sahn-ı Semân müderrisleridir. Üçüncü derece de, mûsıla-ı sahn ve daha aşağı derecedeki medreselerin müderrisleridir. Bu bilgileri zikretmemizin sebebi, kadıların dereceleri ile medrese ve müderrislerin derecesi arasında yakın ilişki olmasındandır246.

253. Osmanlı Devleti'nde Tanzimat'tan önce yargı görevini yerine getiren mahkemeler yani Şer'iye Mahkemeleri nasıldı?

Osmanlı Hukukunda yargı erkine kaza denilmekte ve konuyla ilgili hükümler Kitâb'ül-Kazâ başlığı altında zikredilmektedir. İslâm hukukçuları kazayı, insanlar arasın-

¦ı 246 Hezarfen, Telhis'ül-Beyan, vrk. 8/B vd.; İlmiye Salnamesi, sh. 644-649; Tevkii Kanunnâmesi, MTM, c. I, sh. 539; Uzunçarşıh, İlmiye Teşkilatı, sh. 5-19, 33-43; 280-281, 271-276. ,,..,,.;ı, .„_„,. ,,.,..- -..-,.-,,.,-.., ,. . .

BİLİNMEYEN OSMANLI

407

¦cazı bre-



daki anlaşmazlıkları Kur'ân ve Sünnetten alınan şerT hükümlere göre halletme şeklinde tanımlamaktadırlar. Kaza görevini ifa eden görevlilere de kadı denmektedir. Osmanlı Hukukunda yargı görevi (kaza), hilâfet makamına veya devletin başına ait vazifeler arasında yer alır. Yani yargılama görevi kamu adına halifenin veya yetkili kıldığı kadıların görevidir. Bu sebeple İslâm'ın ilk dönemlerinde halifeler, bizzat kaza vazifesini de icra etmişler bu görevi başkalarına havale etmişlerdi. Daha sonra Devletin sınırları genişleyip yargıya dair işler çoğalınca, halifeler, gerek hilâfet merkezlerinde ve gerek vilâyetlerde kendilerine vekâleten (kamuyu temsilen) davaları yürütmek için hususî memurlar yani kadılar tayin etmişlerdir. Bu sebeple kadılara nâib de denmektedir.

Osmanlı Devleti, Müslüman bir devlettir ve hukuk sisteminin temelini İslâm hukuku teşkil etmektedir. Bu sebeple bu devletin en önemli yargı organı yine kadılardır. Ancak şer'iye mahkemeleri denen kadılar dışında da yargı organı ve makamları vardır.


Yüklə 3,77 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   59   60   61   62   63   64   65   66   ...   83




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin