Tanrısızlar (hayata güvenen benim gibi insanlar) ile Yüreksizler (ölümden, Tanrısızlardan, artık hayatta olmayacakları gelecekte devam eden hayattan korkan aşırı dinci sağcıların konuşan kafaları) arasında büyük bir ideolojik savaş yaşanıyor.
Ben bu savaşın sonucu konusunda da iyimserim çünkü insanlar zeka ve dürüstlüğe saygı duyuyor. İnsanlar, kendilerine iyi hayatlar yaşamayı ve iyi ölümler deneyim etmeyi öğretecek ahlak konusunda rol modelleri istiyor.
Bilim ile Din Arasındaki Savaş Yeni Işık Görecek
MARCELO GLEİSER-Dartmouth Koleji’nde fizik ve astronomi profesörü
Bilimle din arasındaki tartışmanın –ya da savaş mı demeli- yeni bir ışıkla aydınlanacağı konusunda iyimserim. Her iki tarafın da siperlerini daha da derinleştirmeye çalıştığı şu andaki kırılma, daha da kötüleşiyor.
Dini, kolektif halüsinasyon ya da geri zekalıca batıl inançlar olarak çöpe atan, bazıları Edge meslektaşlarımızca hazırlanan kitaplar, bilimin sınırları dışındaki insanlara basit bir mesaj iletiyor:
Biz bilimciler, din adamları kadar radikal ve katıyız; ne kadar net ve insanı ikna eden akılcı çıkarımlarımızla, ortadan kaldırmayı amaçladığımız hareketler kadar hoşgörüsüzüz.
Ben bir ateist olsam da, dini düşüncenin gerisinde olan şeyi unutmuyorum: çok basit bir şekilde umut. Evet, dünyada doğaüstü etkilere inanmak ve hayatınızı muhafazakar tahminlere göre en az iki bin yıldan beri ortalarda görünmeyen Tanrıya adamak çılgınca. Ama bilimciler pek çok insanın, en azından bugün öğretildiği şekliyle bilimin sunamadığı ruhani bir rehbere ihtiyaç duyduğunu unutmamalı. Bilim soğuk, zor bir evrende yaşadığımızı, kendimize ve hayatımıza tamamen kayıtsız bir evrende yaşadığımızı gösterdi ve göstermeye devam ediyor.
İnsanların ruhaniliğe olan ihtiyacını görmezden gelmek nafile ve safça.
İnsanların bilimi karşılıklı anlayış ve hayata saygı göstermek açısından bir araç olarak görmeye başlamalarından umutluyum.
Hayatı ve onun mekanizmalarını ne kadar incelersek, onun ne kadar narin ve değerli olduğunu anlarız. Tabii ki başka yerde de hayat olabilir ve bu hayat daha da parlak olabilir.
Ne var ki, durum böyle bile olsa,hala bir süre kendimize saplanmış olma ihtimalimiz (bu gezegende ya da Güneş Sistemimizde bir komşumuzda) yüksek. Ya bilim bize bu tevazuu ve hayata saygıyı öğretecek ya da biz bu en değerli kozmik mücevheri berbat edeceğiz. Bilimcilerin, insanları inançlarından edip yerine bir şey vermemek yerine onlara bütün bunları öğreteceği konusunda iyimserim.
Kozmoloji Üzerine Saçmalıklar
PAUL STEİNHARDT-Fizikçi; Princeton Üniversitesi’nde Albert Einstein Bilim Profesörü.
Ben, evreni anlayışımızda önümüzdeki beş yıl içinde tarihi bir kopuş olacağı konusunda iyimserim ve bu kopuş, bin yılın en önemlilerinden birisi olarak hatırlanacak. Tarihsel olarak her yeni teknoloji büyük bir keşfin habercisi olmuştur. Dolayısıyla sadece beş yıl içerisinde en azından bir miktar önemli gelişme yaşanacak.
Karınlık maddenin doğrudan tespit edilmesi
Kademe kademe ilerleme yaşanan on yıllardan sonra fizikçiler sonunda, eğer pek çok fizikçinin şüphelendiği gibi WİMP’lerden (zayıf bir şekilde etkileşime giren parçacıklardan) oluşuyorsa karanlık madde parçacıklarını doğrudan tespit etmeye yetecek ilk detektörleri yapacak.
Karanlık enerjinin doğasının keşfi
İsimleri her ne kadar benzer gibi görünse de karanlık madde ile karınlık enerjinin tek ortak özelliği, her ikisinin de görünmez olması. Karanlık madde, yerçekimsel olarak birbirini çeken ve galaksilerin oluşmasını besleyen bulutlar halinde kümelenen büyük parçacıklardan oluşmaktadır.
Karanlık enerji ise yerçekimsel olarak kendini itmektedir ve böylece kendisini düzleme eğilimi içindedir. Bugün olduğu gibi baskın enerji biçimiyken, karanlık enerji evrenin genişlemesinin hızlanmasına yol açar.
Karanlık enerjinin kompozisyonu, temel fizik ve kozmoloji için derin sonuçlarıyla, bilimin en büyük gizemlerinden birisidir.
Büyük Patlama ve evrenin geniş çaplı kökeninin araştırılması
Evrenin 14 milyar yıl önce, bir Büyük Patlama ile oluştuğu, geleneksel olarak bilinen bir şeydir ve hızla gerçekleşen kat kat genişleme, evrenin büyük çaplı yapısını açıklıyor. Ne var ki son on yıla bakıldığında evrenin döngüsel modeli gibi alternatif ihtimallerin ortaya çıkışı görülüyor.
Döngüsel modelde Büyük Patlama başlangıç değil, daha ziyade trilyon yılda tekrar eden ve geçmişe uzanan bir olay, Sicim teorisiyle birtakım fikirleri paylaşan bu model, her patlamanın, üç boyutlu dünyamızla bir başka üç boyutlu dünyanın ekstra mekansal bir boyut boyunca çarpışması olduğunu öne sürüyor.
Her patlama, yeni bir genişleme dönemi, soğuma, galaksi oluşumu ve hayatı başlatan sıcak madde ve radyasyon yaratıyor ama uzay ve zaman, patlamadan önce de vardı ve sonrada olacak.
Yerçekimsel dalgaların doğrudan tespiti
Elektronik dalgalardan başka bir şey kullanan evrendeki ilk pencere, önümüzdeki beş yıl içerisinde açılacak, On yıllar süren gelişmelerin ardından Lazer Girişimölçer Yerçekimsel Dalga Gözlemevi (LIGO), Livingston (Louisiana) ve Hanford’da (Washington) birer detektörle yerçekimsel dalgaları doğrudan tespit etmek ve astronomide yeni bir çağ başlatmak yönünde bir şans var.
Bu gözlemevi (LIGO), evrenin erken dönemlerinde üretilenden daha güçlü yerçekimsel dalgaları (galaksimizde nötron yıldızlarının ve kara deliklerin şiddetli çarpışması sonucu ortaya çıkan dalgalar gibi) tespit etmek üzere tasarlandı.
Ne var ki bu cephe henüz o kadar yeni ve bakir ki, evreni algılayışımızı yeniden değerlendirmemize neden olabilecek ve keşfedilmeyi bekleyen, güçlü ve beklenmedik kozmik yerçekimsel dalga kaynakları olabilir.
Temel fizikte atılımlar ve karanlık maddenin doğrudan üretimi
İsviçre’nin başkenti Cenevre’deki CERN araştırma merkezinde bulunan LHC, bu yıl faaliyete geçecek. Bu tesiste, Büyük Patlama’dan sonraki ilk piko saniye içerisinde meydana gelen çarpışmaların aynısını üretebilecek güçlü bir parçacık hızlandırıcı var. Dolayısıyla temel fizik araştırmasının, yeni olguların beklendiği önemli bir enerji eşiğinden geçmesi söz konusu olabilir. Örneğin fizikçiler, sicim teorisiyle de uyum gösteren yeni bir “süper simetrik” parçacıklar spektrumu ve aynı zamanda karanlık maddeyi içeren WIMP’ler (zayıf bir şekilde etkileşime giren parçacıklar) keşfetmeyi umuyor.
Bunun etkisi çok derin olacak. Şu anda evrenin kompozisyonun yüzde 5’inden daha azını anlıyoruz.; uzay, zaman, madde ve enerjinin nasıl yaratıldığını anlayamıyoruz. Dahası evrenin nereye gittiğini de tahmin edemiyoruz. Gelecek beş yıl içerisinde, bu konulardan birisi ya da daha fazlasının tarihi bir şekilde çözümüne tanık olabiliriz.
Kozmik Ufkumuzun Ötesinde Ne Var?
ALEXANDER VİLENKİN-Tufts Üniversitesi’ndeki Kozmoloji Enstitüsü’nün Müdürü
Evrenin ne kadar uzağını görebildiğimizin bir sınırı var. Kozmik ufkumuz, Büyük Patlama’dan bu yana ışığın kat ettiği mesafeyle belirleniyor. Bundan daha uzaktaki nesneler, ışıkları Dünya’ya ulaşmadığı için gözlemlenemiyor.
Ancak, evren ufukta son bulmuyor ve soru da şu:
Ufkun ötesinde ne var?
Aynı evrenden daha fazlası mı var yani daha fazla yıldız ve galaksi mi söz konusu?
Yoksa evrenin uzak kısımları bizim buralarda gördüklerimizden çok mu farklı?
Ben bu soruya cevap verebileceğimiz ve her ne kadar küçük bir kısmını gözlemleyebilsek de bir bütün olarak evrenin yapısını anlayabileceğimiz konusunda iyimserim.
Daha yakın zamana kadar kozmologlar en basit varsayıma inanıyor, yani evrenin homojen olduğu düşüncesini dile getiriyordu. Bir başka deyişle evrenin her yerde az çok aynı göründüğünü düşünüyorlardı.
Ancak, kozmoloji ve parçacık fiziğinde son dönemde yaşanan gelişmeler nedeniyle bu görüşte ciddi bir revizyon oldu ve bilimimizin geleceği konusunda ateşli bir tartışma başladı. Bu yeni bakış açısına göre evrenin çoğu, adına şişen evren denilen patlayıcı, hızlandırılmış bir genişleme durumunda, Bizim kendi lokal bölgemizde (yani, gözlemlenebilen evrende) şişme safhası on dört milyar yıl önce sona erdi ve genişlemeyi sağlayan enerji elementer parçacıklardan oluşan sıcak bir ateş topunu tutuşturdu. Bu zaten Büyük Patlama dediğimiz şey. Evrenin uzak bölgelerinde sürekli olarak başka Büyük Patlamalar yaşanıyor ve farklı özelliklere sahip bölgeler üretiyor. Bu bölgelerin bazılar bizimkine benzer, bazıları ise farklı.
Herhangi bir bölgenin özellikleri, doğanın sabitleri dediğimiz niceliklerle belirleniyor. Bunların arasında parçacık kütleleri, Newton’un sabitleri (yerçekiminin kuvvetini kontrol edenler) ve daha başkaları da var. Bizim bölgelerimizdeki sabitlerde neden gözlemlediğimiz değerler olduğunu bilmiyoruz.
Bazı fizikçiler bu değerlerin biricik olduğunu ve nihayetinde bir temel teoriden elde edileceğine inanıyor. Ne var ki, şu anda doğanın temel teorisi olabilme konusunda elimizdeki en iyi aday olan sicim teorisine göre sabitler bir dizi farklı değerler alabilir.
Olası bütün tiplerin olduğu bölgeler de dolayısıyla ebedi şişme sırasında üretiliyor. Evrene dair ya da söylendiği üzere çoklu evrene dair bu tablo, doğanın sabitleri hakkında uzunca zamandır devam eden gizemi, yani bu sabitlerin hayatın ortaya çıkışı için neden uyumlu olduğunu açıklıyor.
Sebep şu: Akıllı gözlemciler, ancak sabitlerin sadece ve sadece şans eseri hayatın evrilmesi için doğru olduğu yerlerde mevcutlar. Çoklu evrenin geri kalan kısmı kıraç ama oralarda da bundan şikayet edecek kimse yok.
Ne de Olsa Önemsiz Değiliz
MAX TEGMARK-MIT’de fizik doçenti; araştırmacı
Berrak bir gecede yukarı doğru bakarken, kendimizi önemsiz hissetmek kolaydır. Hayatlarımız mekansal olduğu kadar zamansal olarak da küçük.
Eğer bu 14 milyar yıllık kozmik tarih bir gün olarak ayarlansaydı, o zaman yüz bin yıllık insanlık tarihi dört dakika, yüz yıllık bir insan ömrü de 0,2 saniye olurdu. Gururumuzu inciten bir başka şey de o kadar da özel olmadığımızdı.
Darwin bize hayvan, Freud ise irrasyonel olduğumuzu öğretti.
Artık makineler bizden daha güçlü. Daha geçen Aralık ayında Deep Fritz, satranç şampiyonumuz Vladimir Kramnik’ten daha zeki olduğunu gösterdi. Bunlar yetmiyormuş gibi kozmologlar, evrenin en geçerli maddesinden yapılmadığımızı buldu.
Bununla ilgili ne kadar fazla şey öğrendiysem, kendimi daha önemsiz hissettim. Ne var ki son yıllarda kozmik önemimiz hakkında gederek daha fazla iyimserleştim.
Açık bir şekilde eğer atomlar insanları yapmak için bir araya getirebilirse, fizik yasaları da aynı zamanda hissedebilen hayatın daha ileri biçimlerinin yapılmasına izin verebilir. Ancak bu tip ileri düzey varlıklar yalnızca iki adımlı bir süreçte oluşabilir: Öncelikle akıllı varlıklar sadece doğal seçilimle evrilir; ardından kendilerini daha da geliştirebilecek daha ileri düzeyde bilinç oluşturarak ölmeyi tercih ederler.
Bizimkisi kadar gelişmiş bir evrimleşmiş hayatın oldukça az olduğunu tahmin ediyorum. Evrenimizde sayısız başka güneş sistemleri var ve bunların pek çoğu bizimkinden milyarlarca yıl yaşlı.
Enrico Fermi, eğer ileri düzeyde medeniyetler bunların çoğunda geliştiyse, demek ki bazılar bizden çok avantajlı durumda diye dikkat çektikten sonra soruyor: O halde nerede bunlar? Hepsinin düşük profilde kalmayı tercih ettiği açıklamasına itibar etmiyorum.
Ölüm yolunu değil de sonunda hayat yolunu seçersek, uzak bir gelecekte kainatımız hayat dolu olacak ki bunu kökleri de bizim burada ve şu anda yaptıklarımıza götürülebilecek.
Bizim hakkımızda ne düşünülecek bilmiyorum ama eminim önemsiz birileri olarak hatırlanmayacağız.
Cesaret, Çünkü Yarın Daha Kötü Olacak!
GEORGE F. SMOOT-Kozmolog, Lawrance Berkeley Ulusal Laboratuarı, Berkeley’de fizik profesörü: Nobel ödülü sahibi.
“Cesaret, çünkü yarın daha kötü olacak.” Bir şekilde bu söz, yıllar önce duyduğum ilk andan bu yana benim şiarım olmuştur.
Dikkatli bir değerlendirme ve yılların deneyimi, uzun dönemli geleceğin pek parlak olmadığını gösteriyor. Entropi artmaya devam edecek ve kainatın ısı ölümü (aslında yanlış bir adlandırma, çünkü kullanılabilir enerjinin donuk, soğuyan bir kaos ortamında azalması anlamına geliyor) dünyanın kaçınılmaz sonu.
Yavaş yavaş soğuyan bir köz halini alıp Güneş Sistemi’ni soğuk bir karanlık haline bırakmadan önce enerjisi biten güneş ölüm sancıları çekerken, denizleri kaynattıktan sonra dünyayı içine alacak dev kızıl bir yıldız gibi genişlerken bu, enerji krizinden sıyrılabilirsek bizi bekleyen kader.
Modern dünyamızda maddi kazanım ve siyasi güç, en fazla bilimsel ve teknik bilgiyle çalışkan, üretken bir çalışma etiği olan eğitimli işgücüne sahip toplumlarda oluyor. Bu tip toplumlar ekonomik ve askeri başarı ile büyük vergi gelirlerine sahip oluyor.
-
Dünyaya insanlardan yaklaşık yüz kat daha fazla egemen olan dinozorlar kadar başarılı olma ümidini bize bu kültür ve bilgi mi sunuyor?
-
İnsanlar bu gezegeni sürüngenlerle paylaşabilir miydi?
-
Peki ya akıllı makineler ve gelişmiş, evrim geçirmiş varlıklar? Onlar gezegeni bizimle paylaşır mı?
Evrendeki her fiziksel süreç, termodinamiğin ikinci yasasını izler. Yani, her süreçte entropi söz konusudur (bilgi ve faydalılık kaybına denk düşen bir bozulma ölçümü), evrenin geneli için artacaktır.
Hiçbir süreç evrenin entropisini azaltmaz; yalnızca tamamen geri çevrilebilir süreçler bunu değiştirmeden bırakır. Bütün canlı varlıklar ve insanların yapmış olduğu makineler evrenin entropisini arttıran süreç araçlarıyla işler. Kimse “zarar verme” düsturuyla yaşayamaz. İnsanın arzu edilebileceği en iyi şey, “en az zararı ver” olabilir.
Geniş kozmik kargaşaya rağmen insanlar hala büyük, ihtişamlı şeyler yapıyor: Medeniyetler kurup hastalıklara çare buluyor ve sosyal adalet mücadelesi veriyor. Bunlar iyi ve insana ilham veren inançlar ve umut sağlayabilir.
Ben daha Spartalı bir yaklaşımı benimsiyorum: İnsan, bir şeyler başarabilmek, bir toplum ve sorunsuzca işleyen bir kültür oluşturabilmek için cesarete ihtiyaç duyar.
Çalışmalarıma ve sağlığıma yatırım yapıyorum. Uzun, sağlıklı ve üretken bir hayat düşüncesiyle emeklilik planıma cömert bir şekilde para yatırıyorum. Makaleler yazıp gönderip, bir sonraki nesli eğitip onlara bir şey öğreterek geçiriyorum.
Neden böyle yapıyorum? Çünkü kendinize ve başkalarına yatırım yapmak gelecek için umuttur. Sürekli yaşanan çılgınlıklar silsilesine rağmen, yakın geleceğe, daha iyi bir kültür ve topluma doğru insanlığın uzun ve zahmetli ilerleyişinin bir parçası olarak bakıyorum.
Nörobilim Toplumumuzu Geliştirecek
MARCO İACOBONİ-Los Angeles’taki California Üniversitesi Transcranial Magnetic Stimulation Laboratuarı’nda nörobilimci.
Son yirmi yılımı nörobilim araştırması yaparak geçirdim. Uzun bir hikayeyi kısıtlamak açısından, son dönemde yapılan nörobilim araştırmalarından ortaya çıkan bir kavram, insanların empati için donatıldığını belirtiyor.
Beynimizde, bir diğer insanı basit, dolayımsız ve otomatik bir şekilde anlamamızı sağlayan hücreler var. Ancak, eğer nörobiyolojimiz bizi empati için donanımlı kılıyorsa, o zaman neden dünyamız gaddarlıklarla dolu?
Bu açık paradoksun açıklaması muhtemelen şöyle: Bizi empati için donanımlı kılan nörobiyolojik mekanizmalar düşünme öncesi, otomatik ve örtülü düzeyde çalışıyor. Toplumlarımız düşünülmüş, düşünmeye dair ve açık söylemler üzerine inşa ediliyor.
Örtülü ve açıktan olan zihinsel süreçler nadiren kesişir; gerçekten de sıklıkla birbirinden ayrışırlar. Belki de bu yüzden düşünme düzeyinde işleyen dini ve siyasal inanç sistemleri, her ne kadar nörobiyolojimizin bizi bir araya getirmesi gerekse de bizleri böylesine güçlü bir biçimde ayırabiliyor.
Gerçekten de empatiye dair sinirsel mekanizmaların nasıl işlediğini insanlar sezgisel olarak anlıyor. Öyle görünüyor ki insanlar beyinlerinin nasıl çalıştığını, bu konu kendilerine anlatıldığında “fark ediyor.” Sonunda, düşünme öncesi düzeyde zaten “bildiklerini” dile getirebiliyorlar.
Empati kurmaya yatkın doğamızın açık bir şekilde anlaşılmasını bir noktada, toplumlarımızı baskı altında tutan ve bizi yok etmekle tehdit eden inanç sistemlerini çözeceği konusunda iyimserim.
Petrol Rezervlerinin Tepe Noktaya Ulaşıp Sonra Azalmasının Yol Açacağı Zorluklar
BRİAN GOODWİN-Biyolog, Schumacher Colhage, Devon, İngiltere; How the Leopard Changed İts Spots (Leopar, Desenlerini Nasıl Değiştirdi?) adlı kitabın yazarı.
Petrol rezervlerinin zirve yapıp ardından azalmaya başlaması ve yaklaşık 200 yıl süren ucuz enerji çağının sona ermesiyle ortaya çıkacak zorluklara bir tür olarak tepki verebilmemiz ve evrimimizde yeni bir kültürel safhaya geçebileceği konusunda iyimserim .
Doğayı kültürden ayırmamızın neden faydalı ama tehlikeli bir varsayım olduğu açıklığa kavuşan bilim kültüründe de bir değişim başladı. Bu fark, her ne kadar modern bilimde nesnel olanı öznel olandan ayırmak için yapıldıysa da –yani doğanın güvenilir bilgisinin insan yaratıcılığının nevi şahsına münhasır ifadesinden- artık bu faydalı olma durumunu aştı ve bizi, doğayı bizim dışımızda, kendi amaçlarımız için kullanacağımız bir gerçeklik olarak görmeye teşvik ediyor.
Ne var ki, biz doğayız ve doğa da kültür: Bilinç ya da dil gibi evrimin bize armağan ettiklerinden ayrı olmayan gerçekliğin geri kalan kısmını yöneten ilkelerin içerisine yerleşmiş durumdayız ve bu ilkeleri yansıtıyoruz.
Dolayısıyla aynı evrim macerası içerisine katılan kişileriz. Bu görüş ilk olarak, kuantum mekaniği bize doğanın bütüncül olduğunu, bağımsız ve nesnel unsurlara nedensel olarak ayrılamayacağını ve “öznel” gözlemcilerin de bu gerçekliğe katkıda bulunduğunu gösterdiğinde fizikte ortaya çıktı. Şimdi de biyolojide organizmayı yapanın genom değil hücrelerin içinde ve arasında yer alan, genlerdeki bilgiyi seçici bir biçimde okuyup anlamlandıran moleküler element ağları olduğunu öğreniyoruz. Şu anda bu yaratıcı yapının doğası anlamaya çalışıyoruz.
Burada önemli olan, ilişkisellik ve ağ kurma. Hangi yenilebilir, sürdürülebilir enerji süreci kullanılırsa kullanılsın ( güneş, rüzgar, su, biyoyakıt ya da başka şeyler, bu kombinasyon coğrafi bölge ve biyobölgeye göre değişir) bu, toplumun bileşenlerini doğal dünyaya karşı eylemlerinde sorumlu ve yerel koşullara da duyarlı bütüncül bir ilişkiler modeliyle bağlantılandıracak bir ticaret sisteminin temelini oluşturacak.
Bu yerel topluluklar birbiriyle ticaret yapacaktır ama kendi farklılıklarını muhafaza edecek ve böylece mevcut küresel ilişkilerin homojenleşmesinin tersine çeşitlilik hem içkin hem de değerli kalacak.
Fayda ve Maliyetin Değişen Oranı
COLİN BLAKEMORE-Oxford Üniversitesi’nde Waynflate Profesörü.
Biz ebeveynlerimizin eylemlerinin sonuçlarıyla bir arada yaşamak zorunda olacağız, bizim çocuklarımız da bizim eylemlerimizin sonuçlarıyla bir arada yaşamak zorunda olacak. Mesele, çocuklarımıza yaşamaya değer bir dünya bırakıp bırakmayacağımız değil.
Embriyonik kök hücre araştırmalarıyla ilgili olarak ilerlemenin önündeki engeller ekonomik değil ahlaki. Bir yandan biyomedikal bilim, hücre ölümsüzlüğü vaat ediyor –kırılan bir kemiğin kendisini ya da kalkan bir derinin kendisini tedavi etmesi durumunun, hasar görmüş bir beyin, kalp ya da pankreas içinde geçerli olma ihtimali doğuyor.
Diğer yandan ise özellikle de ABD’de ve bazı Avrupa ülkelerinde önemli bir siyasetçi ve dini liderler korosu (daha spesifik olmak gerekirse, Katolikler ve köktenci Protestan liderler) başka hayatların çıkarları için hayatın alınması olarak gördükleri şeye sert bir şekilde karşı çıkıyorlar. Argümanların dengesi iklim değişikliğine kıyasla oldukça farklı görünse de, meselenin özü, ilginç bir şekilde yine sezginin, bilimin soğuk rasyonalitesi üzerindeki gücüne dayanıyor.
Bu tip çalışmalara karşı çıkan bir lobicinin, on günlük emrriyolordan kök hücreler çıkarılmasını, “küçük bebeklerin bağırsaklarının alınması” şeklinde tanımlamadığını duymuştum. Bu tip görüşlerde, hayatın, rahme düşmeyle beraber başladığı savunuluyor. Pek çok bilimci de kesinlikle, iğneden daha küçük bir pre-implantasyon embriyonun bırakın iç organları, tek bir sinir hücresi olmaksızın bir insan olarak değerlendirilemeyeceğini savunur. Hayatın başlangıç noktasını tanımlamak bir doğma değil, toplumsal fikir birliği meselesi,
Nobel ödüllü dostum Eric Kandel’in de söylediği gibi, “Hayat, çocuklar üniversiteyi bitirip köpek öldüğünde başlar.”
Dünün ahlaki öfkesi, bugünün gerek duyulan kötülüğü ve yarının da ortak faydası olabilir.
Üzerinden çok geçmedi, Londra’daki Moorfields Göz Hastanesi, yeterince olgunlaşmış fotoreseptör hücreleri (kök hücre ile tamamen oluşmuş rod ve kon hücreleri arasında bir yapı), farelerin gözüne nakletmek suretiyle farelerin tekrar görmesini sağladı. Sinir-yapıcı hücrelere nakledilmesi sayesinde de felç geçirmiş farelerin durumunda iyileştirme sağlandı.
Nakledilmiş kök hücrelerin yardımıyla, hasar görmüş insan omuriliğinin tedavi edilmesi yolunda ilk önemli adımlar atılacak. Bunun sağlayacağı muhtemel faydalara dair kanıtlar hızla artıyor.
Henüz ortada bir mucize yok ama umutlar ufak ufak damlıyor ve 2007’de çağlaması muhtemel. Hayattaki hastalara yardım etmemenin ahlaksızlığının, asla doğmayacak olanları korumanın iyiliğine ağır basacağı konusunda iyimserim.
Yaklaşan Güneş Enerjisi Patlaması
OLİVER MORTON-Nature dergisinin haber ve yorum baş editörü
Benim şu andaki iyimserliğim güneş enerjisiyle alakalı. Meseleyi basit bir şekilde koymak gerekirse, Güneş Dünya’ya, insanlığın bir yılda kullandığı enerjiden daha fazlasını bir saatte sağlıyor. Fosil yakıt kategorisi dışında kalan yakıtlardan nükleer olmayan –biyokütle, hidroelektrik, rüzgar- büyük oyuncular sonuç olarak güneşle harekete geçiyor. Güneş enerjisinin çevrilmesi –fotovoltaik hücreler ve onların gelecekteki analogları- de bunların arasında yerini alacak ve bu alanın dışındaki insanların hayal edebileceğinden çok daha hızlı bir şekilde sözkonusu teknolojileri geçecek. 2025’e kadar bir, şansımız varsa iki trewattlık güneş enerjisi ve karbondioksit emisyonlarında azalma bekliyorum.
Bu iyimserliğin merkezi, California, Cömert ve ileri görüşlü mali destekler sonucunda son on yıllar boyunca Alman ve Japonların güneş sanayileri kuruldu.
Yeni materyaller ve yeni materyal-işleme teknikleri, düzenlenen fotovoltaik kapasitenin maliyetinin önümüzdeki birkaç yıl içinde yarıya indirilmesine olanak tanımalı. Bu sağlanırsa, sonrası için gelişme kaydedilmesinin önü açılır.
Rüzgar enerjisi, nükleer enerji ve barajların kurulması köklü bir biçimde ucuzlamayacak ama bu durum, güneş enerjisi kapasitesi için mümkün olacak. Güneş enerjisi, pencerelerden giyime kadar yeni uygulamalar sayesinde fiziksel ve metaforik olarak da daha esnek olacak.
İlerlemenin Gerçekliğini Kabul Edeceğiz
KEVİN KELLY-Wired dergisinin sorumlu editörü
Aklı başında hiçbir kimse, bu gezegen üzerindeki olumsuzluklar yığınını göz ardı edemez. Kötüye giden bir ekonominin, eşitsizliğin, savaşın, yoksulluğun ve cehaletin, dünyadaki milyarlarca insanın vücut ve ruhlarının hastalıklı ve kötü yanlarından kaçmak mümkün değil.
Haham Zalman Schacter-Shalomi’nin bir defasında söylediği gibi “Dünyada kötüden çok iyi şeyler var ama aradaki fark fazla değil.”
Beklenmedik bir şekilde, elinizde bileşik faizin gücü varsa, ihtiyacınız olan bütün şey “fazla değildir” ki, bu da kültürdür. Medeniyet birikimi yapılabilmesi için dünyanın her gün yalnızca yüzde 1 (ya da bunun onda biri kadar) daha iyi olması gerekir. Yıllık olarak tahrip ettiğimizden yüzde 1 daha fazla üretirsek ilerleme kaydederiz.
Benim bildiğim hiç kimse gelecekte yaşamanın bir yolunu bulmadı. Belki bir gün yüz yıl sonra gelecekte tatil yapmamıza olanak tanıyacak ucuz zaman makineleri icat edeceğiz.
Şu anda, gelecekte-bugünden yalnızca biraz iyi olan yerde yaşamak istersek yapabileceğimiz en iyi şey dünyadaki en ileri görüşlü şehirde yaşamak olacaktır. Şehirler, geleceğin meydana geldiği, artan seçenekler ve olasılıkların bulunduğu mekanlardır.
Her gün kırdan kente bir milyon insan gidiyor ki, bu mekandan ziyade zamanda bir yolculuk, bu göçmenler gerçekten de yüzlerce yıl ilerliyor ve Ortaçağ’a benzer köylerden 21. yüzyıla yayılan kentsel bölgelere yerleşiyor.
Geçmişe gitmek için pek çok fırsatımız var ama çok az sayıda insan gerçekten de orada yaşamak istiyor.
Bunun yerine, dünyada her yerde, bütün tarihsel dönemlerde, bütün kültürlerde milyarlarca insan “biraz daha fazla seçeneği” barındıran bir gelecek için, olabildiğince hızlı bir koşuşma içerisine girmiştir.
Neden mi? Çünkü gelecek geçmişten biraz da olsa iyidir. Ve yarın bugünden biraz daha iyi olacak.
Dostları ilə paylaş: |