Azametli Bahtsız Bir Kıt'anın Şanlı Tali'siz Bir Devletin Değerli Sahipsiz Bir Kavmin



Yüklə 399,71 Kb.
səhifə3/8
tarix31.10.2017
ölçüsü399,71 Kb.
#24520
1   2   3   4   5   6   7   8

34 İÇTİMAÎ REÇETELER—II

miyoruz. Başımızı kaldırıp onların üzerinden âleme temaşa etmek ve elleri­mizi onlarla beraber safi suya uzatmak, kendimizi de bir kavm olduğumuzu göstermek nasıldır? Zira hükümet ve İstanbul daha bulanıktır.

C — Meşrutiyet hâkimiyet-i millettir. Yani efkar-ı ammenizin misal-i mücessemi olan meb'usan hâkimdir. Hükümet, hadim ve hizmetkardır. Öy­le ise kendinizden teşekki ediniz; her kabahati hükümet ve Türklere atmakla çok aldanırsınız. Size bir misal söyleyeyim: .

Her tarafa şubeler salmış bir büyük çeşme başında bir tağayyürat olur­sa, her tarafa da sirayet eder. Fakat yüz pınarın ortasında büyük bir havuz olur­sa, o havuz pınarlara bakar ve onlara tabidir. Faraza, o havuz tamamen tağayyür ederse veyahud Allah etmesinbozulursa da çeşmelere tesir et­mez, eğer pınar pınar olursa...

İşte bakınız, istibdadın hükmünce İstanbul ve hükümet belağbaşı idi; şikayette hakkınız var idi. Şimdi ise hakikat itibariyle bil-kuvve,İstanbul göl­dür, hükümet havuzdur, Türk zeyn-âv'dır veya öyle olmak lazımdır. Pınar bizlerdedir veya bizde olmak gerektir.

Ey Kürdler! Görüyorum ki, bizde pınar yoktur. Onun için uzaktan ge­len taaffün eden bir suyu içiyoruz. Eskisi gibi istibdadı görüyoruz. Öyle ise gayret ediniz, çalışınız. Sebeb-i saadetimiz olan meşrutiyeti takviye için fikr-i milliyeti huffar yapıp, ma'rifet ve fazileti eline veriniz. Şu yerlerde de bir küngan atınız; tâ bir kemalat pınarı bizde de çıksın. Yoksa daima dilenci olacaksınız, ya susuzluktan öleceksiniz. Hem de dilencilik para etmez. İn­san dilenci olursa nefsine olsun. Bence merhamet dilencileri ya haksız veya tembeldirler. Eğer siz insan olsanız, hükümet ve İstanbul ve Türkler nasıl olsalar olsunlar, size fenalıkları dokunmaz. Fakat iyilikleri gelir.

S — Neden iyilik gelsin, fenalık gelmesin? İkisi arkadaştır. -

C — Yahu! Dedik: Şimdi hükümet ve İstanbul, çukurda bir havuzdur veya öyle olacaktır. Havuz ise aşağıdadır; fenalık sakildir, yukarıya yuvar­lanmaz, —cehaletle cezbetmemek şartıyla.— İyilik nurdur, yukarıya aks eder.

MİSAL-İ MÜCESSEM: Cisimleşmiş örnek. HADİM: Hizmetçi. TEŞEKKİ ETMEK: Şika­yet etmek. TAĞAYYÜRAT: Bozulma.

Sual: Dine zarar olmasın, ne olursa olsur?

Cevap: İslâmiyet güneş gibidir, liflemekle sönmez. Gündüz gibi­dir, göz yummakla gece olmaz. Gözünü kapayan yalnız kendine gece yapar. Hem de mağlup bîçare bir padişaha yahud müdafiin me'murlara veyahud mantıksız polislere îtimad edilir ve dinin himayesi onlara bırakılırsa acaba daha mı iyidir; yoksa efkâr-ı âmme-i milletin arkasındaki hissiyat-ı İslâmi-ye'nin ma'deni olan herkesin kalbindekişefkat-i îmaniye olanenvar~ı ilâhi'nin lemeâtınmiçtima'larından vehamiyet-iîslâmiye'nin şerârat-ı ney-yiranesinin imtizacından hasıl olan amud-u nur anînin ve o seyfü'l-elmasm hamiyetine bırakılırsa daha mı iyidir? Siz muhakeme ediniz.

Evet, şu amud-u nurânî (Haşiye) dînin himayetini şehametinin başına, murakıbının gözüne, hamiyetin omuzuna alacaktır. Görüyorsunuz, lemeat-ı müteferrika tele'lüe başlamış, yavaş yavaş incizab ile imtizaç edecektir. Fenn~i hikmette takarrür etmiştir ki: Hiss-i dinî, lâsiyyemâ din-i hakk-ı fıtrinin sö­zü daha nafiz, hükmü daha âlî, te'siri daha şedittir.



Haşiye: Risale-i Nur'u hissetmiş ki, üç sahife ile cevap veriyor. Fakat siyaset perdesi başka renk vermiş.

EFKAR-I AMME-İ MİLLET: Umum milletin fikirleri, kamu oyu. HİSSİYAT-I İSLAMİ-YE: Islâmi duygular. ŞEFKAT-İ İMANİYE: İmandan gelen şefkat. ENVAR-I İLÂHİ: İlâhî nurlar. LEMEAT: Parıltılar. ŞERARAT-I NEYYİRANE: Işıldayan kıvılcımlar. AMUD-U NURANİ: Nurdan sütun. İMTİZAÇ: Birleşim, uyuşum. SEYFÜ'L-ELMAS: Elmas kılınç. HİMAYET: Koruma. ŞEHAMET: Yiğitlik. MURAKEB: Kontrol eden. LEMEAT-I MÜTE­FERRİKA: Parça parça ışıltılar. TELE'LÜ: Parıldama. İNCİZAB: Birbirini çekme. FENN-İ HİKMET: Hikmet ilmi. TAKARRÜR ETMEK: Kararlaşmak. DİN-İ HAKK-I FITRİ: Ya­radılışa uygun hak din, İslâmiyet. NAFİZ: Nüfuzlu, tesirli. ÂLÎ: Yüce, yüksek. ŞEDİD: Şiddetli.

36 İÇTİMAÎ REÇETELER—II

Elhasıl: Başkasına itimad etmeyen nefsiyle teşebbüs eder. Size bir misal söyleyeceğim: Siz göçersiniz, göçerin malı koyundur, o işi bilirsiniz. Şimdi her biriniz bazı koyunları bir çobanın uhdesine vermişsiniz. Halbuki çoban tembel ve muavini kayıtsız, köpekleri değersizdir. Tamamiyle ona iti­mad etseniz, rahatla evlerinizde yatsamz, biçare koyunları müstebit kurtlar ve hırsızlar ve belâlar içinde bıraksanız daha mı iyidir; yoksa onun adem-i kifayetini bilmek ile nevm-igafleti terk edip hanesinden her biri bir kahra­man gibi koşsun, koyunların etrafında halka tutup bir çobana, bedel bin mu­hafız olmakla hiç bir kurt ve hırsız cesaret etmesin, daha mı iyidir? Acaba Mâmehurân hırsızlarını tevbekâr ve sofî eden şu sır değil midir? Evet, ruh­ları ağlamak istedi, biri bahane oldu, ağladılar.

Evet, evet... Neam neam... Sivrisinek tantanasını kesse, balansı dem-demesini bozsa şevkiniz bozulmasın, teessüf etmeyiniz. Zira, kâinatı nağa-mâtıyla raksa getiren, hakaikm esrarım ihtizaza veren mûsika-i İlâhiye (1) hiç durmuyor. Sermeden zum zırm (2) eder. Padişahların Padişahı olan Sultan-ı Ezeli'nin "Kur'an" denilen musika-i İlâhiyesi ile umum alemi dol­durarak kubbe-i asumanda zîrmin (şiddetli ses) getirmekle, sadef-i (mağara-i) Kehf-misal olan ulemâ ve meşayih ve hutebanın dimağ ve kalb ve femleri-ne vurarak aksü's-sadâ onların lisanlarından çıkıp, seyr-ü seyelan ederek, çe­şit çeşit sadalarla dünyayı zırm zırm (güm güm) ile ihtizaza getiren o sada-nın tecessüm ve intibaıyla umum kütüb-ü İslâmiyeyi bir tanbur ve kanunun birer teli ve şeridi hükmüne getiren ve her bir tel bir nev'iyle onu ilan eden o sadâ-yı semavi ve ruhanîyi kalbin kulağıyla işitmeyen ve dinlemeyen, aca­ba sivrisinek gibi bir emirin demdemelerini veya meş-ı reşk (siyahsinekler) gibi hükümet adamlarının vızvızalarını işitecek midir?

  1. Musika-i İlâhiye Kur'ân demektir.

  2. Kürtçedir. Türkçesi 'güm güm'

UHDESİNE VERMEK: Eline teslim etmek.MUAVİN: Yardımcı. ADEM-İ KİFA-

YET: Yetersizlik. NEVM-İ GAFLET: Gaflet uykusu. HANE: Ev. SOFİ: Tasavvuf ehli, der­viş. NAGAMAT: Nağmeler. MUSİKA-İ İLAHİYE: İlâhî musikî. SERMEDEN: Biteviye, devamlı olarak. KUBBE-İ ASUMAN: Gök kubbesi. ZİRMİN GETİRMEK: Ses çıkartmak. SADEF-İ (MAĞARA-İ) KEHF-MİSAL: Kehf (mağara) gibi sadef (koruyucu). MEŞAYİH: Şeyhler. HUTEBA: Hatibler. FEM: Ağız. AKSÜ'S-SADA: Yankı. SEYR-Ü SEYELAN ET­MEK: Akıp, yayılıp gitmek. TECESSÜM: Cisimleşme. İNTİBA': İzlenim. KÜTÜB-Ü İS-LÂMİYE: İslâmî eserler. ŞADA-YI SEMAVİ: Gökten gelen şada.

MUNAZARAT 37



Elhasıl: İnkilâb-ı siyasîcihetiyle dîninden havf eden adamın, din­de hissesi beytü '1-ankebût gibi zaîf düşmüş cehalettir, onu korkutur; tak-Iiddir, onu telaşa düşürttürür. Zira, itimad-ı nefsin fıkdanı ve aczin vücudu cihetiyle saadetini yalnız hükümetin cebinden zannettiğinden kalbini, aklını da hükümetin kesesinde tahayyül eder, korkar.

S — Bazı adam dediğiniz gibi demiyor. Belki "Mehdîgelmek lâzımdır" der. Zira, dünya şeyhuhet itibariyle müşevveşedir. İslâmiyet, ağrazın tenef-füsüyle mütezelziledir?

C — Eğer Mehdî acele edip gelse; baş-göz üstüne hemen gelmeli. Zira güzel bir zemin müheyya ve mümehhed oldu. Zannettiğiniz gibi çirkin değil­dir. Güzel çiçekler baharda vücud-pezîr olur. Rahmet-i İlâhî şânındandır ki, şu milletin sefaleti nihayet-pezîr olsun. Bununla beraber kim dese: "Zaman bütün berbad oldu." Eskisine temayül gösterse; bilmediği halde İslâmiyet'in muhalefetinden neş'et eden eski seyyiâtı, bazı ecnebîlerin zannı gibi, İslâmi­yet'e isnad etmektir.

S — Efkârı teşviş eden, hürriyet ve meşrutiyeti takdir etmeyen kimlerdir?

C — Cehalet ağanın, inad efendinin, garaz beyin, intikam paşanın, tak-lid hazretlerinin, mösyö gevezeliğin taht-ı riyasetlerinde insan milletinden, menba-i saadetimiz olan meşvereti inciten bir cemiyettir (Haşiye). Benî be­şerde ona intisab eden; bir dirhem zararını bin lira milletin menfaatine feda etmeyen., hem de menfaatini ızrar-ı nasda gören., hem de muvazenesiz, mu-hakemesiz mâna veren., hem de meyl-i intikam ve garaz-ı şahsîsini feda et­mediği halde mağrûrâne millete ruhunu feda etmek davasında bulunan., hem de beylik veya tavaif-i mülûk mukaddemesi olan muhtariyet veya istibdad-ı mutlak ma'nasıyla bir cumhuriyet gibi gayr-ı ma'kul fikirlerde bulunan., hem

Haşiye: Burada mason ve dönmelerin cemiyetinden haber vermek içinde,bir çeyrek asır istibdad-ı mutlakla hükmeden bir hakimiyeti gaybi ihbar eder.



BEY TÜ'L-ANKEBUT: Örümcek ağı. İTİMAD-I NEFS: Kendine güven. FIKDAN: Yokluk. ŞEYHUHET: İhtiyarlık. AĞRAZIN TENEFFÜSÜ İLE MÜTEZELZİLE: Şahsî garazların nefes almasıyla sarsıntıda. MÜHEYYA: Hazır. MÜMEHHED: Beşik gibi. VÜCUD-PEZİR OLMAK: Var olmak, ortaya çıkmak. NİHAYET-PEZİR OLMAK: Son bulmak. TEMA­YÜL GÖSTERMEK: Meyletmek. TAHT-I RİYASETİNDE: Başkanlığı altında. MENBA-I SAADET: Saadet kaynağı. BENİ BEŞER: İnsanoğlu. İNTİSAB ETMEK: Bağlanmak. IZRAR-I NAS: İnsanlara zarar vermek. TAv"AİF-İ MÜLUK: Krallıklar. MUHTARİYET: Serbestlik, otonomi. GAYR-I MA'KUL: Akla aykırı.

38 İÇTİMAÎ REÇETELER—II

de zulüm görmüş, kin bağlamış, hürriyet ve meşrutiyetin birinci ihsanı olan afv ve istirahat-ı umumiyeyi fikr-i intikamına yediremediğinden herkesin a'-sabına dokundurmakla tâ heyecana gelip terbiye görmekle teşeffî isteyenlerdir.

S — Neden bunların umumuna fena diyorsun? Halbuki hayırhahımız gibi görünüyorlar.

C — Hiç bir müfsid ben müfsidim demez, daima suret-i haktan görü­nür. Yahud bâtılı hak görür. Evet, kimse demez ayranım ekşidir. Fakat siz mihenge vurmadan almayınız. Zira çok silik söz ticarette geziyor. Hatta be­nim sözümü de ben söylediğim için hüsn-ü zan edip, tamamını kabul etme­yiniz. Belki ben de müfsidim veya bilmediğim halde ifsad ediyorum. Öyle ise her söylenen sözün kalbe girmesine yol vermeyiniz. İşte size söylediğim sözler, hayalin elinde kalsın, mihenge vurunuz. Eğer altın çıktı ise kalbde saklayınız; bakır çıktı ise çok gıybeti üstüne ve bedduayı arkasına takınız, bana reddediniz, gönderiniz.

S — Neden hüsn-ü zannımıza su-i zan edersin? Eski padişahlar ve eski hükümetler seni haktan çeviremedi. Jön-Türkler sizi kendilerine râm ve mü-dahaneci edemediler. Zira seni hapsettiler, asacaklardı, sen tezellül etmedin, merdane çıktın. Hem sana büyük maaş vereceklerdi, kabul etmedin. Demek sen onların taraftarlığı için demiyorsun? Demek hak taraftarısın?



C Evet, hakkı tanıyan hakkın hatırını hiç bir hatıra feda etmez. Zira hakkın hatırı âlîdir, hiç bir hatıra feda edilmemek gerektir. Fakat şu hüsn-ü zannmızı kabul etmem. Zira bir müfside, bir dessasa hüsn-ü zan edebilirsi­niz. Delil ve akıbete bakınız.

S — Nasıl anlayacağız? Biz cahiliz, sizin gibi ehl-i ilmi taklid ederiz.

C — Çendan cahilsiniz, fakat akılsınız. Hanginizle zebib, yani üzümü paylaşsam zekâvetiyle bana hile edebilir. Demek cehliniz özür değil. İşte, müş-tebih ağaçları gösteren semereleridir. Öyle ise benim ve onların fikirlerimi­zin neticelerine bakınız. İşte birisinde istirahat ve itaattir, ötekisinde ihtilaf ve zarar saklanmıştır. Size bir misal daha söyleyeceğim: Şu sahrada bir nar görünür. Ben derim nurdur; nâr olsa da eski nârdan kalma zayıf, yukarı ta-

İSTİRAHAT-I UMUMİYE: Herkesin rahat etmesi. TEŞEFFİ: Şifa bulmak. HAYIRHAH: Hayrını isteyen. MÜFSİD: Bozguncu. SURET-İ HAKTAN GÖRÜNMEK: Hakkı savunur görünmek. RAM: Köle. TEZELLÜL ETMEK: Zillet göstermek, alçalmak. DESSAS: Dü­zenbaz. AKIBET: Sonuç. AKIL: Akıllı. ZEKAVET: Zekilik. MÜŞTEBİH: Birbirine ben­zer. SEMERE: Meyve. NAR: Ateş.

MÜNÂZARÂT 39

bakasıdır. Geliniz, etrafına halka tutup temaşa edelim. İstifaza edip, tâ tabaka-i nâriye yırtılsın, istifade eyleyelim. Eğer dediğim gibi nur ise zaten istifade edeceğiz. Eğer onların dedikleri gibi nâr olsa, karıştırmadık ki bizi yaksın. Onlar diyorlar ki: "Ateş, sûzandır." Eğer nur olursa kalb ve gözlerini kör eder. Eğer nâr dedikleri nur-u saadet (Haşiye-1) dünyanın hangi tarafına çık­mış ise milyonlarca insanın tulum gibi kan suyu üzerine boşaltılmış ise sön­dürülmemiş. Hatta bu iki senedir mülkümüzde iki-üç defa söndürülmesine teşebbüs edildi, fakat söndürmek isteyenler kendileri söndüler (Hâşiye-2).

S — Sen dedin ateş değil, şimdi ateş nazarıyla bakıyorsun.

C — Evet nur, fenalara nârdır.

S — O fırkadan ehl-i fazl kısmına ne diyeceğiz? Onlar iyi adamlardır.

C Çok iyiler var ki, iyilik zannıyla fenalık yapıyorlar.

S — Nasıl iyilikten fenalık gelir?

C — Muhali taleb etmek, kendine fenalık etmektir. Zerrâtı günahkâr­lardan mürekkep bir hükümet tamamiyle masum olamaz. Demek nokta-i na­zar, hükümetin hasenatı, seyyiâtma tereccühüdür. Yoksa seyyiesiz hükümet muhal-i âdidir. Ben öyle adamlara anarşist nazarıyla bakıyorum. Zira on­lardan birisi Allah etmesinbin sene yaşayacak olsa âdeta mümkün hü­kümetin hangi suretini görse hülya ile yine razı olmayacak. Şu hülyanın ne­ticesi olan meylü 't-tahrip ile o sureti bozmaya çalışacak (Haşiye 3). Şu halde böylelerin, fena zannettikleri Jön-Türkler nazarlarında dahi mel'un, anar­şist ve iğtişaşcı fırkasından addolunurlar. Meslekleri ihtilal ve fesattır.

S — Belki onlar eski hâli istiyorlar?

C — Size kısa bir söz söyleyeceğim, ezber edebilirsiniz. İşte: Eski hal

Haşiye 1: Burada dahi Risâle-i Nur'u hissetmiş, fakat siyaset perdesiyle bakmış, hakikatin şek­li değişmiş.

Haşiye 2: Said'i yirmibeş sene ezen bir parti, bu zulmü, sönmesiyle tasdik etti. Haşiye 3: Komünist ve anarşist manâsıyla K.M.lizmi ve inkılab softalarını ve dönmelerini görmüş gibi haber veriyor.

İSTİFAZA ETME: Feyizlenme. TABAKA-İ NARİYYE: Ateş tabakası. SUZAN: Yakıcı. NUR-U SAADET: Saadet nuru. EHL-İ FAZL: Fazilet ehli. MUHAL: Olmayacak şey. ZER-RAT: Zerreler, atomlar. MÜREKKEB: Oluşmuş. TERECCÜH: Üstünlük. MUHAL-İ ADİ:Olmayacağı herkesçe bilinen. MEL'UN: Lanetlenmiş. İĞTİŞAŞCI: Karışıklık çıkaran.

40 İÇTİMAÎ REÇETELER—II

muhal.. ya yeni hâl veya izmihlal... Kendisi İslâm, millet-i hakimesi İslâm, üssü '1-esas-ı siyaseti de şu düsturdur: Bu devletin dini Din-i Islâmdır. Şu esası vikaye etmek vazifemizdir. Çünkü milletimizin maye-i hayatiyesidir.

S — Demek hükümet bundan sonra da İslamiyet ve din için hizmet ede­cek midir?

C — Hay, hay! Bazı akılsız dinsizler müstesna olmak şartıyla. Hükü­metin hedef-i maksadı —velev gizli ve uzak olsa bile— uhuvvet-i imaniye sırrıyla üçyüz milyonu bir vücud eden ve nurani olan İslâmiyet'in silsilesini takviye ve muhafaza etmektir. Zira nokta-i istinad ve nokta-i istimdad yal­nız odur. Yağmurun kataratı, nurun lemeâtı dağınık ve yayılmış kaldıkça çabuk kurur, çabuk söner. Fakat sönmemek ve mahvolmamak için Cenab-ı

Feyyaz-ı Mutlak (c.c) bize ve ile

ezel canibinden nida ediyor. Evet, şeş cihetinden nağme-i

eyler hurûş.

Evet; zaruret ve incizab ve temayül ve tecârüb ve tecâvüb ve tevatür, o katarât ve lemeâtı musafaha ettirerek, ortalarındaki mesafeyi tayyedip, bir havz-ı âb-ı hayat ve dünyayı ışıklandıracak bir elektrik-i nevvareyi teşkil ede­cektir. Zira kemâlin cemâli dindir. Hem din, saadetin ziyasıdır, hissin ulvi­yetidir, vicdanın selâmetidir. (Haşiye )

S — Şimdi hürriyet bahsini sual edeceğiz. Nedir şu hürriyet ki, o kadar te'vilât onda birbiriyle çekişiyorlar ve hakkında acîb, garîb rüyalar görülür?

Haşiye : Acele etme, yâni şifre gibi işâratı var.



İZMİHLAL: Perişanlık, yıkım. MİLLET-İ HAKİME: Hakim millet. ÜSSÜ'L-ESAS-I Sİ­YASET: Siyasetin temel taşı. VİKAYE ETMEK: Korumak. MAYE-İ HAYATİYE: Hayat mayası. VELEV: Her ne kadar. UHUVVET-İ İMANİYE: Dîn kardeşliği. NOKTA-İ İSTİ­NAD: Dayanak noktası. NOKTA-İ İSTİMDAD: Yardım isteme noktası. KATARAT: Dam­lalar. CANİB: Taraf. ŞEŞ: Altı. CİHET: Yön. NAĞME-İ LÂ-TAKNETU: "Me'yus olmayınız" nidası. HURUŞ EYLEMEK: Coşmak. İNCİZAB: Çekim, uyum. TECARÜB: Tecrübeler. TECAVÜB: Birbirine cevap verme, karşılıklı görüşme ve uyum. TEVATÜR: Sadık rivayetler. MUSAFAHA ETTİRMEK: El sıkıştırmak. TAYY ETMEK: Kaldırmak. HAVZ-IAB-I HAYAT: Hayat suyunun havuzu. ELEKTRİK-İ NEVVARE: Işık saçan elektrik. Zİ­YA: Işık. TE'VİLÂT: Yorumlar.

MÜNÂZARÂT 41

C — Yirmi seneden beri onu, hattâ rüyalarda takib eden ve o sevda ile her şeyi terk eden birisi size güzel cevap verebilir.

S — Hürriyeti bize çok fena tefsir etmişler. Hatta, âdeta hürriyette in­san her ne sefahet ve rezalet işlese, başkasına zarar vermemek şartıyla bir şey denilmez. Acaba böyle midir?

C — Öyleler hürriyeti değil, belki sefahet ve rezaletlerini ilân ile çocuk bahanesi gibi bir hezeyan ediyorlar. Zira nazenin hürriyet,âdab-ı şeriatla mü-teeddibe ve mütezeyyinedir. Yoksa sefahet ve rezaletteki hürriyet, hürriyet değildir, belki hayvanlıktır. Şeytanın istibdadıdır, nefs-i emmareye esir ol­maktır. Hürriyet-i umumi,efradın zerrat-ı hürriyâtının muhassalıdır. Hürri­yetin şe'ni odur ki, ne nefsine, ne gayrıya zararı dokunmasın.



(Haşiye)

S — Bazı nâs senin gibi mâna vermiyorlar. Hem de bazı Jön-Türklerin a'mâl ve etvarı pis tefsir ediliyor. Zira bazısı Ramazan'ı yer, rakı içer, na­mazı terk eder. Böyle, Allah'ın emrinde hıyanet eden nasıl millete sadâkat ede­cektir?

C — Evet, ıieam! Hakkınız var. Fakat hamiyyet ayrı, iş ayrıdır. Bence bir kalb ve vicdan fezâil-i İslâmiyye ile mütezeyyin olmazsa, ondan hakiki hamiyyet ve sadâkat ve adalet beklenilmez. Fakat iş ve san 'at başka olduğu için fâsık bir adam güzel çobanlık edebilir. Ayyaş bir adam, ayyaş olmadığı vakitte iyi saat yapabilir. İşte şimdi salâhat ve mahareti, tabir-i âherle fazile­ti ve hamiyeti, nur-u kalb ve nur-u fikri cem' edenler vezâife kifayet etmez­ler: Öyle ise ya maharettir veya salâhattır. San 'atta maharet ise müreccah-

Hâşiye : Acele etme. Yâni "Mizan" ceridesinin sahibi Murad haklıdır. "Tanin" muharriri Hüseyin Cahit yanlış ve hata ediyor.

HEZEYAN ETMEK: Saçmalamak. NAZENİN: Nazik. ÂDÂB-I ŞERİAT: Şeriat edepleri. MÜTEEDDİBE: Edeblenmiş, terbiye edilmiş. MÜTEZEYYİN : Süslenmiş. NEFS-İ EMMA-RE: Kötülüğü emreden nefis. EFRAD: Ferdier. ZERRAT-I HÜRRİYAT: Hürriyetlerin zer­releri. MUHASSAL: Netice. A'MAL: İşler. ETVAR: Tavırlar. FEZAİL-İ İSLAMİYE: Islâ-mın faziletleri. FASIK: Açıktan büyük günah işleyen müslüman kişi. SALÂHET: Salihlik. MAHARET: Hüner. TABİR-İ AHERLE: Diğer bir deyişle. MÜRECCAH: Tercih edilen.

42 İÇTİMAÎ REÇETELER—II

tor. Hem de sarhoş namazsızlar jön-Türk değiller, belki şeyn-Türktürler. Yani fena ve çirkin Türktürler. Genç Türklerin râfızîleridirler. Her şeyin bir râfızîsi var, hürriyetin râfızîsi de süfehâdır.

Ey Türkler ve Kürdler! İnsaf ediniz. Bir rafızî bir Hadis'e yanlış ma'na verse veya yanlış amel etse acaba Hadis'i inkâr etmek mi lâzımdır? Yoksa

0 rafızîyi tahtie edip, namus-u Hadis'i muhafaza etmek mi lâzımdır? Belki


hürriyet budur ki: Kanun-u adalet ve te 'dipten başka hiç kimse kimseye ta­
hakküm etmesin, herkesin hukuku mahfuz kalsın. Herkes harekât-ı meşrû-


asında şahane serbest olsun.

nehyinin sırrına mazhar olsun.

S — (1) Demek biz eskiden beri hürriyetimize mâlik idik. Hürriyetimiz tev'em olarak bizimle doğmuş. Öyle ise başkalar keyiflensin, bize ne?

C — Evet, zaten o sevda-yı hürriyettir ki sizi tahammül-sûz meşakkat­lere mütehammil kılmış. Ve medeniyetin müşa'şa bu kadar mehasininden sizin anka-i meşrebâneniz sizi müstağni etmiştir. Fakat ey göçerler! Sizde olanı yarı hürriyettir, diğer yarısı başkasının hürriyetini bozmamaktır. Hem de kût-u lâ-yemut ve vahşet ile âlûde olan hürriyet, sizin dağ komşularınız olan hay­vanlarda da bulunur. Vakıa, şu biçare vahşi hayvanların bir lezzeti ve tesel­lisi varsa, o da hürriyetleridir. Lâkin güneş gibi parlak, her ruhun maşukası ve cevher-i insaniyetin küfvü q hürriyettir ki; saadet-saray-ı medeniyette otu­ruyor, ma'rifet ve fazilet ve İslâmiyet hulleleriyle mütezeyyinedir.

S — Ne diyorsun? Şu sena ettiğin hürriyet hakkında denilmiştir:

(1) Hayme-nişinler tarafından yani göçebe, siyah çadırlı bedevilerin sualidir.



RAFIZÎ: Kötü yolda olan, aşırılığa çıkan, orta yolu-doğruyu terkeden. SÜFEHA: Sefihler. TAHTİE ETMEK: Hatalı görmek. NAMUS-U HADİS: Hadisin namusu. KANUN-U ADA­LET: Adalet kanunu. TE'DİP: Edeplendirme. MAHFUZ: Saklı, koruma altında. HAREKÂT-

I MEŞRUA: Şeriat'a uygun davranışlar. NEHY: Yasak, yasaklama. TEV'EM: İkiz.
TAHAMMÜL-SÛZ: Tahammül edilmez. MÜTEHAMMİL: Dayanıklı. MÜŞA'ŞA': Göste­
rişli. ANKA-İ MEŞREBANE: Meşrebinizin anka kuşu, zenginliği. MÜSTAĞNİ ETMEK:
Muhtaç etmemek. KÜT-U LÂ-YEMUT: Ölmeyecek kadar gerekli yiyecek. ALÛDE: Karı­
şık. VAKIA: Gerçekten. MAŞUKA: Sevgili. KÜFV: Denk. HÜLLE: Süslü elbise. SENA ET­
MEK:
Medhetmek. HAYME-NİŞİN: Çadırda oturan.

MÜNÂZARÂT 43

C — O biçare şâir, hürriyeti bolşevizm mesleği ve ibaha mezhebi zan­netmiş. Hâşâ! Belki insana karşı hürriyet, Allah'a karşı ubudiyeti intaç eder. Hem de çok adamlar görmüşüm; Sultan Abdülhamid'e ahrardan ziyade hü­cum ederdi ve derdi: "Hürriyeti ve kanun-u esasiyi otuz sene evvel kabul ettiği için fenadır." İşte, yâhû! Sultan Abdülhamid'in mecbur olduğu istib­dadını hürriyet zanneden ve kanun-u esasisinin müsemmasız isminden ür­ken adamın sözünde ne kıymet olur? Hem de yirmi senelik, İslâmiyet'in bir fedaisi de demiştir (Güzel tarif):



S — Nasıl hürriyet imanın hassasıdır?



C—Zira, râbıta-i iman ile Sultan-ı Kâinat (c. c) 'a hizmetkâr olan adam, tezellüle tenezzül etmeye ve başkasının tahakküm ve istibdadı altına girme­ye izzet ve şehamet-i imaniyesi bırakmadığı gibi, başkasının hürriyet ve hu­kukuna tecavüzü dahişefkat-i imaniyesi bırakmaz. Evet, bir padişahın doğ­ru bir hizmetkârı bir çobanın tahakkümüne tezellül etmez. Bir bîçareye ta­hakküme dahi tenezzül etmez. Demek îmân ne kadar mükemmel olursa o derecede hürriyet parlar. İşte Asr-ı Saadet...

S — Bir büyük adama, bir veliye, bir şeyhe, bir büyük âlime karşı nasıl hür olacağız? Onların meziyetleri için bize tahakküm etmek haklarıdır. Biz onların ve faziletlerinin esiriyiz.



CVelayet, şeyhlik, büyüklüğün şe'ni tevazu' ve mahviyettir, tekeb­bür ve tahakküm değildir. Demek, tekebbür eden sabiyy-i müteşeyyihtır. Siz de büyük tanımayınız.

S — Neden tekebbür küçüklük alâmetidir?

C — Zira her bir insan için, içinde görünecek ve onunla nâsı temaşa edecek bir mertebe-i haysiyet ve şöhret vardır. İşte o mertebe, eğer kamet-i istidadından daha yüksek ise, o, o seviyede görünmek için tekebbür ile ona


Yüklə 399,71 Kb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin