Azametli Bahtsız Bir Kıt'anın Şanlı Tali'siz Bir Devletin Değerli Sahipsiz Bir Kavmin



Yüklə 399,71 Kb.
səhifə5/8
tarix31.10.2017
ölçüsü399,71 Kb.
#24520
1   2   3   4   5   6   7   8

MÜNÂZARÂT 53

reti, ne nâm ile olursa olsun, medâr-ı maişet edenler bir nevi cerrar ve aceze ve seeledir. Fakat hilebaz kısmında... Bence me'muriyete veya imarete gi­ren, yalnız hamiyet ve hizmet için girmelidir. Yoksa, yalnız maişet ve men­faat için girse, bir nevi çingenelik eder (Haşiye). İşte me'muriyet filetimle ve askerlik bilcümle bizde olduğu için, servetimizi israf eline verip neslimi­zi etrafa saçıp zayi ettik. Eğer öyle gitse idi, biz de elden giderdik. İşte onla­rın asker olması, zarurete yakın bir maslahat-ı mürseledir. Hem de mecbu­ruz. Mesâlih-i mürsele ise, İmam-ı Mâlik Mezhebinde bir illet-i şer'iyye olabilir.

S — Şimdi Ermeniler kaymakam ve vali oluyorlar, nasıl olur?

C— Saatçi ve makineci ve süpürgeci oldukları gibi...Zira, meşrutiyette hâkim millettir. Hükümet hizmetkârdır. Meşrutiyet doğru olursa; kaymakam ve vali, reis değiller, belki ücretli hizmetkârdırlar. Gayr-i müs-lim reis olamaz, fakat hizmetkâr olur. Farzediniz ki, me'muriyet bir nevi riyaset, bir ağalıktır. Gayr-i müslimlerden üç bin adamı ağalığımıza ve riya­setimize şerik ettiğimiz vakitte; millet-i İslâmiyeden aktâr-ı alemde üç yüz bin adamın riyasetine yol açılır. Biri zayi edip, bini kazanan zarar etmez.

S — Şeriat'ın bazı ahkâmı, meselâ valilerin vazifelerine taallûku var.

C — Bundan sonra bizzarure Hilâfet'i temsil eden Meşihat-ı İslâmiye veya Diyanet dairesi; hem âli, hem mukaddes, hem ayrı, hem nezzâra ola­caktır. Şimdi hâkim şahıs değil, efkâr-ı âmme olduğu için, onun nev'inden şahs-ı ma'nevi bir "fetva emini" ister.

S— Eskiden beri işitiyoruz: "Bazı Jön-Türkler masondurlar, dine za­rar ediyorlar."

Haşiye: Ey me'murlar, Eski Said'in kırkbeş sene evvel söylediği bu sözünden gücenmeyiniz.

MEDAR-I MAİŞET: Geçim kaynağı. CERRAR: Baş ağrıtan, para düşkünü dilenci. ACE­ZE: Aciz. SEELE: Dilenci. Fİ'L-CÜMLE: Kısmen. Bİ'L-CÜMLE: Tamamen. MASLAHAT-I MÜRSELE: Bugün için maslahat, örfi maslahat (faydalı bilinen). MESALİH-İ MÜRSELE: Örfen maslahat olanlar. İLLET-İ ŞER'İYYE: Hüküm için gerekli olan şer'î illet, neden. Rİ­YASET: İdarecilik. ŞERİK: Ortak. AKTAR-I ALEM: Alemin dört bir yanı. TAALLÛK: Bağ, ilgi. MEŞİHAT-I İSLÂMİYE: Şeyhu'l-İslâmlık. NEZZARE: Bakan, gözetleyen, kont­rol eden. ŞAHS-I MANEVİ: Tüzel kişilik. FETVA EMİNİ: Müftü.

54 İÇTİMAÎ REÇETELER—II

C— İstibdat kendini ibkâ etmek için şu telkinâtı vermiştir. (Haşiye 1). Bazı lâubalilik dahi şu vehme kuvvet veriyor. Fakat, emin olunuz ki, onla­rın masonluğa girmeyen kısmının maksadları dine zarar değildir. Belki mil­letin selâmetini temin etmektir. Fakat, bazıları dine lâyık olmayan bârid taassuba müfritâne ilişiyorlar. Demek hürriyete ve meşrutiyete hizmetleri seb-kat eden veyahut kabul eyleyenleri Jön-Türk tesmiye ediyorsunuz. İşte on­ların bir kısmı İslâmiyet fedaîleridir. Bir kısmı da selâmet-i millet fedaîleri­dir. Onların ukde-i hayatiyelerini teşkil eden, mason olmayan ekseri, İtti-had ve Terakki'dir. Ve sizin şu aşâiriniz kadar ulemâ ve meşâyıh Jön-Türkler meyanında mevcuddur. Vakıa, onlarda bir takım edebsiz, çok sefih mason­lar dahi bulunur, lâkin yüzde on'dur. Yüzde doksan'ı sizin gibi mu'tekid müslimlerdir. (El-hükmü li'1-ekser)



(Haşiye 2

Hüsn-ü zan ediniz; su'-i zan, hem size, hem onlara zarar verir.

S — Neden su'-i zannımız onlara zarar versin?

C — Onların bir kısmı sizin gibi tahkiksiz, taklid ile İslâmiyetin zevahi­rini bilirler. Taklid ise, teşkikât ile yırtılır. O halde bazılarına —bahusus dinde sathi, felsefe ile mütevaggıl olursa— dinsiz dediğiniz vakit, ihtimal ki tered­düde düşüp, mesleği İslâmiyetten hariçmiş gibi vesveselerle "Herçi-bâd-âbâd"

Haşiye 1: Nasıl ki şimdi yirmibeş sene istibdât-ı mutlakı yapanlar dindarları irtica' ile ittiham

ederek, istibdât-ı mutlakın altındaki irtidâtlarını saklıyorlar.

Haşiye 2: Tekrar temâşâ et, çünkü bu Arabi fıkra şifrelidir, işârâtı var.



İBKA ETMEK İÇİN: Devamlılığını sağlamak için. TELKİNAT: Israrlı ifadeler. VEHİM: Kuruntu. İRTİDAD: Dinden dönme. BARİD: Soğuk. MÜFRİTÂNE: Aşırılıkla. SEBKAT ETMEK: Geçmek. HİZMETLERİ SEBKAT ETMEK: Hizmeti geçmek. UKDE-İ HAYATİ­YE: Hayat düğümü. AŞAİR: Aşiretler. MEYANINDA: İçinde, arasında. MU'TEKİD: İnançlı. TEŞKİKÂT: Şüphe verme. SATHİ: Yüzeysel. MÜTEVAGGIL: Çok uğraşan. HER-Çİ BAD-ABAD: Ne olursa olsun farketmez.

MÜNÂZARÂT 55

diyerek, me'yusane belki muannidâne İslâmiyete münafi harekâta başlar. İşte ey bî-insaflar! Gördünüz, nasıl bazı biçarelerin dalâletine sebeb oluyorsu­nuz. Fena adama, iyisin iyisin denilse iyileşmesi ve iyi adama, fenasın fena­sın denildikde fenalaşması çok vuku' bulmuştur.

S — Neden?

C — Faraza, bâzılarının altında büyük fenalıklar varsa da, hücum edil­memek gerektir. Zira, çok fenalık vardır ki; iyilik perdesi altında kaldıkça ve perde yırtılmadıkça ve ondan tegafül edildikçe, mahdut ve mahsur kaldı­ğı gibi, sahibi de perde-i hicab ve haya altında kendisinin ıslâhına çalışır. Lâ- , kin, vakta ki perde yırtılsa, haya atılır; hücum gösterilse, fenalık, fena tevessü' eder. Ben Mart hâdisesinde şuna yakın bir hal gördüm. Zira, İslâ-miyetin meşrutiyet-perver ve hamiyetli fedaileri cevher-i hayat makamında bildikleri ni'met-i meşrutiyeti, şeriata tatbik ile ehl-i hükümeti adalet nama­zında kıbleye irşad ve tam mukaddes şeriatı, meşrutiyet kuvvetiyle i'lâ; ve meşrutiyeti, şeriat kuvvetiyle ibka; ve bütün seyyiat-ı sabıkayı muhalefet-i şeriat üzerine ilka etmek için bâzı telkinatta ve teferruatın tatbikatında bu­lundular. Sonra, sağını solundan fark etmeyenler —hâşâ!— şeriatı, istibda­da müsaid zannederek, tûti taklidi gibi "Şeriat isteriz" demekle maksad or­tada anlaşılmaz oldu. Zaten plânlar serilmişti. İşte o vakit yalan olarak ha­miyet maskesini takınan bâzı herifler, o ism-i mukaddese tecâvüz ettiler. İş­te cây-i ibret bir nokta-i siyah!..

(1) Gitme, dikkat et.



MUANNİDÂNE: lnadlaşarak. MÜNAFİ': Aykırı. BÎ-İNSAF: İnsafsız. TEGAFÜL EDİL­MEK: İlgilenilmemek. MAHDUD: Sınırlı. PERDE-İ HİCAB VE HAYA: Utanma perdesi. ADALET NAMAZINDA KIBLEYE İRŞAD ETMEK: Yapılan işlerde adaletli olmaya ça­ğırmak, adalete yöneltmek. İ'LA: Yükseltme. İBKA: Devam ettirme, bâkileştirme. SEYYİAT-I SABIKA: Geçmiş günah ve kusurlar. MUHALEFET-İ ŞERİAT: Sedat'a karşı gelme. İLKA ETMEK: Yüklemek, üzerine yıkmak. TUTİ: Papağan. CAY-I İBRET: İbret verici. NOKTA-İ SİYAH: Karanlık, zulmanî nokta.

56 İÇTİMAÎ REÇETELER—II

S — Neden dinsiz zannettiğimiz bâzılarından bize zarar gelsin?

C — Hayâl perdesi üstünde size bir timsâl manzarasını göstererek ma­zarratını anlatacağım:

İşte, şu sahrada gayet muhteşem bir bostan içinde bir kasr var. Kasrın bir köşesinde sizin Beytüşşebab Kaplıcası gibi bir kaplıca olduğunu tahay­yül ediniz. Siz, dışarıda burudetin tazyikıyla, kar'ın tokadıyla, rüzgârın sil-lesiyle ihtiyaren veya ızdıraren saray içine girmeğe mecbursunuz. Lâkin, ka­pıda bir-iki kör ve havuz içinde çıplak bazı adamları görmüş veya işitmişsiniz. Bundan tevehhüm ediyorsunuz ki: O saray, körhâne veya çıplakhânedir. Siz girdiğinizde, onlar gibi olmak için tâat libasını çıkarıyorsunuz ve onların av­retini görmemek için, akide denilen hakikat gözünü kapatıyorsunuz. Hal­buki, onlar muhteşem odalarda gözleri açık ve avretleri mestur olarak mü-tefekkirâne meşveret ve bâzı köşelerdeki kör ve çıplakların setr ve tedavisine hizmet ediyorlar. İşte sen, şu suret-i vahşiyâne ve eblehânede avretin açık, gözün kapalı olarak içlerine girsen; acaba bundan daha büyük maskaralık ve zarar olabilir mi? Hakikaten bence: Bir müslüman neslinden gelen adam akıl ve fikri Islâmiyetten tecerrüd etse bile, fıtratı ve vicdanı hiçbir vakitte Is-lâmiyetten vazgeçemez. En ebleh, en sefih bile, sedd-i rasîn-i istinadımız olan İslâmiyet'e bütün mevcudiyetiyle taraftardır; lâsiyyema, siyasetten haberdâr olanlar.

Zaman-ı saadetten şimdiye kadar hiçbir tarih bize bildirmiyor ki, bir müslüman muhakeme-i akliyesiyle başka bir dini, İslamiyet'e tercih etmiş olsun. Ve delil ile başka bir dine dahil olmuş olsun. Dinden çıkanlar var, o başka mesele... Taklid ise, ehemmiyetsizdir. Halbuki edyân-ı şâire münte-sipleri mutlaka fevc fevc, muhakeme-i akliye ile ve burhan ile dâire-i İslâmi­yet'e dahil olmuşlar ve olmaktadırlar. Eğer biz, doğru İslâmiyet'i ve İslâmi­yet'e lâyık doğruluğu ve istikameti göstersek, bundan sonra efvâcen efvâcen dahil olacaklardır.

MAZARRAT: Zararlar. KASR: Saray, köşk. BURÛDET: Soğukluk, ayaz. TAZYİK: Zor­lama. İHTİYAREN VEYA IZDIRAREN: İsteyerek veya istemeyerek. MESTUR: Kapalı, ör­tülü. MÜTEFEKKİRANE: Düşünerek. SETR: örtünme, örtme. SURET-İ VAHŞİYÂNE: Aeaib ve tuhaf şekil. EBLEHÂNE: Aptalca. TECERRÜD ETMEK: Soyutlanmak, ayrılmak. EBLEH: Avanak, aptal. SEDD-İ RASİN-İ İSTİNAD: Dayanılan sağlam sed. ZAMAN-I SA­ADET: Asr-ı saadet. MUHAKEME-İ AKLİYE: Akılla muhakeme, ölçüp tartma ve sonra karar verme. EDYAN-I SAİRE MÜNTESİBLERİ: Diğer dinlerin bağlıları. FEVC FEVC: Grub, grub. EFVÂCEN EFVÂCEN: Grublar halinde.

MÜNÂZARÂT

57


Hem.de tarih bize bildiriyor ki: Ehl-i İslâm'ın temeddünü, hakikat-i İs-lâmiyete ittibaları nisbetindedir. Başkaların temeddünü dinleriyle mâkûsen mütenasibtir. Hem de hakikat bize bildiriyor ki: Mütenebbih olan beşer, dinsiz olamaz. Lâsiyyema; uyanmış, insaniyeti tatmış müstakbele ve ebede nam-zed olmuş adam dinsiz olamaz. Zira uyanmış bir beşer, kâinatın tehacümü­ne karşı istinad edecek ve gayr-ı mahdud amaline neşv ü nema verecek ve istimdatgâhı olacak noktayı —yani din-i hak olan dâne-i hakikati— elde et­mezse yaşamaz. Bu sırdandır ki: Herkeste Din-i Hakka bir meyl-i taharri uyanmıştır. Demek istikbâlde nev'i beşerin din-i fıtrîsi İslâmiyet olacağına beraatü '1-istihlâl vardır.

Ey insafsızlar! Umum âlemi yutacak, birleştirecek, besleyecek, ziyalan-dıracak istidadında olan hakikat-ı îslâmiyeti, nasıl dar buldunuz ki, fukara­ya ve mutaassıb bir kısım hocalara tahsis edip, yarı ehlini dışarıya atmak istiyorsunuz? Hem umum kemâlâtı cami', bütün nev'-ibeşerin hissiyât-ı âli-yesini besleyecek mevaddı muhit olan o kasr-ı nurâni-yi Îslâmiyeti, ne cür'-etle matem tutmuş bir siyah çadır gibi bir kısım fukaraya ve bedevilere ve mürtecilere has olduğunu tahayyül ediyorsunuz? Evet, herkes âyinesinin mü-şâhedatma tâbi'dir. Demek sizin siyah ve yalancı âyineniz size öyle göster­miştir.

S — İfrat ediyorsun, hayali hakikat görüyorsun. Bizi de techil ile tahkir ediyorsun. Âhir zamandır, gittikçe fenalaşacak (Haşiye).



CHerkese dünya terakki dünyası olsun; yalnız bizim için tedenni dün-

Hâşiye: Muhtemeldir ki, o zamanda orada bulunan büyük bir veli Eski Said (R.A)'in Risale-i Nûr'un dar dairesini gayet geniş ve siyasi bir daire olarak bir hiss-i kable'1-vukû ile kırkbeş sene evvel hissetmesinden ve bu risaledeki çok cevaplan o histen neş'et ettiğinden; o veli yal­nız bu noktada itiraz etmiş.



TEMEDDÜN: Medenileşme. İTTİBA': Uyma, itaat etme. MA'KUSEN MÜTENASİB: Ters orantılı. MÜTENEBBİH: Uyanmış. MÜSTAKBEL: Gelecek. NAMZED: Aday. TEHACÜM: Hücum etme. İSTİNAD ETMEK: Dayanmak. GAYR-I MAHDUD: Sınırsız. İSTİMDAD-GÂH: Yardım istenecek yer. DANE-İ HAKİKAT: Hakikat tanesi. NEV-İ BEŞER: Beşeri­yet, insanlık. BERAATÜ'L-İSTİHLÂL: Olur (onay) belgesi. CAMİ': Toplayan. TAHSİS ETMEK: Özgü kılmak, sınırlandırmak. HİSSİYAT-I ÂLİYE: Yüksek duygular. MEVÂDD: Maddeler. MUHİT: Kuşatıcı. KASR-I NURANİ-İ İSLÂMİYET: İslâm'ın nurlu sarayı. MÜR­TECİ: İlim, fen ve terakkiye karşı çıkan, İslâm'ın özünü anlamamış cahil. ÂYİNE: Ayna. MÜŞAHEDAT: Görüntüler. TECHİL: Cahillikle suçlama. TAHKİR ETME: Hakaret et­me, küçülme. TEDENNİ: Gerileme.

58 İÇTİMAÎ REÇETELER—II

yasıdır, öyle mi? İşte ben de sizin ile konuşmayacağım. Şu tarafa dönüyo­rum. Müstakbeldeki insanlarla konuşacağım:

Ey üçyüz seneden sonraki yüksek asrın arkasında gizlenmiş, sâkitâne benim sözümü dinleyen ve bir nazar-ı hafî-igaybîile beni temaşa eden Saîd-ler, Hamzalar, Ömerler, Osmanlar, Yusuflar, Ahmedler vesaireler!.. Sizlere hi-tab ediyorum. Başlarınızı kaldırınız, "Sadakte" deyiniz. Ve demek size borç olsun. Şu muasırlarım varsın beni dinlemesinler. Tarih denilen mazi derele­rinden sizin yüksek istikbalinize uzanan telsiz, telgraf ile sizinle konuşuyo­rum. Ne yapayım; acele ettim, kışta geldim, Sizler Cennet-âsâ bir baharda geleceksiniz. Şimdi ekilen tohumlar zemininizde çiçek açacaktır. Ben hizme­timin ücreti olarak sizden şunu beklerim ki: Mazi kıt 'asma geçmek için gel­diğiniz vakit mezarıma uğrayınız. O çiçeklerden bir-kaç tanesini, mezartaşı denilen ve kemiklerimi misafir eden toprağın kapıcısının başına takınız. Ka­pıcıya tenbih edeceğiz; bizi çağırınız.

sadâsmı işiteceksiniz.

(Haşiye)

Şu zamanın memesinden bizimle süt emmeyen, gözleri arkada maziye bakan, tasa w■ ur atları kendileri gibi hakikatsiz ve ayrılmış çocuklar, şu ki­tabın hakâikını hayal tevehhüm etsinler. Zira benim vukufum var ki, şu ki­tabın mesaili hakikat olarak sizde tahakkuk edecektir.

Ey muhatap! Ben çok bağırıyorum. Zira asr-ı sâlis-i asrin minaresinin te­pesinde durup, sureten medenî, fikren mazinin en derin derelerinde olanları camiye davet ediyorum.

İşte ey iki ayaklı mezar-ı müteharrik! Mesîl-i neslin kapısında durmayı­nız. Mezar sizi bekliyor, çekiliniz. Tâ ki, hakikat-ı İslâmiye'yi hakkıyla kâi-

Hâşiye : Gitme... Seni çağırır.



SAKİTANE: Sessiz. NAZAR-I HAFİY-Yİ GAYBİ: Gayb perdesi arkasından soluk bakış. (SADAKTE): Doğru söyledin. MUASIR: Çağdaş. CENNET-ÂSA: Cennet'i andırır. ZAMA­NIN MEMESİNDEN SÜT EMMEYEN: Zamanın gerektirdiklerini bilmeyen, yeni durumla­ra ayak uyduramayan. TASAVVURAT: Düşünceler. HAKAİKI HAYAL TEVEHHÜM ET­MEK: Gerçekleri hayal sanmak. MESAİL: Meseleler. TAHAKKUK ETMEK: Gerçekleşmek. MUHATAB: Hitab edilen kimse. ASR-I SALlS-İ AŞER: Onüçüncü asır (Hicri). MEZAR-I MÜTEHARRİK: Hareket eden mezar. MESİL-İ NESL: Sel gibi gelen neslin akış yatağı.

MÜNÂZARÂT 59

nat üzerine temevvüc-sâz eden nesl-i cedid gelsin.

S — Eskiler bizden a'lâ veya bizim gibi; gelenler bizden daha fena ge­lecekler? ..

C— (Haşiye 1) Ey Türkler ve Kürdler ve Nurcular! Acaba şimdi bir mi­ting yapsam, sizin bin sene evvelki ecdadınızı ve iki asır sonraki evlâdlarını-zı şu gürültühâne olan asr-ı hazır meclisine da'vet etsem, acaba eski ecdadı­nız demiyecekler mi:

' 'Hey mirasyedi yaramaz çocuklar! Netice-i hayatımız siz misiniz? Hey­hat, bizi akim bir kıyas ettiniz. "

Hem de sol safında duran şehristan-ı istikbâlden gelen evlâdlarınız sağ-dakileri tasdik ederek, demiyecekler mi ki:

' 'Ey ten bel pederler! Siz misiniz hayatımızın suğrâ ve kübrâsı ? Siz misi­niz şu şanlı ecdadımızla bizi rabt eden hadd-i evsâtı ? Heyhat! Ne müşâğabe-li bir kıyas oldunuz?" (Haşiye 2)

İşte ey bedevî Kürdler ve inkılâb softaları! Manzara-i hayal (Haşiye 3) üstünde gördünüz ki, şu büyük mitingde iki tarafı da sizi protesto ettiler.

S — Bu kadar tahkire müstahak değiliz. Biz eslâfın ezyalini tutmakla beraber, ahlâfın teşebbüsatından dahi geri kalmamağa söz veriyoruz.



C — Nedamet ettiğinizden vazifeniz olan suâle avdet edebilirsiniz.

Haşiye 1: Antikalığı için bu cevap dahi yazıldı.

Haşiye 2: Fenn-i mantık'ın tabiratı; o zaman ilm-i mantık dersini alan talebeleri o mecliste

bulunmasından öyle söylemiş.

Haşiye 3: Hayali dahi bir simotoğraftır.



TEMEVVÜC-SAZ ETMEK: Dalgalandırmak. NESL-İ CEDİD: Yeni nesil. A'LÂ: Daha iyi. NETİCE-İ HAYATIMIZ: Feda ettiğimiz hayatımızın neticesi. AKÎM BİR KIYAS: Verim­siz, kendinden örnek çıkarılamayacak bir model. ŞEHRİSTAN-I İSTİKBAL: Geleceğin şe­hirlerle dolu ülkesi. TASDİK ETMEK: Doğrulamak. SUĞRA: Küçük. KÜBRA: Büyük. HADD-İ EVSAT: Ara bağı. MÜŞAĞABELİ BİR KIYAS OLMAK: Velveleci bir ölçü ve model olmak. MANZARA-İ HAYAL: Hayal manzarası, hayal görüntüsü. ESLAF: Selefler, önce­kiler. EZYAL: Zeyller, en son ferdler. AHLÂF: Halefler, sonra gelenler. NEDAMET ET­MEK: Pişman olmak. AVDET ETMEK: Geri dönmek.

60 İÇTİMAÎ REÇETELER—II

S— Ulema-i eslâf istibdadın fenalığından bahsetmişler mi? (Haşiye 1)

C — Bin kere evet. Zira ağleb-i şuarâ kasidelerinde, çok müellifler ki­taplarının dibacelerinde zamandan şikâyet ve dehre itiraz ve feleğe hücum etmiş ve dünyayı ayak altına alıp çiğnemişler. Eğer kalb kulağıyla ve akıl gözüyle dinleyip baksanız, göreceksiniz ki: Bütün itirâzât okları, mazinin muz­lim perdesine sarılan istibdadın bağrına gider. Ve işiteceksiniz ki; bütün va­veylalar istibdad pençesinin te 'şirinden gelir. Gerçi istibdad görünmüyordu ve ismi belli değildi; lâkin herkesin ruhu istibdadın manasıyla tesemmüm eder­di. Ve bir zehir atanı bilirdi. Bâzı kuvvetli dâhiler nefes aldıkça amîk ve de­rin bir fer yad koparırlardı. Fakat akıl onu güzelce tanımazdı. Çünkü karan­lıkta ve toplanmamış idi. Vaktâ ki o mâna-yı istibdadı, defi muhal bir belâ­yı semavi zannettiler; zamana hücum ve dehrin başına tokat ve feleğin bağ­rına oklar atmağa başladılar. Çünki, bir kaide-imukarreredir: Bir şey cüz'ü ihtiyarinin dairesinden ve cüz'iyetten çıkıp külliyet dairesine girse, veyahut bihasebi'1-âde defi muhal olsa; zamana isnad edilir. Ve kabahat dehre atılır. Taşlar feleğin kubbesine vurulur. Eğer iyi temâşâ etsen göreceksin ki; feleğe atılan taşlar, döndüğü vakit bir yeis olarak kalbde tahaccür eder...



S—Acaba şu zaman ve dehrin şikâyetinden Sâni-i Zü'1-Celâl'in san'at-ı bediine itiraz çıkmaz mı?

Haşiye 1: Bu sual ve cevap dahi her zaman yaşayabildiğinden, o kırk sene evvelki ders şimdi

dahi lüzumludur, yaşar.

Haşiye 2: Dur, geçme; anla... Yani, iyilikleri reislere, fenalıkları zamana verip, şetimle şekva

ederler.

ULEMA-İ ESLAF: Selef uleması, önceki âlimler. AĞLEB-İ ŞU ARA: Şairlerin çoğunluğu. DİBACE: Giriş. DEHR: Zaman, felek. FENN-İ MANTIK: Mantık ilmi. TABİRAT: Tabir­ler, deyimler. VAVEYLA: Şikâyet ve sızlanmalar. TESEMMÜM ETME: Zehirlenme. AMİK: Derin. VAKTA Kİ: Ne zaman ki. DEF'İ MUHAL BİR BELA-YI SEMAVİ: Gökten inen ve defedilmesi mümkün olmayan bela. KAİDE-İ MUKARRARE: Kararlaşmış kaide. CÜZ'-İYYET: Parçahhk, kısmî. KÜLLİYET: Bütünlülük, her şeyi içine alma. BİHASEBİ'L-ADE: Sıradan, olağan yollarla. İSNAD EDİLME: Yükleme, -den bilme. TEHACCÜR ETMEK: Taşlaşmak. ŞETM: Kötüleme. ŞEKVA ETME: Yakınma. SAN'AT-I BEDİ': Eşsiz sanat.

MÜNÂZARÂT 61

C— (Haşiye 1) Hayır, asla!.. Belki ma'nâsı şudur: Güya şikâyetçi der ki: İstediğim emr ve arzu ettiğim şey ve teşehhî ettiğim hal ise, hikmet-i eze-liyenin düsturuyla tanzim olunan âlemin mâhiyeti müstaid.. ve inâyet-i eze-liyenin pergâriyle nakış olunan feleğin kanunu müsâid.. ve meşiet-i ezeliye-nin matbaasında tab' olunan zamanın tabiatı muvafık., ve mesalih-i umu-miyeyi tesis eden hikmet-i İlâhi., razı değillerdir ki, şu âlem-i imkân, Feyyaz-ı Mutlak'ın yed-i kudretinden şu ukûlümüzün hendesesiyle ve tehevvüsümü-zün istinası ile istediğimiz semerâtı koparsın. Verse de tutamaz, düşse de kal­dıramaz. Evet, bir şahsın tehevvüsü için büyük bir daire-i muhîtayı hareket-i mühimmesinden durdurmaz.

S — Çok âlim ve şâirler, zamanlarında büyük hâkimleri ifrad ile sena etmişler. Halbuki o hâkimlerin çoğuna müstebid nazariyle bakıyorsun? De­mekiyi etmemişler?

kâidesince, onların niyetleri: Ümerâyı seyyiattan lâtif bir hîle ile vazgeçir­mek ve onlara hasenat arkasında müsabaka için garip bir bahşiş-i şairâneyî ortaya koymak... Lâkin o bahşiş koca bir milletin sırtından alındığından is-tibdatkârâne hareket etmişlerdir. Demek çendan niyette iyi etmişler, lâkin amelde yanlış gitmişlerdir.

S — Neden?

C — Zira, kaside ve bâzı te'liHerinde büyük bir kavmin mehâsinini ma­nen gârat edip, bir müstebide verip ve ondan gösterdiklerinden şu noktadan bilmiyerek istibdadı alkışlamışlar.

Haşiye 1: Çok ehemmiyetli bir cevaptır.

EMR: İş. TEŞEHHİ ETMEK: İştah duymak. HİKMETİ EZELİYE: Allah'ın ezeli hikmeti. TANZİM OLUNAN: Düzenlenen. MÜSTAİD: Elverişli. İNAYET-İ EZELİYE: Cenab-ı Al­lah'ın ezeli yardımı. PERGÂR: Pergel. MEŞİET-İ EZELİYE: Allah'ın her şeyi kapsayan ezeli iradesi. TAB' OLUNAN: Basılan. MUVAFIK: Uygun. MESALİH-İ UMUMİYE: Umumun maslahatı, herkesin faydası. YED-İ KUDRET: Kudret eli. HENDESE: Ölçüler. TEHEVVÜS: Heveslenme. SEMERAT: Meyveler. DAİRE-İ MUHİTA: Kapsayıcı geniş daire. HAREKET-İ MÜHİMME: önemli hareket. İFRAT İLE SENA ETMEK: Aşırı şekilde övmek. ÜMERA: Amirler-idareciler. BAHŞİŞ-İ ŞAİRANE: Şairlere has bahşiş. ÇENDAN: Çoğunlukla. G­RAT ETMEK: Yağmalamak.

62 İÇTİMAÎ REÇETELER—II

S— Biz Türkler ve Kürdler, bizde kalbimizin dolusu, belki cesedimiz mâlâmal, belki inbisat edip şu derelerde dağ olarak tahaccür etmiş karamız olan bir şecaat vardır. Ve başımızın dolusu zekâvetimiz var. Ve sinemizi mâ­lâmal edecek gayret vardır. Ve bedenimizi ve azalarımızı dolduracak itaat vardır. Ve dereleri hayatlandıracak ve dağları müzeyyen edecek efradımız var (Haşiye 1). Neden böyle sefil ve müflis ve zelil kaldık ki., hem yol üstünde kaldık. Terakkiye binenler bizi çiğneyip istikbale doğru koşup gidiyorlar. Komşumuz olan milletler bizden az iken, kuvvetleri bizden çok kısa iken üze­rimize tetavül ediyorlar?

C— Hîna meşrutiyette tevbenin kapısı açıktır ve tevbe edenler çoktur. Şimdiki rüesâya tevbih ve ta'nifde hakkım yoktur. Ben taşımı sabıka atıyo­rum. Bâzılarının hatırı kırılsa da mazur tutulsun. Yalnız hakkın hatırı kırıl­masın. Zira, milletin hatırı, onların hatırından daha âli, daha galidir. İşte o tedenninin mühim bir sebebi: Bâzı rüesâ ile haksız olarak millete fedakâr­lık iddia eden sahtekâr hamiyet-furuşlar veya velayeti dâva eden ehliyetsiz bâzı müteşeyyihlerdir. Fakat, sünnet-i seniyyeye muhalif olan bu sünnet-i seyyie yine istibdadın seyyiatındandır.

S — Nasıl?

C — Zira, herbir millet için, o milletin cesaret-i milliyesini teşkil eden ve nâmus-u milliyesini muhafaza eden ve kuvveti onda toplanacak bir mâ­nevi havuz vardır. Ve sehâvet-i milliyesini teşkil eden ve menâfi-i umumiye-sini te'min eden ve fazla kalan malları onda tahazzün edecek bir hazine-i mâneviyesi vardır. İşte o iki kısım reisler, bilerek veya bilmiyerek, o havu­zun ve o hazinenin etrafında delik-melik açtılar. Mâye-i bekayı ve madde-i hayatı çektiler. Havuzu kurutup, hazineyi boş bıraktılar. Böyle gitse, devlet

Haşiye 1: Demek kuvve-i mâneviyeleri kırılmamış.

Haşiye 2: İstersen dikkat et. O zaman Ermeni meb'usu Vartakis ve Hakkâri meb'usu Seyyid

Molla Tâhir'e işaret eder.



Yüklə 399,71 Kb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin