29 Ahîliğin başlangıçta özellikle geniş ölçüde tasavvufa dayalı fütüvvet düşüncesiyle ilgili bulunduğu muhakkak olmakla beraber, onun bu cephesini görmek istemeyen eğilimler de olmuştur. Türkiye’de Ahîlik etrafında oluşan bu ideolojik, apolojetik ve spekülatif yaklaşımlarla yapılan araştırmaların eleştirisine dair bk. A. Yaşar Ocak, “Türkiye’de Ahîlik araştırmalarına eleştirel bir bakış”, a.g.e., ss. 169-190.
Anadolu Selçuklularında
Hoşgörü Ortamı
Doç. Dr. H. Ahmet SEVGİ
Erciyes Üniversitesi İlahiyat Fakültesi / Türkiye
A. Hoşgörünün Tarifi
skilerin kullandığı “tesâmüh” veya “müsâmaha” kelimesi karşılığında kullanılmış; bu iki kelime Türkçeye Arapçadan geçmiştir. Asrımızda hoşgörü müsâmaha karşılığında Fransızca asıllı “tolerance” kelimesi de kullanılmaya başlamıştır. Hoşgörü anlamına gelen müsamaha, Arapçada, bir hususta unf (şiddet), şuûbet (sertlik) göstermeyip, yumuşak ve kolaylıkla muamele etmek, anlayışlı davranmak, mızrak saplamada, vuruşmada ve yarışta yumuşaklık, uysallık kolaylık göstermektir.1 Türkçede ki hoşgörü terimi “hoş görmek” deyiminden türemiştir. Hoşgörü -müsâmaha- görmemezliğe gelme, göz yumma, tahammül etme, katlanma anlamlarına da kullanılmaktadır.2 Müsâmaha kelimesinin mastarı (s-m-h) harflerinden meydana gelmiş “semih” kökünden teşekkül etmiş; semih kelimesi, cömertlik, eli açıklık, yumuşak davranma anlamına gelir. Ayrıca müsâmaha kelimesi müsâhale karşılığında da kullanılmıştır. Müsâhale “sehl” kökünden gelir. Sehl ise düz, kolay ve toprağı yumuşak yer anlamlarına kullanılır.3
Fransızlar “hoşgörü” karşılığında (Facilite a pardonner les fautes d’autri) deyimini kullanırlar. Bu deyim Türkçeye “Başkalarının kusurlarını bağışlama ve hatalarını anlayışla karşılama yeteneği” olarak tercüme edebiliriz. Zira hiçbir kusurun toplumsal suç niteliği yoktur. Yine Fransızlar hoşgörü karşılığında “indülgence”4 kelimesini de kullanmışlar. Bu kelimenin anlamı da “bağışlayıcılık”tır. Böylece hoşgörünün temel özelliği, eleştiriler, inançlar ve düşünceler karşısında tahammüllü olmak ve kişisel kusurları bağışlama yeteneğini geliştirmektir ve kişisel bir erdemdir. Özellikle peygamberler, veliler ve insanlığa hizmet etmiş üstün insanların önemli vasıflarından biridir. Hoşgörüsüzlük ise, bizden farklı düşünen, inanan ya da davrananlara “tahammülsüzlük”5 şeklinde tanımlanabilir. Toplumda farklı düşüncelerin ve farklı bakış açılarının olması toplum için fikir zenginliğidir. Fikirler bu sayede tenkide uğrar ve olgunlaşır, doğru fikirler ortaya çıkar.
Voltaire (ö. 1778) hoşgörüyü, “insanlığın en güzel yönü” olarak belirtir. İnsanın doğuştan gelen birçok kusurları ve zaafları olabilir. Kişi vardır makam hırsı ile kıvranır. Bazıları da bu hırs ve arzularını alt ederek, tutkularını yenerek dengeleyebilir.6
Hoşgörü, şöyle de tarif edilmiştir. “Başkalarının inançlarına ve görüşlerine, gelenek ve göreneklerine yaşam biçimlerine saygılı olmak, onları hoş görmek, ayıplamamak, suçlamamak.7
Hoşgörü, gönül ve sevgi işidir. Allah daima bizim gönlümüze bakar. Gönlünde insanlara karşı sevgi taşıyan kimse, bütün insanları sever, onları kırmak istemez ve onların davranışlarını hoşgörü ile karşılar. Yunus Emre bu sevgiyi şöyle dile getirmiştir:
Gönül Çalab’ un tahtı
Gönüle Çalab baktı
İki cihan bedbahtı
Kim gönül yıkar-ise
Anadolu’da bu çağda yaşayan Yunus Emre, Hacı Bektaş Veli, Nasreddin Hoca ve Mevlana Celaleddin-i Rûmi burada sevgi ve hoşgörü ortamını hazırlamışlardır. Daha çok Orta Çağ’da, dini inançlar konusunda müsamaha ve hoşgörü kelimesi kullanılmaya başlamışsa da şimdi hoşgörü kelimesi bir çok sahada kullanılmaktadır.
Batı’da tolerans deyince genelde din hürriyeti ve dinler arasında çatışma ve savaşlar akla gelmektedir. Protestanlarla Katolikler arasında uzun yıllar devam eden, çatışmalar, savaşlar, elem ve acılar, hoşgörüsüzlükler hatırlanır. Katolikliğe karşı çıkan Sır Thomas More (1477-
1535), Utopia’sında, dini hoşgörüyü savunmuş ve insanın kendi inançlarında hür olmasını istemiştir.8 Nicolaus Cusanus (1401-1454) da Batı’da dini inançları eleştiri ve yorumlamaya başlamıştır.9
Avrupa’da 17. asırda Otuz Yıl Savaşları (1618-1648) denilen kanlı mezhep kavgalarından sonra Voltaire ve Locke (ö. 1804) gibi yazarlar dini tolerans’tan bahsedip, hoşgörüsüzlüğü eleştirmeye başlamışlardır.
Türkler kendi dini inançlarına uymasa da, başka ülkelerin, örf ve adetlerine saygı göstererek, hoşgörüye geniş yer vermişlerdir. Atalarımız, dini inançlar ile “örf ve âdetler” sahasında bilinçli bir tolerans politikası izlemişlerdir. Bazen bu tolerans azınlıklar tarafından suistimal edilmiştir. Fakat ecdadımız çeşitli milletler ve dinler arasında denge kurarak, siyasi, kültürel ve dini “tolerans” sağlamışlardır.10
Hürriyetin en büyük düşmanı taassuptur. Hoşgörünün bulunmadığı yerde taassup bulunur. Taassup ise bir inanca, bir fikre, körü körüne bağlanma halidir. Bir inanca sıkı sıkıya bağlanma gereklerini yapma taassupla vasıflandırılamaz. Bu kelime bizde çok defa yanlış kullanılmaktadır. Meselâ İslam’ın bütün gereklerini yapan kişiye mutaassıp denir ki, bu yanlıştır. Taassupta, bir fikre sıkı sıkıya bağlanma yanında bir de saldırganlık vardır. Mutaassıp kişi kendisinin iştirak etmediği fikri ve kanaatleri hoş görmez, onları şiddet yoluyla yok etmeye hazır bir durumda bulunur. Taassup yalnız dinde değil, bütün fikri alanlarda görülen bir ruh hastalığıdır.
Hoşgörü, başka inanç ve kanaatlere saygılı olmak, farklı ifadelerden rahatsız olmama halidir. İfadesi kolay olan bu hâlin kazanılması zordur; köklü bir eğitim ve belli bir medenîlik seviyesi ister. Kendi inanç ve kanaatine sıkı sıkıya bağlı olan bir kişi pekâlâ hoşgörü sahibi olabilir.
Farklı inanç ve kanaat sahibine saygı duyma, onu hoş görme: Böyle bir davranış, insanların yetişme tarzlarının farklılığından doğan bilgi seviyelerinin değişik oluşuna ve her insanın anlayış ve kavrayışının aynı olmadığını kabullenmekle olur.11
İdareyi maslahatçılık ve yağcılık anlamına gelen “müdâhene”, iyi karşılanmamış, yumuşak davranmak ve hoş geçinmek, “müdârât” iyi karşılanmıştır.
Lokman Hekim: “Şer ancak şer ile söndürülür” diyen yalan söylemiştir. Bu sözün doğrusu “Şer ancak hayır ile söndürülür” sözüdür. Nitekim ateş de ateş ile değil, su ile söndürülür.12
Haksızlıklar karşısında ses çıkarmamak zulme tepki göstermemek hoşgörü değil, zillet ve aşağılıktır.
B. Devir
XI. yüzyılın başından XIII. yüzyılın sonuna kadar Anadolu Selçuklu Devleti devam etmiş, bilhassa I. Alaaddin Keykubâd’ ın saltanatı esnasında (1220-1237) siyasi, askeri, sosyal, kültürel fikri ve ekonomik sahalarda en yüksek seviyeye ulaşmıştır.13 Keykubâd’ın ölümünden sonra yerine geçen, şahsi meziyetlere sahip olmayan II. Gıyâseddin Keyhüsrev’in, Selçuklu tahtına (1237-1247) oturması ile durum birden bire değişmiş, ilerleme devri duraklamaya yüz tutmuştu. Bu devir esnâsında meydana gelen olaylar, Moğol akınları, iç isyanlar, kardeşler arasında saltanat kavgaları, Selçuklu saltanatını sarsmış, Anadolu Selçuklu Devleti’nin siyasi, sosyal, kültürel ve fikri yapısında derin etkiler bırakmıştı.
Selçuklu ordusunun Moğollar tarafından 1243 tarihinde Kösedağı mevkiinde yenilgiye uğratılması, Selçuklu Devleti’nin merkezilik siyasetini sarsıp, Moğollara bağlı, haraç veren tâbi bir beylik haline getirmişti.14 Halk, Moğol akınları, işkence ve zulmünden, kıtlık, yoksulluk ve ağır vergilerden dolayı korku ve ümitsizliğe düşmüş, sığınacak yer aramış, bu yüzden de tasavvuf şeyhlerine ve bilginlere aşırı derecede bağlılık göstermişti. Anadolu toprakları Selçuklu hakimiyeti altına girdiği zaman, çeşitli milletlere mensup halk, düşünce bakımından kozmopolit bir yapıya sahip olup, taassuptan uzak ve çeşitli fikri cereyanların yayılmasına müsâit bir ortam vardı. Zira çeşitli fikrî akımlara sahip, âlimler, tarikat şeyhleri kendi hoşgörü düşüncelerini halka yayıyorlar, İslam’ın hoşgörü ortamını hazırlıyorlardı. Bu âlim insanlar halka ümit veriyorlar, onların sıkıntı ve güvensizliklerini gideriyorlardı. Anadolu Selçuklu Devri âlimlerinden Necmeddin Dâye (ö. M. 1256), Anadolu’ya gelince, Mirsat El-İbâd adlı eserinde, “Moğolların, fitne, fesat ve haksız yere adam öldürmelerle şehirleri harap ettiklerini, Hemedan’dan bazı âlim ve dervişlerle Erbil yoluyla Anadolu’ya geldiklerini, Selçuklu sultanlarının bu bölgeleri adâlet ve iyiliklerle ma’mür ettiklerini ve Anadolu şehirlerinden Kayseri’ye yerleştiklerini”15 kaydeder.
Daha önce Haçlı orduları, Kudüs’u fethetmek ve İslam’ı ortadan kaldırmak amacı ile Anadolu şehirlerini yakıp-yıkıp, halkı zulûm, kital ve yağma yaparak Kudüs’e kadar ulaşmışlardı. İmparatorun kızı Anna’nın ifadesine göre Bizanslılar “Türklere o kadar zalim davrandılar ki beşikteki çocukları da kaynar kazanlara attılar”.16 Halk, Haçlı ordularının yağma ve işkencelerinden yeni kurtulmuştu ki, doğudan daha büyük tehlike olan Moğol tehlikesi baş gösterdi. Moğolların amaçları ülkeleri fethederek, zulûm, kital ve yağma yapmaktı. Moğollar Anadolu’da Kayseri, Sivas gibi şehirleri yağmalamış ve Müslüman halkı kılıçtan geçirmişlerdi. Anadolu Sel
çuklu Devleti görünüşte ayakta kalmışsa da gerçekte çökmüştü. Babailer isyan çıkarmış, halk Baba İlyas’ın halifesi olan Baba İshak’ın etrafında toplanmış, düzene kafa tutmuşlardı. Selçuklu Devleti, Frenklerden yardım alarak ayaklanmayı bastırmış, Baba İshak da yakalanarak idam edilmişti. (H. 638/M. 1240)
Yunus Emre Anadolu’da düzen kalmadığını şöyle belirtmiştir:
Beyler azdı yolundan bilmez yoksul halinden
Çıktı zahmet gölünden nefs gölüne dalmıştır17
…………………………….
Gitti beyler mürveti binmişler birer atı
Yediği yoksul eti içtiği kan olısar18
Moğolların Anadolu’yu istilasından sonra 1308’de Selçuklu Devleti son bulmuş, merkezi otoritenin yıkılması ile, Anadolu Türk Beylikleri Dönemi başlamıştır.
Yunus Emre, gerek yaşantısıyla gerek eserleriyle Ahmet Yesevi’den sonra Anadolu’da Türk’ün, İslam’la kaynaşmasını sağlamıştır. Yalın ve sade bir dille tasavvufi düşüncesinin yayılmasını sağlamış, hoşgörü ve sevgi ortamının hazırlanmasında büyük rol oynamıştır.
Şeyh Ebû Said’le başlayan, Hakim Senâî (ö. 1151) ve Feridüddin-i Attar (ö. 1220) ile gelişen sufîlik cereyanı, XIII. yüzyılda Anadolu’da pek yaygın bir hale gelmişti. Moğol istilası önünden kaçıp gelen, Fahrüddûn-i Irakî (ö. 1289), Necmüddin Daye (ö. 1253) ve Evhâdüddîn-i Kırmanî (ö. 1237) gibi tanınmış şâir ve şeyhlerin Anadolu’ya sığınmaları ve Şeyh-i Ekber Muhyiddin-i Arabi (ö. 1240), Üvey Oğlu Sadruddin-i Konevi (ö. 1247) gibi şâir ve âlimlerin çalışmalarıyla, fikri hoşgörü ortamı hazırlanmıştır.
Anadolu’da Sünni tarikatlardan başka Babâîler, Kalenderîler, Haydarîler, Melâmîlerin varlığı bunların görüşlerini benimseyen kimselerin olduğunu da gösterir.
İnsan sevgisi ile dolu olan, tasavvuf ehli, ırk ve renk farkı gözetmeksizin bütün insanlara, aynı sevgi ve hoşgörü ile bakmıştır. Mevlâna Celaleddin-i Rûmî’nin Müslüman olmayan kişilere gösterdiği saygı, insanı şaşırtmaktadır.19
Haçlı seferlerinde sayısız Müslümanın kanını döken, şehirler yakıp-yıkan Hıristiyanlara ve onların papazlarına karşı Mevlânâ’nın gösterdiği müsamaha-hoşgörü, gerçekten onun sonsuz insan sevgisini ve hoşgörüsünü göstermektedir. Mevlânâ’nın inanmış bir Müslüman olarak “Pergel gibi bir ayağımla şeriat üstünde sağlamca durduğum halde diğer ayağımla yetmiş iki milleti dolaşıyorum”20 diyerek, İslam dininin müsamahâ anlayışını dile getirmektedir. Mevlânâ’nın yaşadığı XIII. yüzyıl, Selçuklu Devleti’nin dinî, siyasî, içtimaî ve ekonomik bakımdan yapı değiştirdiği bir asırdır. Ülkede, savaş, kıtal ve yağmalara rağmen Müslümanlarla, gayrimüslimler arasında içtimai ve ekonomik siyasi ilişkiler kesilmeden devam etmiştir. Bu ilişkiler arasında birçok gayrimüslimin din değiştirerek (ihtida olarak) İslam’ı kabul ettiklerini görüyoruz.
Türkler Anadolu’ya geldikleri zaman yerli halkı imha etme (asimilasyon) siyaseti gütmemişler, baskı ile din değiştirmeye zorlamamışlardır. Anadolu’da halen birçok gayrimüslimin dinlerini, kültürlerini ve ibadet yerlerini muhafaza etmeleri, bunun en açık delilidir. İslam dinin de inanç bakımından, zorlama yoktur. Gayrimüslimlerin, Müslüman olması uzun yıllar neticesinde olmuştur. Din değiştirme yani ihtida olayı psikolojik meseledir. İnsan psikolojisini ve ruhi yapısını iyi bilen gönül erleri, mutasavvıftır, İslamî yaşayış ve davranışlarıyla, halka İslamı güzel sunmasını bilmişler ve bu sahada başarılı olmuşlardır.21
Anadolu Müslüman ve Hıristiyan kavimleri arasında bir köprü vazifesi görerek, dünya ticaret yollarına açılması, ileri ve zengin bir ülke haline gelmesi, Selçuklu fethinin en önemli sonuçlarından biri olmuştur. Selçukluların geniş bir dinî müsâmaha ve hürriyet bahşetmeleri, bazı Hıristiyanları kendilerine bağlamış ve Bizans’a karşı nefretlerini artırmıştır.
Bizanslı tarihçi Niketos da, Sultan I. Keyhüsrev’in Rumlara getirdiği âdil idare hakkında şunları yazar: “Bu kadar iyi muamele, esirlere vatanlarını unutturdu. Birçok yerlerin halkı onun memleketine göç etti”.22 II. İzzettin Kılıçarslan’ın (1155-1192) Malatya Patriği Süryani Mihael’e yazdığı bir mektubunda onun duaları neticesinde, Bizans’a karşı zaferler kazandığını belirtmiştir.
II. Gıyaseddün Keyhüsrev’in zevcesi Gürcü Melikesi’nin Selçuk sarayında, bir papaza ve özel bir kiliseye İslam’a girinceye kadar sahip olması, sultanının ne kadar, din hürriyetine değer verdiğini göstermektedir. Hatta sultanların huzurunda çeşitli dinlere mensup alimler dinî ve felsefî sohbetler ve münakaşalar23 yapıyorlardı. Gerçekten Müslüman Türklerle Hıristiyan yerliler arasında müşterek ziyaretgahlar, müşterek hayat ve kültür teşekkül etmişti. Mevlânâ Celaleddin-i Rûmî, Yunus Emre gibi geniş bir insanlık görüşü ile meydana gelmiş düşünür ve mutasavvıflar, bu içtimai muhitin eserleriydi. Bu yüce insanlar toplumun ictimai yapısını gösteriyordu.
C. İslâm ve Hoşgörü
İslam dini doğduğu zaman, Müslümanlar Mekkeli müşriklerden zulüm ve işkence görünce, Hz. Muham
med (s. a. v.) zulüm gören bu Müslümanları Habeş Kralı Hıristiyan Necaşi’nin ülkesine gitmelerine müsaade etmişti. Necaşi de ülkesine gelmiş olan bu Müslümanları korumuş ve onların orada kalmasına izin vermişti. Hz. Muhammed (s. a. v.), Necâşi öldüğü zaman, gıyabında Medine’de cenaze namazını kıldırmıştı.24
Kur’an-ı Kerim’de ve hadis-i şeriflerde Hz. İsa (a.s.) öğülmüş ve O’nun Peygamberliği bütün Müslümanlar tarafından kabul edilmiştir. Kur’an-ı Kerim’de kitabî dinler, bâtıl dinlerden daha üstün tutulmuştur.25 Yine Kur’an, dini yolların farklı olduğunu ve hidâyete ermenin de, Allah’ın dilemesine bağlı olduğunu belirtmiştir: “Sizden her biriniz şeriat (din), bir yol belirledik. Allah isteseydi, hepinizi bir tek ümmet yapardı, fakat sizi verdikleriyle sınamak ister”.26
Cenâb-ı Hak, inanç yönünden insanı serbest bıraktığını belirtir: “Allah isteseydi bütün insanları hidâyet yoluna (İslam’a) girdirirdi”.27
Hz. Muhammed (s.a.v.), davranışı ve güzel ahlakı ile herkese örnek olmuştur. Hz. Muhammed’e (s.a.v.) on yıl hizmet etmiş Enes (r. a.), O’nun güzel davranışını şöyle değerlendirmiştir: “Resûlüllah (s.a.v.) on yıl hizmet ettim. Bir kere bile canı sıkılıp, öf, niçin bunu böyle yaptın, neden şunu şöyle yapmadın, diye beni azarlamadı”28 buyurmuştur.
Hz. Muhammed’in (s.a.v.) yüksek ahlâkı Müslümanlar tarafından örnek alınmıştır. Zaten Hz. Muhammed (s.a.v.), “Ben ancak güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim”.29 buyurmuştur.
Hz. Muhammed’in (s.a.v.) üstün ahlâkı ümmetini etkilemiş ve bu sayede Müslümanlar güzel ahlâka sahip olmuşlardır.
Peygamberimize ve eshabına her türlü işkence ve zulmü lâyık gören Mekkelilere karşı, Mekke’nin fethi günü, Hz. Muhammed (s.a.v.), Hz Yusuf’ın (a.s.) kardeşlerine: “Bugün size geçmişten dolayı azarlama yok”30 ayetini okuyarak, hepsini affetmişti.
O, bütün insanlara eşit davranmış, zengin-fakir, asil-köle farkı gözetmemiştir. Mekkenin fethi sırasında, Fatma adlı soylu bir âileden bir kadın hırsızlık yapmıştı. Bazı kimseler aracılık yaparak, Peygamberimizden affını istemişlerdi. Resûl-i Ekrem: “Sizden önceki ümmetlerin helâk edilmeleri ancak şu sebepledir: Onlar, içlerinden zengin ve soylu bir kimse hırsızlık yaptığı zaman onu bırakırlar, fakir ve zayıf kimse çaldığında ise ona cezâ verirlerdi. Allah’ a yemin ederim ki, Muhammed’in (s. a. v.) kızı Fatma da çalmış olsaydı muhakkak elini keser, cezâsız bırakmazdım”31 buyurdu.
Hz. Muhammed (s.a.v.) doğruluktan ayrılmaz, şu olay O’nun doğruluğunu gösteren âlametlerden biridir. O, yakın akrabalarını İslâm’a davet etmek için Safâ tepesine toplar: “Size şu dağın arkasında düşman atlılarının bulunduğunu söylersem, bana inanır mısınız? dediği zaman: Hepimiz inanırız. Çünkü sen yalan söylemezsin”32 diye cevap vermişlerdi.
Resülallah son derece cömertti eline geçeni muhtaçlara dağıtırdı: “Ben ancak dağıtıcıyım, veren Allah’tır”33 buyururdu.
Müslümanlar tarafından Peygamber’in ahlakı örnek olarak alınmıştı. Cenab-ı Hak, Peygamberinin ahlakını methetmiş Kur’an-ı Kerim’de “Şüphesiz sen en üstün bir ahlak üzeresin”34 buyurulmuştur.
Hz. Peygamber iş ve davranışlarında Kur’an’ın emir ve nehiylerine uymuştur.
Peygamberimizin Hanımı Hz. Âişe’den (r.a.)’ dan ahlakı sorulunca, Hz. Âişe: “Siz Kur’ân-ı Kerim okumuyor musunuz? O’nun ahlakı Kur’ân’dan ibarettir”35 diye cevap vermişti.
Cenâb-ı Hak, Hz. Muhammed’in (s.a.v.) ahlakını methetmiş ve örnek alınmasını istemiştir: “Sizin için Allah Resûlü’nde en güzel örnek vardır”. 36
Hz. Muhammed (s.a.v.) nazik tabiatlı, insanlara karşı sert ve kaba davranmaz, ağzından sert ve çirkin söz çıkmaz, yumuşak huylu bir insandı. Kur’ân, O’nun bu ahlâkını şöyle belirtir: “Allah’ın rahmeti eseri olarak, sen onlara yumuşak davrandın. Eğer kaba ve katı kalpli olsaydın, şüphesiz etrafından dağılıp giderlerdi”.37
Ashabında beğenmediği fiil ve davranışlar gördüğü zaman “içinizden bazı kimseler, şöyle şöyle yapıyorlar.”şeklinde eleştirir, kim olduklarını belli etmeden, yanlış ve hataları düzeltirdi. “Kimsenin sözünü kesmez, konuşması bitinceye kadar dinlerdi. Tartışmayı sevmez, sözü gereğinden çok uzatmazdı. Kendini ilgilendirmeyen şeylerle meşgul olmaz; kimsenin gizli hallerini araştırmazdı. Allah’a hürmetsizlik olmadıkça şahsına yapılan kötülükleri, ne kadar büyük olursa olsun, bağışlar, eline imkan geçince öç almayı düşünmezdi”.38
Mü’min, kendisine yapılan zulme karşı koyarken adaletten ayrılmadığı gibi, zulmeden düşmana da körü körüne boyun eğmemelidir. İslam’da köle edinmek iyi karşılanmamış, Kur’ân’da doğrudan doğruya köleliğin mübah olduğuna dair sarih bir hüküm de yoktur.39 Hz. Muhammed (s.a.v.) de, hayatı boyunca hiçbir insana köle muamelesi yapmamıştır, yalnız kölelik müessesesi “mukabele bi’l misl” olarak kabul edilmiştir. Bununla birlikte İslam, köle azat etmeyi en makbul amellerden saymıştır.
İslamiyet’te harp, bütün insanlara rahmet, adâlet ve eşitliği ulaştırmak amacıyla yapılmıştır. Zulüm, haksızlık, fitne ve kötülük karşısında seyirci kalmak İslam’ın
iyiliği emir, kötülüğü nehiy prensibine aykırıdır. İslam’da harbin gayesi Allah’ın adının yüceltilmesi ve Allah’ın adının hâkim olmasına içindir.40 Hz. Muhammed’de (s. a. v.) ısrarla cihât üzerinde durmuş, O’nun, “Müşriklerle mallarınız, bedenleriniz ve dillerinizle cihât ediniz”.41 Hadisi, cihâdın yalnız kılıçla değil, iş, söz, mal ile de yapılabileceğini açıklamıştır. İslam’da cihad bir vasıtadır. Asıl gaye Allah’ın adının yüceltilmesidir (ilâ’yı kelimetullah).42 Selçuklu sultanları da, İslam’ın hâmisi sıfatıyla iç ve dış düşmanlarla mücâdeleden geri kalmamışlardır.
Müslüman hükümdarlar, zulüm gören gayrimüslimlere adâlet ve hak hukuk kapılarını açarak onlara ümit vermişlerdir. Anlaşma yaptıkları hasımlarına karşı ahde vefa göstermişlerdir. Gustane Lebon: “Tarih, Müslümanlardan daha merhametli bir fatih tanımaz”43 demiştir.
İslam’da cihat davetinin temelinde fazilet ve adâlet görülür. Zulme karşı aynı şekilde karşılık verilmesi esastır. Cenâb-ı Hak: “Size harp açanlarla Allah yolunda, siz de döğüşün. Aşırı gitmeyin. Şüphesiz ki Allah aşırı gidenleri sevmez”.44
İslam, insanlığı aşağılık kabul etmeyen bir müsamaha anlayışı getirdi. Bu müsamaha anlayışı şerre teslim olma ve kötülüklere imkan verme şeklinde değil. Kur’an-ı Kerim’de: “Ne iyilik ne de kötülük bir olmaz. Sen (kötülüğü) en güzel (haslet ne ise) onunla önle. O zaman seninle arasında düşmanlık bulunan kimse bile sanki yakın dostun olmuştur”.45
Düşmanda olsa bile ceza işlemi, hak ölçüleri dahilinde olmalı ve aşırı gidilmemelidir.
Kişi din edinmede ve seçmede hür olmalı ve dinde zorlama yapılmamalıdır. Kur’an-ı Kerim’ de: “Dinde zorlama yoktur. Hakikat iman ile küfür apaçık meydana çıkmıştır”.46
İslam, mü’mine inancı konusunda işkence ve baskı yapmayı fitne olarak kabul etmiş, fitne ise “katl” den47 daha fena olduğu açıklanmıştır.
İslam, kişinin düşünce ve inanç hürriyetini teminat altına almış ve ikamet edeceği yer hususunda da serbest bırakmıştır.
Cenâb-ı Hak, gerçek hoşgörülü mü’minlerin vasıflarını şöyle belirtmiştir: “Bunlar, bollukta ve darlıkta verirler, öfkelerini kontrol ederler, insanların kusurlarını affederler. Allah iyi davrananları sever”,48 “O Rahman’ın kullarıdır ki, yeryüzünde alçak gönüllü yürürler; câhiller onlara söz attığı vakit “selametle” derler”.49 “Sen hatırlat, öğüt ver. Sen sadece hatırlatıcı ve öğüt vericisin. İnsanlara başka yol ile hakimiyet kuracak değilsin”.50
İslam’da insanlar arası münasebetlerin temeli adâlet olup ve bütün insanlar adâlet önünde eşittir. İnsanların mükafât ve cezası yaptıkları işlere göredir. Kur’ân, düşmanlara bile adâletle davranmayı emreder: “…Bir kavme olan kininiz, sizi adâlet yapmamanıza sevk etmesin. Adâlet yapın ki o, takvaya çok yakın olandır”.51
İslam’da adalete son derece riayet edilir ki, harp hali olsun, sulh hali olsun, insanlar arasında şaşmaz adâlet ölçüsü uygulanır. Hakların kaybolmasına göz yumulup, bu sahada müsamaha gösterilmez. Adaletin uygulanmadığı yerde Hak’ın yüceltilmesi imkansızdır. Neticede zayıfların gördüğü zulme “dur” diyecek bir adâlet mekanizması yani devlet olmalıdır.
Hz. Muhammed (s. a. v.), mü’minlere şöyle emirler vermiştir: “Kabul ettiğiniz bütün taahhütlere sadık kalınız. Düşmana karşı bile olsa sözünüzden caymayınız ve kimseyi aldatmayınız. Ölülere eza etmeyiniz. Çocukları, kadınları, ihtiyarları ve din adamlarını vurmayınız. Mukaddes sayılan eşyayı, bahçe ve tarla mahsullerini yok etmeyiniz”52
XIII. Asırda Hoşgörü
Selçuklular Dönemi’nde Anadolu’nun sosyal yapısı, idarecileri etkilemiş, çeşitli kültürlerin, milletlerin ve dinlerin bulunması, Anadolu’da taassuptan uzak yönetimi hazırlamıştır. Henüz Anadolu Selçuklu Devleti kurulmadan önce, Büyük Selçuklu Sultanı Melihşah (ö. 1092) Devri’nde dinler ve mezhepler üstü bir siyaset takip etmiştir. Ermeni tarihçisi Mateos, Melihşah’ ın Hıristiyanlara pek iyi davrandığı için, şehir ve kasabalarda bulunan Hıristiyanlardan birçoğunun onun idaresi altına, kendi istekleri ile girdiklerini belirtir. Bizans idarecilerinin halka zulümleri sebebiyle, Anadolu’ da Türkleri kurtarıcı olarak kabul etmişlerdir. Hatta Anadolu’da bulunan Ermeniler ve Süryaniler, Türk taraftarı oldukları için İmparator Alexs, İstanbul’daki kiliselerini yıkmış ve papazlarını kovmuştu.53 Yakubî ve Ermeni kiliseleri mensupları, Bizans hakimiyetinin sükûtune sevinmişler ve Türklerin hakimiyetini tercih etmişlerdi.54
Türk uyruğuna giren gayrimüslimler, din, dil ve örf ve adetlerini korudukları için, Selçuklular idâresine güven duymuşlar. Tarihçi Claude Cahen, Türk idâresinde, ırk ve dini kavgalar olmadığından, Müslümanlarla Hıristiyanlar birbirleriyle yakın ve dostane ilişkiler kurduklarını belirtir.55
Anadolu’da XIII. asırda, Yunus Emre hoşgörü, sevgi, barış, saygı ve insana değer veren şiirler söylemiştir. Halbuki bu asırda Avrupa’da Protestanlarla Katolikler arasında uzun müddet devam eden dini savaşlar, kıtaller ve işkenceler akla gelir. Katolik Sir Thomas More (1477-1535), meşhur Utopia’sında dini hoşgörüyü savunmuş, Utopus, Muzaffer olunca ilk işi, din özgürlüğünü başlatmak olmuştur. Buna göre her insan istediği dini seçme
de hür olmalı ve çeşitli dinlere mensup insanlar bir arada serbest olarak yaşamalıdır.56
Dostları ilə paylaş: |