Âb (f i. su. (bkz: mâ')



Yüklə 18,14 Mb.
səhifə159/189
tarix03.01.2019
ölçüsü18,14 Mb.
#89926
1   ...   155   156   157   158   159   160   161   162   ...   189

şütûm (a.i. şetm'in c.) küfürler, sövmeler, sövüp saymalar.

şütûm-i galîza kaba küfürler.

şütür (f.i.) deve. (bkz: cemel).

şütürbân (f.b.i.) deveci, deve çobanı, (bkz: cemmâl).

şütür-bânân (f.b.i.c.) tar. has ahırdaki deve bakıcıları.

şütür-bâr (f.b.i.) bir deve yükü kadar olan ağırlık.

şütür-dil (f.b.s.) deve huylu, kinci. [aslı "üştür-dil" dir].

şütürek (f.i.) 1. küçük deve, devecik. 2. eğlence için deve kılığına giren çocuk. 3. dalga.

şütür-gâv (f.b.i.) zürâfâ.

şütür gürbe (f.b.i.) deve ile kedi, iyi ile kötü; münasebetsiz, karışık; iyili fenâlı.

şütür-hâr (f.b.i.) bot. deve dikeni.

şütür-hû[y] (f.b.s.) deve huylu, deve gibi kinci.

şütür-kürre (f.b.i.) deve yavrusu. (bkz. şütür-peçe).

şütür-leb (f.b.s.) deve dudaklı, dudağı deveninki gibi sarkık.

şütür-mur (f.b.i.) mitolojik büyük bir karınca.

şütür-mürg (f.b.i.) zool. devekuşu.

şütür-pâ (f.b.s.) 1. deve ayaklı. 2. i. bot. kekik otu.

şütür-peçe (f.b.i.) deve yavrusu.

şütür-süvâr (f.b.i.) deve binicisi; uzun yol yolcusu.

şütür-süvârî (f.b.i.) yolculuk dolayısıyla oruç tutmak zorunda olmama.

şütür-zühre (f.b.s.) korkak, yüreksiz. (bkz: cebîn').

şüûn (a.i. şe'n'in c.) işler; yeni işler; hâdiseler.

şüûnât (a.i. şüûn'un c.) hâdiseler, olaylar.

şüyû' (a.i.) [herkesçe] duyulma, yayılma, bilinme; dağılma.

şüyû-ı aslî huk. akit yapıldığı sırada mevcut olan şüyu. [bir maldan şayi bir kısmının hibesindeki şüyu gibi].

şüyû-i târî huk. akdin başlangıcında mevcut olmayıp sonradan arız olan şüyu. [tamâmı hibe olunan malın şayi hissesine bir müstehlik çıkarak zaptetmesiyle hâsıl olan şüyu gibi].

şüyûh (a.i. şeyh’in c.) 1. şeyhler, (bkz: meşâyih). 2. yaşlılar.

şüzûr (a.i. şezre'nin c.) 1. mâdenin içinden toplanan altın parçaları. 2. süs olarak kullanılan inci, altın gibi şeyler.

Eş-şüzûr-üz-zehebiyye Molla Salih'in XVI. asırda yazdığı tâbirler lügati olup kısmen Osmanlıca, kısmen de Mısır Kıpçakça'sıyla yazılmıştır.

şüzûr-üz-zeheb altın kırıntısı.

şüzûz (a.s. şâzz'ın c.) kaide (kural) dışı olanlar, kaideye (kurala) uymayanlar.

şüzûzen (a.zf.) şâz olarak, kuraldışı kalarak, kurala uymayarak.

t (a.h.) Osmanlı alfabesinin dördüncü harfi olup "ebced" hesabında dört yüz sayısının karşılığıdır; "te" harfini karşılar.

tâ (f.i.) kat, büklüm.

Dü-tâ iki kat, iki büklüm.

Yek-tâ bir kat, tek, birinci, (bkz: bî-hem-tâ, bî-nazîr).

tâ (f.e.) kadar, dek, değin, (bkz: ilâ).

tâ-be-ebed ebediyen.

tâ-be-key ne vakte kadar.

tâ-be-sabâh sabaha kadar.

tâ-be-seher sabaha kadar.

tâ (a.ha.) Osmanlıca "te" ve "tı" harflerinin Arapça'daki adı. ["te" ince, "ti" kalın t fonemiyle söylenir.]

Kasîde-i tâiyye ed. kafiyeleri t ile nihâyetlenen kasîde.

tâ-i fevkaniyye; tâ-i müsennât iki noktalı te (bkz: tâ-i tavîl).

tâ-i gird yuvarlak t.

tâ-i meftûha üstün (e) okunan te.

tâ-i tavîl uzun te.

tâ' (a.f.h.a.) "tı" harfinin bir adı.

tâ-i mühmele noktasız tı ["zı" dan ayırmak için bu ad verilmiştir].

taab (a.i.) 1. yorgunluk. 2. sıkıntı, zahmet, meşakkat, eziyet. 3. hek. sinirlerin zayıflığı dolayısıyla adalelerde ve başka yerlerde duyulan şiddetli sancı.

İstihkar-ı taab yorgunluğu hiçe sayma, çalışkanlık.

taab-ı zihnî psik. zihin yorgunluğu.

taab-âver (a.f.b.s.) yorgunluk veren.

taabbuz (a.i.) abaza çekme. (bkz: istimnâ-bi-l-yed).

taabbüd (a.i. abd'den c. taabbüdât) ibâdet etme, kulluk etme; tapma, tapınma.

taabbüdât (a.i. taabbüd'ün c.) ibâdetler; tapmalar, tapınmalar.

taabbüs (a.i.) hek. sayıklama veya havadaki bir şeyi tutmaya çalışır gibi ellerini sallayarak hareket ettirme.

taabbüs (a.i.c. taabbüsât) yüz ekşitme, surat asma.

taabbüsât (a.i. taabbüs'ün c.) yüz ekşitmeler, surat asmalar.

taaccüb (a.i. aceb'den) şaşakalma, (bkz: tahayyür).

taaccüb-künân (a.f.zf.) şaşkın şaşkın, şaşkınlıkla.

taaccül (a.i. acele'den. c. taaccülât) acele etme, acelecilik.

taaccülât (a.i. taaccül'ün c.) acele etmeler; acelecilikler.

taaccün (a.i. acn'den) macun gibi olma, hamurlaşma, hamur hâline gelme.

taaddî (a.i. adû'dan c. taaddiyât) 1. geçme, öteye geçme, saldırma, (bkz. tecâvüz). 2. zulmetme; adaletsizlik. 3. örf, âdet ve kanunların sınırını aşma. 4. gr. fiilin geçer halde olması.

taaddiyât (a.i. taaddî'nin c.) taaddîler.

taaddüd (a.i. add'den) birden çok olma, çoğalma, sayısı artma.

taaddüd-i basar bir şeyi sayı bakımından olduğundan daha fazla görme.

taaddüd-i ezvâc çok kocalılık.

taaddüd-i zevcât birkaç kadınla evlenip nikâhı altında birkaç kadın bulundurma.

taaffüf (a.i. iffet'den) iffetli olma, ahlakdışı şeylerden kaçınma.

taaffün (a.i. ufûnet'den. c. taaffünât) çürüyüp kokma, leş kokma, kötü koku çıkarma.

taaffün-i nefes nefesin kokması.

taaffünât (a.i. taaffün'ün c.) fena, pis kokular, (bkz: tefessühât).

taahhüd (a.i. ahd'den. c. taahhüdât) 1. üstüne, üzerine alma, yapılması için söz verme. 2. bir işin yapılması için resmî olarak sözleşme. 3. postaya verilen bir şeyin yerine ulaşmasını sağlama.

taahhüdât (a.i. taahhüd'ün c.) üstüne alınan işler.

taahhüd-nâme (a.f.b.i.) taahhüt kağıdı, bir şeyi yapmayı üstüne aldığını bildiren resmî kâğıt.

taakkud (a.i. akd'den) 1. düğümlenme; bağlanma; anlaşılmaz hâle gelme. 2. akit, kontrat yapma.

taakkud-ı mafsal hek. bir mafsalın, hastalık dolayısıyla, az hareket etmesi veya büsbütün hareketsiz kalması.

taakkud-i em'â' hek. bağırsak düğümlenmesi,

taakkul (a.i. akl'dan. c. taakkulât) 1. akıl erdirme, zihin yorarak anlama. 2. hatırlama, hatıra getirme.

taakkulât (a.i. taakkul'ün c.) 1. akıl erdirmeler, zihin yorarak anlamalar. 2. hatırlamalar, hatıra getirmeler.

taakküs (a.i.). (bkz. teakküs).

taâlâ (o. cüm.). (bkz. teâlâ).

taâl-Allah (a.cü.). (bkz. teâl-Allah).

taalî (a.i. ulüvv'den). (bkz. teâlî).

taâlî-perver (a.f.b.s.). (bkz. teâlî-perver).

taallî (a.i. ulüvv'den. c. teallüyât) (bkz: teallî).

taalliyât (a.i. taallî'nin c.), (bkz. tealliyât).

taalluk (a.i. alak'dan. c. taallukat) 1. asılı olma, asılma. 2. ilişiği, ilgisi olma. 3. sevme. 4. ait olma. 5. tas. dünyâ ilgisi.

taallukat ("ka" uzun okunur, a.i. taalluk'un c.) 1. hısımlar, akraba. 2. ilgiler, ilişkiler, (bkz: müteallikat).

taallül (a.i. illet'den. c. taallülât) vesile ve bahane arama, yalandan bahanelerle bir işten kaçınma.

taallülât (a.i. taallül'ün c.) ağır davranma; işten kaçınmalar.

taallüm (a.i. ilm'den) öğrenme, öğrenilme, okuyarak, ders alarak öğrenme, elde etme.

taallümât (a.i.c.) öğrenmeler.

taallün (a.i.) alenî, aşikâr, meydanda olma.

taâlüm (a.i. ilm'den). (bkz. teâlüm).

taâm (a.i.c. et'ime) yemek, aş.

Ba'd-et-taâm yemekten sonra.

Esnâ-yi taâm yemek sırasında, yemek yerken.

Kabl-et-taâm yemekten önce.

taâm-hâne (a.f.b.i.) yemek salonu.

taâmî (a.i. amâ'dan). (bkz. teâmî).

taâmiyye (a.i.) 1. yemeklik, yemek parası. 2. tekkelere bağlanan yemeklik.

taammî (a.i. amâ'dan) kör olma, görmez hâle gelme.

taammuk (a.i. umk'dan. c. taammukat) derinleşme.

taammukat ("ka" uzun okunur, a.i. taammuk'un c.) derinleşmeler.

taammüd (a.i. amd'den) bir işi bilerek ve isteyerek yapma, (bkz: amd, kasd).

taammüdât (a.i. taammüd'ün c.) bilerek ve isteyerek yapılan işler.

taammüden (a.zf.) bilerek ve isteyerek, evvelden tasarlayıp kurarak [suç işleme]. (bkz. amden, kasden).

taammüden cürm huk. bilerek ve isteyerek suç işleme.

taammüdî, taammüdiyye (a. s.) taammüd ile, kasid ve niyetle olan. (bkz. kasdî).

taammüm (a.i. umûm'dan) 1. umûmî olma, umûmîleşme. 2. (imâme'den) sarık

sarma. 3 . (amm'dan) amca olma.

taâmül (a.i. amel'den. c. taâmülât) (bkz. teamül).

taâmülât (a.i. taâmül'ün c.), (bkz: teâmülât).

ta'ân, ta'âne (a.s. ta'n'dan) çok söven, çok yeren, çok zemmeden, çekiştiren.

taannî (a.i.). (bkz. teannî).

taannüd (a.i. inâd'dan. c. taannüdât) inâdetme, direnme, ayak direme, (bkz. temerrüd).

taannüdât (a.i. taannüd'ün c.) inâdetmeler, direnmeler, ayak diremeler.

taannüf (a.i. unf’dan) tekdir etme, azarlama, darılma.

taannüt (a.i.) herkesin yanlışını arama.

taânuk (a.i. unk'dan). (bkz: teânuk).

taâric (a.i. ta'rîc'ın c.), (bkz: teâric).

taarrî  (a.i. ury ve uryet'den). (bkz. tearrî).

taarruk (a.i. arak'dan) terleme.

taarrus (a.i.c. taarrusât) kocanın, karısına karşı sevgisini göstermesi.

taarruz (a.i.c. taarruzât) 1. ilişme, sataşma, takılma. 2 . düşmana saldırma.

taarruzât (a.i. taarruz'un c.) 1. sataşmalar, takılmalar, ilişmeler. 2. düşmana saldırmalar.

taarruzî, taarruziyye (a.s.) taarruzla ilgili; taarruz yoluyla.

Hareket-i taarruziyye saldırma hareketi.

taarrüb (a.i.) araplaşma, arap kılığına girme.

taarrüf (a.i.). (bkz. tearrüf).

taarrüf (a.i.) kocanın, karısına sevgi göstermesi.

taâruz (a.i. araz'dan). (bkz. teâruz).

taâruzât (a.i. taâruz'un c.) (bkz : teâruzât).

taassî (a.i. isyân'dan) isyan etme, ayaklanma, boyun eğmeme.

taassub (a.i. asab'dan) 1. birine tarafdarlık etme. 2. kendi dînini çok üstün tutarak başka dinden olanlara düşman olma, fr. fanatisme.

taassub-kâr (a.f.b.s.) taassup gösteren, (bkz: müteassıb).

taassub-kârâne (a.f.zf.) taassup gösterircesine.

taassub-kârî (a.f.b.i.) taassub-kârlık.

taassüf (a.i.c. taassüfât). (bkz: i'tisâf)

taassüfât (a.i. taassüf ün c.) doğru yoldan sapmalar; yolsuzluklar, haksızlıklar.

taassür (a.i. usr'dan) güçleşme, güç olma. (bkz: teâsür).

taaşşî (a.i.) akşam yemeği yeme.

taaşşuk (a.i. ışk'dan) âşık olma.

tâat (a.i.) Allah'ın emirlerini yerine getirme, ibâdet.

tâât (a.i. tâat'ın c.) ibadetler.

tâat-dâr (a.f.b.s.) dinine bağlı, dindar.

tâat-dârî (a.f.b.i.) dine bağlılık, dindarlık.

tâat-gâh (a.f.b.i.) ibâdet yeri. (bkz: ibâdet-gâh).

taattuf (a.i. atfdan. c. taattufât) 1. esirgeme. 2. acıma, merhamet etme, şefkat gösterme. 3. verme.

taattufât (a.i. taattuf un c.) 1. lütuflar, ihsanlar, bağışlar. 2. merhamet etmeler, acımalar.

taattul (a.i.) işsiz kalma, işlemez olma.

taattur (a.i. ıtr'dan) güzel kokular sürünme.

taattus (a.i. atse'den) hapşırma, aksırma.

taavvuk (a.i. avk'dan) oyalanma, gecikme.

taavvuz (a.i. ivaz'dan) bedel alma, bir şeye karşılık alma; bir şey karşılığı olarak alınma.

taavvuz-ı tams hek. kadınların âdet görmesi.

taavvüc (a.i. ivec'den) eğri olma, eğrilme, (bkz: i'vicâc).

taavvücât (a.i. taavvüc'ün c.) eğrilmeler.

taavvüd (a.i. âdet'den) 1. âdet edinme, edinilme, (bkz: i'tiyâd). 2. hasta ziyaret etme.

taavvüz (a.i. iyâz'dan) "eûzübillâh" deme, Allah'a sığınma, (bkz: istiâze).

taayyün (a.i. ayn'den. c. taayyünât) 1. meydana çıkma, aşikâr olma; belli olma; belirme. 2. ayan sırasına girme, îtibarlanma, belli başlı adam olma.

taayyün-i sânî huk. ihalede, akdin kiminle yapılacağının kararlaştırılması.

taayyünât (a.i. taayyün'ün c.) meydana çıkmalar, belli olmalar; adam sırasına belli başlı adam olma.

taayyüş (a.i. ayş'den) yaşama, geçinme, (bkz: intiâş, maîşet).

taayyüş-gâh (a.f.b.i.) yaşama yeri, geçinme yeri.

taâzum (a.i. azamet'den) gözünde büyüme, büyük görünme.

taazzî (a.i.) uzuv, peyda etme, şekillenme.

taazzum (a.i. azamet'den. c. Taazzumât) 1. büyüklük satma, kibirlenme. 2. [azm'den) kemikleşme.

taazzumât (a.i. taazzum'un c.) 1. kibirlenmeler. 2. (azm'den) kemikleşmeler.

taazzuv (o.i. uzv'dan). (bkz. taazzî).

taazzüb (a.i. azeb'den) evlenmeyip bekâr kalma.

taazzül (a.i. azl'den). (bkz. i'tizâl).

taazzür i (a.i. özr'den) 1. özür bildirme, (bkz: i'tizâr). 2. güçleşme, güç olma; mümkün olmama.

taazzür-i hakîkî huk. gerçek mânâ, tefsirle izah edilemeyen veya çok zor izah olunan mânâ [evlât edinen bir kimsenin vasiyetnamesinde geçen "oğlum" sözü evlâtlık anlamına gelir, halbuki oğul kelimesi evlatlık değildir].

taazzür-i ma'nâ gr. bir kelimenin lügat anlamından başka bir anlamda kullanılmasından meydana gelen anlam değişikliği.

taazzür-i örfî huk. bir sözün, hakîkî mânâsı dışında kullanılarak gerçek mânâsının unutulması [keleş kelimesinin evvelce güzel mânâsına gelirken, bugün halk arasında kel; anlayışsız, sersem; çirkin mânâlarına kullanılması gibi].

taazzür-i şer'î huk. hakîkî mânânın kanunda, olduğundan başka türlü tefsiri.

taazzüz (a.i.) 1. azîz kılma; aziz sayma. 2. tenezzül etmeme. 3. çekinme.

tâb (f.i.) 1. güç, kuvvet, takat.

Bî-tâb takatsiz, güçsüz; yorgun.

Tâb ü tâkat, tâb ü tüvân güç, kuvvet, dayanma, tahammül. 2. ışık, parlaklık, (bkz. nûr, ziyâ). 3. harâret.

tâb-ı Hurşîd Güneş'in harareti. 4. tazelik. (bkz. taravet). 5. kıvrım, büklüm.

tâb-ı gîsû yandan sarkan saçın kıvrımı, büklümü.

tâb-ı zülf perçemin kıvrımı, (bkz: tâ). 6. sıkıntı, eziyet. 7. öfke. 8. kılıcın keskinliği.

-tâb (f.s.) "parlayan, parlatan, aydınlatan" mânâlarına gelerek birleşik kelimeler meydana getirir.

Âlem-tâb âlemi, dünyâyı aydınlatan.

Cihân-tâb cihanı aydınlatan.. gibi. [tâbisten mastarından].

tab' (a.i.) 1. tabiat, huy, yaradılış. 2. mühür, damga basma. 3. kitap basma.

Bi-t-tabi' tabiî olarak, tabîatiyle.

tab'-ı yârân dostların tabiatı, yaradılışı.

tab'a (a.i.) bir kere basılma.

tab'a-i ûlâ birinci baskı.

tabâat (a.i.). (bkz. tıbâat).

tabâbet (a.i.) l . hekimlik, doktorluk. 2. tıb ilmi.

tabâbet-i rûhiyye ruh hekimliği, fr. psychiatrie.

Tabâhat (a.i.) aşçılık, yemek pişirme san'atı.

tabak (a.i.c. etbâk, tıbâk) 1. tabak [kap]. 2. ince kat.

tabak-ül-arz yeryüzü.

tabaka (a.i.c. tabakat) 1. kat, katman, tabaka.

tabaka-i hâricî-i edimme anat. dışderi.

tabaka-i karniyye anat. l ) saydam tabaka; 2) korun tabakası [deride].

tabaka-i kitâbiyye bot. doğurgan doku.

tabaka-i kuzâhiyye anat. iris.

tabaka-i mantâriyye bot. mantar tabakası.

tabaka-i meşîmiyye anat. damar tabaka.

tabaka-i muhâtiyye biy. mukoza.

tabaka-i munzamme anat. göz sümüksel zarı.

tabaka-i müvellide bot. büyütken doku, fr. cambium.

tabaka-i müvellide-i fellîniyye bot. mantardoğuran, fr. phellogene.

tabaka-i palisadiyye bot. palisat tabakası.

tabaka-i sulbe biy. sert tabaka.

tabaka-i şebekiyye biy. ağtabaka, fr. retiné 2. topluluk, sınıf. 3. bir veya iki yapraklık kâğıt. 4. sigara paketi.

tabakat ("ka" uzun okunur, a.i. tabaka'nın c.) tabakalar.

tabakat-ül-arz jeoloji, f r. geologie.

tabakat-ül-fukahâ fakîhlerin sınıf ve derecelerine dâir biyografileri.

tabakat-üs-semâ gök tabakaları.

tabakat-üş-şuarâ şâirlerin sınıfı, şâirlerin biyografisi.

tabak-çe (a.f.b.i.) küçük tabak.

tabâk-hâne (o.f.b.i.) sepi yeri. (bkz: debbâg-hâne).

tab'an (a.zf. tab' dan) tabiî olarak, kendiliğinden, yaradılıştan.

tâbân (f.s.) 1. ışıklı, parlak.

Mâh-i tâbân parlak ay.

Necm-i tâbân parlak yıldız.

Vech-i tâbân parlak yüz. 2. i. erkek adı.

tabânce (f.i.) avuç içi, el ayası.

tab'âniyye (a.i.) doğalcılık, natüralizm, fr. naturalisme.

tabân-keş (t.f.b.s.) taban tepen, yaya yürüyen.

tabasbus (a.i. basbasa'dan. c. tabasbusât) yaltaklanma, alçakça yalvarma.

tabasbus-ı kelb-âne, -ı kelbî köpekçesine yaltaklanma.

tabasbusât (a.i. tabasbus'un c.) yaltaklanmalar, alçakça yalvarmalar.

tabassur (a.i. basar'dan) 1. gözaçıklığı. 2. ilerisini görüş, dikkatle bakıp esâsını kavrama.

tabattun (a.i. batn'dan). (bkz. tebattun).

tâb-âver (f.b.s.) güç yetiren, dayanan.

tâb-âver-i mukavemet karşı durmak gücünde olan.

tabâyi' (a.i. tabîat'ın c.) tabîatler.

tabâyi-i ahâlî-i âlem dünyâ halkının tabiatları.

tabâyi-i zî-rûh insanların yaradılışları.

tabbâh (a.i. tabh'dan. c. tabbâhîn) aşçı. (bkz: aş-pez).

tabbâhîn (a.i. tabbâh'ın c.) ahçılar.

tabbâhîn-i hâssa tar. saray aşçıları.

tabbâl (a.i.) davulcu.

tâb-dâde (f.b.s.) 1. yandırılmış, parlatılmış 2. ısıtılmış; alevlendirilmiş.

tâb-dâr (f.b.s.) 1. parlak ışıklı.

Dîdâr-ı tâb-dâr parlak yüz. 2. kıvrımlı, büklümlü.

Gîsû-yi tâb-dâr bükülmüş, bükülü saç. 3. kederli, üzüntülü, sıkıntılı.

tâb-dârî (f.b.i.) parlaklık.

tâb-dih (f.b.s.) 1. ışık veren. 2. i. iplik bükücü. 3. ısıtan, sıcaklık veren. 4. kuvvetli, güçlü kılan.

tâ-be (f.zf.) "-e kadar" mânâsına gelerek kelimenin başına getirilir.

tâ-be-ebed ebediyete, sonsuzluğa kadar.

tâ-be-key ne zamana kadar, niceye dek.

tâ-be-kıyâmet kıyamete kadar.

tâ-be-mahşer mahşere kadar.

tâ-be-sabah sabaha kadar.

tâ-be-i tâb-dân bir pencereyi kapatacak kadar cam, bez veya kâğıt perde.

tâbe (a.cü. tayyib'den) "iyi ve temiz olsun!" manasınadır.

tâbe serâh "toprağı, kabri iyi ve temiz olsun!" mânâsına ölen için edilen dua.

tâbe (f. i.) 1. tava. 2. geniş, düz yüzlü tuğla.

tâbe-i zer (altın tava) mec. Güneş.

tâ-be-ferdâ (f.b.zf.) kıyamete kadar.

tâbel, tâbil (a.i.c. tevâbil) yemeklere konulan bahar.

tâbende (f.s.) parlayan, ışık veren. (bkz: tâb-nâk).

tâbende-gî (f.b.i.) parlaklık.

tâbende-izâr (f.b.s.) parlak yanaklı.

tabh (a.i.) 1. pişirme, pişirilme. 2. ilâç kaynatma.

tâb-hâne (f.b.i.) l . ocak veya soba ile ısıtılan kışlık yer; çiçek sobası. 2. nekahethâne. (bkz. dâr-üş-şifâ).

tab-hâne (a.f.b.i.) matbaa.

tabh-hâne (a.f.b.i.) mutfak; lokanta.

tabhî (a. s.) pişirmekle, pişirilmekle ilgili.

tabhiyye (a.i.) pişirmek veya pişirilmek üzere birine verilen ücret, pişirmelik.

tâbi' (a.s. teb'den. c. tâbiîn, tâbiûn, tebea, tevabi') l . birinin arkası sıra giden, ona uyan. 2. boyun eğen, bağlı kalan; birinin emri altında bulunan. 3. a. gr. kendinden evvelki kelimeye göre hareke alan [kelime].

tâbi cümle gr. bağımlı cümle, yan cümle, fr. proposition subordonnee. 4. i. Hz.

Muhammed'i görmüş olanları (eshâbı) görüp kendisinden hadîs dinlemiş olan.

tâbi'-i asemm mat. orandışı fonksiyon.

tâbi'-i gayr-ı cebrî yüksek fonksiyonlar, fr. fonctions transcendantes.

tâbi'-i müsellesâtî mat. Trigonometrik fonksiyon.

tâbi'-i mütezâyid mat. artan fonksiyon.

tâbi' ve metbû' tabî olan ve olunan kimse.

tâbi' (a. s. tab'dan) 1. tab'eden, kitap basan; kitap bastıran. 2. i. matbaacı; editör.

tabîat (a.i.c. tabâi') 1. tabîat, yaradılış, huy, âdet, mizaç.

Hüsn-i tabîat zevk güzelliği. 2. kâinat.

Kanûn-i tabîat tabîat kanunu, kâinatın düzenini devam ettiren kanun. 3. büyük aptes etme kolaylığı veya zorluğu.

tabîatiyle (a.t.zf.) tabîî olarak, doğal olarak.

tabîb (a.i. tıbb'dan. c. etibbâ, tabîbân hekim, doktor.

Ser-tabîb başhekim.

tabîb-i adlî huk. adlî tıp işleriyle vazifeli doktor.

tabîbân (a.i. tabîb'in c.) hekimler, doktorlar.

tâbih (a.s. tabh'dan) 1. pişiren, aşçı. (bkz: aşpez). 2. hek. ateş yapan, ateşli.

Hummâ-yi tâbih ateşli sıtma.

tâbiha (a.i.) 1. s. tâbih'in müennesi. 2. öğle sıcağı.

tabîî (a.s.) 1. tabîatle ilgili. 2. tabîat îcâbı olan. 3. olağan, alışılmış, her zamanki, [müen. tabîiyye]. [zıddı "sun'î"].

tabîî ıstıfa' zool. doğal seçim.

tabîî intibâ jeol. fiziksel iz, fr. empreinte physique.

tâbiîn (a.s. tâbi'in c.) Hz. Muhammed'i görmüş olanları görüp kendilerinden hadîs dinlemiş olanlar.

Tebe-i tâbiîn tabiînden birinden, yani ikinci derecede olarak hadîs nakletmiş olan. ["etba-i tâbiîn" de denir].

tabîiyyat (a.i.c.) tabîî ilimler.

tabîiyye (a.i.) 1. tabîat bilgisi. 2. natüralizm, fr. naturalisme.

tâbiiyyet (a.i.) tâbilik, tabî olma; bir devletin tebasından bulunma, uyrukluk.

tâbiiyyet-i asliyye birinin, doğum târihinden itibaren hâiz olduğu tâbiiyyet.

tâbiiyyet-i meksûbe daha sonra, değiştirilerek girilen tâbiiyyet.

tâbiiyyet-i mütekabile sosy. bağınlaşma, fr. interdependance.

tabîiyyûn (a.i.c.) tabîiyyeciler, tabîatı Allah addeden zümre, fr. naturalistes.

tabil (a.i.c. tevâbil) nane, biber, tarçın, karanfil gibi şeyler, [yemeklere konulan-].

ta'bîr (a.i. ubûr'dan. c. ta'bîrât) 1. ifâde, anlatma. 2. bir mânâsı olan söz. 3. deyim. 4. terim. 5. rü'yâ yorma.

Hüsn-i tabîr terbiye ve edep dâiresinde anlatma.

Sû-i ta'bîr edep ve terbiye dışı kullanılan sözle anlatma.

ta'bîrât (a.i. ta'bîr'in c.) tâbirler, terimler, deyimler.

ta'bîr-nâme (a.f.b.i.) rü'yâ kitabı, rü'yâların yorumlarını yapan kitap.

tâb-istân (f.b.i.) yaz. (bkz: sayf).

tâb-istânî (f.b.s.) yaza mensup, yazla ilgili, yazlık [ekin], (bkz: sayfî).

tâbiş (f.i.) parlayış, parıldayış, (bkz: revnak).

tâbiş-geh (f.b.i.) parıltı yeri.

tâbiûn (a.s. tâbi'in c.), (bkz: tâbiîn).

ta'biye (a.i.) [askeri] yerli yerine koyup hazırlama; tertîbetme.

ta'biyet-ül-ceyş ask. strateji.

tâbiyevî (a.s.) tâbiyeye ait, tâbiye ile ilgili.

tabl (a.i.) 1. davul. 2. anat. kulak zarı.

tabl-bâz (a.f.b.i.) davulcu. (bkz: tabl-zen).

table-kâr (t.f.b.i.) 1. tabla taşıyan; başında tabla ile ufak tefek satan gezici esnaf. 2. yemek yenirken iş gören hizmetçi.

tabl-hâne (a.f.b.i.) 1. büyük davul. 2. tar. mehterhane, pâdişâhın sarayındaki askerî bando.

tablî (a.s.) 1. davula ait, davulla ilgili. 2. kulak zarına ait.

tabl-zen (a.f.b.i.) davulcu, (bkz: tabl-bâz).

tâb-nâk (f.b.s.) parlak, ışıklı, (bkz: münevver, ziyâ-dâr).

tâb-nümâ (f.b.i.) kuvvet ölçer, kuvvet tecrübe âleti.

tabsîr (a.i.). (bkz. tebşîr).

tabsıra (a.i.). (bkz. tebsıra).

tabtaba (a.i.) 1. tıpırtı. 2. su çağıltısı.

tâbût (a.i.c. tevâbît) 1. ölü taşınan sandık. 2. İsrâiloğulları için Hz. Mûsâya gelen mukaddes emirlerin konulduğu sandık. 3. uzun yumurta sandığı.

tâbût-ül-ahd, tâbût-üs-sekîneHz. Mûsâya gelen ilâhî emirlerin içine konulduğu mukaddes sandık. 3. içine yumurta istif edilen uzun sandık.

tâc (a.i.c. etvâc, tîcân) 1. hükümdarların başlarına giydikleri cevahirli başlık. (bkz: dî-hîm, efser, iklîl). 2. gelinlerin başlarına koydukları cevahirli süs başlık. 3. [eskiden] bâzı tarikat ehli şeyhlerin giydiği başlık, terek. 4. sorguç, tarak, kuşların başlarındaki uzunca tüy. 5. eskiden kumaşlarda, en çok sultanların giydiği elbiselerde görülen bir motif şekli. 6. bot. çiçeklerin çanak yapraklarından sonraki renkli kısım.

tâc-ı edhem ed. istiğnâ'nın timsâli.

tâc-ı fîrûze gökyüzü.

tâc-ı gerdûn güneş.

tâc-ı gül gülden yapılan taç.

tâc-ı ser baş tacı, en çok sevilen, çok itibâr edilen [şey veya kimse].

tâc-ı şemm mum ışığı.

Tâc-ül-Arûs 1) gelin tacı, gelin başlığı; 2) 1790 yılında ölen Seyid Mürtezâ ez-Zebîdî'nin Kamûs-ül-Muhît üzerine yaptığı Arapça şerhtir. [1306 yılında, Mısır'da, Matbaa-i Hayriyye'de büyük kıt'ada (4973) sahife olarak 10 cilt hâlinde basılmış olan bu eserin tam adı Tâc-ül-Arûs min Cevâhir-il-Kamus" dur].

Tâc-ül-Edeb Amasyalı Ali Alâeddin bin Hüseyn'in 1453 (H. 857) yılında te'lîf ettiği ahlâk ve âdabdan bahseden bir eseridir.

tâc ü serîr taç ve taht.

tâc-üs-sinn anat. diş tacı, fr. couronne.

Tâc-üt-Tevârih Şeyhülislâm Hoca Saaddettin Efendi'nin 2 ciltlik meşhur Osmanlı târihi [I. Selîm'in nedimi Hasan Can'ın oğludur], (d. ? ö. 1008 [1599]).

tâc-âver (a.f.b.i.) taç giyen, hükümdar, (bkz: tâc-dâr).

tâc-âverâne (a.f.b.zf.) taç giyene, hükümdara yaraşır yolda.


Yüklə 18,14 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   155   156   157   158   159   160   161   162   ...   189




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin