****************
Biz yine yolumuza devam etmeye çalışalım.
(2/70) “Dediler: Bizim için rabbine dua et nedir o bize beyan etsin, çünkü o bakare bize karışık geldi/hangi sığır olduğunu kestiremedik. Bununla birlikte biz-Allah dilerse onu elbette buluruz.”
“Dediler: Bizim için rabbine dua et nedir o bize beyan etsin,”
Yukarıda da ifade edildiği gibi burada da aynı mânâda ki Âyet-i kerîme tekrar edilmektedir. Birincisi “ilmel yakîn” ikincisi “aynel yakîn” üçüncüsü ise “hakkal yakîn” mertebesi itibariyledir. Daha evvel kendilerine yapılan izahlar yeterli gelmemiş daha başka işaretler aramaktadırlar.
“ çünkü o bakare bize karışık geldi/hangi sığır olduğunu kestire-medik.
Üzerlerinde musallat olan hayal ve vehim onları bir türlü rahat bırakmıyor zora sokarak belki vaz geçiririm
170
diyerek, onlara vesvese veriyor idi bu yüzden hep soru üretiyorlar idi. “Bununla birlikte biz-“Allah dilerse” onu elbette buluruz.” Dediler. Görüldüğü gibi burada hitab değişmektedir. Çünkü daha evvelce “Mûsâ”nın Rabb’ı na derlerken, bu def’a (İnşeallah) “Allah dilerse” dediler ve kısmen de olsa teslimiyyetlerini ifade etmiş oldular. Zâten bakarayı kesebilmelerine de bu ifadeleri sebeb olmuştur. Yani bu isteklerini öylece (Allah)ın da isteği haline gelmesini istemişlerdir.
(2/71) “Rabbim, dedi: Şöyle buyuruyor: Bir bakare ki ne koşulur arazi sürer, ne de ekin sular, salma, hiç alacası yok, işte dediler, şimdi hak ile geldin, bunun üzerine o bakareyi boğazladılar, ki az kaldı yapmıyacaklardı.”
“Rabbim, dedi: Şöyle buyuruyor: Bir bakare ki ne (koşulur)” “koşulmak” tan murat, o devirlerden azda olsa günümüze kadar da gelen hayvanların kas gücünden yararlanılarak iş yaptırmak için boyunlarına takılan boyunduruk ismi verilen bir araç ile, fiziki olarak araba yürütmektir. Ve bir de mânevî olarak kişi nefsinin hükmü altına girip bu bedenini “bakara” sını nefis boyunduruğuna kaptırmasıdır. Birde “â’yan-ı sabite” itibariyle kısmî bir İlâh-î “boyunduruk-koşulma” (emri irâdî) vardır ki, ancak kişi bundan sorumlu değildir ve kurtulması da mümkün değildir, ve zaten kurtulmaya gerek te yoktur. Çünkü bu husus kişinin iç bünyesinde ki dengelerini kurmak içindir.
Gerek Fizîki bakara gerek o mertebe bulunan nefs ve beden bakarası böyle bir şartlanmışlıklar içerisine girmemiş başkasının malı olarak köle hükmüne düşmemiş olmalıdır.
“Ne arazi sürer,” Bilindiği gibi arazi sürmek, daha çok, ürün almak içindir işte bu işler nefs-in yararlanması için yapılıyorsa aslında gelecekte onun felâketi olacaktır. Ve beden arzını da, daha derinlerine inip nefs tohumlarını ekmemek için beden arzını da sürmemiştir.
Ayrıca kişi kendini bilmediği süre içinde kendi varlığında mevcud olan Allah-ın Esmâ-ül hüsnasını kendine
171
ait olarak zannedip kendi mülkü gibi esmâ-i nefsiyye anlayışı ile kullanmaktadır, işlerini bu anlayışla yürütmektedir. İşte Allah-ın isimlerini böylece kendi nefsi için kullanması onları nefs-î mânâ da yarması ve sürmesi’dir. İşte böyle bir yarma ve sürme yapılmamış olması lâzımdır. Arazi sürmemiş olması Esmâ-i İlâhiyyenin gerçek mânâ da kendi istikametinde Hakk olarak kullanılması gereğinin şartını hatırlatmaktadır.
“ne de ekin sular,” Yukarıda bahsedilen hususların aynı şekilde nefs-i için gerek toprak arz da, gerek beden nefs arzı için sulamama, hakkında da geçerli olması gerekmektedir,
“salma, hiç alacası yok,” Zâhiren bakara’ya bakınca tamamen sarı karışık hiçbir başka rengi yok olacak, beden bakarasının da böyle olması gerekmektedir. Nefs-i râdiyye de olan sâlik’in de işte böyle gönlü Hakk’tan tam bir razı olmuş olarak hayatını sürdürmüş olmasıdır, eğer bir parça “neden niçin” gibi soruları olursa sarı rengi başka nefs renkleriyle karışmış olur. Bu da istenmemektir.
“işte dediler, şimdi hak ile geldin,” Bütün hükümler meydana çıkınca ve daha başka şüpheli bir şey kalmayınca sorularına makul cevap bulan kavm bu hadiseden mutmain olunca istenilenden râzı (nefs-i râdiyye) olarak “şimdi hak ile geldin,” yani şimdi “Hakk esmâsı” ile geldin. Bu âlemlerin hakikati bâtını Hakk, zâhiri ise halk’tır. Şimdi aklımız erdi dediler.
“bunun üzerine o bakareyi boğazladılar,” Bundan evvel Mûsâ (a.s.)
Tur dağında, Tevrât-ı Şerîf-i almak için Rabb’i nin huzuruna çıkınca kavminin içinde bulunan Sâmirî isimli bir kuyumcu tarafından altından yapılan (icl) bir buzağı heykelene tapmaya başlamışlardı. Tur dağından inen Mûsâ (a.s.) onların bu halini görüp yanlış yaptıklarını kendilerine bildirmek için o buzağı heykelini ataşe atıp yakmış idi. Ve bu şekilde olan hadiseden ibret alınsa idi daha sonra meydana gelen bakara hadisesi olmayabilirdi. Ben-î İsrâîl burada bir bedel ve bakara hadisesinde de bir büyük bedel
172
ödemek zorunda kalmazlardı. İlk buzağıyı (icl) Mûsâ (a.s.) ateşe atarak öldürmüş-yok etmiş, bakara’yı ise zor da olsa kavmi öldürmüş-boğazlamıştır. İşte bir sâlik’te levvâme mertebesinde olan nefsini kesip Hakk’a kûrb’ân ettikten sonra Cenâb-ı Hakk’ta onu derisi dolusu altınla doldurup mülhime, mutmeinne ve râdiyye mertebelerine doğru yoluna devam ettirir.
(İcl) buzağı hadisesi Kûr’ân-ı Kerîm (2/92) “o buzağayı (tanrı) edinmiştiniz.” (2/93) “yüreklerinde o uzağayı içirildiler-buzağı sevgisi yüreklerine içirildi.”
İşte bu ve benzeri Âyet-i Kerîmeler Ben-î İsrâîl’in içinde bulunduğu rûh halinin hakikatini açık olarak ifade etmektedir. Uzun süre yaklaşık (400) sene kadar, bu süre içerisin de Mısırlıların “bakara” kültüründen ne kadar çok etkilendikleri açık olarak görülmektedir. İnsanların şartlanmışlık ve alışkanlıklarından kurtulması oldukça zor olmaktadır. Bu Âyet-i Kerîme’lerin kendi genel seyri içinde çok daha geniş izahları vardır, yeri olmadığı için bu kadarla bırakıyoruz, daha çok araştırmak ve bilgi almak isteyenler tefsirlere bakabilirler. İşte onlar da bu zorluklar yüzünden, “ki az kaldı yapmıyacaklardı.” Onlar için ve bir sâlik içinde gerçekten bu işi yapmak oldukça zordur. Bu iş ancak bir Ârif tarafından yönlendirilerek tatbik ettirilebilir, işte Mûsâ (a.s.) da onların Ârif bir (Rasûl) leri idi buzağıyı kendi yok etti, bakarayı ise kavmine tavsiyeleri ile tanıttı, buldurdu ve yok ettirdi. İşte bizde de Kûrb’ân bayramının hakikati, nefs bakarası’nın Kâmil bir mürşit-Ârif’in telkin ve sâlik’in kendi irade gücünü oluşturmasıyla, zâhir de inek-bakara’sını bâtın da ise nefsi levvâme bakarasını kûrb’ân ettirmesi dir. Gerçek kûrb’ân bayramı da budur.
Zâhiren ise bakara kesilir kıyma ve ete dönüştürülür, daha sonra onu ibadet ehli bir kimse yer ondan aldığı gıda ile namazında (rükû) eder ve orada “Sübhane Rabb’iyel azîm) diyerek Rabb’i ni tenzîhi yönden tesbîh eder, ve bu haliyle şeklen bakara sûretindedir ama kendisi aslen insândır. Ve şahsında (hay) olan bakarayı Hakk’ın
173
huzuruna İnsân şekliyle çıkarmıştır, Çünkü onun bir uzvunu yemiş o bakara kendisinde fâni olup ona güç kaynağı ve dilinde dua ile tesbih olmuş bakara, insân mânâsına intikâl ederek onun varlığında Mi’râc etmiştir. İşte bu yüzden Bakara ondan (râzı batınen de sarı) olmuş, onu bünyesinde gizleyerek Mi’rac ehli olmasını sağlayan insân da (merzi) râzı olunmuşlar’dan olmuştur.
Namazın bilindiği gibi dört mertebesi vardır, bunlar kıyam, rükû secde, ve kâde-tahiyyattır. Kıyam İbrâhîmiyyet, rükû Mûseviyyet, (2/43) “ve rükû edenler ile beraber rükû ediniz.” secde İseviyyet, kâde-tahiyyat ise Muhammediyyet’tir. Diğer taraftan, kıyam Hakk’ın huzurunda bitkilerin insân tarafından temsilciliği, rükû hayvanların temsilciliği. secde mâdenlerin temsilciliği, kâde-tahiyyat, ise insân oğlunun, namaz kılanın kendinin temsilciliğidir. Görüldüğü gibi Bakara ile insân oğlunun birlikteliği günümüzde de olduğu gibi ezelîdir. Ve ayrı iki gibi görülen aslında tek olan bir yaşantıdır. Ayrıca insân’a başlarda hayvân-ı nâtık “konuşan hayvan” denir. Bu mertebesi itibariyle onlarla müşterek değerdeyiz ve ortak pek çok değerlerimiz vardır. Ancak İnsânın bu halinden gerçek kendi aslî haline-mertebesine, yükselmesi gerekmektedir. Bunun ilk aşaması hayvân-ı nâtık “konuşan hayvan” dan (nefs-i nâtıka-konuşan nefs’e) oradan, (İnsân-ı nâtık’a-konuşan İnsân’a) oradan, (Kûr’ân-ı nâtık’a-konuşan Kûr’ân’a) ulaşılması gerekmektedir. İşte genel olarak bakara Sûresinin Mûseviyyet mertebelerinin de bulunduğu İnsân-ı Kâmil-in mertebeleri’dir.
Dostları ilə paylaş: |