Bilim ve Sanat’ın Benzerlikleri



Yüklə 66,96 Kb.
tarix06.03.2018
ölçüsü66,96 Kb.
#44561
növüYazı

Mantık, Matematik ve Felsefe IX.Ulusal Sempozyumu

Foça, eylül/2007



Sanat Öldü mü?

Bilim Yaşıyor mu?
Timur KARAÇAY

Başkent Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi

İstatistik ve Bilgisayar Bilimleri Bölümü

Bağlıca Yerleşkesi, 06530, Etimesgut-Ankara

Telf. 0312-2341010 / 2118, Fax. 0312-2341041

e-posta: tkaraçay@baskent.edu.tr


ÖZET

Bu yazı, uzun zamandır ortaya atılan “Sanat öldü mü?” sorusuna yanıt ararken, sanatın ve bilimin niteliklerini, benzer ve farklı yanlarını ortaya koymaktadır. Bunu yaparken, esas olarak, Tolstoy’un yaptığı tanımdan hareket ederek, sanatın insan hayatı için elzem olduğu ya da zevk alma aracı olduğu saplantısından kurtularak, onun, insandan insana bir ilişki olduğu düşüncesinden hareket etmektedir. Sanatın daima yerel ve öznel (subjective), bilimin ise daima evrensel ve nesnel (objective) kalması onlar arasındaki temel farklılığı yaratır. Bilim ve sanat ortaya çıkışlarında özgür idiler, ama çağımızda her ikisi de güdümlüdür, özgürlüklerini yitirmişlerdir. Bir yandan, sanatın, kendi kendisini ihtişamlı bir kaleye hapsettiği, bilimin açtığı geniş ufuklara açılamadığı tezini ileri sürerken, öte yandan, bilim ve sanatın, insan aklına ve yaratıcılığına sınır konamayacağı gerçeğini yüzyıllardır sergilemeye devam ettiklerini vurgulamaktadır. Canlı her bünye gibi, bilim ve sanat evrimler geçiriyor; öyleyse yaşıyorlar. Yeryüzünden cehaleti yok edeceksek, sanatın hapsedildiği o muhteşem kaleden çıkıp, bilimin açtığı geniş ufuklara açılmasını sağlamalıyız.

Anahtar Sözcükler : Bilim, bilimsel bilgi, bilgi üretimi, sanat, sanatın nitelikleri.

1. Sanat Öldü mü?

Sanat Nedir?

- Sanat öldü mü?

Uzun zamandır ortada dolaşan bu soruya kısa bir yanıt verelim:



- Hayır, ama!...

Bu yanıtın “hayır” kısmının verdiği mesaj çok açıktır. “ama” kısmı farklı bakış açılarından açıklamalar gerektirir. “Sanat öldü!” diyebilmek için, sanatın günün birinde doğduğunu ve yaşadığını söyleyebilmeliyiz. İnsanlar yüzyıllardır sanat üzerine düşünüyor, konuşuyor, yazıyor ve onunla uğraşıyor. Öyleyse sanat denen bir şey geçmişte yaşamış ve ömrü bitmiştir ya da halen yaşamaya devam etmektedir. Sanat ölmüş olsa da yaşıyor olsa da “Sanat ne zaman doğdu?” sorusu yanıt bekler. Bu sorunun yanıtı, “sanat” ın tanımına bağlıdır. Oysa, üzerinde mutabakat sağlanan bir “sanat” tanımı yoktur. Tanımların çoğu felsefe ve bilim tanımlarıyla da ilişkilidir. Konuya çok geniş açıdan bakanlar vardır:



  • Bilimi ve sanatı yaratan insandır!

  • En geniş entelektüel anlamıyla her şey sanattır.

  • En geniş pratik anlamıyla her şey bilimdir.

Bu geniş açı içerisinde bilime ve sanata bir doğum günü seçilemez. İnsanın tarih öncesi zamanlarda avlanmak, korunmak, barınmak gibi yaşamsal gereksemelerini karşılamak için yaptığı her şey bilimdir ve sanattır. Bu genellemeyi yapanları anlamak mümkündür, ama böylesine geniş bir paradigma, insanı öteki canlılardan ayıran nitelikleri sınıflandırmamıza engel olacağı gibi, insanda “erdemi” yaratan faktörleri de belirsiz kılar. İnsan yaşamına etki eden faktörleri nitelikleri açısından kategorize edebilmek için, bakış açımızı daraltmamız gerekir. Tarih öncesi dönemlerden kalan mağara çizikleri, taş yontmalar, pişmiş toprak tabletleri gibi objeler, elbette insanın yaratıcılığını sergiliyor ve bizde farklı duygular yaratıyor. Bu duygular estetik ve güzellik ile ilgili midir? Yoksa, bize birer mesaj mı iletiyorlar? Bizde uyandırdıkları bir zevk duygusu mu? Acaba binlerce yıl önceki insanın becerisine hayranlık mı duyuyoruz? O insanların nasıl zor koşullar altında yaşadığına üzülürken, o dönemlerde dünyaya gelmemiş olmakla ne kadar şanslı olduğumuzu mu düşünüyoruz?

Sanat duygu ileten araçtır

Tolstoy’a göre, sanatı doğru tanımlamak için, her şeyden önce, onun insan hayatı için elzem olduğu ya da zevk alma aracı olduğu saplantısından kurtulmak gerekir. Bunu yaptığımızda, sanatın insandan insana bir ilişki olduğunu göreceğiz.

Gülen birisi karşısındakini de neşelendirebilir. Ağlayan birisi karşısındakini de üzüntüye sevkedebilir. Öfke ya da heyecana kapılanı gören bir başkası da benzer duyguya kapılabilir. Birinin söz ve davranışlarındaki sevinç, sükünet, kararlılık, güven, hüzün, asabiyet ve huzursuluk gibi duygular karşıdakine de sıçrar. Birisinin acıyla inlemesi veya kıvranması onu göreni acıma duygusuna sokar. Birinin bir nesne, bir kişi, bir olay hakkındaki hayranlığı, bağlılığı, korkusu, saygısı ya da sevgisi onu izleyenlere de geçer. Bir kişinin sözleri ve/veya bedensel davranışları karşı tarafa duygu iletmenin en iyi aracıdır. Elbette karşı tarafa iletilebilen duygunun şiddeti, karşıdakinin duygu ve düşünce edinme deneyim ve yetisiyle sınırlıdır. Bazan ağlayan birisi karşısındakini güldürebilir. Birinin sevinci başkasını üzebilir. Duygu ve düşünceleri ileten aracılar söz ve eylemdir.

Öte yandan, insandan insana duygu iletimi anlık bir olaydır. Duygu, verici tarafından alıcıya ancak belli ve sınırlı bir zaman aralığında tranfer edilir; anlık bir olgudur, sürekli olmaz, tekrar etmez.

Peki, insan, bir anlık duygusunu ilelebet yaşatmak isterse , ne yapabilir? Akla gelen olasılık şudur: O duyguyu sürekli taşıyacak bir obje yaratabilir mi?

Başka bir deyişle, gerçek duyguyu taşıyan insanın yerine onu temsil eden bir obje konulabilir mi? Örneğin, ağlayan birinin yerine onun yağlı boya resmini veya fotoğrafını koysak aynı etkiyi yaratır mı? Hüzünlenen birinin rolünü üstlenen aktör aynı etkiyi yaratabilir mi? Kanlı bir savaşı tasvir eden resim, şiir veya filim, o savaşı yaşayan birinin duyduğu dehşeti, korkuyu, endişeyi yansıtabilir mi? İletilen duygunun şiddeti ve belki niteliği biraz değişse bile, bu işin yapılabildiğini örneklerden biliyoruz.

Artık genellemeyi yapabiliriz: İnsanın anlık bir duygusunu soğuran ve onu aslı gibi başkalarına yansıtan bir obje yaratıldığında, ona “sanat eseri” diyoruz. Burada sanat eserinin işlevi duyguya süreklilik kazandırmaktır. Çünkü, ağlayan insanın ilettiği duygu anlıktır. İnsan o duyguyu sürekli taşıyamaz, dolayısıyla devamlı iletemez. Ama o anın resmi aynı duyguyu sürekli taşır ve resme her bakana transfer eder. Şiir her okunuşta şairin o anlık duygularını yeniden sergiler, ama şair o duyguları bir daha yaşayamaz.

Her sanat yapıtı, onu algılayan her kişiyi o yapıtı yaratanla, yaratmakta olanla, onu şimdi ya da önceden algılayan ya da daha sonra algılayacak olan herkesle bir tür ilişkiye sokar. Buna sanatın etkisi ya da izlenimi diyoruz.



Düşünce iletimi

Düşünce iletimi, duygu iletimi kadar kolay ya da kendiliğinden olan bir eylem değildir. Duygunun iletilmesi için, duyguyu verenin ve alanın özel çabalar sarfetmesi gerekmiyor. Her ikisi de doğal ortamlarında iken duygu transferi kendiliğinden oluyor. Oysa, düşüncesini iletmek isteyenin bu iş için özel çaba harcaması gerektiği gibi, düşünceyi alacak kişinin de benzer ya da daha büyük bir çabayı harcaması gerekir. Çoğunlukla, karşımızdaki insanın söz ve davranışlarından gerçek düşüncesini çıkaramayız.



Sanat öldü diyenlerin dayandığı başlıca argümanlar şunlardır:

  1. Herhangi bir konuda ilk sanat eserini yaratan kişi, bir sanat eseri yapmak için işe koyulmadı; o sadece bir mesaj iletmek istiyordu. O mesajını, bu gün adına sanat eseri dediğimiz resim, heykel, müzik, şiir, trajedya gibi bir iletişim aracıyla ifade etti. Ondan sonra, onu taklit ederek benzer işi yapanlar, ilk sanatçının amacından sapmıştır. Özellikle, Rönesans zamanında ortaya çıkan “güzel” ve/veya “estetik” nitelemelerine sahip eserlerden sonra “sanat yapmak için sanat eserleri yapılmaya başlandı”. Bir duygu ya da mesaj ileten ilk sanatçının, bir eser yaratıp ondan ekonomik çıkar sağlama düşüncesi yoktu. Ama bu gün sanatçıların büyük çoğunluğu eser yaratarak geçimlerini sağlamaktadırlar veya öyle olmayı istemektedirler. Dolayısıyla, yarattıkları ya da yaratacakları sanatın varlık nedeni olan bir “duygu veya mesaj iletme” amacı yok olmuştur.

  2. Sanat otoritelerin emri altına girmiştir. Onu yönlendirenler arasında devletler, inanç kurumları, meslektaşlar, koleksiyoncular, galeriler, eleştirmenler ve hattâ halkın beğenisi vardır. Dolayısıyla, sanat daima özünde var olması gereken özgürlüğü’nü yitirmiştir. O, artık siparişle üretilen bir ticari metadır.

  3. Konuya daha felsefi açıdan yaklaşanlar da vardır. Gerçek sanat, sanatçının iletmek istediği mesajı kendi hayalinde canlandırmasıdır, o sanatçının içindeki imgelemdir. Sanatçı mesajı ilettiğinde, yani sanat eserini yarattığı anda, sanatçının içindeki imgelem yok olur. Dolayısıyla, o sanat eseri yaratıldığı an ölmüş sayılmalıdır.

  4. Sanatı duygu ileten bir araç olarak aldığımızda, onun büyük ölçüde içinde bulunduğu kültüre bağlı olduğunu görüyoruz. Öte yandan, kültürü yaratan ve besleyen şey de sanattır. Başka bir deyişle, sanat ile kültür arasındaki ilişki, yumurta ile tavuk arasındaki ilişki gibidir. Kimin kimi yarattığı belirsizdir. Örneğin, orta avrupa kültürünün yarattığı ve adına klâsik müzik dediğimiz sanat türü dünyanın başka yerlerinde yaratılmadığı gibi, başka yerlerdeki kültürlere de mal edilememiştir. Kilisenin yarattığı mimari tarz, başka dinlerin mimari tarzlarını egemenliği altına alamamıştır. Resim için de aynı şey söylenebilir. Motzart’ın bir senfonisini dinlemek Toros dağlarında yaşayan bir çobana eziyet olabileceği gibi, onda coşku yaratan davul-zurna sesi bir Viyanalıyı “irritate” edebilir. Başka bir deyişle, sanat eserinin değeri, hitap ettiği kişinin kültürüne bağlı olarak değişkenlik gösteriyor. Bu demektir ki, sanat, daima yerel kaldığı gibi, algılayıcılar üzerinde farklı etkiler yaratıyor. O halde, sanat evrensel olamamıştır.

  5. En genel tanımlarıyla aldığımızda, sanat ve bilim birlikte yola çıktılar. İkisinin de amacı insanın refahı ve mutluluğu idi. 17.yüzyıla gelindiğinde yolları ayrıldı. Sanat bilimi umursamaz oldu, onun başarılarına arkasını döndü. Bilimin ulaştığı engin ufuklara açılmak yerine, kendisini ihtişamlı bir kaleye hapsetti. O kaleye sanat dünyası dışındakiler ulaşamıyor, ama sanat da o kalenin dışına çıkamıyor. Sanatçı, o hapishanede volta atmayı sanatın özgürlüğü sanıyor. Oysa, kalenin dışındaki gerçek dünya onları bekliyor.

  6. Sanat, yüzyıllardır inanç kurumlarına verdiği desteğin çok azını bilime verme cömertliğinde bulunsa, insanoğlu bilimsel bir çağa girebilir.

  7. Motzart’ın Dokuzuncu Semfonisini kusursuz icra ettirecek bilgisayar programları yazılabilir, o programı koşturacak bilgisayarlı çalgı aletlerinden oluşan bir sanal orkestra oluşturulabilir. Böylece, insan unsuru girmeden Dokuzuncu Semfoni kusursuz icra edilebilir. Bu icra ediliş, en iyi canlı orkestraların yaptıklarından daha mükemmel olabilir. Yapılan ayrımı bilmeyen uzaktaki birisi canlı orkestrayı ve sanal orkestrayı dinlediğinde, sanal orkestradan daha çok zevk alabilir. Bu gün mimari tasarımlar yanında sanayi ürünlerinin tasarımını yapan bilgisayar programları yazılmıştır. Bunların ortaya koyduğu tasarımlar, estetik değere sahiptir ve insanın zevkini okşamaktadır. Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür. Bu olgu geliştikçe, sanatı yaratanın insan olduğu iddiası gücünü yitirmektedir.

Bu argümanlar, sanata bakış açımıza göre çoğaltılabilir ya da azaltılabilir. Sanatın tanımından çok onun işlevine bakarak, bu argümanların çoğunu giderebiliriz.

En başta söylediğimiz en genel tanıma dönersek, etrafımızda insan yapısı her şey sanattır, yeter ki bize bir duygu iletiyor olsunlar. Giysilerimiz, ev eşyalarımız, yollarımız, köprülerimiz, binalarımız, salonumuzdaki tablo, parktaki heykel, vb. objeler bize etkiyorsalar birer sanat eseridir. Sanat sürekli değişim halindedir ve “subjective” dir; yani karşısındakine ilettiği duygu onu algılayan kişiye bağlıdır. O nedenle sabit bir işlevle tanımlanamaz. Böyle oluşu onu başka objelerden ayıran bir niteliktir, bir çeşitlilik, bir zenginliktir.



Sanatın öğeleri

Sanat biçim ve içerik ’ten oluşur. Biçim dediğimizde sanatı oluşturan öğeleri, tasarım ilkelerini ve sanatı taşıyan materyali anlayacağız. Örneğin, bir resimde kullanılan renk, mekân, çizgiler o resmin öğeleridir. Işık, gölge, orantı, vurgu ise resmin tasarım ilkeleridir. Resimde kullanılan renkler, fırçalar ve nihayet resmi taşıyan canvas resmin materyalidir. Hangi sanat eseri olursa olsun, onun biçimi daima belirlenebilir.

Sanat eserinin içeriğini üç öğeden oluşturabiliriz:


  1. Sanatçının iletmeye niyetlendiği mesaj,

  2. Sanatçının iletmeyi başarabildiği mesaj,

  3. İlk ikisine mesajı algılayanın verdiği tepki.

Birinci öğe, sanatçının içinde bulunduğu paradigmaya, kültüre, geleneklerine ve bilgisine doğrudan bağlıdır. İkinci öğe sanatçının yeteneği ile doğru orantılıdır. Üçüncü öğe ise, algılayanın bilgisine ve içinde bulunduğu kültüre bağlıdır.

Bütün bunları göz önüne aldığımızda, bir sanat eserinin biçimi ve mesajı iletmedeki başarısı üzerinde mutabakata varmak mümkün olabilir görünüyor. Ama, sanat eserinin içeriğini oluşturan birinci ve üçüncü öğelerde mutabakat ancak aynı kültür içinde ve denk bilgiye sahip olanlar arasında sağlanabilir.



2. Bilim Yaşıyor mu?

-Bilim yaşıyor mu?

sorusu, esasta var olmayan bir sorudur. İçinde yaşadığımız bilgi çağının bilimsel bilgilerle oluştuğunu bilmeyen yoktur. Dolayısıyla, kimse bilimin yaşadığından şüphe etmiyor ve yukarıdaki soruyu sormuyor. Soruyu buraya alışımızın iki nedeni var: Birincisi, sanat için sorulduğunda normal karşılanan bu sorunun bilim için anormal sayılmasının, sanat ile bilim arasındaki farklardan birisini ortaya koymasıdır. İkincisi, aynen sanatta olduğu gibi, başlangıcından bu güne kadar bilimin niteliklerinde değişimlerin ve başkalaşımların olduğunu vurgulamaktır.



Bilimsel bilgi nedir?

İnsan denen varlığın çok değişik tanımlarından birisi der ki “insan, bilen varlıktır”. İnsanın bilebilmesi için, öncelikle, bileceği bilginin varolması gerekir. Bilgi doğada kendiliğinden oluşmuyor. Bilgiyi insan üretiyor. Bilimin asıl uğraş alanı doğa olaylarıdır. İnsanoğlu, doğaya egemen olmak istiyor, doğal güçleri denetim altına almak ve yönlendirmek istiyor. Doğal afetleri önlemek, hastalıkları yoketmek, refah içinde yaşamak istiyor. Bunun için, varoluşundan beri tükenmez bir tutkuyla ve sabırla uğraşmaktadır. [Bu uğraş, üstünde yaşadığı dünyayı onarılamayacak biçimde tahrip ediyor da olabilir.] Geçen bunca zaman içinde, bilgi üretme sürecinin belirli araçları, yöntemleri ve denetim mekanizmaları oluşmuştur. Konuyu daha iyi açabilmek için, şu sorulara yanıt aramalıyız.



  • Bilgi neyle üretilir?

  • Bilgi nasıl üretilir?

  • Doğru bilgi nedir? Yanlış bilgi nedir?

  • Bir bilginin doğruluğuna ya da yanlışlığına kim, nasıl karar veriyor?

Şimdi bunlara kısa yanıtlar vermeye çalışalım. Kısa diyoruz, çünkü bunların her birisi için düşünürler ciltler dolusu sözler söylemişlerdir.

Bilgi üretmek için kullandığımız iki önemli aletimiz vardır: dil ve mantık. Dil, yalnızca bir iletişim aracı değil, düşünmenin ve bilgi üretmenin de ‘olmazsa olmaz’ aletidir. Binlerce yıllık bir süreç sonunda, akıl yürütme sanatı dediğimiz mantığın kesin (matematiksel) kuralları oluşmuştur. Başlangıç olan Aristoteles Mantığı’nın taşıyıcı ortamı (media) dil olduğu gibi, Matematiksel Mantık, Boole Mantığı, Sembolik Mantık gibi adlar alan ve değişik versiyonlara ayrılan biçimsel mantığın taşıyıcı ortamı da dildir. Çünkü, biçimsel mantık kendine özgü işaretleri kullanır ve o işaretler koleksiyonu bir dildir.

Çoğu kişinin sandığının aksine, bilgi üretme yöntemlerimiz çok fazla değildir. Yalnızca iki yöntemimiz vardır: Tümdengelim ve tümevarım.

Tümdengelim

Tümdengelim (akıl yürütme), tümel bir önermeden tikel önerme çıkarma eylemidir. Örneğin, fizikte genel çekim yasasını biliyorsanız, uzaya fırlatacağınız bir uydunun istenen yörüngeye oturması için, nereden, hangi hızla, hangi eğimle fırlatılması gerektiğini de hesaplayabilirsiniz. Tümdengelimi en etkin kullanan bilim dalı matematiktir. Tümdengelimde kritik bir noktayı vurgulamak gerekir. pq (p önermesi q önermesini gerektirir) bir akıl yürütmedir. Tümdengelimin bu basit çıkarım kuralı, p öncülünün doğru olup olmadığını araştırmaz. p öncülünün doğruluğunu göstermek mantık bilim dalının değil, ilgili başka bilim dallarının işidir. O yalnızca, “p doğru ise q da doğrudur” der. Örneğin, “Bu bardaktaki sıvı su ise, içinde hidrojen ve oksijen atomları vardır.” önermesi mantık açısından doğrudur. Ama o bardak içindeki sıvının su olup olmadığı sorusunu yanıtlamak mantığın değil, kimya biliminin işidir.

Bu kritik nokta nedeniyle, bazı düşünürler tümdengelimi bilimsel bilgi üretme aracı olarak kabul etmez. Bunda ortaçağ kilisesinin, tümdengelimi ustalıkla kendi dogmalarını egemen kılmak için kullanmış olmasının etkisi büyüktür. Ancak, p öncülünün doğruluğunu garanti edebildiğimiz zaman, tümdengelim yöntemi daima doğru sonuca ulaşır. Bu niteliği ile tümevarım yönteminden daha kesindir. Başka bir bakış açısına göre, tümdengelimi ortadan kaldırdığımızda, mantığın, yani akıl yürütme sanatının da ortadan kalktığını görürüz. Deney ve gözlemlerden genel sonuçlara ulaşmak için bile tümdengelimin usavurma yöntemlerine ihtiyacımız vardır.

Dolayısıyla, deney ve gözlemin yapılamadığı zamanlarda akıl yürütmeyle bilgi üretirken; yani pq akıl yürütmesini kullanırken, p öncülünün doğruluğunu garanti edebilmeliyiz.



Tümevarım

Tümevarım, tikel önermelerden tümel önerme oluşturma yordamıdır. Felsefi deyimiyle öznelden nesnele geçiştir. O, gözlem, deney, hesap vb. yollarla bir doğa olayının genel yasasını kurmaya çalışır. Tümevarım ilkesi bilim ve teknikte, başlıca bilgi üretme aracı olmuştur ve bu işlevini sürdürmektedir. Fizik, kimya, biyoloji gibi temel bilimlerde edindiğimiz doğanın bilgilerini tümevarım yöntemine borçluyuz.



Bilimsel Bilginin Oluşumu

Bilgi üretme yöntemlerini doğru kullandığımız zaman doğru bilgilere ulaşacağımız açıktır. Ama bu süreçlerin doğru işlediğini nasıl anlayacağız? Yüzyıllar süren bilgi üretme sürecinde, bilim, kendi niteliğini, geleneklerini ve standartlarını ortaya koymuştur. Bu süreçte, çağdaş bilimin dört önemli niteliği oluşmuştur: çeşitlilik, süreklilik, yenilik ve ayıklanma. Bizi doğru bilgiye ulaştıran bu dört niteliktir. Bunları kısaca açıklamaya çalışalım.



Çeşitlilik: Bilimsel çalışma hiç kimsenin iznine bağlı değildir, onun üzerinde tekel kurulamaz. Bilim herkese açıktır. Dil, din, ırk, ülke tanımaz. Böyle olduğu için, bilimin konularına ve bilim yapacak olanlara sınır konulamaz.

Süreklilik: Bilimsel bilgi üretme süreci durmaz. Devletler ve hattâ dinler yasaklamış olsalar bile, bilgi üretimi hiç durmamıştır; bundan sonra da durmayacaktır.

Yenilik: Bir evrim süreci içinde her gün yeni bilimsel bilgiler, yeni bilim alanları ortaya çıkmaktadır. Bilimsel bilgi havuzuna, herhangi bir anda tekniğin verdiği en iyi imkânlarla gözlenebilen, denenebilen ya da var olan bilgilere dayalı olarak usavurma kurallarıyla geçerliği kanıtlanan yeni bilgiler eklenir.

Ayıklanma: Bilimsel bilginin geçerliği ve kesinliği her an, isteyen herkes tarafından denetlenebilir. Bu denetim sürecinde, yanlış olduğu anlaşılan bilgiler kendiliğinden ayıklanır, onun yerini varsa yenisi alır. Bu süreç Potter’in yanlışlanma (falsification) sürecidir.

Bilgiyi Doğrulamak

Bilim dogma değildir. Bilimde inanca yer yoktur. Descartes’in deyişiyle o, “herşeyden şüphe eder”. Bilimin gücü o şüphede yatar. Matematiksel bilimlerde akıl yürütmeye (tümdengelim) dayalı olarak bilginin doğruluğu ispat edilebilir. Ama deneysel bilimlerde bilginin doğruluğunu ispatlamak her zaman mümkün olmaz; ama şüphe edilen bilginin yanlışlanmasına (falsification) çalışılır.

Deney, gözlem veya akıl yürütmeyle üretilen bir bilgi, bilimsel bilgi havuzuna girer. O havuz dergiler, kitaplar, sempozyumlar, konferanslar, konuşmalar gibi her türlü yayın ve iletişim araçlarıyla gelen bilgilerden süzülerek oluşur. Bilimsel bilgi havuzuna giren her bilgi, o andan itibaren daima dünyadaki herkesin denetimine (şüphesine) açıktır. Bilgi havuza girerken nasıl üretildiği de belli olmalıdır. Nasıl üretildiği belli olmayan dogmatik söylemler bilimsel bilgi havuzuna giremez. Her isteyen o yöntemleri şüpheyle inceleyebilir. Deney ve gözlemleri tekrarlayarak doğru olup olmadığını denetleyebilir. Deney ve gözlemlerden çıkarılan sonuçların mantık açısından doğru olup olmadığı, bilinen öteki bilgilerle çelişip çelişmediği denetlenir.

Bunu başka türlü söyleyelim. Deney, gözlem veya akıl yürütmeyle bilgi üretme süreci tekrarlanabilir olmalıdır. Yani sizin, bilimsel bilgi diye havuza koyduğunuz bilgiyi, aynı yöntemlerle başkaları da üretebilmelidir. Aynı deney ve gözlemi tekrarladığında aynı sonuçların (veri, data) çıktığını görebilmelidir. Örneğin, siz bir embriyonun gelişimini gözlemleyip bir takım sonuçlara ulaştıysanız, aynı deneyi aynı koşullarda başkaları da yapıp aynı sonuçlara ulaşmalıdır. Verilerinizin yanlışlığı, nitelik veya nicelik olarak yetersizliği ortaya çıkarsa, ya da elde edilen verilerden vardığınız yargıda mantıksal hata varsa, yanlışınız hemen ortaya çıkar ve dolayısıyla ürettiğiniz bilgi havuzda barınamaz. O tür bilgiler kendiliğinden dışarı atılmış olur. Burada bilimsel bilgiyi güçlü kılan nokta şudur. Bir bilginin bilimsel bilgi havuzuna girmesine engel olabilecek hiç bir otorite yoktur. Aynı şekilde, bir bilginin havuzdan atılmasına karar veren bir otorite de yoktur. Yanlışlığı gösterilen bilgiye kimse itibar etmez, kimse onu kullanmaz, kendiliğinden değerini yitirmiş olur.

Bunun bir istisnası, doğruluğu tahmin edilen, ama ispatlanamayan “conjecture” (tahmin) lerdir. Conjecture havuza girmeye aday bir bilgidir; bir anlamda bir sorudur. O soruyu yanıtlamak için ilgili bilim adamları kolları sıvayıp işe koyulur. Bazan “conjecture” un doğruluğu ya da yanlışlığı hemen ispatlanabilir. Bazan da on yıllar hattâ yüz yıllar boyunca ispatlanamayabilir. Uzun süre ispatlanamayan “conjecture” lar, çoğunlukla önemli yan ürünler verirler. Onu doğrulamak ya da yanlışlamak için çalışan bilim adamları, araştırmaları esnasında ortaya çıkan ama ondan çok farklı olan yeni bilgiler üretebilirler. Matematikte ve fizikte bunun pek çok örnekleri vardır. Fermat problemi, Röntgen ışınları buna iyi örnek oluştururlar.

Bütün bu söylediklerimiz, bilimsel bilgi havuzundaki bilgilerin yenilenme ve ayıklanma sürecidir. Bilimin gücü buradan gelir. Daima denetleniyor, ayıklanıyor, çeşitleniyor ve yenileniyor. Ama bu sürece, bilgi üretiminin kendisinin apaçık yöntemleri dışında hiç bir güç etki edemiyor.

Tabii, depremler, su baskınları vb. tekrarlanamayacak ya da deneyi yapılamayacak doğa olayları vardır. O durumlarda tümevarım değil, tümdengelim (akıl yürütme) kullanılacaktır. Örneğin, gelecekteki bir depremin konumunu, şiddetini, yapabileceği tahribatı vb. tahmin ederken, pq akıl yürütmesini kullanacağız. Bu iş için, önceki depremlerle mukayese ederek p öncülü için iyi bir tahmin yapmak düşünülebilecek yollardan birisidir. Ama, bunun bir tahmin, bir olasılık olduğunu, gerçeğe uymayabileceğini daima biliyor olacağız.

Bilimsel Teori Nedir?

Bir paradigma içinde bir bilgi üretmek ile var olan paradigmaların dışına çıkıp yeni bir teori yaratmak arasında büyük fark vardır. Bilimsel teori yaratma olgusunu astronomi ve fizikteki gelişmelerle açıklamaya çalışalım.

İnsanoğlu varoluşundan beri gök cisimlerinin hareketlerini merak etmiş, onları gözlemiştir. Babil, Mısır ve Helen uygarlıklarının evrenin yapısını anlamak için büyük çaba harcadıkları bilinir. İznik (Nikea) doğumlu Hipparkos (M.Ö. 190-120) yüzlerce yıldızdan oluşan bir katolog derlemiş ve yıldızları parlaklıklarına göre altı sınıfa ayırmıştır. İskenderiyeli Batlamyus [Klaudyos Ptolemayos (MS ~85-165)], uzun yıllar süren gözlemlerden sonra, bir evren modeli oluşturmuş; geniş astronomik ölçüm cetvelleri ve bir yıdız kataloğu hazırlamıştır. Büyük Bileşim (Arapça: Kitab el Macisti, Latince: Almagest, Yunanca: Mathematike Syntatksis) adıyla bilinen bu eser Yunan ve Babil uygarlıklarının gökbilim bilgilerinin bir derlemesidir. Derlemenin çoğu kendisinden önce yaşamış olan Hipparkos'a dayanır. Batlamyus, Dünya merkezli (geocentric) bir Güneş Sistemi modeli önermiştir. Bu model, Nicholas Copernicus (1473 - 1543 ) ‘in güneş merkezli (heliocentric) modeline dek 15 asır boyunca Batı ve İslam dünyalarında geçerli model olarak kabul edilmiştir.

Batlamyus’tan sonra Copernicus’a gelene kadar, elbette gök cisimlerini gözleyen yüzlerce bilim adamı vardır. Örneğin, Abdurrahman el- Sûfi (903-986) ve Uluğ Bey (1395-1449) yaptıkları gözlem sonuçlarını kataloglar halinde yazmışlardır. Bu kataloglar, gök haritasında gezegenlerin ve diğer yıldızların koordinatlarını yılın zamanlarına bağlı olarak belirten verilerden (data) ibarettir. Henüz gezegenlerin güneş etrafında elips yörüngeler çizdiğinin bilinmediği çok eski zamanlardayız. O veriler gözlemcilerin bize iletmek istedikleri bilgiyi (conjecture, teori) içerir. Binlerce veriden oluşan bir katalog önümüze konulursa, çoğumuz ondan hiç bir şey anlamayız. O nedenle, gözlemci, yaptığı gözlemlerin içerdiği bilgiyi yorumlayıp, kısa bir mesaj halinde bize sunar. Bize sunulan kısa mesaj bir teori’dir. Gerçekten, Batlamyus, kataloğun içerdiği verileri yorumlamış ve dünya merkezli (geocentric) evren modelini kurmuştur. Bu teori, yanlışlığı ispat edilene (falsification) kadar geçerli kalacak bir teoridir.

Batlamyus’un geocentric evren teorisi Copernicus’a kadar ayakta kaldı. Copernicus, kendisinden önce yapılan gözlemlere, teleskopla yaptığı kendi gözlemlerini de katarak, Batlamyus’un teorisini çürüttü ve güneş merkezli (heliocentric) evren modelini kurdu. Bu modelde, gezegenler güneş merkezli çember yörüngeler çizer. Bu da bir teoridir ve yanlışlığı ispat edilene kadar geçerli olacaktır. Ama, kendisinden önce var olan geocentric evren modelini çöpe attı. Bilimde, aynı konudaki farklı iki teori eşzamanlı yaşayamazlar. Yeni teori ortaya çıkınca eski teorinin hükmü kalmaz. Bu özelik, bilimi sanattan farklı kılan başlıca niteliklerinden birisidir.

Çok geçmeden Johannes Kepler (1571-1630), bütün gözlem sonuçlarını yeniden yorumlayarak, gezegenlerin güneş odaklı birer elips yörüngelerde dolaştıkları görüşünü ortaya koydu. Bu da bir teoridir ve Copernicus’un dairesel yörünge teorisini çöpe atmıştır. Bu teoriyi kullanarak, gezegenlerin ne zaman nerede olduklarını hesaplayabiliyoruz. Teori, şimdi yeniden yapılan her gözlem sonucuyla uyuşuyor. Buna ek olarak, Newton Mekaniği ile tam uyum halindedir. Newton’un gravitasyon kanunlarından yörüngeler hesaplanabilmektedir. Başka bir deyişle, Newton Fiziği içinde Kepler’in teorisi matematik diliyle ispatlanabilir duruma gelmiştir.



Evreni açıklama çabaları

İnsanoğlunu tarih boyunca çok uğraştıran doğa olayları vardır. Hareket ve zaman bunların başında gelir. Mekanik, hareketleri açıklamaya çalışan bilimdir, dolayısıyla evrendeki hareketleri de açıklama peşindedir. Galileo ve Newton’un kurdukları klâsik mekanik kuvvet ve hareket arasındaki ilişkiyi inceler ve gravitasyonu basit bir matematik formülle açıklar. Newton Fiziği diye de adlandırılan klâsik mekanik, yakın çevremizdeki hareketleri mükemmel açıklamaktadır. Ama çok uzak gök cisimlerinin (güneş sistemleri, galaksiler) hareketini ve atom altı parçacıkların hareketini açıklamakta yetersiz kalmaktadır. Hareket’ten söz edince, işin içine ister istemez zaman kavramı da girmektedir. Ne yazık ki, evrendeki bütün hareketleri açıklayabilen bir (tek) mekanik kuram olmadığı gibi, herkesin kabul edebileceği bir zaman kavramı da yoktur. Yakın çevremizdeki hareketleri Newton Mekaniği ile, atom altı parçacıkların hareketlerini Kuantum Mekaniği ile galaksilerin hareketini de Görelilik (relativite) Kuramı ile açıklamaya çalışıyoruz. Bütün bunları açıklayan bir (tek) mekanik kuramı ortaya koyabilmek, her iyi fizikçinin hayalidir.

Evreni kavrayışımızı kökünden değiştiren Görelilik Kuramı ile Kuantum Fiziği 20.yüzyılın en büyük bilimsel bulguları arasında sayılmakla kalmaz, her biri kendi alanındaki fiziksel fenomenleri şaşırtıcı duyarlıkla belirlerler, ama bir o kadar da birbirlerinden farklıdırlar.

3. Bilim ve Sanat Arasındaki benzerlikler ve Farklılıklar

Bilim’in tanımı da sanatın tanımı kadar zordur ve üzerinde herkesin mutabakat sağladığı bir tanımı yoktur. Biz, burada “bilim” sözcüğünü oldukça genel anlamıyla algılayacağız. Bilim, fiziksel alemin daha iyi anlaşılmasını amaçlayan yeni keşifler yapmaya yönelik faaliyetlerin bütünüdür. Bilim camiası, keşif faaliyetlerine “araştırma” der. Aslında araştırma bilimin çok küçük bir parçasıdır, ama öteki bilimsel faaliyetler onun etrafında oluşur. Öteki bilimsel faaliyetler çok çeşitlidir. Hemen aklımıza geliverenler şunlardır: bilim politikası, bilim kurumlarının ve bilim adamlarının yönetimi, bilimsel yayıncılık, bilimsel gazetecilik, bilim öğretimi, sanayi üretiminin bilimsel açıdan denetimi (örneği ilaç üretimi, sanayi artıkları vb.).

Yukarıda söylediklerimiz büyük ölçüde sanat için de geçerlidir.

Doğal bilimlerde, sosyal bilimlerde ve sanatta yenilenme süreci daima olur, ama ayıklanma süreci her üçünde farklıdır. Doğal bilimlerde, yeni bir paradigma oluşunca, ilgili eski paradigma kendiliğinden geçersiz kalır. Başka bir deyişle, doğal bilimlerde aynı doğa olayını açıklayan farklı iki teori bir arada yaşayamaz; yanlışlanan (falsification) teori kendiliğinden ayıklanır.

Sosyal bilimlerde belli bir konuda yeni bir paradigma doğunca eskisinin geçersiz kalması zorunlu değildir. Bazan aynı konudaki farklı iki teori yan yana eşzamanlı olarak yaşayabilirler. Bazan da yeni paradigma eskisini geçersiz kılabilir.

Sanatta ise, yeni ve eski paradigmalar bir arada yaşarlar. Yeni bir sanat akımı, yeni bir sanat evresi öncekileri geçersiz veya değersiz kılmaz. Eşzamanlı yaşayan bu paradigmalar birbirleriyle uyum içinde ya da rekabet içinde olmak zorunda da değildirler. Onların her biri, çok boyutlu bir uzayda farklı boyutlarda yer alırlar.



Özgür bilim yoktur!

Bilimsel gelişmeler araştırma kurumları içinde, çoğunlukla üniversitelerde yapılır. Bu kurumlar devletten veya başka kaynaklardan destek alır; destek verenler araştırmalara yön verme hakkına ve yetkisine sahip olur. Bilim üretenler, kurumların ücretli elemanlarıdır; kurumların koyduğu çalışma düzenine ve planına uymak zorundadırlar. Özgür araştırmaların yapılması mümkün olmakla birlikte, sistemin dışına çıkmayı gerektiren bu eylem, araştırmacıları aşamayacakları engellerle karşı karşıya getirebilir. Bu açıdan bakınca, bilimin çağımızda büyük ölçüde güdümlü olduğunu, özgür ve/veya özerk olmadığını söyleyebiliriz. Buna rağmen, çağdaş üniversitelerin, güdümlü projeler dışında kalan konularda araştırmacıları özgür bıraktıkları bir gerçektir. Adına bilimsel özerklik denen bu olgu, özgür bilime vurulan gemi oldukça gevşetmektedir.



Özgür sanat yoktur!

Sanat eserlerinin yaratılışı kurumsal değil bireyseldir. Dolayısıyla, bilim adamıyla mukayese edilince, sanatçının özgür olduğunu düşünebiliriz. Ama, bu özgürlük başkaları tarafından kontrol edilir. Her şeyden önce, sanatçı mevcut paradigmalardan biri içinde harekete geçmek zorundadır, değilse sanat dünyası onu işe başlangıcında dışlar. Sanat dünyası, sanatçının, içinde hareket ettiği paradigmaya bağlı olan öteki sanatçılar, patronlar, koleksiyoncular, salonlar, eleştirmenler, kültürler gibi sanatla ilgili olan her şeydir. Sanat dünyasının zamanla yerleşmiş kuralları, gelenekleri vardır. Onlara uymayan sanatçı dışlanır. Dolayısıyla, sanatçı, içinde harekete başladığı paradigmanın oluşturduğu sanat dünyasında kendisini kabul ettirmelidir. Ancak ondan sonra, sanatta yeni bir paradigma, yeni bir akım, yeni bir evre yaratmayı deneyebilir. Ayrıca, toplumun yerleşik kültürüne uymayan sanatçıların cezalandırıldığı ülkeler az değildir. Dolayısıyla, çağımızda sanatın da güdümlü olduğunu, özgür ve/veya özerk olmadığını söyleyebiliriz. Buna rağmen, aynen bilimde olduğu gibi, çağdaş sanat kurumlarının sanatçıları yaratıcılıklarında özgür bıraktıkları ve hattâ teşvik ettikleri bir gerçektir. Adına özgür sanat denebilecek bu olgu, sanatçının özgürlüğüne vurulan gemi oldukça gevşetmektedir.



Bibliyografya

  1. Burnham, D., Immanuel Kant (1724-1804) Theory of Aesthetics and Teleology (2006), Encyclopedia of Philosophy, online.

  2. Geroch, R., General Relativity from A to B, University of Chicago Press, Chicago, 1978.

  3. Guyer, P., Kant and the Experience of Freedom, Cambridge, Cambridge University Press, 1996.

  4. Hanfling, O., Logical Positivism, Basil Blackwell, Oxford, 1981.

  5. Harre, R., The Philosophies of Science. An Introductory Survey, London/Oxford/ NY: Oxford Univ Press 1972/1976. 

  6. Hartle, J.B., Gravity: an Introduction to Einstein's General Relativity, Addison-Wesley, New York, 2002.

  7. Kuhn, T., The Structure of Scientific Revolutions, Chicago University Press, Chicago, 1973.

  8. Lorentz, H. A., On Einstein’s Theory of Gravitation: Proc. Amsterdans Acad., vol. xix. p. 1341, 1917.

  9. Mokrzycki, E., Philosophy of Science and Sociology, RKP, London, 48-67, 1983,

  10. Popper, K., The Logic of Scientific Discovery, Harper & Row, New York, 1965.

  11. Sakurai, J.J., Modern Quantum Mechanics, Addison-Wesley, New York, 1994.






Yüklə 66,96 Kb.

Dostları ilə paylaş:




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin