Bir Erkek ve Bir Kadın Baskın Oran
Claude Lelouch’un o enfes yapıtı değil sözünü ettiğim; bu bir yerli yapım. Ama baştan sona “3 D” olarak seyredenlerden biri olarak söyleyeyim, daha az sanatkârane değil.
Erkek’i mi önce tanıdım, Kadın’ı mı, uzun uzun düşünüyorum, kendi yaşamımın tarihlerinden çıkartmaya çalışıyorum. Ben Kadın’ı, AnaBritannica’ya 1989’da girdiğinde tanıdım. Oysa Erkek’le ilk kez, yanılmama imkan yok, 1985’te Cambridge’de karşılaştım.
O tarihte arkadaşım Affan’a Londra’da böbrek nakli yapılacak, İngilizce bilmiyor, ben de üniversiteden 1402’yle atılmışım ve boştayım, birlikte gittik. Hastane Amerika’dan böbrek arıyor, biz televizyon seyrederek bekliyoruz. O zamanlar, Oran’da komşum Yeter ve Hakkı Ögelman var. Yeter’in ablası Saime profesör kocası Ted’le Cambridge’de oturuyor (geçenlerde birlikte bir Nazım kitabı yayınladılar). Kalk, dedim Affan’a, şu üniversite kâbesini bir ziyaret edelim. İşte Erkek’i ilk tanıyışım, Saime’lerin elma ağaçlı arka bahçesindedir. Sonradan öğreneceğim, birkaç ay önce (17 Nisan 85) Ankara’da ameliyat olmuş. Böbrek kanseri olduğunu öğrenmiş. O sırada kurulacak İnsan Hakları Vakfı için fon bulmak için Avrupa’da dolaşıyor, bir yandan da M. Ekmekçi’yle Strasbourg mahkemesinde dava izliyor. Gençliğinin sanatoryum arkadaşı (ve, belki de, platonik aşkı, kim bilebilir ki?) Saime ile kocasını ziyarete gelmiş. Bize anlatıyor böbrek ameliyatında nelere dikkat etmek gerektiğini, ve saireyi.
AnaBritannica’da aynı odada çalıştığımız Kadın’la dalga boylarımız pek tuttuğu için enseye tokat ahbap çavuş olacağız ama, Erkek’le konuşurken dikkat etmem lazım. Öyle küfürlü kâfirli konuşmaları sevmez; kamusal ilişkilerinde ne kadar demokratsa, özel ilişkilerinde o kadar muhafazakar. Yüzü ne kadar sevimliyse, genel tutumu da bir o kadar ciddi. Bir de, hiç övmemek lazım. Kendisine hiçbir özel muamele yapıldığını hissetmemesi lazım. At sahibine göre kişner. Uyacağız.
Erkek’le Kadın’ın ilişkisi çok güzel ve çok ilginç. Erkek’in sağlığı ne kadar nazikse, kadın o kadar delifişek; çat cimnastikte çat yüzme havuzunda. Erkek ne kadar sakinse, Kadın o kadar şakrak. Sanki “birbirini tamamlayan farklılıklar” (complimentary differences) teorisi üzerine kurulmuş bir birliktelik. Çocuklar da ayrı birer kişilik; alabildiğine serbest. Erkek’le Kadın birbirleriyle hiç ton yükseltmeden, hatta kadife seslerle konuşuyorlar. Birbirlerine şefkatle bakarak. Sanki her şey daha önceden konuşulmuş, karara bağlanmış gibi. Ne güzel...
Ama, sanki karara bağlanmış başka bir şey daha var hayatlarında ki, o kadar güzel değil. Erkek’in sağlığı sürekli kötülüyor. 12 Haziran 87’de Londra’daki ikinci bir ameliyatın ardından Kasım 92’de yapılan üçüncüsünden sonra Erkek günaşırı diyalize girmeye başlıyor; çünkü artık hiç böbreksiz. Haziran 94’te yine Londra’da böbreküstü bezlerini alıyorlar. Beşinci ve son ameliyata Ankara’da giriyor.
Bütün bu hızla inişe geçmiş grafikte iki tane çok olağanüstü olgu var.
Bir kere; Erkek onca faaliyeti hiçbir biçimde yavaşlatmaya yanaşmıyor. Bir şey söylesen büyük tepki gösteriyor. Hasta muamelesinden nefret duyuyor. İnsan Hakları Vakfından Tarih Vakfına kadar kurmaya ve yönetmeye devam ediyor. Üstüne de, şimdiye kadar bizzat 1402’liklerin girişmeyi göze alamadığı bir 1402’ler kitabı yazmaya başlıyor. İki günde bir hastaneye diyalize giderek ve diyalizden önce ve sonra yatağa düşerek. Ama hiçbir genel kurulu, anma yemeğini, yönetim kurulu toplantısını kaçırmıyor. Üstelik, oralarda tartışmalara gittikçe sönükleşen sesiyle müdahaleler ederek.
İkinci ve asıl olağanüstü olgu; Kadın’ın ona hiç müdahale etmeden, bir bebek gibi sarıp sarmalayıp, giydirip giydiştirip, anma yemeği senin genel kurul benim dolaştırması; ilaçlarını içirmesi; birdenbire kötüleştiği gece yarılarında Erkek’i kucağına alıp hastaneye taşıyabilecek dostları telefon edip çağırması ve bütün bunları, yirmi dört saat bebeği gibi baktığı Erkek’e hiçbir eksiklik hissettirmeden, hiçbir minnet duyurucu hava yaratmadan, hiçbir yük olma izlenimine müsaade etmeden yapması: Sevgilim, sen diyalizini ol, ben yüzmeye gidiyorum, bitmeden yarım saat önce gelirim. Sevgilim, yatıyor musun, kız evde, ben karşıdaki sinemaya gidiyorum, telefonum açık. Sevgilim, Sadun Hoca için yemek veriliyor, biz de davetliyiz, ama istersen biraz geç gidip biraz erken kalkalım, hem benim yarına okuyacağım şeyler de var.
Tam 498 sayfalık Entellektüelin Dramı-12 Eylül’ün Cadı Kazanı bitiyor. Erkek de bitti. Zaten bitirebilmek için hayatta kaldı. Artık sönüyor. Füsun’la (Çiçekoğlu) telefonda konuşuyoruz; 1402’liklerin öyküsünü yazan Erkek’e bir biçimde kamunun minnetini ifade etmek gerek. İki gün sonra, 3 Nisanda Mülkiye’de Nazım okuyacak Server Abi (Tanilli) versin Mülkiyeliler Birliğinin plaketini, diyoruz. O gün plaketi verecek ile alacak olanlar geliyor Mülkiye’ye, tekerlekli iskemlelerinde. Dekan Göle Sütunlu Salon’a inip karşılıyor. Hâlâ kuyruğu dik tutan Erkek bana eğilmiş, bu iş senin başının altından çıkmışa benziyor, diyor. Birkaç kimsenin başının altından çıktı, ama merak etme hocam, ödülün seninle ilgisi yok, bunca yıldır 1402’likleri yazmayı akıl eden adamla ilgisi var, diyorum. İki tekerlekli iskemle Büyük Anfi’nin sahnesine kaldırılıyor, Server Abi o teatral üslubuyla konuşuyor, plaketi veriyor, sonra uzanıyor ve bir Ramses gibi oturan Erkek’i yanaklarından öpmek istiyor. O iskemleler bu iş için yapılmamış ki epey zorlanıyor. Ama onun zorlanması, anfiyi hıncahınç dolduran çoğu ak saçlı onca insanın gözlerinden akım, akım, akan yaşları tutması kadar zor olmasa gerek.
Plaketi alıyor. Sahneden indiriyorlar. Kadın Erkek’ini alıyor ve sürüp götürüyor. Birkaç hafta sonra da, on sekiz yıl böbrek hastası, on yıl da böbreksiz olarak insan hakları terennüm etmiş Erkek’i artık diyalize ihtiyaç duymayacağı bir mekana götürüp sevgiyle yerleştirecek. Ağlamadan zırlamadan, etraftakileri teselli ederek, belki de kulağına sıcacık bir sesle, Halduncum sen biraz istirahat et, ben bir cimnastiğe gidip geleyim, telefonum açık, diye fısıldayarak...
Dostları ilə paylaş: |