Üç Önemli Devre
Kapitülasyonların tarihinde üç önemli devre var:
1) 1535 kapitülasyonu;
2) Onbeşinci Louis ile sultan Mahmud arasında 28 Mayıs 1740'da imzalanan kapitülasyon;
3) Paris Kongresi. Bu kongrede, kapitülasyonların ilgası ilk defa olarak münakaşa konusu olur.
İlk devre kapitülasyonlar sadece ticari anlaşmalardır. İkametle ilgili maddeler ticarî anlaşmanın içinde erimiştir. Bütün ticarî anlaşmalar gibi, belli bir zaman için geçerlidirler, ama tazelenebilirler. İkinci devrede kapitülasyonlar hem bir ticaret anlaşması, hem bir siyasî anlaşma hem de bir ikamet anlaşmasıdır. Ama ikamet anlaşması henüz ikinci plandadır. Ondokuzuncu asrın başlarında ise, o zamana kadar ticarî veya siyasî anlaşmanın içinde erimiş bulunan ikâmet anlaşması ön plana geçer ve kapitülasyonların esas kısmını teşkil eder. 1356'da bu tekâmül son haddine gelmiştir. Öyle ki Paris Kongresi’nde kapitülasyonların ilgasını taleb eden Osmanlı murahhaslarının kastettikleri, sadece ikamet anlaşmalarının ilgasıdır.
İlk anlaşmalar padişahın hayatıyla mukayyettiler. Yani anlaşmalar, padişahın ölümüyle hükümsüz kalıyordu.
Ne var ki, hükümsüzlük nazarî idi, padişah değiştikçe anlaşma yenileniyordu. İki asırdan fazla böyle devam etti: 1740 kapitülasyonu ise, ilk nihaî ve sürekli kapitülasyondur.
Birinci dönem, Türklerin Avrupa'ya yerleşmesiyle başlar, onyedinci asrın iptidasına kadar devam eder: kapitülasyonların ticarî safhası. Bu iki asırlık zaman içinde, Batı devletleri Fransa, Venedik Cumhuriyeti, İngiltere ve Hollanda, Osmanlı devleti ile resmi temasa geçerler, ama Doğu'da henüz ticarî emeller peşindedirler. Avrupa, Doğu Meselesi'ni ortaya atacak kadar palazlanmamıştır. Bu dönemde yapılan anlaşmalarda siyasî mahiyette hiçbir hükme rastlanmaz. Kapitülasyonların tek amacı: çeşitli devletlerin tebaasına Osmanlı devletinin liman ve şehirlerinin kapılarını açmak; vermek zorunda olacakları resimleri tayin etmek; onlara ikamet hürriyeti ve seyru sefain emniyeti sağlamaktı.
Kapitülasyonlar, 1604'den 1673'e kadar tazelenmez. Tahta yeni bir hükümdar geçince, Fransa, yeni taleplerle durumunu tahkim etmek ister. Bab-ı Ali ise, müzakereleri sallantıda bırakır. 1673 Ahidnamesi, Fransa'nın katolik reaya üzerindeki himaye haklarını resmileştirir. Gümrük resmi de 5'den 3'e indirilir.
1740 Ahidnamesi, o zamana kadar yapılan kapitülasyonların en uzunu ve en önemlisi (85 madde). Bu kapitülasyonun başka bir özelliği de padişahın hayatıyla mukayyet olmayışı, istikbali de şümulü içine almasıdır.
Kapitülasyon Denince
Kapitülasyonlar üç asır boyunca hem bir ticaret anlaşması hem de bir ikamet anlaşması idi. Bununla beraber, kapitülasyon denince ne siyasî anlaşma, hatta ne de ticaret anlaşması akla gelir.
Söz konusu olan sadece ikamet anlaşmalarıdır. Paris Kongresi’nde Osmanlı murahhası Âli Paşa, kapitülasyonların ilgasını isterken, dayandığı mucib sebep şu idi: kapitülasyonlar hükümet içinde hükümet yaratmakta, mahalli idarenin müdahalesini ve selahiyetini engellemektedir. Otuz yıl sonraki Berlin Kongresi’nde Bulgaristan'ın milletlerarası durumu tesbit edilirken kapitülasyonlardan kastedilen, ne ticaret anlaşmasıdır ne seyru sefain; sadece ikamet ve konsolosluk anlaşmaları söz konusudur. Ondokuzuncu asrın ikinci yarısında kaleme alınan devletler hukuku kitapları için de öyle. Bütün hukukçular için “Hıristiyanlık dışı ülkeler” demek, “kapitülasyonların geçerli olduğu ülkeler” demekti. Hıristiyanlık dışı ülkelerin ayırıcı vasfı ise, ticaret münasebetlerinin özel bir biçim düzenlenmesi değil, yabancıların hukuki durumlarının özel olarak düzenlenmesidir.
On dokuzuncu asır boyunca, Avrupa devletleri Devlet-i Aliye ile olan ticarî münasebetlerini birçok defalar tadil etmiş ve Bab-ı Aliyle birçok ticaret anlaşmaları imzalamışlardır. Fakat bu anlaşmalara kapitülasyon adı verilmez. Gerek şeklen ve gerek muhteva olarak düpedüz ticaret anlaşmalarıdır. Hepsinde de şöyle bir kayıt tekrarlanır: kapitülasyonların bahşettiği bütün haklar, bütün imtiyaz ve masumiyetler baki kalmak şartıyla.
Kısaca, kapitülasyondaki imtiyazlar zaman aşımına uğramamıştır, umumidir, kucaklayıcıdır. Ticaret anlaşmaları ise belli konuları ihtiva eder, gümrük tarifeleri gibi. Geçen asırda milletlerarası hayata karışan üç yeni devlet, ABD, Belçika ve Yunanistan, Devlet-i Aliye ile resmi münasebetler kurmuş ve selefleri gibi Bab-ı Ali ile kapitülasyonlar imzalamışlardır. (ABD 7 Mayıs 1830; Belçika 3 ağustos 1838; Yunanistan 27 Mayıs 1855) Hepsinin de örneği, onyedinci-onsekizinci asırdaki kapitülasyonlar, yani hem bir ticaret hem bir ikâmet anlaşması, Avrupa, kapitülasyonların ticarete müteallik kısımlarını zaman zaman değiştirmek ihtiyacını duymuş, fakat kopardığı imtiyazları ebedî bir hak telakki ederek, onlara dokunmamıştır. Ona göre ikâmet anlaşmaları, konsolosluklara bahşedilen imtiyazlar ve siyasî anlaşmalar zamana bağlı değildir.
Yabancı Sermaye
Yabancı sermaye yatırımlarına gelince.. Onlar da yetersiz. Çünkü daha önce söylediğim gibi, Rusya ile hem hudut olan Devlet-i Aliye, sânayi ve ticaret Avrupa’sı için hisse-i şâyialı bir mülk sayılmaktadır. Rusya'nın ipoteği altında bir mülk. Avrupa Konseri’ne dâhil devletlerden her biri, bu hisse-i şayialı mülkü insafsızca sömürmekte ama kendisinin olmadığı için hiçbiri uzun vadeli yatırımlara gitmemektedir. Hır çıkmasın diye topraklarımızın paylaşılması uygun bir zamana ertelenmiştir, o kadar. Diplomasi dilinde de bu ertelenmenin adı tamamiyet-i mülkiye (toprak bütünlüğü)dir. Üstelik paylaşma saati çalınca, herkese düşecek pay da meçhul. Sınaî yatırım yapmak, yabancı endüstriyle rekabete kalkışmak olmaz mı? Gerçi, zirai yatırımlar için böyle bir mahzur yok, Ama Osmanlı devleti imtiyazlı devletler tarafından büsbütün sömürülmemek endişesiyle, bu yatırımlara da engel olmaktadır.
Yabancı yatırım büsbütün yok değildi, fakat yüzde yüz kâr getirecek alanlara inhisar ediyordu: Tramvay, tenvirat, bazı büyük şehirlerin iskeleleri limanlar birtakım zengin maden damarlarının işletilmesi vs. Memleketin en acil ihtiyacı: Yol. Ancak yabancı sermaye bu işe katiyen yanaşmaz. Çünkü evvelâ kârlı bir teşebbüs değildir; sonra yol yapmak için yabancı endüstriden geniş ölçüde malzeme almaya lüzum yoktur. Memlekette ırmaklar nâdir, bataklıklar çoktur. Kanalların açılması, ırmak yataklarının düzenlenmesi lazım.
Yabancı sermaye bu işe de yanaşmaz. Hepsini devletin kendisi yapacaktır. Devlet ise gündelik masrafları karşılamaktan âciz. Demir yolları diyeceksiniz.. Onlar başka. Metropol pazarları doydukça demir malzemesi imâl eden fabrikalar diplomatları sıkıştırmaya başlar. Diplomatlar da Rusya ile hem hudut ülkeler üzerinde baskı yaparak, onları “Şimendifer imtiyazları” vermeye zorlar. Tam bir soygun düzeni. Sanayi devletlerinin hepsi, bu imtiyazları koparmak için yarışır birbiriyle. Alman İmparatoru Wilhelm, Alman demir endüstrisinin taçlı temsilcisidir. Padişahtan “Bağdat demiryolu”nun imtiyazını koparır. Ne talihimiz varmış ki inşa edilemedi. Yoksa bu demiryolu yılda 3 milyon altın liraya mal olacaktı bize. Oysa Hazine’nin o devirdeki bütün varidatı ancak 15 veya 16 milyon civarındaydı. Yabancılar Türkiye'de aynı şartlarla 3 bin kilometre demiryolu inşa etmişlerdir. Yolu olmayan, demiryolu trafiğini devamlı olarak besleyecek yoğun bir üretimden mahrum bulunan bir ülke için lüzumsuz bir lüks. Tamtakır bir hazineyi bir kat daha berbat eden suni bir yatırım.
Dostları ilə paylaş: |