Bir yıl daha biterken…



Yüklə 244,43 Kb.
səhifə1/4
tarix09.01.2019
ölçüsü244,43 Kb.
#94137
  1   2   3   4

Bir yıl daha biterken…

Aralık sayımızdan herkese merhaba. Bu ayla birlikte bir yılın daha sonuna geldik. Zaman ne kadar da çabuk geçiyor dediğinizi duyar gibiyim. Ahir zaman insanları olarak hayat akışımız hızlandı, ondan mıdır bilinmez, günler, haftalar, aylar su gibi akıp gidiyor ömrümüzden. Rabbim zamanımızı bereketli kılsın. Biten bir yılın sonu da, hayatımızı, kendimizi mukayese edip, daha iyiye gitmeye vesile olsun inşallah.

Bulunduğumuz zaman diliminin, bize menfi ya da müspet birçok getirisi olduğunu biliyoruz. Buna istinaden Aralık kapak dosyamızda, çağımız insanın değişen yaşam şekillerinin, alışkanlıklarının, ruhî sıkıntılarının bir getirisi olan sağlık problemlerine değinerek, belki de adını ilk defa duyacağınız rahatsız­lıklara yer verdik.

Hasta Bina Sendorumu gibi AVM, plaza gibi kapalı alanlarda çokça zaman geçirmekten kaynaklanan hastalıklardan tutun da, TV karşısında çokça zaman geçiren çocuklarda, daha fazla görülme riski olan otizm gibi hastalıkları konu ettiğimiz kapak dosyamızda, tespit edilmesi daha müşkül olan “psikolojik ağrılar”a da değindik.

Bunların yanı sıra Psk. Banu Arslan Çocuk Eğitimi sayfasında dillere pelesenk olmuş bir rahatsızlık olan Dikkat Eksikliği ve Hiperaktivite Bozukluğu’nu kaleme alarak, birçok kafa karışık­lığına da son verirken, her ay olduğu gibi aktüel sayfamız Not Defteri, vefatının sene-i devriyesi olan Mehmed Akif Er­soy’a yer verdiğimiz Ayın İçinden, yeni tariflerin yer aldığı Tatlı Sayfa da sizleri bekleyenler arasında. Keyifli okumalar…
Zamanın

Hastalıkları

Bulunduğumuz dönemin, bize birçok kolaylık sağlayan veçheleri olduğu inkar edilmez bir gerçektir. Uzakları yakın etmesi, her anlamda zaman alan işlere, pratik çözümler getiren yeniliklerin olması ve bunun faydası da aşikardır.

Gelgelelim ki yolunda gitmeyen bir şeyler de yok değil. Özellikle de insan sağlığı konusunda. Bunları göz ardı etmekten ziyade, gündeme getirip, farkındalık oluşturmak, zararın neresinden dönülse kârdır diyip, çağımızın bazı hastalıklarına dikkat çekip, çözüm ve önerilerini aktarmakta da fayda var.

Konuya “çağımızın hastalıkları” yönüyle bakınca karşımızı maalesef maddî- manevî birçok rahatsızlık çıkıyor. AVM, plaza gibi kapalı alanlarda çokça zaman geçirmekten kaynaklanan hastalıklardan tutun da, TV karşısında çokça zaman geçiren çocuklarda, daha fazla görülme riski olan otizm gibi.

Bahsi geçenler, rahatsızlıkların maddi boyutu. Bir de tespit edilmesi daha müşkül, manevî, ruhî yönü olan “psikolojik ağrılar” var ki, özellikle birçok hanım da bundan muzdarip. Hatta belki yaşadığı, sebebi bulunamayan hastalıkların altında, psikolojik, terapi ile halledilmesi gereken bir yönü olduğunun farkında bile değil.

“Hastalığı indiren, şifâsını da indirmiştir” hâdisinin sırrınca, her hastalığın bir vazifesi olduğunu, gerekli mercilere başvurup, dua ettikçe, vazifesini bitirip bizden gideceğini bilmek, dayanak noktamız olsun inşallah.
Gerçekten hasta mıyız?

Olumsuz duyguların be­denimiz üzerindeki etki­sini ve psikolojik ağrıları Psk.Fatma Vildan Kaldı­rım ile konuştuk.

Öncellikle olumsuz duygu dediğimiz şey nedir?

Öfke, şüphe, korku, kıskançlık kaygı gibi kişide olumsuz, kötü bir his uyandıracak duyguların, hayatını zora sokacak, günlük yaşantısını etkileyecek, rahatsız edecek düzeyde olan duygulara negatif yani olumsuz duygular diyoruz. Kişilerin kendisi ve ya­şadıkları olaylarla ilgili olumsuz duygu ve düşünceleri aslında hayatı zannedilenden çok daha fazla etkiliyor. Artık çok sayıda araştırma duygu ve düşüncele­rin insanın bedenine verdiği za­rar konusunda hemfikir. Ağrılar, mide ve bağırsak problemleri, cilt, kalp rahatsızlıkları gibi bir­çok rahatsızlıkta olumsuz duygu ve düşüncelerin payı büyüktür. Bedene yansıması konusunda da bu duygulara negatif duygu­lar deme konusu tartışılabilir. Çünkü olumsuz duygu diye ad­landırdığımız tüm bu duygular bir motivasyon kaynağıdır. Ha­rekete geçiren itici bir güçtür, güdüleyici faktörün ta kendisidir diyebiliriz. Negatif duygular bi­zim hayatta kalmamız için ge­rekli olan duygulardır. Nasıl ki bir stres sonucu dersimize, işimize daha çok çalışıyoruz, bir şeyler kazanmak için çabalıyoruz, di­ğer tüm olumsuz duygular da sizi bir şekilde motive eder ve sizi hayatta tutar.Tabi belirli bir düzeyde oldukları zaman. Korku duygusu aslında bir uyarı meka­nizmasıdır diyebiliriz. Size sal­dıran bir köpek, zarar verebilir. Siz eğer size saldıran köpeğin korkusunu uzun süre üzeriniz­den atamayıp, diğer köpeklerin yanından da korkarak geçiyorsa­nız veya yolunuzu değiştiriyor­sanız, hatta öyle danışanlarımız var ki televizyonda bile görmeye tahammül edemiyorlar. Bu tarz şeyler yaşıyorsanız, bu korku duygusu bir probleme işaret edi­yor ve o an duyduğumuz bu duy­guyu, negatif sağlıksız hale ge­tiriyor. Yani olumlu, sağlıklı olan korku duygusu da artık sağlıksız bir duygu haline dönüşüyor. Ge­reğinden fazla yaşanan negatif duygular hem ruhsal, hem de be­densel problemler ortaya çıkarır. Kişinin işlevselliğini ciddi bir şe­kilde bozar.



Duygularımızın bedenimize yansıması ne şekilde oluyor?

Vücudumuzda sempatik si­nir sistemi dediğimiz bir sistem var. Korku, sevinç, heyecan gibi durumlarda aktive olur. Kan ba­sıncını arttırır, kalbi hızlandırır, sindirimi yavaşlatır vs. yani vü­cudun ters giden bir şeyler var diyen, tehlike anında ortaya çı­kan bir alarm sistemidir diyebili­riz. Ani karar verilmesi gerektiği durumlarda da, karar veren bir sistemdir. Diyelim karşınıza ani­den eli bıçaklı biri çıktı. O zaman hemen sempatik sinir sistemi devreye girer, göz bebekleriniz büyür daha iyi görebilmek için. Kalp daha hızlı kan pompalar, kana daha fazla adrenalin salgı­lanır. Bunlar da enerji üretimini arttırır. Çünkü savaş veya kaç tepkisini aslında sempatik sinir sistemi aktive eder. Bıçaklı adamın yanından kaçmanız için ak­tive olmuştur. Kaçtıktan sonraki zamanda parasempatik sinir sis­temi dediğimiz sistem devreye girer. Bu da o alarm mekanizma­sını kapatan bir sistemdir. As­lında parasempatik sinir sistemi sizin sakinleşmenizi sağlar. İşte menfi duyguları yaşayan kişiler­de bu sistem bozulur, ağrı veya sürekli gerginlik olarak ortaya çıkar. Sistemi aktive etmeleri gereken bir olay yokken, küçücük bir olayda sanki çok büyük bir olay olmuş gibi tepkiler verebilir­ler. Duygularımızı dozunda, den­geli kullandığımızda bizim haya­tımızı muhafaza etmeye yönelik olduğunu görüyoruz. Biraz dozu aşınca, korkular, kaygılar fobiye dönüşünce, bu sefer sistem ka­rışıyor. Ondan kaynaklı arızalar çıkıyor. Özellikle de sistemin bo­zulduğu kişilerde ağrı bozukluğu ortaya çıkar. Baş ağrısı, sırt ağrısı olabilir, kramplar girebilir veya eklem ağrıları yaşanabilir. Ge­nelde ağrı şikayetiyle geliyor bu kişiler. Ayrıca üşüme, bayılma, karıncalanma, uyuşma, mide bu­lantısı, kanama, kusmaya kadar hatta cilt hastalıklarına varanlar vardır. Ağrı gibi algılanmasa da literatürde hepsi psikolojik ağrı diye geçer. Bunların hepsi görü­lebilir, hatta ben öyle bir danışan görmedim ama, dünya üzerinde bu tarz kör olan kişiler var. Psiko­lojik ağrılar ciddi bir bozukluktur, kendi başına geçebilecek bir ra­hatsızlık değildir.



Peki kimlerde görülme riski daha fazla?

Duygularını ifade etmekte zorluk çeken kişiler vardır. Bu kişiler olumlu ya da olumsuz olaylarda duygularını çok faz­la paylaşamazlar. İçe kapanık, kendi içlerinde problemlerini çözmeye çalışan kişilerde aslın­da daha çok görülüyor. Bu kişiler özgüven problemi de yaşaya­biliyor ve bu durum kadınlarda iki kat fazla görünüyor. Aslında ağrı bir semptomdur, yani be­dendeki “artık kaldıramıyorum” mesajıdır. Dışarı çıkan ağrı, içer­deki ruhsal bunaltının bir yansı­masıdır. Mesela diyelim ki eşine sinirlenen bayan tartışmadan sonra kolunun kasılmadığını gö­rüyor ve bunun için doktora gidi­yor, tedavi oluyor. Sadece ağrıya odaklanılıyor ve tedavi oluyor. Evet bu şekilde kasılması geçe­bilir. Ama bir süre sonra bu sıkın­tı başka bir yerden patlak verir. Bu sefer başı ağrımaya başlar. Çünkü aslında sorunu ağrı değil, ağrıyı algılama biçimidir. Maale­sef toplumumuzda insanların yaşadığı psikolojik acıyı ifade etmeleri sanki bir kusurluluk, bir suç gibi algılanıyor. İnsanlar kendi problemlerinin psikolojik olduğunu, hem kabul etmiyor­lar, hem de başkalarının bilme­sini de istemiyorlar. Onun yerine bedensel yaşanılan bir acı daha kabul edilebiliyor. Bu nedenle de duygularını ifade etme zorluğu çeken kişilerde, ağrı artık beden dili haline dönüşüyor. Yani bir ifade biçimi oluyor. Eşine sinir­lenen kadın, belki eşine içinden geçenleri söyleyemiyor, ama bu sefer bedeni ağrılar yoluyla artık bir şekilde konuşmaya başlıyor. ‘Beni duyun’ demek istiyor.

Bu durum mükemmeliyetçi, evhamlı, obsesif kişilerde de gö­rülebiliyor. Özellikle kaygı bozuk­luklarıyla ağrı bağlantılı. Mesela panik atak geçiren biri, kalpte göğüs ağrısı ile birlikte hastane­ye gidiyor ve kalp krizi geçiriyo­rum, nefes alamıyorum diyerek hastaneye başvuruyor. Aslında kişinin dediği gibi bir ağrısı olabi­lir. Ama ağrıya o kadar çok reak­siyon gösterir ki, verdiği tepkiyle, yaşadığı ağrı orantısız olur. Çok aşırı reaksiyon gösterdiği için, başta verdiğimiz örnekte olduğu gibi, sanki elinde bıçaklı bir sal­dırgan varmış gibi sempatik sinir sistemini devreye sokuyor. Eller­de titreme başlıyor, kalp daha hızlı çarpıyor, terliyor… Sempatik sinir sistemi devreye girdi ama ortada bir şey yok. Dolayısıyla sı­kışma hissi daha çok artıyor.

Mükemmeliyetçi kişilerde de, hiç ağrı olmamış, ağrı yaşama­malıymış gibi bir çaba görüyoruz. Takıntılı kişilerde de ağrı takın­tısı olabiliyor. Bu kişiler özellik­le çok ilaç kullanıp çok doktor değiştirebiliyor. Son olarak da çocuklar, nasıl her konuda ebe­veynlerini örnek alıyorsa, ağrı konusunda da model alıp, öğreni­lebilirler. Çünkü o ağrıyı kullanan kişilerde ağrı iletişim biçimi ha­line gelir. Bu tarz problemi olan kişilerin çocukluk dönemlerine baktığımızda da ailelerin de aynı ağrıyı yaşandığı bulunmuştur. Kendimizi ifade biçimini nasıl ailemizden öğreniyorsak, ağrıyı da o şekilde öğrendiğimiz ortaya çıkmıştır. O yüzden anne baba­ların dikkat etmesinde fayda var. Böyle ağrıları oluyorsa da çocuğa yansıtmamalarını öneririm. Çün­kü bir süre sonra çocuk da bunu kullanmaya başlıyor.



Psikolojik ağrıları nasıl tes­pit edeceğiz Vildan Hanım?

En önemli nokta bu bence. Şimdi önce ağrıya biraz değine­lim. Teşhis koyulacak ağrı na­sıldır? Ağrı vücudun fiziksel bü­tünlüğünü bozan şeylere karşı beynin verdiği bir sinyaldir. Yani vücudumuzda ters bir şey olu­yorsa, siz bunu ağrınızla anlar­sınız. Doktora bacağım ağrıyor dersiniz, bacağınızı inceler. Eğer ağrı olmasaydı bir sıkıntı olduğu­nu anlayamazdık öyle değil mi? Psikolojik kökenli ağrıda, kişi fiziksel muayeneler olur, değer­lendirmelerden geçer ama has­talığına dair organik bir sebep bulunamaz. Bu kişiler ağrıyı ger­çekten yaşarlar, fakat doktor ağrı çekmesine bir neden bulamaz. Bu konu benim için çok önemli. Çünkü insanlar böyle psikolojik ağrı yaşayan birini bilerek yapı­yormuş, dikkat çekmeye çalışı­yormuş gözüyle bakıyorlar. Ama kişi gerçekten acı çekiyor, bunu insanlara inandıramıyor. Biz özellikle çocuklarda görürüz ço­cuk okula gitmek istemez, karın ağrısı nedeniyle. Aileler doktora götürür, fakat doktor bir şey bu­lamayınca aile çocuğa kızmaya başlar. Halbuki çocuk gerçekten bir ağrı yaşıyor. Burada okul fo­bisi bir iletişim biçimi olarak ağrı ile ortaya çıkıyor. Biz böyle bir durumda ağrıya değil de çocukla okul fobisini çalışırız. Korku ça­lışıldığı zaman ağrı da otomatik olarak geçmeye başlar. Psikolo­jik ağrı yaşayan kişiler, hastalığı gerçek yaşayan kişilerin göster­diği semptomları göstermezler. Mesela panik atak geçiriyor kişi. Kalp krizi geçirdiğine inanıyor ama kalp krizi belirtilerinin hiç­biri kişide yoktur. Panik atakta kalp çok hızlı çarpmaz ama kişi kalp krizi geçiriyormuş gibi his­seder.



Psikolojik ağrının tek bir ne­deni yok sanırım?

Açıkçası “bundan dolayı ol­muş” da diyemiyoruz. Kişi­nin geçmişte yaşadığı bir du­rumdan kaynaklı olabilir. Örneğin taciz öyküsü, sevilen birinin kaybı veya sürekli bastırılmış aşağılan­mış bir çocukluk gibi birçok öykü yetişkinlik döneminde bir psiko­lojik ağrı ortaya çıkabilir. Ağrıların bir başka nedeni de şimdiki za­man ile ilgili olabilir. Mesela biraz­dan bahsedeceğim kazançlardan dolayı veya düşünce yapılarının yanlış olmasından kaynaklı ola­bilir. Seans yaptığımız bir danış­manımda kronik şiddetli baş ağ­rısı vardı. Çalışmalar sonucunda eşinin hasta olduğu dönemlerde, kendisine merhamet gösterdiği, ama onun dışında göstermediği ortaya çıktı. Zihnimiz öyle bir şey ki her şeyin farkında. Sizin farkın­da olmadığınız şeylerin bile far­kında. O zaman da zihin bakıyor ki ben sadece hastayken ilgi gö­rüyorum o zaman hastayım diyor ve biz bunun farkında değiliz.



Size gelenler doktor ağrısına bir sebep bulamadığı için geliyor değil mi?

Evet, mesela muayene olma­ya gidiyorlar, problemlerini an­latıyorlar. Doktor da durumunuz psikolojik diyor. Fakat kişi bunu kabul etmiyor ‘bu doktor benim hastalığımı bulamıyor’ diyor ve başka doktor arıyor. Hatta bu hastalardan o kadar çok operas­yon geçirenler var ki inanamazsı­nız. Avuç dolusu ilaç alanlar var.

Daha önce belirttiğim gibi kişi kendisinin psikolojik problemi ol­duğunu kabul etmiyor. Ben böyle bir şey yapamam diyor. O yüzden öncelikle durumu kabul etmek lazım bence.

Psikolojik ağrı şikâyetiyle gelenlere ne tavsiye ediyorsu­nuz?

Bu kişiler eğer ağrılarından kurtulmak istiyorlarsa, ilk adım bu durumun psikolojik olduğu­nu ve tedavi ile düzeleceğine inanmaları gerekir. Plasebo et­kisi diye bir şey vardır. Farma­kolojik olarak etkisiz bir ilacın, telkine dayalı bir etki ortaya çı­karma halidir. Bununla ilgili de birçok deney yapılmıştır. Psiko­lojik baş ağrısı çeken elli kişiye Plasebo uygulanıyor. Yani et­kisiz bir ilaç veriliyor ve deniyor ki ‘yeni bir ağrı kesici çıktı, çok güçlü bir etkisi var, sizde dene­mek istiyoruz.’ Deney sonucun­da hastaların kırkının ağrılarının geçtiği tespit ediliyor. Çok bü­yük bir rakam. Sonuç olarak ki­şiler tedaviye başlamadan önce ne kadar pozitif düşünürlerse, tedavi sonunda da o kadar iyi­leşme gösterirler. Çünkü beyin inandıkları zaman beta-endorfin dediğimiz ağrı kesici ve mutluluk verici enzim salgılar. Dolayısıyla inanmayanlara oranla daha ça­buk iyileşir. Hatta Nosebo diye bir Plasebonun tersi bir durum vardır. Çok fazla literatürde ko­nuşulmaz ama gerçekten ya­şanmış bir olay vardır. Afganis­tan’da biliyorsunuz kızlar daha yeni yeni okullara gitmeye baş­lıyorlar. İlk gitmeye başladıkları zaman Taliban, bir yayın yapıyor ve “Eğer kadınlar okula gider­lerse sonuçları kötü olur.” diyor. Tabi kız çocukları çekinerek oku­la gitmeye başlıyorlar. Bir süre sonra 5 tane okuldan ishal, kus­ma, bayılma gibi semptomlarla çocuklar geliyor. Herkes “Acaba Taliban nasıl bir gaz kullandı ki sadece kızları etkiliyor?” diyor. Dünya Sağlık Örgütü Afganis­tan’a konuyu araştırmak için ge­liyor ve kızlardan kan alıyor. So­nuç hiçbir şey yok. Sadece kötü bir şey olacağına inandıkları için kız çocuklarında bu semptomlar ortaya çıkıyor.

En önemlisi psikolojik ağrı ya­şayan kişiler ağrıdan kazanç sağ­lıyor olabilirler. Kişi ağrısı olduğu için sorumluluktan uzaklaşıyor­sa, sevgi-ilgi ihtiyacı ağrısı oldu­ğu zamanlar karşılanıyorsa, ama onunla ağrısı olmadığı zamanlar­da ilgilenilmiyorsa kişi farkında olmadan ihtiyaçlarını karşılayan bir araç olarak ağrıyı kullanır. Bu bilinçaltı savunma mekanizma­sıdır. Aynı şekilde okula “ağrım var” diyerek gitmek istemeyen çocuklarda da bu durum görülür. Normal zamanda çocuğun kar­nı ağrıdığında aile aşırı ilgili ise çocuk bunu kullanabilir. Aslında ağrıyan karnı değil beynidir. Bu çocuk üzerinden gidersek o gün okula gitmezse, ertesi gün de ailesi öğretmene “hocam hasta oldu bugün mazur görseniz” dese öğretmen çocuk hasta diye çok aktif etmezse, çocuk için okula gitmemek, derse katılmamak bir ödül kazanç gibi gelir. Ve bir süre sonra beyin bunu otomatik olarak yapar. Eğer ağrı sonrasında kişi­lerin kazançları var ise mutlaka kazanç faktörü ortadan kaldırıl­malıdır. Kişiye “bu hastalık senin için bir sığınak gibi, iyileşme ça­bası içerisinde değilsin, bu senin ağrılarını iyileştirmiyor.” mesajını vermek gerekir. Kişinin ağrısı ile ilgilenilmediği zaman bunu gö­rür ve sorumluluklarını yapmak zorunda kalır, zamanla düzelir. Aynı şekilde çocukların okul kor­kuları için de “ben senin için elim­den geleni yaptım fakat bu senin sorumluluğun” mesajı verilerek okula gönderilmesi gerekir.

Düzenli uyku çok önemlidir. Sadece psikojenik rahatsızlıklar için değil her problemde uyku bozulduğu zaman kişi daha kötü olabiliyor. Şizofreni, depresyon, bipolar bozukluk gibi birçok has­talıkta uyku olmadığı zaman atak geçirebilirler.

Bunların dışında düzenli spor yapmak çok önemli. Aktif spor yapıldığı zaman yine beyin en­dorfin salgılıyor ve antidepresan özelliği bile gösteriyor. Meditas­yon, yoga tarzı çalışmalar da çok etkilidir. Hatta komandolarımızı, olur da işkenceye maruz kalırlar­sa diye acıyı hissetmemeleri için bu tekniklerle eğitirler. Ameri­ka’da bunların merkezleri vardır. Yanık hastalarının acı hissetme­meleri için sanal gerçeklik göz­lüklerini takarak ağrılarını azalt­maya yönelik çalışmalar vardır. Psikoterapi teknikleri uygulana­bilir. En çok kullanılan BDT’dir. Kişilerin yaşadıkları çocukluk travmaları, korkular, olumsuz duygu ve düşüncelerini ele ala­rak hastaların kendisini tanıma­larını sağlar. Psikoterapi süreci içerisinde hasta zaten iyileşir. En yaygın kullanılan antidepresan tedavisidir. Ağrıyı algılayan se­ratonin maddesidir ve antidepre­sanların ağrı kesici özellikleri de buradan gelir. Psikolojik ağrı cid­di bir bozukluktur. Psikolojik yar­dım almadan kolay geçebilecek bir şey değildir. Söylediğimiz gibi ağrı beynin ters giden bir şeye karşı verdiği sinyaldir. Hatta psi­kolojik yardım almamız için veri­len bir sinyaldir bu. Evet, fiziksel bir şey yok ama psikolojik bir şey var. O yüzden bu ağrıyı yaşayan kişiler tedaviye inanarak yardım alırlarsa, kurtulanları çok gördük, göreceğiz de inşallah.
Hasta bina sendromu

Dr. Hilal Altınöz

Göğüs Hastalıkları Uzmanı
Hasta bina sendromu ”Kişinin hava geçirgenliği olmayan binalar içinde çalışma, yaşama alanı ile il­gili yaşadığı tüm problemler” olarak tanımlanabilir. Genellikle spesifik belirlenebilmiş bir sebep yoktur. Dünya Sağlık Örgütü (WHO) 2012 yılında dünya ge­nelinde 7.000.000 insanın hava kirliliğinden haya­tını kaybettiğini tahmin etmektedir. Genel olarak hayatımızın % 80-90’ı kapalı alanlarda geçirmekte olduğumuz ve merkezi havalandırma ve ısıtma sis­temlerinin kullanıldığı plazaların giderek arttığı da düşünülürse kapalı alan hava kalitesinin ne kadar önemli bir konu haline geldiği anlaşılabilir.

Hasta bina sendromu o binanın içinde bulunan­ları etkiler ve binadan uzaklaştıklarında şikayetleri geriler. Semptomlar kısa zamanda meydana gelir. Gözde kızarıklık, kaşıntı, burun tıkanıklığı, nezle, ciltte iritasyon, baş ağrısı, halsizlik ve nefes darlığı ile seyreder.

Yapılan çalışmalarda doğal havalanan binalar­da çalışanların air-condition’lı binalarda çalışanlara göre daha az şikayetleri mevcuttur.

Bina havasını etkileyen faktörler; taze hava de­ğişim hızı, nem, toz ve havanın mikrobiyolojik içe­riğidir.

Hasta bina sendromu oluşumunu artıran fak­törler; kişisel faktörler, kadın cinsiyet, vasıfsız ça­lışan olmak, kağıt tozu fazlalığı, sigara içmek, ofis tozu, bilgisayarı çok kullanmaktır.

Binaya ait faktörler ise; Bina içinde yüksek ısı (Air-condition olan binalarda 23 derecenin üstü.), air-condition olan ofislerde düşük taze hava sirkü­lasyon miktarı (<10L/sn/kişi) (Sigara içilen yerlerde daha da fazla olmalıdır.), zayıf ya da uygunsuz ışık, güneş ışını eksikliği, kötü akustik, kötü ergonomi ve rutubet, kişinin ısı ve ışık kontrolünü kendisinin ya­pamaması, temizliğin ve temizlenebilirliğin az olma­sı, suyun kirlenmesi.

Dış ortam kaynaklı kirleticiler; motorlu taşıtların egzosu, radon, formaldehid, asbest, toz ve kurşun boya.

İç ortam kaynaklı kimyasal kirleticiler; yapışkan­lar, marangozluk, fotokopi makineleri, işlenmiş ah­şap ürünler, pestisitler, temizleyici ajanlar, sigara dumanı, soba dumanı, şömine, kişisel bakım ürünü ya da temizleyicilerde bulunan sentetik kokular.



Elektromanyetik radyasyon

Mikrodalga, televizyon, bilgisayar gibi cihazlar havaya iyon salarlar. Uygun topraklama olmadan fazla kablolama da yüksek manyetik alan oluşturur (kanserle ilişkilendirilmiştir).



Psikolojik faktörler

Fazla iş stresi ya da tatminsizlik, zayıf insan iliş­kileri ve zayıf iletişim.

Çalışana çalıştığı ortamın havalandırma kont­rolü verildiğinde uzun vadede havadaki tozun ve mantar cinslerinin artmasına ve ısı değişkenliğine sebep olsa da hasta bina sendromu semptomla­rının gerilediği görülmüştür. Sonuçta iş verimini azaltan ve iş gücü kaybı meydana getiren bu durum fark edildiğinde neler yapılmalıdır?
Korunma ve kontrol

Hava dağılım hızını artırmak, ısıtma ve havalan­dırma sistemlerinin standartlara uygun yapılması, eğer güçlü kirleticiler mevcutsa tuvalet, fotokopi ve printer vb. kullanılan alanlar havanın doğrudan dışarı atılması önerilmektedir (ASHRAE önerisi 24 saatte 8,4 kez hava değişimi olması), open ofis di­zayn hava temizlemesi için koruyucu bir yöntemdir.

Buzlu cam kullanımı, doğal ışığın girmesini sağ­layan tavan pencereleri, teras bahçeleri, karbon­monoksidi ve formaldehidi emen iç ortam bitkileri varlığı da koruyucu yöntemlerdendir.

Şikayetlerin sebebini belirlemek, problemli alanlara ve alandaki kişilere giderek yerinde gözden geçirmek, kirlenme yolunu belirleme için ısıtma ve havalandırma sistemleri, muhtemel kirlenme kay­nakları hakkında bilgi toplamak gerekir.

Dünya Sağlık Örgütü tarafından 1987’den beri kapalı ortam hava kalitesi üzerine raporlar düzen­lenmiştir. En sonuncusu 2010’da yayınlanmıştır. 2014’te de ev içi yakıt kullanımı ile ilgili rapor yayın­lanmıştır. Ev içi havası ile ilgili olarak naftalin, azot dioksid, polisiklik aromatik hidrokarbonlar, radon gazı, trkloroetilen, tetrakloroetilen gibi kimyasal­lara maruziyette çok dikkat edilmelidir. Naftalinin temel etkisi solunum yollarınadır. Hemolitik anemi adı verilen bir çeşit kansızlık da yapabilir. Naftalin toplarının 2008’de Avrupa Birliğinde kullanımı ya­saklanmıştır.

Almanya kaynaklı bir alan çalışmasına göre bina biyolojisinde olması gerekenler; bina jeolojik olarak uygun yerde yani yaşam alanları endüstri merkez­lerinden ve ana trafik arterlerinden uzakta olmalı­dır ve yeterli yeşil alan boşluğu içermelidir. İnşaatta doğal, katkısız ve nontoksik malzeme kullanılmalı, duvarlar, tavan ve tabanlar küf oluşumuna yatkın olmamalıdır. Zemin su geçirmez olmalıdır.

Sonuç olarak unutulmamalıdır ki, bina alt yapısı için harcanan paranın, semptomatik çalışanlarda­ki iş gücü kaybına göre maliyeti daha azdır. Kişinin kendi çalışma ortamını düzenlemesi ısı, ışık kont­rolü vb. verimliliği artırdığı gibi hasta bina sendro­mu semptomlarını da azaltmaktadır.

Referanslar:

*Redlich CA, Sparer J, Cullen MR. Sick-building syndrome. The Lancet 1997; 349 (9057):1013-1016.

* Burge PS. Sick Building Syndrome.Occup Environ Med 2004;61:185-190.

* Joshi SM. The sick building syndrome. Indian J Occup En­viron Med 2008;12(2):61-64.

* Vaizoğlu SA, Tekbaş Ö F, Evci D. Kapalı ortam hava kali­tesi, sağlığa etkisi. STED Kasım 2000.

* http://www.isgfrm.com/threads/havalandirma-ve-ik­limlendirme-prensipleri-konu-Özeti.6334/


Hz.Ali (ra) rivâyet ediyor:

Bütün hastalıkların kaynağı, birbiri üstüne yemek yemektir.

Hz.İbni Abbas (ra) rivâyet ediyor:

Sizin Allah’a en sevimli olanınız, az yiyip içen ve bedence hafif

olanınızdır.

Hz. Ebû Hüreyre (ra) rivâyet ediyor:

Hastalığı indiren, şifâsını da indirmiştir

Hz. Îbni Ömer (ra) rivâyet ediyor:

Mü’minin gerçek rahatı ölümle başlar.

Hz. Ebû Saîd (ra) rivâyet ediyor:

Bir hastayı ziyaret ettiğinizde, daha çok yaşayacağını söyleyin. Çünkü bu bir şey

değiştirmez, fakat hastanın gönlünü hoş tutar.

Hz. Ömer (ra) rivâyet ediyor:

Bir hastanın yanına vardığında sana duâ etmesini iste. Çünkü onun duası meleklerin

duası gibidir.

Hz. Ebu Ümame (ra) rivâyet ediyor:

Ağız tadını kaçıran ihtiyarlık, anî ölüm, ibadetten alıkoyan hastalık ve unutturan

erteleme gelmeden önce salih amellerde acele ediniz.

Hz. Ebu Hüreyre (ra) rivâyet ediyor:

Şu yedi şey gelmeden önce salih amellerde acele ediniz. İnsanları ancak şu yedi

şey bekliyor: Unutturucu bir fakirlik, azdırıcı bir zenginlik, sıhhati bozucu bir

hastalık, tâkatten düşürücü bir yaşlılık, anî bir ölüm, deccal ve kıyamet. Kıyamet

hepsinden daha dehşetli ve daha acıdır.

Hz. Ebû Hüreyre (ra) rivâyet ediyor:

Ahlâkı kötü olan nefsine azap eder. Kaygısı çok olanın bedeni hasta

olur. İnsanlarla sürtüşmeye girenin şerefi gider, kişiliği yok olur.

Hz. Ebu Hüreyre (ra) rivâyet ediyor:

Biriniz aksırdığında yanındaki kendisine “Yerhamükellah” desin.

Üç defadan fazla aksırması bir hastalık sebebiyledir. Üç

defadan fazlası için “Yerhamükellah” denmez.



Hz. Üsame (ra) rivâyet ediyor:

Salgın hastalık, bir grup İsrailoğullarına gönderilen azab ve musibetin kalıntısıdır. Siz bir yerde bulunurken, orada böyle bir hastalık çıkarsa, ondan kaçmak maksadıyla oradan çıkmayınız. Bu­lunmadığınız bir yerden de çıkarsa, oraya girmeyiniz.



Hz. Câbir bin Abdullah (ra) rivâyet ediyor;

Ümmetim hakkında en çok şu hususlardan korkuyorum: Şişmanlık, uyku­ya düşkünlük, tembellik ve îman zayıflığı.



Hz. Îbni Amr (ra) rivâyet ediyor:

Acıkmadan yemek, uyku gelmeden uyumak, bir şeye şaşmadan yapmacık olarak gülmek, musibet ânında feryad etmek, nimet ânında da gayr-ı meşru tarzda çalgı çalmak, Allah, katında büyük bir gazaba vesiledir.



Hz. Îbni Amr (ra) rivâyet ediyor:

İsrafa ve böbürlenmeye kaçmadan yiyin, için, sadaka olarak verin ve giyinin.



Hz. El- Hakim (ra) rivâyet ediyor:

Benden sonra ümmetim hakkında üç şeyden korkuyorum: 1. Heva ve heveslerinin kendilerini şaşırtması. 2. Mide düşkünlüğü ve şehevânî isteklerine uymaları. 3. Hakikati bilip öğrendikten sonra gaflete düşmeleri.



Hz. Câbir (ra) rivâyet ediyor:

Ümmetim hakkında en çok korktuğum şey nefsin isteklerine uymak ve ölüm­süzlük hayâlidir.



Hz. Abdurrahman bin Cennab es-Selmt (ra) rivâyet ediyor:

Allah kul için önceden manevî bir makam takdir etmiş, fakat kul ameliyle oraya ulaşamıyorsa Allah onun bedeni, çoluk çocuğu ve malıyla ilgili bir musibet verir, sonra da daha önce takdir ettiği makama ulaşması içip onu buna karşı sabırlı kılar.



Hz. Ebû Hüreyre (ra) rivâyet ediyor:

Kur’ân’da iki âyet vardır ki, mü’minler için şifâdır ve Allah’ın sev­diği şeylerdendir. O iki âyet Bakara Sûresinin son iki âyetidir (Âmenerresûlü)


“Otizmli doğmayıp, otizme sürüklenen çocukların sayısı artıyor.”

Belki de kulaktan dol­ma bilgilerle fikir sahibi olduğumuz “otizm”i, uzun süredir bu alanda çalışmalar yürüten Psk. Cihan Çelik ile görüş­tük. Konuştuklarımızı okuyunca sizler de şaşı­racaksınız…
Günümüzde en sık rastlanan nörolojik bozukluk olarak ifade ediliyor otizm. En kısa ifadeyle tanımı nedir?

Otizm aslında sosyal etkile­şim problemi, yani karşıdaki kişi­yi anlama ve kendini ifade etme becerisini hayatın erken dönem­lerinden itibaren becerememe diyebiliriz.



Belirtileri neler?

Şöyle örnekleyeyim. Daha çok küçükken bile gözüne bakmama, sen güldüğün zaman sana güle­rek karşılık vermeme, göz teması kurmama gibi şeyler. Biraz daha büyüdüğü zaman ise konuşma ihtiyacı için gerekli sözel ve sözel olmayan becerileri kullanamama gibi düşünün. Nasılsın sorusuna iyiyim siz nasılsınız diyememe gibi. Tabi bunun yanına kısıtlı ilgi alanları ve tekrarlayıcı hareketler de eşlik eder. Otizm genel olarak budur. İnsan hayatının ilk üç yı­lında ortaya çıkar. 17-18. ayda da aileler kendi çocuklarında bu du­rumu çok net anlar.



Sebebleri neler?

Şu anda Amerika otizmle çok ilgileniyor. Devlet destekli çok yoğun bir eğitim var. Ama çok il­ginçtir ki yıl 2017 olmasına rağ­men otizmin sebebi şudur diye bir şey henüz ortada yok. Ge­netik olduğunu savunanlar var. Evet, otizmli çocukların ailele­rinde veya daha önceki ataların­da görülme oranı normalden bi­raz fazla ama tamamen gene­tik diyemiyoruz. Çevre faktörler beslenme alışkanlıkları diyenler var. Bunun yanında aşı konusun­da da çok büyük polemikler var, ama şu anda, evet bunun sebe­bi şudur diyemiyoruz. Daha çok genler üzerinde araştırmalar de­vam ediyor. Bu yüzden herhangi birinin çocuğu da otizmli olabilir.



Kızlara nazaran daha çok er­kek çocuklarda görülmesi ilginç bir veri.

Evet erkek çocuklarında bir tık daha fazla görülüyor ama yine aynı şeyi söyleyeyim; çok fazla çalışma yapılıyor ama şun­dan dolayı diyebileceğimiz bir veri yok elimizde.



Bu konuda çevrilmiş film­ler de var. Otizmli kişilerin bazı kabiliyetleri, diğerlerine naza­ran daha fazla gelişmiş olabili­yor. Bu konuda neler söylemek istersiniz?

Bu aslında otizmli çocu­ğu olan aileler için çok kritik bir konu. Bu filmler maalesef şunu anlatıyor; çocuk otizmli ama dahi, müzik alanında, matema­tik alanında inanılmaz. Bakın hepsi öyle değil, yani inanılmaz ağır, hayatı boyunca hiçbir şey yapamayan, belki de yapamaya­cak otizmli çocuklar da tanıdım ben. Otizmin çatısı çok geniş ve zihinsel engelin eşlik edip etme­mesi çok kritik bir nokta. Eğer bir çocuk otizmli dünyaya gelip ya da sonradan otizmli olup üstüne bir de ağır derecede zihinsel en­geli bulunursa o filmlerin hepsi geçersiz. Bu nasıl bir şey biliyor musunuz? Otizm şu anda çok gi­zemli bir şey olduğu için dahilik­tir, değildir diyemeyiz. Otizm bir anlamda sosyal iletişim proble­midir. Ben 7-8 yaşında olup, na­sılsın, ben iyiyim sen nasılsın di­yemeyenler tanıyorum. Şimdi bu çocuğu nasıl dahilikle ilişkilendi­receğiz? Ama bazı yönleri baskın derseniz olur. Çünkü bazı otizm­liler, ezber konusunda veya ma­tematik konusunda acayip bir zi­hinsel faaliyet kabiliyetine sahip olabiliyorlar. Türkçesi, sosyal bil­gileri çok zayıf olabiliyor ama sa­yılara karşı inanılmaz bir bilgisi oluyor. Bu yüzden otizm bir da­hiliktir diyemezsiniz.



Peki, sebepleri tam olarak açıklığa kavuşmadıysa tedavisi ne şekilde yapılıyor?

Otizmli bir çocuk gördüğü­nüz zaman evet bu çocuk otizm­li diyebilirsiniz. Tespit edileme­yen, “bu çocuk neden otizmli?” kısmı. Neden olduğu konusunda bir belirsizlik var. Peki ne yapıyo­ruz tedavide? Şu anda en başa­rılı tedavi, çocuğun neye ihtiyacı varsa, hangi kazanımı kazanma­sı gerekiyorsa, onu eğitim yoluy­la ona vermek. Otizm şüphesiy­le veya otizmle, yoğun bir teda­viye, eğitime giren çocukta, po­tansiyel de varsa, otizm ortadan kalkabiliyor. Tohum Otizm Vakfı haftada kırk saat çocuklara eği­tim verebiliyor. Buradaki sıkın­tı ne? Devlet ücretsiz olarak ai­lelere iki saat eğitim hakkı veri­yor ve iki saat çocuklara yetmi­yor. Özel eğitim almak gerekti­ğinde ise ücreti yüksek oluyor. Saati minimum 100-150 lira­dan başlayıp 400-450 liraya ka­dar varan seanslar var. Aile bunu karşılayamıyor. Benim bu alan­da 11. yılım. Çocukta iyi bir po­tansiyel varsa ya da yoksa ona göre eğitim verilmesi gerekiyor. Her çocukta aynı şey hedeflene­miyor. Çok ilginç; bazı çocuklar­da tek amacımız çocuğun konu­şabilmesi olabiliyor. Yani bir ke­lime çıkarabilmesi belki bir gün annesine, anne diyebilmesi olur­ken, bazı çocuklarda tanıyı orta­dan kaldırıp hayatına devam et­mesini sağlayabiliyorsunuz. Te­davi noktasında, şu anda klasik bir eğitim var. Ama yeni yakla­şımlar da var. Duyu bütünleme, fiziksel yönlerine etki etme, di­yetle tedavi grupları var.



Daha çok eğitim üzerinde durdunuz, peki ilaç tedavisi var mı?

Otizme eşlik eden bozukluk­lar oluyor. Her çocuğa ilaç kulla­nılmayabiliyor ama bazen öyle bir davranış bozukluğu eşlik ede­biliyor ki; çocuk dürtülerini kont­rol edemiyor kolunu ısırmaya başlıyor, sinirlendiği zaman ka­fasını çok şiddetli şekilde duvara vurabiliyor veya karşıdaki kişiye zarar verebiliyor. Dürtü kontrol bozukluğu görülebiliyor. Bu gibi durumlarda ilaç desteği almamız mecburi. Sadece eğitimle gider­seniz sıkıntı, çünkü hak verirsi­niz ki çocuğun eğitimi alabilme­si için önce eğitime hazır olması gerekiyor. Dediğim gibi, şu anda bir buçuk iki yaşındaki bir çocuğu gördüğünüz zaman “evet bu ço­cuk otizmli” diyebiliyoruz.



Bu noktada anne-babalara ne tavsiye edersiniz?

Dünyanın en zor olayların­dan biri. Çok büyük hayallerle ço­cuk sahibi oluyorsunuz ama doğ­duktan sonra, belki de bırakın 18 ayı, 3 aylıkken, 6 aylıkken çocu­ğunuzun sizinle iletişim kurma­dığını, yüzünüze bakmadığını, el­lerinizi çırptığınızda hiçbir reaksi­yon alamadığınızı, bir şey göster­diğiniz zaman bakmadığını gö­rüp inanılmaz bir hayal kırıklığı­na uğrayıp daha sonra, bilhas­sa tanıyı duyduktan sonra bel­ki günlerce haftalarca bir depres­yon ve kabullenememe süreci ya­şıyorsunuz. Tavsiyem şu; tabi ki çok kolay söylemesi ama, tanıyı alan aile, “yaratılışı bu, benim ço­cuğum böyle dünyaya geldi veya evet ben otizm tanısı aldım, bir an önce güçlü olup bir şeyler yap­malıyım. Eğitim mi lazım, hemen eğitime başlayacağım. Bu çocuk için tedavi mi lazım, hemen ona başlayacağım” deyip işe koyul­ması lazım. Olayı kabul etme sü­recini uzatırsanız çok büyük bir kayıp yaşarsınız. Çünkü otizmde, 0-3 yaş denilen ilk dönem çok kri­tik bizim için. 5-6-7 li yaşlardan sonra süreç çok daha zora girer­ken, 22-23 aylık çocukların eği­time verdikleri olumlu tepki çok daha fazla ve güzel oluyor. Bakın şu anda oran olarak 56’da 1 olan bir durumu konuşuyoruz. Yani inanılmaz ya da uzak değil hiçbi­rimize. Hepimiz ileride anne-baba olacağız ya da olduk. Şunu diyebi­lirsiniz, ya hocam hepsi mi otizm? Evet, sosyal iletişim problemiy­le başlayan, otizme doğru kayan veya direkt otizmli doğmak gibi popülasyonu genişleyen bir ra­hatsızlık bu.



Ülkemizde de mi öyle Cihan Bey?

Evet maalesef. Uzun yıllardır bu işin içindeyim. Çok ilginç ama özellikle son 3-4 yıldır inanılmaz arttı. Şunu diyebilirsiniz “ho­cam biz çok mu irdeliyoruz?” Ha­yır, hiçbir anne-baba bir problem teşkil etmediği müddetçe uzma­na başvurmuyor. Maalesef böyle bir problem var.



Otizmli doğmayıp, otizme kayan çocuklar…

Otizmli doğmayıp otizme ka­yan bir sürü çocuk tanıdım. Ma­alesef televizyon, tablet, tele­fon denen üç olay inanılmaz de­recede çocukları sosyal etkileşim problemine soktu. Karşınıza bir çocuk geliyor, adın ne diyorsunuz cevap vermiyor. Oğlum bak elim­de bir nesne var, bunu takip et di­yorsun, takip etmiyor. Bana bak diyorsun sana bakmıyor. Anlıyor­sunuz ki çocuk otizmli doğmasa da otizme kaymış. İlla doğuştan olacak diye düşünmeyin. Aile ço­cuğuyla ilgilenmezse, çocuk sade­ce çizgi film izler, telefonla muha­tap olursa inanın bana 1-1.5 sene sonra otizm belirtileri başlar. Çok ağır otizmli olmayabilir ama sos­yal iletişim kuramaz. Oyun oyna­yamaz. Eline bir oyuncak verdiği­niz zaman işlevsel olarak onun­la oynamayı beceremez. Sizin jest ve mimiklerinize karşılık veremez.



Son olarak neler dersiniz Ci­han Bey?

Çocuk zaten doğuştan otis­tik özelliklerle dünyaya geliyorsa bunu kabul etmekten, Allah’a sı­ğınmaktan, dua etmekten, sabır dilemekten ve çocuğun eğitimi için her şeyi denemekten başka çare yok. Ailenin kendini bir şe­kilde motive edip tedaviye baş­laması ve sabırla devam ettirme­si gerekiyor. Ama, otizmli olma­yan, bu özelliklerle dünyaya gel­meyen bir çocuğunuz varsa, tele­vizyon, tablet veya bilgisayar kar­şısında çokça vakit geçirirse bir süre sonra otizm özellikleri gös­termeye başlar, daha çok pişman olursunuz. 0-3 arasında televiz­yon, telefon, bilgisayar kesinlik­le çocukların hayatlarında olma­yacak. Çocuk tamamen ailesiyle, arkadaşlarıyla, akrabalarıyla ileti­şim kuracak. Böyle olursa bir sı­kıntı olmaz. Bir de şöyle bir du­rum var, “Onun çocuğu olmadı.” deyip bu olayı riske atıyor insan­lar. Yani onun çocuğu olmayabilir ama tekrarlıyorum bu durum çok görülmeye başlandı. 3-4 yaşla­rındaki çocuklar için “İsmini söy­leyince dönmüyor, bize bakmıyor, iletişim kurmuyor, konuşmuyor.” gibi şikayetlerle geliyor aileler. Bir bakıyorsunuz, 6 ay 1 sene eğitim verdiğinizde, otizm belirtisi gös­teren bu özelliklerden kurtuluyor çocuk. Niye? Bu duruma sebep olan olumsuzlukları, ortadan kal­dırıp eğitime başlıyorsunuz. Ço­cukla iletişim becerileri çalışma­ya başlıyorsunuz, zamanla nor­mal hayata dönüyor. Yakın bir ta­rihte, ilk defa durumunu bu ka­dar samimi anlatan bir babayla görüştüm. Kendi çocuğuna nasıl bir benzetme yapıyor biliyor mu­sunuz? “Sanki evde çocuk değil, başka bir şey besliyoruz.” Niye? dedim. “İşten geliyoruz, yemek­leri yiyoruz, çocuğun eline telefo­nu veriyoruz. Bizler de telefonu­muzu alıyoruz, herkes köşesine çekiliyor. Çocuk üç dört saat te­lefonla oynuyor. Sonra artık hadi yatalım diyerek çocuğu yatırıyo­ruz.” dedi. Şimdi sizce bir çocuk bu olayı 6 ay bir sene devam etti­rirse sosyal etkileşiminde, karşı­daki kişiyi anlamada, ifade etme­de nasıl özellikler gösterir? Zayıf­lamaya başlar tabii. Ben çok faz­la çekirdek aile olmanın da bu du­rumda etkili bir faktör olduğunu düşünüyorum. Yani çocuklar es­kisi gibi beş on kişiyle büyümü­yor, oynamıyor, iletişim kurmu­yor. Karı, koca ve bir çocuk. Çocu­ğun iletişime geçtiği insan sayı­sı çok az. Belki bilim şu anda bu­nun üzerinde çok durmuyor. Biraz daha olay kültürel kalıyor ama bir süre sonra bence bu da önemse­necek.


Dikkat eksikliği ve

hiperaktivite bozukluğu

Dikkat

Ruh sağlığı alanında var olan önyargıyı sırtlayan konulardan biri Dikkat Eksikliği ve Hiperaktivite Bozukluğu, yaygın kısaltımıyla DEHB. Toplumda, öğretmenler arasında bile özellikle son yıllarda sarf edilen “Bu çocuk çok hiperaktif” ve benzeri sözleri sıkça duyuyoruz. “Hiperaktif” daha doğru söylemiy­le “hiperaktivite” psikiyatrik bir tanıdır ve her ha­reketli çocuk için kullanılmaması gereken bir keli­medir. Çok hareketli olan bir çocuğun bu durumuna sebep olabilecek; kuralsızlık, yaş dönemi özellikleri, anne baba tutumları gibi etkenler bulunmaktadır ve öncelikle bu etkenler irdelenmelidir. Özetle; her gördüğümüz “fazla hareketli çocuklar” hiperaktif değildirler.



Yüklə 244,43 Kb.

Dostları ilə paylaş:
  1   2   3   4




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin