Birinci Baskı



Yüklə 1,73 Mb.
səhifə29/33
tarix09.01.2019
ölçüsü1,73 Mb.
#93579
1   ...   25   26   27   28   29   30   31   32   33
Ka sonra Kadife'nin öfkeli gözlerinde yaş gördü.
"Baban da böyle düşünüyor Kadife. Başını açmaya karar vermen ne kadar doğruysa, bunu bu akşam öfkeli imam hatip öğrencilerinin önünde yapman o kadar saçma. Sunay gene herkesi kışkırtacak. Bu akşam burada durmana hiç gerek yok. Hasta olduğunu söylersin."
"Bahaneye gerek yok. Sunay istersem eve dönebileceğimi söyledi zaten."
Kadife'nin yüzünde gördüğü öfke ve hayal kırıklığının okul piyesine çıkmasına son anda izin verilmeyen genç kızınkinden çok daha derin olduğunu Ka kavradı.
"Burada mı kalacaksın Kadife?"  
"Burada kalıp oyunda oynayacağım."
"Bu babanı çok üzecek biliyor musun?"
"Bana yolladığı nazar boncuğunu ver."
"Seninle yalnız konuşabilmek için boncuğu ben uydurdum."
"İki taraflı casusluk zor olmalı."
Kadife'nin yüzünde bir hayal kırıklığı da gördü Ka, ama kızın aklının bambaşka bir yerde olduğunu acıyla hissetti hemen. Omuzundan çekip Kadife'ye sarılmak istedi, ama hiçbir şey yapamadı.
"İpek bana Lacivert ile eski durumlarını anlattı." dedi Ka.
Kadife sessizce çıkardığı paketten bir sigarayı ağır hareketlerle ağzına yerleştirip yaktı.
"Sigaranı ve çakmağını ona verdim," dedi Ka beceriksiz bir havayla. Biraz sustular. "Bunu Lacivert'i çok sevdiğin için mi yapıyorsun? Onda bu kadar çok sevdiğin şey ne Kadife, söyle bana."
Ka boşuna konuştuğunu, konuştukça da battığını anladığı için sustu
Funda Eser sahneden Kadife'ye seslenerek sırasının geldiğini söyledi
Kadife yaşlı gözlerle Ka'ya bakıp kalktı. Son anda birbirlerine sarıldılar. Kadife'nin varlığını ve kokusunu hissederek bir süre sahnedeki oyunu seyretti Ka, ama aklı orada değildi; hiçbir şey anlayamıyordu. İçinde kendine olan güvenini, mantığını darmadağın eden bir eksiklik, kıskançlık ve pişmanlık vardı. Neden acı çektiğini aşağı yukarı çıkarıyordu da, acının neden bu kadar yıkıcı ve şiddetli olduğunu anlayamıyordu.
İpek'le Frankfurt'ta geçireceği yılların tabii eğer onunla Frankfurt'a gitmeyi başarırsa bu ezici, kahredici acıyla damgalanacağını hissederek bir sigara içti. Aklı karmakarışıktı, iki gün önce Necip ile buluştukları tuvalete gitti, aynı küçük bölmeye girdi. Yüksekteki pencereyi açıp karanlık göğe sigara içerek baktı.
Dışarıda yeni bir şiirin gelmekte olduğuna inanamadı ilk. Bir teselli ve umut olarak gördüğü şiiri heyecanla yeşil defterine geçirdi. Aynı kahredici duygunun hâla bütün gücüyle içine yayıldığını anlayınca telaşla Millet Tiyatrosu'ndan çıktı.
Karlı kaldırımlarda yürürken soğuk havanın kendisine iyi geleceğini düşündü bir an. İki koruma eri yanındaydı ve aklı daha da karışıktı. Bu noktada hikâyemizin daha iyi anlaşılabilmesi için bu bölümü bitirip bir yenisine başlamalıyım. Ama bu, Ka'nın bu bölümde anlatılması gereken başka şeyler yapmadığı anlamına gelmiyor. Önce Ka'nın üzerinde durmadan defterine yazdığı "Dünyanın Bittiği Yer" adlı bu son şiirin Kar adlı kitaptaki yerine bakmalıyım.
 
 
 
41
 
 
Herkesin bir kar tanesi vardır
KAYIP YEŞİL DEFTER
 
"Dünyanın Bittiği Yer" Ka'ya Kars'ta gelen on dokuzuncu ve son şiirdi. Ka'nın bu şiirlerin on sekizini bazı eksiklerle de olsa yanında hep taşıdığı yeşil bir deftere aklına gelir gelmez yazdığını biliyoruz, ihtilal gecesi sahnede okuduğu şiiri yazamamıştı bir tek. Ka daha sonra Frankfurt'tan İpek'e yazdığı ve hiçbirini postalamadığı mektupların ikisinde "Allah'ın Olmadığı Yer" adını verdiği bu şiirini bir türlü hatırlayamadığını, kitabını bitirebilmek için bu şiiri mutlaka bulması gerektiğini, bunun için İpek Serhat Kars Televizyonu'ndaki video kayıtlarına bir bakarsa çok mutlu olacağını yazmıştı. Frankfurt'taki otel odamda okuduğum bu mektubun havasından Ka'nın İpek'in video ve şiir bahanesiyle kendisine aşk mektubu yazdığını düşünebileceğini hayal edip huzursuz olduğunu da hissetmiştim.
Aynı gece elimde Melinda kasetleriyle döndüğüm odamda hafifçe kafayı bulduktan sonra gelişigüzel açtığım bir defterde gördüğüm kar tanesini bu romanın yirmi dokuzuncu bölümünün sonuna koydum. Daha sonraki günlerde defterleri okudukça Ka'nın Kars'ta kendisine gelen şiirleri kar tanesinin üzerindeki on dokuz noktaya yerleştirerek ne yapmak istediğini biraz olsun anladığımı sanıyorum.
Ka daha sonra okuduğu kitaplardan altı kollu bir yıldız biçimindeki kar tanesinin gökte kristalleşmesine yeryüzüne inip biçimini kaybederek yok olması arasında ortalama sekiz on dakika geçtiğini, her kar tanesinin rüzgâr, soğukluk, bulutların yüksekliği gibi etkenlerin yanında anlaşılamayan esrarengiz pek çok nedenle de biçimlendiğini öğrenince kar taneleriyle insanlar arasında ilişki olduğunu sezmişti. "Ben, Ka" adlı şiirini bir kar tanesini düşünerek Kars Kütüphanesi'nde yazmış, daha sonra Kar adlı şiir kitabının merkezinde de aynı kar tanesinin yattığını düşünmüştü.
Daha sonra aynı mantıkla hareket ederek "Cennet", "Satranç", "Çikolata Kutusu" adlı şiirlerinin de hayali kar tanesinin üzerinde bir yeri olduğunu göstermişti. Bunun için kar tanelerinin şekillerini yayımlayan kitaplardan yararlanarak kendi kar tanesini çizmiş, Kars'ta kendisine gelen şiirlerin hepsini bu tanenin üzerine yerleştirmişti. Böylece yeni şiir kitabının yapısı kadar, kendisini Ka yapan her şeyi de bir kar tanesi üzerinde işaretlemiş oluyordu. Her insanın bütün hayatının içsel bir haritası olan böyle bir kar tanesi olmalıydı. Şiirlerin kar tanesinin üzerinde yerleştiği hafıza, hayal ve mantık dallarını Ka, Bacon'ın insan bilgisini sınıflandırdığı ağaçtan almış, altıgen kar yıldızının dalları üzerindeki noktaların ne anlama geldiğini Kars'ta yazdığı şiirleri yorumlarken uzun uzun tartışmıştı.
Bu yüzden Kars'ta yazdığı şiirler üzerine Frankfurt'ta tuttuğu üç defter dolusu notun büyük çoğunluğunu kar tanesinin anlamı kadar Ka'nın kendi hayatının anlamı üzerine bir tartışma olarak da görmek gerekir. Söz gelimi, "Vurularak Ölmek" adlı şiirin kar tanesi üzerindeki yerini tartışıyorsa önce şiirde ele aldığı korkuyu açıklıyor, bu şiirin ve korkunun neden hayal dalına yakın yerleştirilmesi gerektiğini irdeliyor, neden hafıza dalının tam üzerindeki "Dünyanın Bittiği Yer" adlı şiirin yakınında ve çekim alanında olduğunu yorumlarken, esrarlı pek çok şeyin de malzemesini verdiğine inanıyordu. Ka'ya göre herkesin hayatının arkasında böyle bir harita ve bir kar tanesi vardı ve uzaktan birbirlerine benzeyen insanların aslında ne kadar değişik, tuhaf ve anlaşılmaz olduğu herkesin kendi kar yıldızının çözümlemesi yapılarak kanıtlanabilirdi.
Ka'nın şiir kitabının ve kendi kar yıldızının yapısı hakkında tuttuğu sayfalar dolusu ("Çikolata Kutusu" adlı şiirin hayal dalında olmasının anlamı neydi? "Bütün İnsanlık ve Yıldızlar" şiiri Ka'nın yıldırım nasıl biçimlendirmişti? vs.) not hakkında romanımızın gerektirdiğinden fazla söz söylemeyeceğim. Kendilerini aşırı önemseyen, yazdıkları her saçmalığın ileride bir araştırma konusu olacağına inandığı için kasıla kasıla daha yaşarken kendi kendilerinin kimsenin bakmadığı bir heykeli haline gelen şairlerle Ka gençliğinde alay ederdi.
Modernist efsanelere kanarak zor anlaşılır şiirler yazan şairleri yıllarca küçümsedikten sonra hayatının son dört yılında kendi yazdığı şiirleri kentli kendine yorumluyor olmasının gene de birkaç hafifletici özürü var. Notlarını dikkatli okuyunca anlaşıldığı gibi, Kars'ta kendisine gelen şiirleri Ka bütunüyle kendi yazmış gibi hissetmiyordu. Bu şiirlerin kendi dışında bir yerden ''geldiğini", kendisinin onların yazılması bir örnekte olduğu gibi söylenmesi için yalnızca bir araç olduğuna inanıyordu. Ka notlarını kendisinin bu "edilgenlik" durumunu değiştirmek, yazdığı şiilerin anlamını ve gizli simetrisini çözmek için tuttuğunu birkaç yerde yazmıştı. Kanın kendi şiirlerinin yorumunu yapmasının ikinci özürü de buradaydı. Ka ancak Kars'ta yazdığı şiirlerin anlamını çözerse kitabının eksikliklerini, yarım kalan dizeleri ve kaydetmeden unuttuğu "Allah'ın Olmadığı Yer" adlı şiiri tamamlayabilirdi. Çünkü Frankfurt'a döndükten sonra hiç şiir "gelmemişti'' Ka'ya.
Ka'nın dört yılın sonunda gelen şiirlerin mantığını çözüp kitabını bitirmiş olduğu notlarından ve mektuplarından anlaşılıyor. Bu yüzden dairesinden aldığım kâğıtları, defterleri Frankfurt'taki otelde içki içerek sabaha kadar karıştırırken, arada bir Ka'nın şiirlerinin buralarda bir yerde olması gerektiğini hayal edip kendi kendime heyecanlanıyor, elimdeki malzemeyi yeniden karıştırmaya başlıyordum. Sabaha karşı arkadaşımın defterlerini karıştıra karıştıra onun eski pijamaları, Melinda kasetleri, kravatları, kitapları, çakmakları (Kadifenin Lacivert'e yolladığı ama Ka'nın ona vermediği çakmağı da daireden almış olduğumu böyle fark ettim) arasında kâbuslar ve özlemlerle dolu düşler ve hayaller görerek rüyamda Ka bana "yaşlanmışsın" diyordu, korkuyordum) uyuyakaldım.
Ancak öğle vakti uyandım ve günün geri kalanını karlı ve ıslak Frankfurt sokaklarında Tarkut Ölçün'ün yardımı olmadan Ka hakkında bilgi toplamakla geçirdim. Ka'nın Kars'a gelişinden önceki sekiz yılda ilişki kurduğu iki kadın da benimle görüşmeye arkadaşımın biyografisini yazdığımı söylemiştim hemen razı oldu. Ka'nın ilk sevgilisi Nalan, değil son şiir kitabından, Ka'nın şiir yazdığından bile haberdar değildi. Evliydi, kocasıyla birlikte iki dönerci dükkânı ve bir seyahat bürosu işletiyordu. Başbaşa konuşurken bana Ka'nın zor, kavgacı, huysuz ve aşırı alıngan biri olduğunu söyledikten sonra biraz ağladı. (Ka'dan çok, solcu hayallere feda ettiği gençliği için üzülüyordu.)
Bekâr olan ikinci sevgili Hildegard'ın da tahmin ettiğim gibi Ka'nın ne yazdığı son şiirlerinde ne de Kar adlı şiir kitabından haberi vardı. Ka'yı ona Türkiye'de olduğundan çok daha ünlü bir şairmiş gibi tanıtmaktan duyduğum suçluluğu hafifleten oyuncu, flörtçü bir havayla bana Ka'dan sonra yaz tatillerinde Türkiye'ye gitmekten vazgeçtiğini, Ka'nın çok sorunlu, çok zeki, yapayalnız bir çocuk olduğunu, aradığı anne-sevgiliyi huysuzluğu yüzünden hiçbir zaman bulamayacağını, bulursa bile kaçıracağını, ona âşık olmak ne kadar kolaysa, onunla birlikte olmanın o kadar zor olduğunu anlattı. Ka ona benden hiç söz etmemişti. (Bu soruyu ona niye sorduğumu ve burada niye bahsettiğimi bilmiyorum.) Bir saat on beş dakika süren görüşmemiz sırasında fark etmediğim şeyi, ince bilekli uzun parmaklı güzel sağ elinin işaret parmağının ilk ekleminin olmadığını Hildegard son anda el sıkışırken bana gösterdi ve Ka'nın bir öfke ânında bu eksik parmakla alay ettiğini gülümseyerek ekledi.
Kitabını bitirdikten sonra Ka, bir deftere el yazısıyla yazdığı şiirleri daktilo edip çoğaltmadan önce, bundan önceki kitaplarında da yaptığı gibi bir okuma turuna çıkmıştı. Kassel, Braunschweig, Hannover, Osnabrück, Bremen, Hamburg. Ben de, beni çağıran halkevinin ve Tarkut Ölçün'ün yardımıyla, bu şehirlerde alelacele "okuma geceleri" düzenlettim. Tıpkı Ka'nın bir şiirinde anlattığı gibi ben de dakikliğine, temizliğine ve Protestan konforuna hayran olduğum Alman trenlerinde pencerenin kenarına oturur, camda yansıyan ovaları, uçurumların dibinde uyuklayan küçük kiliseli şirin köyleri ve küçük istasyonlardaki sırt çantalı, renk renk yağmurluklu çocukları hüzünle seyreder, ağızlarında sigara istasyonda beni karşılayan dernekli iki Türk'e Ka'nın yedi hafta önce buraya okuma için geldiğinde yaptığı şeylerin aynısını yapmak istediğimi söyler ve her kentte, tıpkı Ka'nın yaptığı gibi küçük ucuz bir otele kaydımı yaptırdıktan, beni çağıranlarla bir Türk lokantasında siyasetten ve Türklerin ne yazık ki kültürle ilgilenmediğinden konuşup ıspanaklı börek ve döner yedikten sonra şehrin soğuk ve boş sokaklarında gezer, İpek'in acısını unutmak için bu sokaklarda yürüyen Ka olduğumu hayal ederdim. Akşam siyasete, edebiyata ya da Türklere meraklı on beşyirmi kişinin katıldığı "edebi" toplantıda, en son romanımdan ruhsuzca biriki sayfa okuduktan sonra birden konuyu şiire getirir, kısa zaman önce Frankfurt'ta öldürülen büyük şair Ka'nın çok yakın arkadaşım olduğunu açıklar, "acaba yakın zaman önce burada okuduğu son şiirlerinden birşeyler hatırlayan var mı" diye sorardım.
Toplantıya katılanların büyük çoğunluğu Ka'nın şiir gecesine gelmemiş olurdu, gelenlerin ise siyasi sorular sormak için veya rastlantıyla geldiklerini, şiirlerini değil üzerinden hiç çıkarmadığı kül rengi paltosunu, soluk tenini, dağınık saçlarını, sinirli hareketlerini hatırlamalarından anlardım. Kısa bir süre içinde arkadaşımın en ilgi çeken yanı, hayatı ve şiirleri değil, ölümü olmuştu. Onu İslamcıların, Türk gizli servislerinin, Ermenilerin, Alman dazlaklarının. Kürtlerin veya Türk milliyetçilerinin öldürdüğüne dair pek çok kuram dinledim. Yine de kalabalık içinde Ka'ya gerçekten dikkat etmiş, akıllı, zeki, duyarlı birileri her zaman çıkardı. Edebiyatsever ve dikkatli bu kişilerden Ka'nın yeni bir şiir kitabını bitirdiğinden, "Rüya Sokaklar". "Köpek", "Çikolata Kutusu" ve "Aşk" adlı şiirlerini okuduğundan ve bu şiirleri çok, çok tuhaf bulduklarından başka pek fazla yararlı bir şey öğrenemedim. Ka şiirleri Kars'ta yazdığını birkaç yerde belirtmiş, bu da memleket hasreti çeken dinleyicilere de seslenmek istediği şeklinde yorumlanmıştı. Okuma gecesinden sonra Ka'ya (sonra da bana) sokulan tek çocuklu, dul otuz yaşlarında esmer bir kadın Ka'nın "Allah'ın Olmadığı Yer" adlı bir şiirinden de bahsettiğini hatırlıyordu. Ona göre büyük ihtimalle Ka tepki çekmemek için bu uzun şiirden yalnızca bir dörtlük okumuştu. Ne kadar zorladıysam da bu dikkatli şiirsever okur "çok korkunç bir manzara" demekten başka bir şey hatırlayamadı. Hamburg'taki toplantıda ön sırada oturan bu kadın Ka'nın şiirlerini yeşil defterden okuduğundan emindi.
Gece Hamburg'tan Frankfurt'a Ka'nın döndüğü trenle döndüm. Banhoftan çıkıp onun gibi Kaiserstrasse'de yürüdüm ve sex shoplarda oyalandım. (Bir haftada Melinda'nın yeni bir kaseti gelmişti.) Arkadaşımın vurulduğu yere gelince durdum ve farkında olmadan kabul ettiğim şeyi ilk defa açıkça kendi kendime söyledim. O yere düştükten sonra katili Ka'nın çantasından yeşil defteri alıp kaçmış olmalıydı. Bir haftalık Almanya seyahatimde her gece saatlerce Ka'nın bu şiirler için tuttuğu notları, Kars anılarını okumuştum. Şimdi tek avuntum kitaptaki uzun şiirlerden bir tanesinin Kars'ta bir televizyon stüdyosunun video arşivinde beni beklediğini hayal etmekti.
İstanbul'a döndükten sonra bir süre her gece devlet televizyonunun kapanış haberlerinde Kars'ta havanın nasıl olduğunu dinledim, şehirde nasıl karşılanabileceğimi hayal ettim. Ka'nınkine benzer bir buçuk günlük bir otobüs yolculuğundan sonra bir akşam üstü Kars'a geldiğimi, elimde çanta, ürkek ürkek Karpalas Oteli'nde bir odaya yerleştiğimi (ne esrarlı kızkardeşler vardı ortalıkta ne de babaları), Ka'nın dört yıl önce yürüdüğü karlı kaldırımlarda onun gibi uzun uzun yürüdüğümü (dört yılda Yeşilyurt Lokantası sefil bir birahaneye çevrilmişti) söylemem, bu kitabı okurlarına benim de ağır ağır onun bir gölgesi olmaya doğru gittiğimi düşündürmesin. Ka'nın da arada bir ima ettiği gibi benden şiir ve hüzün eksikliği yalnız bizi birbirimizden değil, onun kederli Kars şehrini, benim gördüğüm yoksul Kars şehrinden de ayırıyordu. Ama bizi birbirimize benzeten ve bağlayan kişiden söz etmeliyim şimdi.
İpek'i o akşam belediye başkanının benim için verdiği yemekte ilk gördüğümde duyduğum başdönmesinin rakıdan kaynaklandığına, ipin ucunu kaçırıp ona âşık olma ihtimalimin bir anda Ka'ya o gece hissetmeye başladığım kıskançlığın da gereksiz olduğuna gönül rahatlığıyla inanabilmeyi ne çok isterdim! Ka'nın anlattığından çok daha az şiirsel olan sulu bir kar, gece yarısı Karpalas Oteli'ndeki penceremin önünden çamurlu kaldırımlara yağarken arkadaşımın tuttuğu notlardan İpek'in bu kadar güzel olduğunu neden çıkaramadığımı kendime kimbilir kaç kere sordum. Bir içgüdüyle ve o günlerde içimden sık sık geçen ifadeyle "tıpkı Ka gibi", çıkardığım bir deftere yazdıklarım okuduğunuz kitabın başlangıcı olabilir: Ka'dan ve onun İpek'e duyduğu aşktan kendi hikâyemmiş gibi söz etmeye çalıştığımı hatırlıyorum. Dumanlı aklımın bir köşesiyle de kendimi bir kitabın ya da yazının iç sorunlarına kaptırmanın aşktan uzak durmanın tecrübeyle edinilmiş bir yolu olduğunu düşünüyordum. Sanıldığının aksine, insan isterse aşktan uzak durabilir.
Ama bunun için hem aklınızı çelen kadından, hem de sizi o aşka kışkırtan üçüncü kişinin hayaletinden kurtulmanız gerekir. Oysa ben İpek ile ertesi gün öğleden sonra Yeni Hayat Pastanesi'nde Ka'dan söz etmek için çoktan sözleşmiştim.
Ya da Ka'dan söz etmek istediğimi ona açtığımı sanıyordum. Bizden başka kimsenin oturmadığı pastanede aynı siyah beyaz televizyon Boğaz Köprüsü'ne karşı kucaklaşan iki âşığı gösterirken, İpek bana Ka'dan söz etmesinin hiç de kolay olmadığını anlattı, içindeki acıyı ve hayal kırıklığını ancak onu sabırla dinleyecek birisine açabilirdi ve bu kişinin Ka'nın şiirleri için ta Kars'a gelecek kadar yakın bir dostu olması içini rahatlatıyordu. Çünkü Ka'ya haksızlık etmediğine beni ikna ederse içindeki huzursuzluktan biraz olsun kurtulacaktı. Ama benim anlayışsızlığımın onu üzeceğini de ihtiyatla söyledi. Üzerinde "ihtilal" sabahı Ka'ya kahvaltı verirken giydiği kahverengi uzun etek ve yine kazağın üstünden takılmış eski moda kalın kemer (Ka'nın şiir notlarında okuduğum için onları hemen tanıyordum), yüzünde ise Melinda'yı hatırlatan yarı hırçın, yarı kederli bir ifade vardı. Onu dikkatle, uzun uzun dinledim.
 
 
 
42
 
 
Bavulumu hazırlayacağım
İPEK'İN GÖZÜNDEN
 
İki koruma erinin arkasından Millet Tiyatrosu'na giderken Ka'nın durup son bir kere daha kendisine baktığı sırada İpek onu çok seveceğine iyimserlikle inanıyordu, İpek için bir erkeği sevebileceğine inanmak, onu gerçekten sevmekten, hatta âşık olmaktan da olumlu bir duygu olduğu için, kendini yeni bir hayatın ve uzun sürecek bir mutluluğun eşiğinde hissediyordu.
Bu yüzden Ka'nın gidişinden sonraki ilk yirmi dakikada hiç endişelenmedi: Kıskanç sevgili tarafından bir odaya kilitlendiği için huzursuz olmaktan çok, memnundu. Aklı bavulundaydı; onu bir an önce hazırlar, hayatının sonuna kadar yanından ayırmak istemediği eşyalarıyla oyalanırsa hem babasını ve kızkardeşini daha kolay bırakabilir, hem de bir an önce Kars'tan Ka ile birlikte kazasız belasız çıkabilirmiş gibi geliyordu ona.
Gittikten yarım saat sonra Ka hâlâ dönmeyince İpek bir sigara yaktı. Her şeyin yolunda gideceğine kendini inandırdığı için budala gibi hissediyordu kendini: Bir odaya kilitlenmiş olmak bu duyguyu arttırıyor, kendine ve Ka'ya içerliyordu. Resepsiyona bakan Cavit'in otelden çıkıp bir yere doğru koştuğunu görünce bir an pencereyi açıp ona seslenmek istedi, ama kararını verene kadar delikanlı koşup gitti, İpek, Ka'nın her an geri gelebileceğini düşünerek oyaladı kendini.
Ka'nın gitmesinden kırk beş dakika sonra İpek odanın donmuş penceresini zorlayarak açtı ve kaldırımdan geçmekte olan bir gence Millet Tıyatrosu'na götürülmemiş imam hatipli şaşkın bir öğrenciye 203 no.lu odada kilitli kaldığını, aşağıya otelin girişine haber vermesini rica etti. Delikanlı onu şüpheyle karşıladı, ama içeri girdi. Az sonra da odadaki telefon çaldı:
"Ne işin var orada?" dedi Turgut Bey. "Kilitli kaldıysan niye telefon etmiyorsun?"
Bir dakika sonra babası yedek anahtarla kapıyı açtı. İpek, Turgut Bey'e kendisinin de Ka ile birlikte Millet Tıyatrosu'na gitmek istediğini, ama Ka'nın onu tehlikeye atmamak için odasına kilitlediğini, şehirdeki telefonlar kesildiği için oteldekilerin de çalışmadığını sandığını söyledi.
"Şehirde telefonlar çalışıyor artık," dedi Turgut Bey.
"Ka gideli çok oldu, merak ediyorum," dedi İpek. "Tiyatroya gidelim, Kadife ile Ka'ya ne oldu bakalım."
Bütün telaşına rağmen Turgut Bey'in otelden çıkması vakit aldı. Önce eldivenlerini bulamadı, sonra da kravat takmazsa bunun Sunay tarafından yanlış anlaşılabileceğini söyledi. Yolda hem gücü yetmediği, hem de öğütlerini daha dikkatli dinlemesi için İpek'e yavaş yürümesini söylüyordu.
"Sunay ile sakın zıtlaşma," dedi İpek. "Onun eline çok özel bir güç geçmiş bir Jakoben olduğunu unutma!"
Turgut Bey tiyatronun kapısında meraklıların, otobüslerle getirilen öğrencilerin, uzun zamandır bu tür kalabalığa hasret kalmış satıcıların ve polislerle askerlerin oluşturduğu kalabalığı görünce gençliğinde bu tür siyasal toplantılarda duyduğu heyecanı hatırladı. Kızının koluna daha bir güçle sarılırken, çevresine kendisini bu hareketin bir parçası yapacak bir tartışma fırsatı, ucundan tutacağı bir hareket arayarak yarı mutluluk yarı korkuyla bakındı. Kalabalığın fazlasıyla yabancı olduğunu hissedince, itişerek kapıyı tıkayan gençlerden birini kabaca itti ve yaptığından hemen utandı.
Salon henüz tam dolmamıştı ama bütün tiyatronun az sonra anababa günü olacağını, tanıdık herkesin kalabalık bir rüyadaki gibi orada olduğunu hissetti İpek. Kadife ile Ka'yı göremeyince huzursuz olmuştu. Bir yüzbaşı onları kenara çekti.
"Başroldeki Kadife Yıldız'ın babasıyım," diye atıldı Turgut Bey şikâyetçi bir sesle. "Onunla bir an önce görüşmem gerek."
Turgut Bey lise piyesinde başrol oynayacak kızına son anda müdahale eden baba gibi davranmış, yüzbaşı da babaya hak veren yardımcı öğretmen gibi telaşlanmıştı. Duvarlarında Atatürk'ün ve Sunay'ın resimleri asılmış bir odada biraz bekledikten sonra İpek Kadife'nin içeriye tek başına girdiğini görünce ne yaparlarsa yapsınlar, kızkardeşinin bu akşam sahneye çıkacağını hemen anladı.
İpek Ka'yı sordu. Kadife onun kendisiyle konuştuktan sonra otele döndüğünü söyledi, İpek yolda rastlaşmadıklarını söyledi, ama bu konunun üzerinde durulmadı. Turgut Bey yaşlı gözlerle sahneye çıkmaması için Kadife'ye yalvarmaya başlamıştı çünkü.
"Bu saatten, bu iş bu kadar ilan edildikten sonra sahneye çıkmamak, çıkmaktan daha tehlikeli babacığım," dedi Kadife.
"Başını açınca imam hatiplilerin nasıl öfkeleneceğini, herkesin ne kadar kinleneceğini biliyorsun değil mi Kadife?"
"Açıkçası babacığım, yıllar sonra, sizin bana 'başını açma' demeniz, bir şakaymış gibi geliyor."
"Bunun şakası yok Kadifeciğim," dedi Turgut Bey. "Onlara hasta olduğunu söyle."
"Hasta değilim ki..."
Turgut Bey ağladı biraz, İpek babasının, bir konunun duygusal yanını bulup ona yoğunlaşabildiği zamanlarda hep yaptığı gibi, aklının bir yanıyla döktüğü gözyaşlarına kendisinin de inanmadığını hissetti. Turgut Bey'in acısını yaşayışında öyle yüzeysel ve içten bir yan vardı ki İpek onun tam tersi bir nedenle de içtenlikle gözyaşı dökebileceğini hissedebiliyordu. Babalarını iyi ve sevimli yapan bu özellik şimdi iki kardeşin asıl konuşmak istedikleri konu yanında utanılacak kadar "hafif kalıyordu.
"Ka ne zaman çıktı?" diye sordu İpek fısıldar gibi.
"Çoktan otele dönmüş olmalıydı!" dedi Kadife aynı dikkatle.
Birbirlerinin gözlerinin içine korkuyla baktılar.
İpek dört yıl sonra, Yeni Hayat Pastanesi'nde bana o an ikisinin de Ka'yı değil, Lacivert'i düşündüklerini, birbirlerinin bakışlarından bunu anlayıp korktuklarını, babalarına ise hiç mi hiç aldırmadıklarını söyledi. İpek'in bu itiraflarını bana gösterilmiş bir yakınlık olarak yorumluyor, hikâyemin sonunu artık kaçınılmaz olarak onun bakış açısından göreceğimi hissediyordum.
İki kızkardcş arasında bir sessizlik olmuştu.
"Lacivert'in de istemediğini söyledi değil mi?" dedi İpek.
Kadife babam duydu," diyen bir bakışla baktı ablasına, ikisi babalarına bir göz attılar ve Turgut Bey'in gözyaşları arasında kızlarının fısıldaşmalarını dikkatle izlediğini ve Lacivert sözünü işittiğini anladılar.
"Babacığım biz şurada abla kardeş iki dakika konuşsak."
"Sizin ikinizin aklı benimkinden her zaman üstündür," dedi Turgut Bey. Odadan dışarı çıktı ama arkasından kapıyı kapamadı
"İyi düşündün mü Kadife?" dedi İpek.
"İyi düşündüm," dedi Kadife.
"Biliyorum iyi düşünmüşsündür," dedi İpek. "Ama onu bir daha göremeyebilirsin."
"Sanmıyorum," dedi Kadife dikkatle. "Ona çok da kızıyorum."
İpek, Kadife ile Lacivert arasında öfkeler, barışmalar, kızgınlıklar, iniş çıkışlarla dolu uzun ve mahrem bir tarih olduğunu gözünün önüne acıyla getirdi. Kaç yıldır? Bunu tam çıkaramıyor, Lacivert'in kendisiyle Kadife'yi birlikte idare ettiği sürenin ne kadar olduğunu kendine artık bir daha hiç sormak istemiyordu. Ka'yı Almanya'da kendisine Lacivert'i unutturacağı için bir an sevgiyle düşündü.
Kadife de iki kardeş arasındaki gelişen o özel sezgi anlarından birinde ablasının ne düşündüğünü hissetti. "Ka, Lacivert'i çok kıskanıyor," dedi. "Sana çok âşık."

Yüklə 1,73 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   25   26   27   28   29   30   31   32   33




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin