Bizim Dijital Matbaa 160x244 Şablon



Yüklə 178,18 Kb.
tarix28.08.2018
ölçüsü178,18 Kb.
#75264


toprak demir’e

masallar..
(nice mutlu yıllara comco…)
__________

ezgi & suat başkır



toprak demir’e masallar ( nice mutlu yıllara comco)
copyright ( kopirayt mopirayt yok. tüm çocuklar okuyabilir)

© 2015,


yazar: ezgi & suat başkır
tüm hakları toprak demir’e aittir. İstediğine hediye edebilir, ancak kendisinin izni alınmadan kısmen veya tamamen çoğaltılması veya farklı biçimlere çevrilmesi yasaktır. Bizden söylmesi, sonra kızıyor..

BASKI: SAGE MATBAACILIK



ailemizin varlığına sebep olan kendi anne babalarımıza…

toprak demir’in anne babası…

İçindekiler
Merhaba Oğlum 6

Merhaba Bebeğim 9

Ben Toprak Demir 11

Zaman ve Kedi 13

Galata Kulesini Çalan Adam 14

Toprağın Kokusu 17

Yalan Makinesinin Tarihi 19

Rüzgarın Şarkısı 21

Nazik Köy 24

Mavi Şehir 27

Pamuk Şeker Yağmuru 33

Minik Bilge 34

Homurdak Fırtına Bulutu 38

Mutluluk Suyu 40

Dudak Oluğu Nasıl Oluştu 42

İçindekiler
Fedakarlık Ormanı Hikayesi 43

Bilgelik Üzerine 47

İnsanın İçinde Sakladığı Hazine 48

Mucize Mucitleri 50

Canım Yavrum 53

Merhaba Oğlum..;


2012 yılının bahar aylarıydı, son sınıf sağlık öğrencilerine kariyer etkinliği için gitmiştim Çanakkale’ye.. artık yol yorgunluğumu, öğrencilerin vurdumduymazlığının üzerime sinen bıkkınlığımı bilinmez, içimde pırpır bir hal, bir de sersem gibi olduğumu hatırlıyorum. Sanırım bir gün daha kalacaktım bu yüzden şehri turlamaya çıkmıştım. Meydan da ki hollywood yapımı truva atını izledim bir süre, (gerçekten görkemli bir şey tavsiye ederim.) sonra meşhur şarap dükkanlarını gezdim şehrin ve güzel kıyısında turladım. Ancak ne yapsam hiçbir şey tam olmuyordu. Bir telaş bir sersemlik işte..Sıkkınlığımı bir türlü üstümden atamıyordum. Sonra aslına uygun olarak inşa edilerek, müze haline getirilmiş Nusred mayın gemisinin güvertesinde dolaşıyorken telefonum çaldı.
Arayan annendi.. gülümseyen sesiyle seni müjdeliyordu..
Zıpkın gibi bir şeyin, içimden bir yerlerden beynimin çatısına şırakkadanak vurduğunu hatırlıyorum. Hani filmlerde örnekleri var ya,hepsi hikaye.. Gerçekte nasıl sevineceğini bilemiyor insan, çok beklediği bir haberi hiç hesapta yokken aldığında. Güvertedeki insanları ve hatta askerleri öptüğümü hatırlıyorum ilk olarak, sırtımı sıvazlamalarının ardından.O, ne yapacağını bilmez bir heyecanla girdiğim kaptan köşkünde, savaşın maket üzerinden interaktif anlatımı esnasında da yanımdakilere sırıtık bir suratla,

çocuğum olacakmış dediğimi de hiç alakasızca…


Şişt ler pişşşt ler eşliğinde dışarı çıkarılırken..
Yüzümde ya ben de bir haber var biliyor musunuz? Hepinize anlatmaya can atıyorum, sorsanız da sormasanız da hem de, ifadesiyle, Çanakkale’nin taş sokaklarında dolaştım bir süre.. Zuzoyla, Can’ı aradım, yakın arkadaşlarımı, hatta iş arkadaşlarımı da aramıştım galiba.. herkese haber vermek istediğimi hatırlıyorum…sanırım verdim de.. galiba hiç sevinmeyenlere bile…

Tabi ki bu heyecanla ertesi gün planımı iptal edip İstanbul’a döndüm. Benim mutlu haberlerimi kendime saklama huyum(?) sayesinde İstanbul da da her önüme gelenle kutlamaya devam ettim seni…


Ta ki özel izinlerle senin ilk yolculuğunu kameraya alma hazırlığımıza karşı, ben geleyim artık arkadaş diye gecenin bir yarısı, Etfal’de,planladığım şaşa dan uzak, saatlerce otoparkta ve doğumhane kapısında amcanla beraber, tanımsız bir heyecanla dolaştığım, o gece yarısına kadar..

Ciğerci kedisi gibi, amcan ve bize katılan dayınla beraber, beklediğimiz doğumhanenin önünde ki hareketle birlikte, nabzım yükselmeye başladı. Hemşirenin çağrısıyla kapıdan başımı uzattım ve önce vızırtın ve ardından kara kuru seninle karşılaştım. Korkuyla, şaşkınlıkla bağrışan ve tanıdık bir şeyler arayan oğlumla…

Sanırım senin için daha yatıştırıcı bir karşılaşma olmuştu bu, çünkü seni kollarımın arasına aldığımda sen sustun,
bu sefer benim gözlerim doldu..( Ama mutluluktan merak etme..) kokladım seni..

Ve dedim ki kendi kendime,

bir evladın babasına verebileceği en güzel hediye ile geldin…
şükürler olsun…doğdun…
Tam zamanında geldin hayatımıza Toprağın bereketi Demirin iradesiyle…
Hoş geldin be çocuk.. hoş geldin oğlum…!
Baban

Merhaba Bebeğim;


Küçücük elinle kocaman parmağımı tuttuğunda bir insana kayıtsız şartsız, sorgusuz sualsiz güvenmek böyle bir şeymiş dedim kendi kendime. Düşmemek için parmağımı tutmuştun. Hayata tutunmak için benim elimi tutmuştun. Hayat senin avuçlarının içindeydi oysa. Sen beni hayata tutturmuştun.
Karlı bir kış gününün sabaha karşısı, gözlerimi senden alamadan bir damla uyumadan seyrettim seni. Gözlerimi kapatsam uçup gidecekmişsin gibi heyecanla bekledim oracıkta. Açtın gözlerini baktın bana, hiç sevgi nedir bilmeden sevdin beni. Ben de seni sevdim, sığdıramadan içime. Yani sevginle taştın içimden aktın bir nehir gibi; su gibiydin, tertemiz, uçsuz bucaksız; içime sığdıramadığım. Koklasam biter misin diye korktuğum; beni güneşe serseler sen kokarım. Bakmaya doyamadığım; gözlerimi sonsuz ışığınla doldurdum. Kapattığımda yanımda ol diye. Her gün seni ayrı ayrı sevdim, öptüm; her gün ayrı ayrı kucakladım.

Birini unutursan birini hatırla diye.


Hayallerimi senin hayallerini süslesin diye yoluyorum. Avuçlarının içinde iyice tutup içine çek. Gözlerini kapat ve sınırları olmayan diyarlarda dolaş diye sana veriyorum. Güzel gözlerin; en görkemli yerleri görsün, güzel yüreğin; sevgiyi ve fedakarlığı bilsin diye hayallerimi sana yolluyorum. Onlara benim sana baktığım gibi bak.
Sevgiyle yoğur yüreğini, dürüstlük en büyük erdemin olsun. Kapıların seni onurlandıracak her kalbe açık, gecelerin de gündüzün kadar aydın olsun. İçin hep aydınlık aklın hep selim kalsın.
Etrafın seninle aydınlansın…

Annen…


Ben Toprak Demir…
Evvel zaman içinde kalbur saman içinde…

Dünyalardan bir dünyada yaşayan insanlar öyle çok savaşmışlar öyle çok savaşmışlar ki, artık neredeyse yaşayabilecekleri bir dünya ve savaşabilecekleri başka bir insan kalmamış…

Yaratıcıları bu duruma öyle içerlemiş, öyle kızmış ki… Yeni bir insan yaratmaya karar vermiş..

İlk insanı yarattığı toprağın bereketini eksik etmemiş yeni insanından da, ama bu sefer yaratılış özüne fısıldadığı sevgisini unutmasın diye de demir gibi güçlü bir irade vermiş bir önceki türün eksikliğini gidermesi adına…

İşte aslında bir çocuk olan o yedi çocuğu tanımamla öğrendim tüm bunları ben de…Ve her sekizinci çocuğunda aslında diğer yedi çocuktan biri olduğunu…
Biri Paris’te yaşıyordu, adı Sophie idi. Diğeri Abuja’lı Daniel, öteki Berlin’de oturan Marcus, bir diğeri Moskovalı Yuri, hemen yanında New York’lu Catherine, diğer tarafında Şangaylı Çu ve ben İstanbul’dan Toprak Demir…

Sophie esmer, Daniel siyah derili, Çu domates çorbasına kaşar peynir sever, Marcus’un babası badanacıdır ama o Kızılderili hikayeleri okumayı sever, Catherine bisiklete biner hem de gidonu tutmadan, ben resim defterimde en çok Eyfel kulesini boyamayı severim, Yuri sinemayı Türkçe seyreder..Dedim ya aslında hepimiz aynı çocuğuz ve aynı dilde güleriz…


Şimdi büyüyorum ya artık daha iyi anlıyorum..

Yedimizin de artık savaşması mümkün değil.


Çünkü yedimizde aynı insan olduk.. Tıpkı Buenos Airesten Pablo, Atinadan Yorgo, Tahrandan Leyla, Tokyo’dan Chun, Sydney’den Harry, Madrid’den Beatriz, Türkmenistan’dan Haydar ve diğer yediler gibi…

Zaman ve Kedi
Ne zaman olduğunu bilmediği bir günde, saçları rüzgarın sesiyle önüne dökülen, ellerini ovuşturarak yürüyen bir çocuk vardı. Sabahları biraz daha uyumayı severdi her zaman ve uykunun tatlısı deler diye, bir de şeker tadı arardı rüyasında. Bu sabah da böyle uyanmıştı ; ama ne zaman olduğunu bilmiyordu. Her sabah bu sabah ki gibi uyanıyordu, ama ne zaman olduğunu bilmiyordu. Etrafındaki insanların konuşmalarına şahit oluyordu. Hep soruyorlardı birbirlerine “ ne zaman” diye. O da bir sabah uyandığında annesine:

Anne, “ne zaman” diye sordu. Annesi

Ne ne zaman oğlum diye, soruyla karşılık verdi.

İşte o anda bu akıllı çocuk, fark etti. Önce zamanı öğrenmeliydi; çünkü ne zaman bir soruydu. Daha sonra “zaman” diye bir ses çıktı dudaklarının arasından. Annesi anladı ki oğlu zamanın ne demek olduğunu öğrenmek istiyor ve hemen dizlerinin üstüne çöküp oğlunun karşısında onun gözlerine bakar anlatmaya başladı.

Sanırım zamanın ne anlama geldiğini soruyorsun, dedi. Zaman, tutamadığımız bir iptir, dedi. Onunla bir kedi gibi oynarız; ama yakalayamayız. Yanımızdan geçerken onu yakalamak yerine renklerine bakıp keyif almalıyız ki elimizden kaçırdık diye üzülmeyelim. Dedi.

Çocuğun gözleri parlamıştı. Öğrendiği şeyin kıymetini bilmek için gözlerini ve kulaklarını bir süre kapatıp sadece düşündü. Sonra annesine dönüp:

Demek ki biz de kedi oluyoruz, dedi ; kahkaha atarak.
Galata Kulesini Çalan Adam…
Bir zamanlar adamın teki İstanbul’da bulunan Galata kulesini çalmayı kafasına koymuş. Onu başkalarıyla paylaşmaktan hoşlanmıyor, sadece kendine ait olsun istiyormuş. Sonra bir gün bir çanta alıp Galata kulesine gitti, bekçi başka tarafa bakarken yerdeki taşları çaktırmadan çantasına doldurup eve döndü. Ertesi gün aynı şeyleri yaptı, sonra ki günler de devam etti; Pazar günleri dışında her gün birkaç sefer yapmaya başladı ve bekçilerin onu görmemesine özen göstererek bu tarihi yapının taşlarını söküp tek tek eve taşıdı. Pazar günleri dinleniyor ve evin bodrumuna yığmaya başladığı taşları sayıyordu.

Bodrum dolunca taşları tavan arasına çıkardı, orası da dolunca divanın altına, dolapların içine, kirli çamaşır sepetine saklamaya başladı. Kuleden her dönüşünde şöyle bir çevreye bakıyor ve şöyle düşünüyordu, “Çok benzedi ama belli bir fark var gene de, Kubbesi ve kapısı için daha taş lazım.”

Ertesi gün yeşil sırt çantasına merdivenlerden kopardığı iki taşı daha koyuyor terini kuruladıktan sonra kubbeden bir taş daha koparıp çantasına atıveriyordu. Çevresindeki turistler heyecanla kuleden eşsiz İstanbul manzarasını seyrederken o içinden şöyle diyordu “Gün gelip de galata kulesini yerinde bulamayınca nasıl şaşıracaksınız bir bilseniz.”

Kırtasiyeciye gittiğinde tarihi kulenin kartpostallarını gördüğünde neşeleniyor, ama mendiliyle gülüşünü saklamaya çalışıyordu “ Hıh! Hıh! Renkli kartpostallar.

Gün gelecek kuleyi yalnızca kartpostallarda göreceksiniz.”

Adam aylarca hatta yıllarca böylece taşları koparıp koparıp evine getirmeye devam etti. Çalıntı taşlar yatağının altını, mutfağı doldurdu; hatta fırınla lavabo arasında geçecek yer bile kalmamıştı. Banyonun içi tamamen dolmuş evin koridoru savaş cephesine dönmüştü. Gelgelelim ki Galata kulesi hala dimdik olduğu yerde duruyordu, tekbir merdiveni bile eksilmemişti: bir sivrisinek ayaklarıyla kazısa ancak bu kadar eksilmiş olurdu. Zavallı hırsız yaşlandıkça umutsuzluğa kapılmaya başlamıştı. Hesaplarında yanıldığını düşünüyordu.”Acaba Yerebatan Sarnıcını mı çalsaydım “ diye geçirdi içinden.

Artık kuleye yaptığı her yolculuk onu daha da fazla yoruyor, bedenin her yanı ağrıyordu. Çantası kolunu kesiyor, ellerini kanatıyordu. Maalesef ölmek üzere olduğunu hissettiğinden kuleye son bir kez gitti. Bin bir zorlukla en üst basamağa, oradan da terasa tırmandı. Batmakta olan gün tarihi yapıyı altın rengine boyuyor denizin yansıması kocaman şehirle birleşiyor ve eşsiz bir güzellik olarak gözlere ziyafet çektiriyordu. Ama zavallı ihtiyar hiçbir şey göremiyordu, gözyaşları ve yorgunluk görüşünü engelliyordu. Aslında bu son ziyaretinde yalnız kalmayı ve ömrünü tükettiği bencilliği yüzünden çaldığı taşları için kuleden özür dilemeyi arzuluyordu ama maalesef ki turistler de tıpkı onun gibi en tepeye kadar tırmanmışlar ve beğenilerini bin bir dille ifade ediyorlardı. İşte o pek çok ses arasından ihtiyar, Kübalı bir çocuğun keyifle ve hırsla” Burası benim! Benim!” diye bağırdığını duydu.

Döndü çevresine bakındı görebildiği kadarıyla böyle tarihi bir güzelliğin karşısında bu sözün ne kadar çirkin durduğunu fark etti. Sonra da bu tarihi güzelliği sadece kendisinin olması için keyifle izleyemediğini, yaşayamadığını hatırladı. Yaşlı adam anladığı gerçeğin pişmanlığıyla, boynunu bükerek çocuğa baktı o anda ona “ benim” değil “bizim” olduğunu öğretmek isterdi..


Ama buna hiç gücü kalmamıştı…


Toprağın Kokusu…
Yaz yağmurlarının en çok kokusunun sevildiği günlerden biriydi. Miss gibi kokmak, büyüklerin dediği miss gibi kokmak, bu olmalıydı. Annem, bu mevsimin en çok güneşin batmak üzere olduğu zamanını severmiş, bir de bunu derdi. Bu arada ben, hepinizin yanından hışımla geçtiği, birçoğunuzun üstüme bastığı, bazılarınızın da birbirine attığı bir taşım ve orada güzel gözleri olan o çocuk gelene kadar kalmaya devam edecektim. Beni ilk fark eden o oldu, ellerinin arasına alıp beninle konuştuğunda kocaman bir yağmur damlası üzerime düştü. Gözleri o kadar güzeldi ki kendimi görebiliyordum ve ilk defa kendimi görmüştüm. Bana;

Seni görmediğin yerlere götürsem benimle gelir misin, dedi.

Tabii, o görmedi ama o minicik gözlerim kocaman açılmıştı.

Evet, diye bağırdım. Sesimi duyduğuna sevinmiş gibi bir gülümsemeyle baktı bana. Hemen adını sordum yol arkadaşımı tanımalıydım . Toprak Demir dedi ve yine gülümsedi.

O gülümseyince yaşam daha da güzelleşti sanki.

Ona, yürürken yağmurun kokusu ne kadar güzel değil mi diye söylemek geldi içimden, ama söyleyemedim. Bana gittiğimiz her yeri anlatmaya başladı. Ağaçları anlattı, kuşları ve yuvalarını, evleri ve insanları, güneşi, bulutları, yıldızları, sabahı, akşamı, geceyi… bir güne sığdırdı hepsini anlattı, anlattı, anlattı… Sonunda sevgiyi anlatı. O anlatırken ben onun gözlerinde görmüştüm zaten, o yüzden yabancı gelmedi söyledikleri. Gülümsedik birbirimize. Ben de ona, yağmurun kokusundan ve akşam güneşinin güzelliğinden bahsettim. Sevdiğim kokunun yağmurun değil toprağın kokusu olduğunu işte o zaman öğrendim.



Yalan Makinesinin Tarihi..
Dünyoş gezegeninin okullarında okutulan tarih kitabında alıntı olan bu masalımız büyük bilim adamı Mucoşdan bahsetmektedir. Kitaptan birebir alıntı ise şöyledir;

(Her ad’ın –oş ekiyle bittiği bir gezegendir Dünyoş… Örneğin Ev değil evoş, makarna değil makarnoş…)

Pamuk gibi görünen bulut yapma makinesi icat etmiş olan ve üç bin yıl önce yaşamış olan Mucoş şu anda buzdolabında dondurulmuş olarak korunmaktadır. Elli iki bin yıl sonra uyanacak ve tekrar yaşamaya başlayacaktır. Büyük bir mucittir kendisi, düşünün bir kere gökyüzündeki yıldızları yatak odasının tavanına indiren makineyi icat ettiğinde daha kundaktaydı. Bu makine nasıl mı çalışıyordu.. babasının omzuna tırmanmak suretiyle yıldızlara erişen bebek Mucoş, onların kaymak üzere olanlarını belirliyor ve onların içinden artık gökyüzünde durmaktan sıkılmış olanlara arkadaşlık teklif ederek yaşama hevesi aşılıyor, montunun kapüşonun da saklayarak odasına kadar getiriyordu.yalnız oradan öyle kolay görünse de aslında çok zor işti bu.. Tabi babasının omzundan erişebildiği için, babası yorulmadan doğru yıldızları tespit edip ikna etmesi çok zor bir işti. Neyse ki çişi gelse de bu zor işi halletmiş ve hala odasındaki yıldızlı kutuda arkadaşlarını misafir etmeye devam etmektedir. Anaokulunda müzikli matkap ucunu yaptığında öğretmeninin ne kadar sevindiği ve koşarak bunu karşı sokaktaki inşaat ustalarına yetiştirdiği,
o günden bugüne Dünyoşda ki inşaatlardan (Pazar günleri de dahil ) hiç gürültü çıkmadığı bilinir.

Bütün buluşlarını saymamız gerçekten çok zaman alır.

Bu yüzden en ünlü buluşunu söyleyelim: küp şekerle çalışan yalan makinesi. Her küp şekere karşılık on üç bin yalanın dinlenebildiği bu makinenin en önemli özelliği dünyanın tüm yalanlarını içinde barındırmasıydı.
Daha önce söylenenler, insanların şu anda düşündükleri ve gelecekte uydurulacak olanlar… Makine olası tüm yalanları saydıktan sonra insanlar hep doğruyu söylemek zorunda kaldılar.

Rüzgarın Şarkısı…
Uzun zaman önce Soğuk Rüzgarlar ülkesinde, sesiyle herkesi etkileyen bir rüzgar varmış. Her akşam aynı saatte 18:15’ te dolaşmaya çıkar uğultusuyla da bütün rüzgarları kendine hayran bırakırmış. Rüzgarlar kendi arasında onu Sesi Gür diye çağırırmış. Soğuk Rüzgarlar ülkesinde uğultusu en gür ve korkutucu olan rüzgar her zaman en çok beğenilen rüzgar olurmuş. Sesi Gür, ünlü olmaktan çok mutlu böbürlenerek etrafta fink atarmış. Dolaşırken bütün çocuklar onun sesinden korkup evlerine gidermiş.
Yine böyle bir akşamda dolaşmaya çıkan Sesi Gür, tam uğuldamaya başlayacakken sesinin çıkmadığını fark etmiş. Ne yapacağını bilemez halde etrafta dolaşmış, dolaşmış, dolaşmış. Tabii, onun sesini duymayan çocuklar da sokakta oynamaya devam etmişler. Anneleri çocukları geç saate kadar sokaktan içeri alamamışlar. Bunun üzerine çocuklar, eve geç geldikleri için azar işitmekle kalmamış bir de üstüne hasta olmuşlar. Diğer rüzgarlarsa Sesi Gür’ü dışlamaya başlamış. Sesi Gür’ü bizim ülkemizde bütün rüzgarların sesi olmalıdır hem senin yüzünden bütün çocuklar hasta oldu, seni burada istemiyoruz deyip ülkelerinden kovmuşlar. Nereye gideceğini bilmeyen Sesi Gür, gitmiş, gitmiş, gitmiş…
Çok zaman sonra yolun kenarında oyun oynayan bir çocuk görmüş. Ona yaklaşıp yanağına hafifçe dokunmuş. Çocuk, sesindeki güzel tınıyla şarkılar söylüyormuş.

Rüzgar şarkıları, demiş Sesi Gür. Bunlar rüzgar şarkıları.

Çocuk hemen cevap vermiş evet rüzgar şarkıları. Sıcak rüzgarlar ülkesindeki sıcak rüzgarların şarkıları.

Sesi Gür, bu şarkıları büyük baba Koca Rüzgarın anlattığı hikayelerden hatırlıyormuş. Büyük baba Koca Rüzgar, çok yer dolaşmış, bu nedenle çok da hikayeleri olan bir gezginmiş. Hiçbir zaman bir tek ülkede kalmayan her ülkede ayrı ayrı şarkılar söyleyen kocaman bir rüzgarmış.

Sesi Gür, çok geçmeden çocuğa;

Sana bu şarkıları kim öğretti, diye sormuş.

Çocuk ;

Koca Rüzgar dede, derken kahkaha atmış.



Neden gülüyorsun?

Çünkü Koca Rüzgar dede bana ismini söylerken hep bu şekilde gülüyordu. Ben de hep ona Koca Rüzgar gerçekten çok komik bir isim diyordum. Ben şarkıları çok sevdiğim için bana bu şarkıları öğretti. Sabah şarkılarını da gece şarkılarını da bana o öğretti. Bir de yanağına hafifçe dokunan bütün rüzgarlara bu şarkıları söyle dedi. Hiçbir rüzgar dokunmamıştı, sana kadar.

Koca Rüzgar,benim dedem. Çocukların yanaklarına dokunmayı sevdiğimi biliyordu, o yüzden sana öyle söylemiş olmalı. Buraya geleceğimi biliyordu demek ki.

Evet, seni tanıyorum o zaman. Rüzgar dede senden bahsetti bana. Sesinin de çok güzel olduğunu söylüyordu; beraber şarkı söyleyin derdi.

Ama ben şarkı söyleyemem artık.

Neden ?


Çünkü sesimi kaybettim.

O nasıl olur ki?

Bilmiyorum bir sabah uyandığımda artık uğuldayamıyordum.

Artık uğuldamaman gerekiyordur da o yüzden.

Nasıl yani?

Bence senin uğuldama vaktin dolmuş, o yüzden sesin çıkmıyordu. Senin hala içinde, sadece onu bulmak için şarkı söylemen gerekiyor.

Ben hiç şarkı söylemedim ki. Hep Koca Rüzgar söyler ben dinlerdim. Bilmiyorum ki.

Koca Rüzgar dedenin söylediği şarkılardan birini beraber söyleyelim o zaman, olur mu?

Çocuk, güzel şarkılardan birini söylemeye başlamış. Sesi Gür de bir anda ona eşlik eder bulmuş kendini. Çocukla beraber şarkı söylüyormuş. Daha önce söylemiş gibi ezbere hiç şaşırmadan. Çocukla beraber bir sürü şarkı söylemişler. Çok mutlu bir şekilde. Sesi Gür, ondan kaçmayan bir çocuk olmasından ve şarkı söylemekten çok mutluymuş. Şarkılar bitince çocuk, Sesi Gür’e;

Daha sonra yine görüşürüz benim artık gitmem lazım, sanırım ben görevimi yerine getirdim. Senin de Rüzgar dede gibi anlatacak bir sürü hikayen olacak. İlk hikayen ben oldum bile. Onlardan şarkı da yap olur mu? Beraber söyleriz yine. Bir de Rüzgar dedeyi görünce onu özlediğimi söyle, arada yanıma uğrasın. Hoşça kal.

Sesi Gür, çocuğun arkasından seslenmiş;

Adın ne senin?

Çocuk, gülümseyerek ;
Toprak Demir,

demiş ve kaybolmuş.


Sesi Gür, sesini bulduğu için ve şarkı söylemenin ne kadar keyifli olduğunu öğrendiği için çok mutluymuş. Bu güzel anıyı anlatmak ve güzel şarkılar öğrenmek için yola koyulmuş.

Nazik Köy…
Niyazi Gezenti, yolculuk yapmaya bayılırdı. İşte o dağ, tepe nedir bilemeden yaptığı yolculuklarından birinde bir gün yolu yusyuvarlak bir köye düşüverdi. Burada evlerin köşesi yoktu, çatıları dik değil tümsek gibi, güllerinin dikenleri ise tomurcuktandı. Bizim gezgin Niyazi ağzını bir karış açmış şaşkın şaşkın dolaşırken bir evin yuvarlak, yumuşak balona benzer çitlerini devirerek bahçeden içeri giriverdi. Girer girmezde sokağın başından tombiş, güleç yüzlü bir bekçi hızlı adımlarla yanında bitivermişti.

“Affedersiniz Gözde hanımın bahçesinde ne aradığınızı sorabilir miyim? Tüh tüh kadıncağızın çitlerini de yıkıvermişsiniz!”

Niyazi büyük bir pişmanlık ve birazda panikle bekçiye baktı. “Özür dilerim göremedim” diye yanıtladı. “O halde yarım ceza ödeyeceksiniz.” Diyen belediye memuru öyle tatlı gülümsüyordu ki, olsa olsa annesi elma şekeriyle beslemiştir bu adamı diye geçirdi içinden Niyazi. O sırada memur Niyazi’nin cezasını tombul parmaklarıyla yuvarlak bir makbuza, ucu olmayan bir kalemle yazmaktaydı. Niyazi şu sözleri “ Affedersiniz kılıcınızı görebilir miyim?” diye ağzından kaçırıverdi.”Elbette” dedi bekçi. Tabi kılıcın ucu da sivri değildi. “Nasıl bir köy burası? diye sordu” Niyazi. “Sivri ucu olmayan köy” diye yanıtladı bekçi. “ Ve şimdi rica etsem bana iki tokat atın.” Diyerek de sözlerini tamamladı. Niyazi şaşkınlıktan, sanki koca bir pastayı yutacakmış gibi ağzını açtı.” Nasıl olur devlet görevlisine saldırmaktan ceza almak istemem.” Dedi Niyazi.

“Ama burada ceza sistemimiz böyle işler beyefendi” diye kibar bir şekilde açıkladı bekçi. “tam ceza dört tokat, yarım ceza iki tokat”

“Peki bekçiye mi atılır?”

“Evet bekçiye.”

“İyi ama bu hiç adil değil, hatta korkunç bir şey.”

“Elbette adil değil, elbette korkunç.” Dedi bekçi. “İnsanlar bu tokatları atmaktan öylesine nefret ediyorlar ki suçu olmayan zavallıları tokatlamamak için kurallara uymaya özen gösteriyorlar. Haydi şimdi bana iki tokat patlatın ve lütfen bir dahaki sefere çok dikkatli olun.”

“ama ben size bir fiske bile atmak istemem, onun yerine şöyle bir okşayacağım.”

Dedi Niyazi.

“Öyleyse üzülerek sınıra kadar size eşlik etmek zorunda olduğumu bildiririm efendim.”
Ve Niyazi nazik köyü utanç içinde terk etmem zorunda kaldı. Bugünse hala oraya dönmenin balondan çitlerin, sivri ucu olmayan evlerde yaşamanın hayalini kuruyor.

Mavi Şehir…
Bu sabah da her sabah gibi uyandı mavi şehrin mavi insanları. Evlerinin kapıları mavi bir gökyüzüne açılırdı ve kar yağınca mavi üstüne beyaz puantiyeli bir battaniye olurdu yeryüzü. Akşam olunca mavi şehrin mavi ışıkları yanar, mavi içeceklerini yudumlayarak insanlar sohbet ederlerdi.

Bu kış sabahı da kar yağmıştı yine. Bütün çocuklar, yerdeki puantiyeleri sepetlerine doldurup evlerine götürmek istiyordu. Sadece kış olunca başka bir renk görebiliyorlardı çünkü. Ama kısa süre sonra eriyince bir renk daha ellerinden kayıp gidiyordu. Mavi sütlerini içerken başka bir renk var mıdır diye düşünüp hayaller kuruyorlardı. Böyle böyle Pazartesi geçti, Salı geçti, Çarşamba geçti, Perşembe geçti, Cuma geçti ve cumartesi geldi.

Mavi Cumartesi’ye uyanan Toprak Demir, artık buradan uzaklaşıp başka renkler görmek istediğine emindi. Böylece, yanına yolluk hazırlayıp herkes uyurken yola koyuldu. Yürürken mavi elmalarından bir tane alıp yemeye başladı. Ama canı çok sıkılmıştı; çünkü her yer hala maviydi. Değişen hiçbir şey yoktu. Tam ümidini kesmişken mavi bir duvara çarptı. Her yer mavi olduğu için duvarı fark edemedi ve yine çarptı. Çarpmanın etkisiyle duvar bir anda yırtıldı. O an anladı ki bu duvar değildi, bir kağıttı. Kağıdı iyice yırtıp dışarı çıktı ve rengarenk bir dünyaya adım attı. Bütün renkleriyle doğa gözlerinin önüne serilmişti. Hiçbirinin hangi renk olduğunu, adlarının ne olduğunu bilmiyor; ama görmek yetiyordu ona.

O kadar güzel o kadar göz alıcıydı ki renkler, içindeki o mutluluğu ve coşkuyu anlatacak ne bir kelime ne bir düşünce beliremedi kafasında. Günlerini bu ormanda geçirdi. Elmayı kendi rengi kırmızıyla, muzu kendi rengi sarıyla yedi. Tatlarının bile farklı olduğunu o zaman anladı. Daha sonra ailesini ve arkadaşlarını düşündü; onların da bu güzelliklerden, bu tatlardan keyif almalarını istedi ve onları almak için geri dönmeye karar verdi.

Ormanda olduğu bu, üçüncü gündü. Bu, üçüncü günde onda çok büyük bir değişiklik olmuştu. Yürürken vücudunun renk değiştirdiğini ve mavi yerine farklı bir renk olduğunu gördü. Aslında o bilmiyordu; ama normal insan rengine dönmüştü bedeni. Şaşkınlıkla çevresine baktı ve uzaklardan bir yerlerden gülücük sesleri duydu. O tarafa doğru ilerlemeye başladı. Sesin geldiği yere ulaştığında küçük bir çocuğun beyaz bir köpekle oynadığını gördü. Önce yanına gitmeye korktu; ama cesaretini toplayıp “ merhaba “ diye seslendi.

Diğer çocukta bir an irkilip daha sonra;

Merhaba, diye cevap verdi.

Toprak Demir:

“Köpeğin ne kadar güzel,” diye devam etti, sözüne. Bizim oralarda köpeklerin hepsi mavidir.

“ Mavi ?” dedi, şaşkın bir şekilde çocuk,

Toprak Demir:

“Mavi benim rengim, yani şu anda mavi değilim ama önceden öyleydim.”dedi.

Çocuk:

“ hıııı, anladım; ben de pembeydim. Cebimdeki elmanın renginde,” diyip elmayı cebinden çıkartıp gösterdi.



Toprak Demir:

“Benim de elmam mavi bak.” Diyip cebinden çıkardı ve :

“Senin adın ne” diye sordu.

Çocuk :


“Yunus Eğmen” diye cevap verdi.

Toprak Demir:

“Sizin orada da her şey senin elmanın renginde miydi?”

Yunus Eğmen:

“Evet, buraya geldiğimin üçüncü günü seninle aynı renk oldum.”

Toprak Demir:

“O zaman normale dönmüşüz. Burada her şeyi normal rengiyle yediğimiz için biz de normale dönmüş olmalıyız. Senin şehrin nerede, nereden geldin?”

Yunus Eğmen:

“Bilmiyorum, birkaç gün önce geri dönmeye karar verdim ama bir türlü bulamadım.”

Toprak Demir:

“Belki köpek bize yardımcı olabilir. Bizi koklayıp şehirlerimizi bulmamızı sağlayabilir.”

Yunus Eğmen:

Evet, haklısın.

Önce Yunus Eğmen elmasını koklattı ve köpeğin peşinden gitmeye başladılar. Uzunca bir süre yürüdükten sonra kocaman kapısı olan bir ağaç gördüler.


Toprak Demir:

“Yunus, bence buraya girip orada ne olduğuna bakmalıyız dedi.”

Yunus Eğmen, biraz çekingen kalarak; “olabilir” dedi ve yavaşça kapıyı açıp içeriye girdiler. İçeri girdiklerinde şok oldular; çünkü burası bir ağaçtan daha çok bir sürü kapısı olan kocaman bir ev gibiydi. Hangi kapıyı açsalar bilmiyorlardı. Sonra köpeğin gittiği yöne doğru gittiler. Köpeğin önünde durduğu kapıyı açtılar ve içeriye doğru kafalarını hafifçe uzatıp baktılar. Bir de ne görsünler; bir kadın, mavi bir odada, mavi boyalarla resimler yapıyor; hem de bir sürü resim yapıyor. Toprak Demir, resimleri görünce;

“ Burası benim şehrim” diye bir anda bağırıverdi.

Onun sesini duyan kadın tanıdık bir yüz görmüşçesine gülümseyerek ona baktı ve:

“ Beni buldun, beni buldun” diye bağırmaya başladı.

“ Ben seni çizerken buraya geleceğini biliyordum. Burayı kulağına fısıldamıştım. Hoş geldin. “ dedi ve gülümsedi.

Toprak Demir:

“Ama ben sizi tanımıyorum”

“ Tanımazsın tabii, hiç görmemiştin beni. “

“ Bu resimlerin hepsini siz mi yaptınız. Şurası bizim bahçeye, şurası da bizim eve ne kadar çok benziyor.”

“Evet, benziyor; çünkü orası sizin eviniz.”

“Bizi sen mi çizdin.”

“Evet, ben çizdim.”

“ Neden mavi yapıyorsun? Diğer renkleri neden kullan mıyorsun?
“Çünkü ben maviyi seviyorum.”

“ Diğer odalarda da başkaları mı resim yapıyor?

“ Evet, “

“ O zaman, herkes kendi sevdiği rengi kullanıyor, demek ki. Çünkü, Yunus Eğmen de pembe bir şehirden geliyor.”

“Evet, diğer odalardaki arkadaşlarım da kendi sevdikleri renklerle resim yapıyorlar.”

“Ama çok saçma; çünkü biz tek renk istemiyoruz. Diğer renklerinde güzelliklerini görmek istiyoruz. Bu şekilde hiç mutlu değiliz.” dedi.

Kadın, bir an durdu ve düşünmeye başladı. Biri ilk defa bu açıdan bakmasını sağlamıştı. Uzun bir süre sesini çıkarmadan düşündü. Toprak Demir de o sırada kadının bencil olduğunu anladığını ve bu yüzden üzüldüğünü fark etti. Ağlamaklı olan kadına yaklaşıp:

“Bu kadar üzülme, hala şansımız var; bunu düzeltebiliriz. Üzülmen için değil, yanlış olanı fark etmen için söyledim, ben bunu. Ne yapalım biliyor musun? Şimdi diğer bütün odadaki arkadaşlarınla konuşup hep beraber bir resim yapmanızı sağlayalım. Bir araya gelin ve kocaman güzel bir resim yapın. Herkes sevdiği rengi bu kocaman resmin üstünde kullansın. Siz sevdiğiniz renkleri yine kullanıp mutlu olurken biz de bütün renklerin görmenin mutluluğunu yaşamış oluruz. Ne dersin ?”

Kadın şaşkın bir şekilde bu güzel çocuklara baktı ve:

“Siz farklıların insanın yaşamına kattığı güzellikleri bana anlattınız ve anlamamı sağladınız. Benim ve arkadaşlarımın ne kadar bencil olduğunu bana gösterdiniz.”

Toprak Demir’ e döndü ve:

“Hadi gidip bütün arkadaşlara bu fikrini anlatalım. Daha sonra siz de şehirlerinize gidip oradaki insanlara anlatın. Bütün resimleri birleştirelim. Aradaki kağıtları kaldıralım.”

Hemen gittiler ve pembe şehrin, kırmızı şehrin, yeşil şehrin, sarı şehrin, mor şehrin, siyah şehrin ve bütün renklerin çizerlerine anlattılar fikirlerini. Hepsinin gözleri parladı nasıl bunu düşünemedik diye üzüldüler ve bir an önce büyük resmi çizmek için çalışmalara başladılar. Bu sırada Toprak Demir ve Yunus Eğmen de yola koyulup ailelerinin yanına gittiler.

Toprak Demir, şehre ulaştığında şaşkın bakışlar etrafını sarmıştı. Bütün insanlar bu nasıl olabilir diye düşünüp kendi aralarında konuşuyorlardı. Farklı bir şeyin verdiği korkuyla ona yaklaşamadılar dahi. Hatta bazıları, “kaçın, kaçın” diye bağırmaya bile başlamıştı. Ama anne ve babası Toprak Demiri hemen tanıdı ve ona sarıldılar. Toprak Demir yaşadıklarını heyecanla onlara anlatmaya başladı. Anne ve babası onunla bir kez daha gurur duyup tekdüzelikten sıyrılmanın yollunu bulduğu için ondan kocaman bir öpücük aldılar. İnsanlar üç gün sonra renklerinin normale döndüğü ve her şeyin rengarenk olduğunu gördüler ve farklılıkların verdiği mutlulukla yaşamaya devam ettiler.



Pamuk Şeker Yağmuru…
Bir zamanlar İstanbul’a pamuk şeker yağmıştı diye söze başladı sokak kedisi Necmi;

Dolu tanesi büyüklüğündeydi her biri ve rengarenklerdi. Yeşil, pembe, mor mavi.. çocuğun biri yeşil olandan birini denemek için ağzına attığında naneli bu diye sevinç içinde bağrıştığını hatırlıyorum. Tıpkı hemen pembe olandan birini ağzıma atarak çilekli olduğunu anladığımda benim bağırdığım gibi.. Çileeekkk.. Çilek..

Pamuklaaar.. pamuk şekerler. Herkes ceplerine doldurmaya başlamıştı, koca İstanbul neşeyle dolmuş yaşlısından gencine, asık suratlısından, şefkatlisine her bir İstanbul’lu naneli, çilekli, vişneli, şeftalili, karpuzlu, portakallı pamuk şekerlerin yaydığı mutlulukla yapış yapış olmuş kahkahalar atıyordu. Yağmur kısa sürdü ama bütün yollar yumuşacık pamuk şeker halısıyla kaplanmıştı. Okuldan çıkan öğrenciler çantalarını bunlarla doldurdu, yaşlı kadınlar eşarplarını bohça yapıp içini doldurdular..

Harika bir gün olmuştu…

Ve insanlar bugün bile hala gökyüzünden pamuk şeker yağmasını bekliyor.ama o bulut ne Kocaeli’den ne Edirne’den geçmedi bir daha..

Bir daha uğrayacağını da hiç sanmam… Ne de güzel karnımı doyurmuştum halbuki…

Umarım kakaolu süt yağmuru olur bir dahakine…


Minik Bilge…
Güneş, ışıklarını hiç düşünmeden yeryüzüne bırakıyordu. Sabahları onun güzel okşamalarıyla uyanıyordu minik insanlar. Kocamandı güneş ve ışıkları. Kocamandı ağaçlar ve hayvanlar. Kocamandı, bulutların gözyaşları. Kocamandı ay ışığının nehre yansıması. Kocaman bir dünyada minicik insanlar, bu güzel nehrin kenarında yaşarlardı. Güneş onları ne kadar çok ısıtıyorsa rüzgar da o kadar çok savuruyordu. Bu yüzden bu minik insanlar rüzgarlı ve fırtınalı havalarda evlerine yani ağaçların kovuklarında kendilerine yaptıkları sığınaklara koşarlardı. Yağmurlu havalar, dışarıda dolaşmak için çok tercih ettikleri bir hava değildi. Arada devler nehrin kenarına gelir yemek yer, eğlenir ve giderlerdi. Bazen devler buraya sadece oturup etrafı seyretmek için de gelirlerdi. Minik insanlar, devler ilk geldiklerinde çok korkmuş ve çil yavrusu gibi etrafa dağılmışlardı, ama daha sonra devlerin onları görmediklerini fark ettiler ve onlar geldiğinde saklanıp onların gitmesini beklediler. Tabii, bir de böcekler vardı, bazıları onları yemeye çalışır, o yüzden böceklerden korunmak için tuzaklar kurup, köylerine yaklaşmalarını engelliyorlardı.

Yine güneşin yüzlerini okşadığı güzel bir günde. Minik insanlar, günlük işleriyle uğraşıyorlardı. Kimisi, bahçesini çapalıyor; kimisi, yeni eşyalar yapıyor; kimisi de köyün etrafındaki tuzakları kontrol edip sorunlu olanları onarıyorlardı. Köyün bilge ama bir o karda da başına buyruk minik insanı, daha önceden buraya gelen devlerden birinin unuttuğu kitabı okumaya çalışıyordu.

Kitabın kapağında “İnsanın İtirafları Yeni Gelen Türe Mektuplar” yazıyordu. Bilge minik bunun kitabın adı olduğunu anladı ve merakla ilk sayfasını açtı. Sayfalar sayfaları takip etti, günler ayara dönüştü. Artık yazın son günlerini yaşıyordu, minik insanlar. Yiyeceklerini toplayıp evlerine çekilme zamanları gelmişti. Evlerini yerin altından birbirine başlamışlardı; köstebekler gibi. Tabii, bunu kış boyunca dışarı çok nadir çıkacaklarından birbirleriyle iletişimlerini koparmamak için yapmışlardı.

Yazın son günlerini hep dışarıda kalarak geçiren bilge minik kitabını bitirmişti ve devler hakkında pek iyi şeyler düşünmüyordu. Ama, kitabı yazan kişiyi düşündü, demek ki oda diğer devler için pek iyi şeyler düşünmüyordu ki bunları yazmıştı. O zaman devler, iyi devler ve kötü devler diye ikiye ayrılıyordu. Kafası çok karışmıştı. O sırada herkesin etrafa koşuşturduğunu fark etti ve neler oluyor diye kafasını çevirdiğin de devlerin nehrin kenarına geldiğini gördü. Köyden epey uzaktaydı ve gideceği tek bir yol vardı. O da devlerin üzerine oturduğu yoldu. Kitap da yanındaydı. Onu burada bırakmak istemiyordu. Bekledi bekledi, ama gitmediler. O da bu sefer, kitabın altına girdi ve onu kollarıyla zor da olsa yukarı kaldırdı ve yürümeye başladı. Devlerden bir tanesi ona doğru geliyordu. Kitabın altından dev tam önüne gelip durana kadar bunu fark etmedi. Devin ayaklarını görünce bir anda durdu. Hiç hareket etmeden oracıkta bekledi. Bir anda yukarı doğru yükseldiğini gördü, dev bu sırada “ baba baba “ diye bağırıyordu. Onun sesini duyunca iyice korktu ve avazı çıktığınca bağırmaya başladı.

Devse kitabın altından vızıltı duyunca arı olduğunu düşünüp arkasına baktı ve bir anda kitabı yere attı. Kitap bir yana Bilge Minik bir yana savruldu. Biraz sarsılmış bir halde Bilge Minik ayağa kalkmaya çalıştı; ama başı döndü ve tekrar düştü. Bu sırada dev şaşkınlıkla ona doğru yaklaştı ve;

“ Sen minicik bir insansın” diye fısıldadı.

Anne ve babası duymasın diye fısıldamıştı aslında; ama fısıldaması iyi olmuştu çünkü normal bir şekilde konuşsaydı. Minik insan, sesinin rüzgarıyla uçabilirdi. Minik Bilge, kormuş ve şaşkın;

“Evet” diye cevap verdi.

“Seni attığım için özür dilerim, biraz korktum. Canın yandı mı?” dedi.

Minik insan daha da şaşırdı çünkü; dev onunla aynı dili konuşuyor hem de ondan korktuğunu söylüyordu.

“ Biraz, ama şimdi geçti.” Dedi titreyen sesiyle.

“ Sen ne kadar küçüksün, nasıl bu kadar küçük oldun, yemek yemediğin için mi?” diye fısıldadı tekrar dev.

Gülümseyerek cevap verdi Minik Bilge ;

“ Biz miniğiz, böyle doğuyoruz. Sen de çok büyüksün mesela sen çok yemek yediğin için mi?”

“ Hayır, aksine annem hep az yediğimi söyler. “ dedi ve gülüştüler. Dev konuşmaya devam etti.

“ Babamın kitabıyla ne yapıyordun.”

“ O babanın kitabı mı, yani o mu yazdı?”

“ Evet, o yazdı.”

“ Kitabı okudum ve günlerdir kafamı bir sürü şey kurcalıyor.

Devler çok kötüymüş, doğaya ve kendi arkadaşlarına çok zarar vermişler. Sonra düşünüce hepsinin öyle olamayacağına karar verdim. Seni de tanıyınca bunu daha iyi anladım. Sen kötü olamazsın bana zarar vermedin. Baban da kötü olamaz bu kitabı yazmış, o zaman anne de kötü olamaz sen onun oğlusun, böyle böyle çoğaltabiliriz.”

“ Evet, tabii öyle. Babam da kötü oldukları için değil, yaptıklarının kötü bir şey olduklarını fark etmeleri için yazdı bu kitabı.”

Minik Bilge çok mutluydu; çünkü sorularına cevap bulabilmişti. Hararetli hararetli konuşmaya devam ediyorlardı ki devin annesi seslenmeye başladı.

“Toprak Demir, gidiyoruz. Neredesin?”

Toprak Demir, Minik insana;

“ Gitmem lazım, seni evine bırakayım. Evin nerede?”

“ İki ağaç sonra, biraz mesafe var, bana göre tabii.” Dedi ve gülüştüler.

Avuçlarının arasına aldığı minik insanı evinin önüne bıraktı dev, vedalaştılar; ama tekrar görüşme sözüyle. Minik Bilge yaşadığı mutluluğu kimseye tarif edemedi. Herkes korkuyla onu dinledi. O ise aradığı cevapları bulmanın ve Devle yeniden konuşacağı günü beklemenin heyecanıyla yatıp uyudu.

Homurdak Fırtına Bulutu…
Mukim dede, en sevdiğim hikayem işte budur diye başlayıverdi anlatmaya;

Sabah olur olmaz ateş arabasına atlayıveren, Güneş neşeli ve coşkulu bir biçimde gökyüzünde yolculuk ediyordu. Her canlıya ulaşsın diye ışınlarını dört bir yana salıyordu ki, yüklü olduğu yağmuru toprakla paylaşmamak içini kendini sıkan öfkeli bir fırtına bulutu homur homur yanına geliverdi. Gelmesiyle beraber güneşin ışınlarını kana kana içine çeken ve neşeyle dans eden; Çanakkale de bağda asma çubuğundaki üzüm tanesi, Belgrad ormanındaki örümcek ve Çoruh nehrindeki su damlasının yüzü asılıverdi.

“savurgan, har vurup harman savuruyor ışınlarını, böyle ona buna dağıttıkça göreceksin elinde ne kadar kalacak sonunda.”

Homurdak fırtına bulutu onları umursamadan karamsar karamsar konuşmaya devam etti;

“Alemin safı sensin değil mi? Bırak herkes sömürsün seni. Gün gelip onlara ışımadığın zaman nasıl nankörlük edecekler gör bak!.”

Nazikçe bulutu dinleyen güneş, homurdağın sözleri bittikten sonra izin isteyerek mutlulukla gezintisine devam etti. “ Asıl dostluk karşılıksız vermektir. Işınlarım dünyada ki yaşam neşeyle devam ettikçe hiç tükenmeyecektir. Neşe için ise yaşamın ışığıma ihtiyacı olduğuna göre bu döngü hiç bitmez fırtına bulutu.. “

Güneşin milyonlarca, milyarlarca ışınını saymadan, hesaplamadan armağan ettiğini gören homurdak fırtına bulutu, bundan o kadar çok utandı ki; ansızın yüklü olduğu yağmuru boşaltıverdi. Güneş neşeyle denize dalarken, ferahlayan toprağın huzur veren mis gibi kokusu sarıyordu dört bir yanı…
Ve Antalya da ki portakal ağacının mutlu gülümsemesi…

Mutluluk Suyu…
Ab-ı hayat derler ölümsüzlük suyuna ve o İstanbul boğazının derinliklerinde saklanmıştır.

Aslında yanlış bilinir adı mutluluk suyudur o ve onu içmeyi hak eden şanslı çok nadir var olur…

Çünkü ancak iyiliğe yardım edenler yıkanırlar mutluluk suyunda ve onların mutluluğu kadar mutluluk artar dünya üzerinde…

Çok eski zamanlarda bir gün bir adam İstanbul boğazında balık avlamaya çalışıyormuş. Ama ne kadar çabalarsa çabalasın nafile bir türlü balık yakalayamıyormuş. Açlıktan gözü kapanmak üzereyken, ne olur beni tekrar oraya gönderin diye bir ses duymuş. Açmış gözlerini bir bakmış, bir lüfer balığı yolunu şaşırmış teknenin içinde bir orasına bir burasına atlayıp duruyormuş. Adam bir denize bakmış bir kayıktaki balığa balık çaresizce çırpınıp ne olur beni oraya gönderin diye bağrışmaya devam etmiş. Denizde ise ailesinden geri kalanlar üzgün gözlerle balıkçının ne yapacağını bekliyorlarmış. Balıkçı açlığı bir yandan, balığa üzülmesi bir yanda kararsız kalmış. Sonunda dayanamamış ve lüferi yakaladığı gibi boğaza geri atıvermiş. Balıkçık mutlulukla ailesinin yanına kadar yüzmüş ve gözden kaybolmuş. Balıkçı ise mutlu ama açlıktan gözleri kararır bir vaziyette titrek elleriyle yerine geri oturmaya çalışırken dengesini kaybetmiş ve hopp boğaza düşüvermiş. Artık hali kalmadığından mıdır, yaptığı iyiliğin karşılığını alacağından mıdır bilinmez çırpınamadan bile suyun dibine batmaya başlamış.

Bunu gören lüfercik ve ailesi de onun peşinden. Denizin dibine ulaştığında kendine gelir gibi olmuş balıkçı. Denizin içinde büklüm büklüm akan dere gibi bir akıntının başında buluvermiş kendini. Lüfercik ve ailesi de yanı başında mutluluk içinde yüzüyorlarmış. Balıkçı o an açlığını unutmuş kocaamann bir mutluluk kaplamış içini akıntı içine kendini bırakıvermiş ve artık hiç açlık hissetmemiş. Parlak pullar kaplamaya başlamış bedenini bir de fiyakalı yüzgeçler, Boğazın mutluluk balığı oluvermiş balıkçı…
Ve o anda anlamış lüferciğin neden boğaz’a geri dönmek istediğini..

Dudak Oluğu Nasıl Oluştu…
Burnumuzla dudağımızın arasındaki boşlukta küçük bir çukurcuk vardır. Bakın dokunun parmaklarınızla evet evet işte tam orası. Peki o çukurcuk nasıl oluştu biliyor musunuz?

Derler ki hepimiz annemizin karnında daha mini minnacık bir bedencikken, geldiğimiz melek diyarlarının ve doğacağımız dünyanın tüm sırlarını bilirmişiz. Dünyaya gitme amacımız ise dünyayı o diyarlara dönüştürmekten ibaretmiş. Yani yeşil huzurlu diyarları, mavi neşeli diyarları, pembe mutlu diyarların hepsini bilir oralarda geçirdiğimiz vakitlerin hatıralarıyla dünyaya hazırlanırmışız. Sonra tam doğmak üzereyken dünyayı oralara benzetebilmemiz için buraları unutmamız ve yaşarken yapacağımız iyiliklerle unuttuklarımızı hatırlayarak dünyayı o diyarlara benzetmemiz görevi için bir melek gelir parmağını dudaklarımızın üzerine koyar ve gülümsermiş. İşte dudak oluğumuz böyle oluşurmuş…

Tüm bunları hatırlamamız için ise önce gülümsemeyi öğrenmemiz gerekirmiş. Çünkü bir bebek gülümsemeyi öğrendiği ilk andan itibaren dünyayı geldiği diyarların renkleriyle görebilirmiş…

İşte bu yüzden bebekler unuttuklarını hatırlamak için hep ağlar, anne babalar ise hatırlamaları için hep gülümsermiş…



Fedakarlık Ormanı Hikayesi..
Uzun uzuuun yıllar sonraki bir gelecekte İstanbul’da artık sokaklarda yürüyecek yer kalmamış. Ne kediler, ne insanlar, hatta karıncalar bile bir sokak öteye gidebilmek için saatlerce kuyruk beklemek zorunda kalıyorlarmış. Her yer bina, her yer beton olmuş. Neredeyse hayat durmak üzereymiş. Bu sırada kırk yedinci kattaki evlerinde küçük bir kız çocuğu ona süt almaya gitmiş olan fakat saatlerdir geri gelmeyen annesinin dönmeyeceğinden endişe duyuyor ve için için ağlıyormuş. Söğüt ağacı padişahı ile dut ağacı perisi ta Ödemişteki ormanlarından küçük kız çocuğunun hüznünü duymuş, artık önlenemez yok ediciliğe ulaşan insanlara bir dur demek içinde hayat ormanının sadık muhafızlarından kırlangıç kuşunu İstanbul’a durumu kolaçan etmesi için göndermişler. Kırlangıç hala annesi gelmemiş olan küçük kızın camına konarak neden üzüldüğünü sormuş. Küçük kız annesinin dönemeyeceğinden korktuğunu söyleyerek yardım istemiş. Kırlangıç etrafı da kolaçan ederek hayat ormanına geri dönmüş. Söğüt ağacı padişahı ve dut ağacına perisine durumu anlatmış ve İstanbul’da artık adım atacak yerin olmadığını insanların bu yüzden mutsuz olduklarını, birbirlerine kızdıklarını, kızgınlıklarından birbirlerine yol vermediklerini, küçük kızın annesinin de bu yüzden eve geri dönemediğini ve en kötüsü de insanların bu durumdan kurtulmak içinde hiçbir şey yapmadıklarını anlatmış.

Söğüt ağacı padişahı durmuş düşünmüş… “İnsanları incitmeden, bir fedakarlık yapmalarını sağlamamız lazım. Yoksa kendileriyle beraber hepimizi yok edecekler” demiş. Bu sırada dut ağacı perisi küçük bir kova içinde türlü türlü tohumlar getirmiş. “Al bunları padişahım” demiş. Küçük kızın mutlu olması için annesine annesinin gelebilmesi için ise önce binalardan ve insanlardan kapanan yolların açılmasına ihtiyaç var. Bu tohumlar gürgen ağacının, bu tohumlar çam ağacının, bu tohumlar kestane ağacının… diye diye bütün tohumları saymış. Bunları bulabildiğimiz toprak parçalarına ektiğimiz vakit kökleriyle binalar arasında yer açacaklar ve insanların müteahhitleri yeni yapılar geliştirmek zorunda kalacaklar. Bu sırada kahkahalar içinde bir martı süzülerek yanlarına yaklaştı, elinde küçük bir keseyle.” Merhabalar dostlarım sadece tohumla olmaz insanların mutsuzluğunu da gidermek lazım. Yoksa şimdiye kadar yaptıkları gibi sizin diktiklerinizi öfkeyle, hırsla yine sökerler demiş ve eklemiş kahkahalar atarak “ bende gideyim kırlangıçla beraber ..”



O elindeki nedir martıcık” diye sormuş dut ağacı perisi. “Küçük kızın ağlamasını kuşlar kraliçesi de duydu pericik.. Ve benim diğer martıcıklarla beraber kazanına düşmüş olduğumuz kahkaha tozunu gönderdi bizimle beraber. Böylece kırlangıçlar tohumları dökerken bizde tozu havaya karıştıracağız. Mutsuz kızgın insanlar kahkahalarla mutlu olmaya başlayacaklar, birbirlerine yer vermeye başlayacaklar.” Diye yanıtlamış martı, peri’yi. Söğüt ağacı padişahı bu duruma çok sevinmiş.
Böylece kırlangıç ve martı beraberlerinde ki sürüleriyle tüm fedakarlık ormanı sakinlerinin iyi dilekleriyle yola koyulmuşlar. İstanbul’a vardıklarında durum daha da kötüleşmiş ve insanların artık birbirlerine saldırmaya başladığını görmüşler. Martı ve beraberindeki sürüsü hiç vakit kaybetmeden keselerindeki tozları kahkahalar atarak, insanların soldukları havaya serpiştirmeye başlamışlar. Bu tozu soluyan insanlar oldukları yerde duruveriyor hemen peşine de kasıklarını tuta tuta kahkahalar atmaya başlıyorlarmış. Kısa sürede o sinirli kavgacı halden eser kalmamış ve bir yandan birbirlerine sarmaş dolaş olan insanlar kahkahalar içinde yerlerde debeleniyorlar, bir yandan da geçecek olanlara yol veriyorlarmış. Küçük kızın annesi de bu durumdan faydalanarak hızlıca evine doğru koşarak, korkudan ağlamakta olan kızına sarılıvermiş. Küçük kızın durumunu ilk gören kırlangıç camdan mutlulukla birbirine sarılmış anne kızı görmüş ve bu işi başarmış olmanın mutluluğuyla diğer arkadaşlarıyla beraber tohumları büyük bir dikkatle buldukları her toprak parçasına atıvermeye başlamışlar. Mucize bu ya bu durumu fark eden homurdak fırtına bulutu kırlangıçlarla beraber hareket ederek tohum düşen toprağı suluyordu. Sonunda kırlangıçların bıraktığı tohumlar toprak üzerinde kahkahalarla debelenen insanların sayesinde toprağa ulaşmış. Homurdak fırtına bulutunun bıraktığı yağmur sularının etkisiyle büyüyen tohumlar güçlü kökleri yardımıyla binaları birbirinden ayırmış. Asfaltları yerinden sökmüş ve daha çok toprağın ortaya çıkmasını sağlamıştı. Kısa süre içinde nefessiz kalan, çarpuk çurpuk İstanbul şehri yemyeşil kocaman bir ormana dönüşmüş. Artık hırsın, kavganın, koca koca çarpık çurpuk evlerin kalmamasından dolayı da, insanların çoğu neşe içinde doğdukları topraklara geri dönerek aynı işleri kendi topraklarında da yapmaya başlamışlar. Ve nesilden nesle kırlangıçlardan, martılara, insanlardan, söğütlere, hatta homurdak fırtına bulutlarına kadar bu iş “fedakarlık ormanı hikayesi” olarak aktarılmış.

Bilgelik üzerine…
Uzun uzun yıllar sonra İstanbul’da bilge bir lider yaşıyormuş. Tüm yaşamını halkının yaşamlarının daha iyi olması için onlara ders vermeye adamış. Bir gün şehrin ana caddesinin ortasına kocaman bir kaya koydurmuş ve kendiside halkın tepkisini ölçmek için pencereye oturmuş. Şehrin en zengininden, en fakirine gelip geçen insanlar bu engel karşısında şikayet etmeye bir süre sonra da lideri acımasızca eleştirmeye başlamışlar. Fakat hiç biri bu sorun için bir çözüm üretmeden, homurdana homurdana kayanın etrafında sıraya girmişler. Uzun kuyruklar oluşmuş, bitmiş bir daha oluşmuş. Sonra sırtında çantasıyla küçük bir erkek çocuğu görünmüş. Önce o da herkes gibi sıraya girmiş. Sonra dayanamamış ve kayanın yanına gitmiş tüm gücüyle itmeye başlamış. Bunu gören diğer insanlarda ona destek vermişler ve kayayı yolun ortasından çekivermişler. Küçük çocuk kanter içinde çantasını geri almaya gitmiş, geri döndüğünde bir bakmış kayanın yerinde koca bir sepet meyve ve bir bisiklet duruyormuş. Sepetin üzerinde “Bu meyveler ve bisiklet kaya’yı yoldan çekene aittir” diye bir not bulmuş. Lider ise sarayından çıkıp çocuğun yanına gelmiş, onu kocaman kucakladıktan sonra;

Aferin sana çocuk demiş, koca şehirde koca koca insanların farkında bile olmadığı bir ders aldın. Aferin sana.. Önümüze çıkan her engel aslında bize daha iyi yaşam sağlayan bir fırsattır.. “



İnsanın içinde sakladığı hazine
Bir gece vakti, güçsüz bir kapı tıklaması bölmüş meleklerin ülkesinin huzurlu sessizliğini… Mutluluk bitkin ve yorgun bir halde yanlarına gelmiş ve insanların elinden çektiği ızdırabını anlatmaya başlamış. Hep şikayet ediyorlar, hep bıkkınlar soldum, eridim dostlarım yardım edin lütfen…Onun bu halini gören melekler insanların mutluluğu bu kadar hor kullanmasına üzülmüş ve onu saklamaya karar vermişler. Saklayalım ki zor bulsunlar demiş huzur meleği, Zor bulsunlar ki kıymetini bilsinler diye tamamlamış nezaket meleği. Ama sorun gerçekten de büyükmüş, çünkü mutluluğu saklamak hiçte kolay değilmiş Ağrı dağının tepesine saklayalım demiş azim meleği, Taksim meydanına diye araya girmiş coşku meleği, Karadeniz’in dibi, Tac Mahalin kubbesi, Londra köprüsü, Eyfel kulesi, hastanenin yeni doğan ünitesi, pastanın kreması, karpuzun çekirdeği… ardı arkası kesilmemiş önerilerin.

Düşünmüşler, düşünmüşler ama nafile hiçbir yer yeterince zor değilmiş. İnsanlar hemen bulurlar ve kolay elde ettikleri her şey gibi, mutluluğunda kıymetini bilmeden umursamazca tüketmeye devam ederler diye tüm önerilerden vazgeçiyorlarmış. Derken baş melek buldum kardeşlerim! diye ayağa kalkmış, tüm melekler inanç dolu ve meraklı gözlerle onu takip ederken, devam etmiş konuşmaya içlerine saklayalım dostlar… demiş. İçlerine bakmak kimsenin akınla gelmez…

Gerçekten de en doğru önerinin bu olduğuna karar vermiş hepsi ve bütün gece boyunca dünyada ki tüm insanlara ulaşarak mutluluğu ruh, kalb ve bilinçaltlarına saklayıvermişler. Artık dünya da ki tüm insanlar kendi mutluluklarına ulaşmak için yaşamlarına devam edeceklermiş.

İşte o gün bugündür mutluluk insanın içine saklanmış. Ne başkasının ekmeğinde, ne başkasının evinde, ne de başkasının hiç bir şey’in de, herkesin mutluluğu kendi içinde saklıdır.

Bu sebeple emek vermeden, aramadan, fark etmeden mutlu olamaz hiçbir kimse…


Mucize Mucitleri..
hayat iki şekilde yaşanır, ya hiç mucize yokmuş gibi, ya da her şey bir mucizeymiş gibi.”

Gökyüzünün ötesinde, Güneş ile Dünyanın dış kapısı arasında tamda günle gecenin kesiştiği, hiçbir şeyin kendiliğinden olmadığı, insan gözünün göremediği mucizeler mucitlerinin yaşadığı bir imparatorluk varmış. Bu imparatorlukta mucizecilik sanatı öyle ilerlemiş, öyle mükemmelliğe ulaşmış ki, mucitler uyanmak için zamanı ve hatta günü bile icat eder hale gelmişlerdi. Bu yetenekleri onları o kadar mutlu ediyormuş ki, yalnızca kendi planladıklarınca günlerini geçiriyorlarmış.

Yine yeni bir gün icat etmiş ve gün içinde olan biten her şeyi canı nasıl istiyorsa gönlünden geçirip resmeder gibi gerçeğe dönüştürmüş olan mucitlerden birinin canı çok sıkılmış. O kadar ki, can sıkıntısını giderecek hiçbir şey aklına gelmiyormuş. Resmettiği evinin camından dışarı bakmış. Tam karşısında başka bir evin camından ona doğru bakan birini daha görmüş. Hemen evin kapısını açarak dışarı çıkmış ve komşusunun yanına gitmiş. Ne mutlu ki o da aynısını yapmış. İki evin arasındaki yemyeşil çimlerin ortasında buluşuvermişler. İkisi de canlarının çok sıkıldığından bahsetmişler. Bizim canı sıkılan mucit’in aklına bir fikir gelmiş. Bir yarışma yapmayı teklif etmiş. Tabi meraklanmış diğeri. Bizim ki başlamış anlatmaya… Hangimiz ilk olarak diğerimizin can sıkıntısını giderecek bir icat yaparsa o kazanır diye bitirivermiş heyecanlı heyecanlı yaptığı konuşmasını.

Anlaşmışlar ve kendilerine güven dolu başlamışlar icat yapmaya..

Biri sallandıkça imparatorluğun bir ucundan diğer ucuna gidip gelen salıncak yapmış, diğeri altta kalır mı hemen ta güneşe kadar çıkan merdiven ve oradan hoop bir çırpıda dünyaya kadar kayan kaydırak yapıvermiş. İkisi de kendi oyuncaklarına binip eğlenmişler ama hemencecik sıkılıvermişler. Yine kendi icatlarından. Sonra biri çikolatalı süt veren ineği icat etmiş, diğeri de fındık kremalı sandviç ağacını yapıvermiş ardından. Tabi bunlardan da sıkılmışlar. Böyle olmayacak deyip vedalaşmışlar ve can sıkıntılarını hiçbir şeyin gideremeyeceğini düşünüp üzülmüşler.. Öyle üzülmüşler, öyle üzülmüşler ki onların bu mutsuzluğunu mucitlerin mucidi olan ulumucit hissetmiş. Çünkü onun her şeyle arasında bağ varmış, öyle ki henüz icat edilmeyenleri bile bilirmiş.

Ulumucit, ikisi de bir tarafta kös kös oturan mucize mucitlerine birer ilham göndermiş. Bu ilhamlardan biri “merhaba” diğeri ise “tanıştığıma çok memnun oldum” muş. İlhamı alan mucit diğerine koşmuş sevinçle ve “merhaba” deyivermiş. Diğeri de aynı mutlulukla yanıtlamış “tanıştığıma çok memnun oldum” diyerek. O andan sonra bir mutlu olmuşlar bir mutlu olmuşlar ki, ilhamların mucizesiyle başlamışlar sohbet etmeye, sonra çikolatalı sütünü ikram etmek aklına gelmiş birinin diğerine, diğerinin de fındık kremalı sandviçini paylaşmak. Salıncakta sallanmışlar, kaydıraktan hoppidi kayıvermişler ta dünyaya kadar.


Ve bakmışlar ki paylaştıkça mutlulukları artıyor, hem anlatmaya başlamışlar hayatlarını birbirlerine hem de icat ettikçe paylaşmaya devam etmişler…

Bunu gören dünya insanları mucitlerin mutluluğundan o kadar mutlu olmuşlar ki, kulaktan kulağa yaymışlar bu hikayeyi, anne babadan çocuğa, nesilden nesile…

Demişler ki;

Hiçbir şey sadece senin değildir. Elde etmeyi değil, paylaşmaya alıştır ki kendini, paylaştıkça büyüsün senin olduğunu düşündüklerin...

Ve her zaman paylaşacak şeylerin olduğu kadar paylaşacak birilerin de olsun.

Ve unutma ki ilk senin olan da, ilk paylaştığın da her zaman sevgin olsun.

Efendim?


Ha mucitler ne mi yapıyorlar şimdi?

En son, çok yense de hasta etmeyecek vişneli sütlü dondurma musluğu diye bir şey üzerinde çalıştıklarını duydum…

Eminim ki beraber oldukça başaracaklardır…

Canım Yavrum,


Umarız seni;
Sevgi ile ısıtılmış bir yürek, bilgeliğin kıyısından doğrulatacağı yorumlarıyla, karar verebilen bir irade, merhamet ve şefkati ile beklenen bir gülümseme, emeğini ,hakkıyla güçlendirmiş bir bilek, geleceği gören geniş ufuklu bir bakış yetisi, hayallerini hiçbir zaman yitirmeyecek ve bunları gerçekleştirmek için sabırla uğraş verecek, cesur, heyecanlı bir çocuk, prensipli, kendi yaşam amacını ve yorumunu bulabilmiş, yaşadıkları ve tamamen kendi başardıklarıyla dimdik bir birey olarak yaşam yolculuğuna uğurlayabiliriz…
Ve umarız, sen bu dünya’ya, bu dünya’da sana iyi bakarsınız…

Annen ve Baban



7 Ocak 2015



Yüklə 178,18 Kb.

Dostları ilə paylaş:




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin