Charles Bukowski Pis Moruğun Notları ÖNSÖZ



Yüklə 0,71 Mb.
səhifə8/12
tarix26.04.2018
ölçüsü0,71 Mb.
#49051
1   ...   4   5   6   7   8   9   10   11   12

bu arada yazıyordu, yanıtlıyordum, şiirlerimi ne kadar güçlü bulduğunu belirttikten sonra kendi şiirlerinden birkaçını yolluyordu (pek de kötü değillerdi) ve hep aynı şey: "kimse benimle evlenmez, boynum, boynumu çeviremiyorum." sürekli aynı şey. "kimse evlen­mez benimle, kimse evlenmez, kimse evlenmez." sarhoş bir gecem­de bir halt yedim: "tanrı aşkına, ferahla, ben evlenirim seninle!" di­ye yazdım ve mektubu postalayıp unuttum, ama o unutmadı, daha önce de fotoğraflarını yollamıştı, hiç de fena görünmüyordu, ama evlilik teklifimden sonra korkunç fotoğraflar gelmeye başladı, o fo­toğraflara bakıp GERÇEKTEN sarhoş oluyordum, dehşet içinde halının ortasına diz çöküp konuşmaya başlıyordum, "bundan böyle kendimi feda ediyorum, bir insanı mutlu etmek bile yaşamın hakkı­nı vermeye yeter." bir şekilde kendimi teselli etmek zorundaydım, fotoğraflara baktıkça ruhum haykırıp titremeye başlıyor, bir kutu birayı daha mideme indiriyordum.

minik, yuvarlak kıç delikli Çin salyangozları değil de resim kur­suydu belki de nedeni, nerdeyim ben?

otobüse bindi, annenin haberi yok, babanın haberi yok, dedenin haberi yok, bir yerlere tatile gitmişler, yanında biraz bozuk para sa­dece, karşılamak için terminale gittim, sarhoş bir vaziyette oturmuş hiç görmediğim bir kadının otobüsten inmesini bekliyordum, evlen­mek için. sokaklara ait değildim, anons yapıldı, otobüs yanaştı, ka­pıdan inen yolculara bakmaya başlarım, sarışın, şeker, çekici bir ha­tun, yüksek ökçeler, nefis bir kıç, çalkalıyor ve genç, genç, yirmi üç, bana doğru geliyor, boynunda çok da tuhaf bir durum yok. ola­bilir mi? otobüsü mü kaçırdı? yanına gittim.

"Barbara sen misin?"

"evet," dedi. "sen de Bukowski olmalısın.""olmalıyım, gidelim mi?"

benim külüstüre binip evin yolunu tuttuk.

"otobüsten inip geriye dönmeyi bile düşündüm."

"seni suçlayamam."

eve gittik, ben biraz daha içtim, evlenmeden benimle yatmaya­cağını söyledi, biraz uyuduktan sonra arabaya atlayıp Vegas'a git­tik ve döndük. Evliydik, durmaksızın gidiş dönüş araba sürmüştüm, yatağa girdiğimize değdi... İLK sefer, bana nemfoman olduğunu söylemişti, inanmamıştım, dördüncü postadan sonra inanmaya baş­ladım, başım beladaydı, her erkek doyumsuz kadını yola getirebile­ceğine inanır ama bu inanç insanı mezara götürür -erkeği tabii ki.

sevkiyat memurluğundan istifa ettim ve Teksas otobüsüne bin­dik, o zaman öğrendim milyoner olduğunu; havalara sıçradığımı söyleyemem, biraz tuhafımdır. çok küçük bir kasabaydı, uzmanlar tarafından birilerinin atom bombası atmak zahmetine girişeceği son Amerikan kasabası olarak gösteriliyordu, haklıydılar, fırsat bulup da yatak odasından çıkabildiğim zaman küçük yürüyüşler yapıyor­dum, takatsiz, solgun, bezgin; herkesin gözü üstümdeydi tabii ki. kasabanın zengin kızını oltasına düşürmüş uyanık kentliydim. MUTLAKA bir şeyler vardı bende, ki vardı: derisi sıyrılmış yorgun bir kamış ve bir bavul dolusu şiir. karımın belediyede mis gibi bir işi vardı, bir masa ve sıfır sorumluluk, ben de pencerenin önüne otu­rup güneşleniyor, sinek kovuyordum, babası benden nefret ediyor­du ama dedeyle aramız fena değildi, paranın çoğu babadaydı ama. bir gün oturmuş sinek kovuyordum ki iri bir kovboy daldı içeri, çiz­me, kovboy şapkası filan, "lanet olsun, Barbara," dedi ve bana bak­tı...

"söyle, ne yaparsın sen?" diye sordu. "YAPMAK mı?" "evet, ne YAPARSIN?"

uzunca bir süre bekledim, pencereden dışarı bıktım, bir sinek kovdum, sonra ona döndüm, tezgaha yaslanmıştı, 1.90 boyunda, kırmızı suratlı Teksaslı Amerikan kahramanı, maço... "ben mi? ben... rüzgâra kapılmış bir yaprak gibiyim."

gerilip tezgaha sıkı bir kafa attı, sonra da dışarı çıktı.

"onun kim olduğunu biliyor musun?" diye sordu Barbara.

"hayır."


"kasabanın belasıdır, dövmediği adam yoktur, benim kuzenim olur."

"bana bir şey YAPMADI ama. YAPTI MI?" dedim, tane tane.

ilk kez biraz tuhaf baktı bana. içimdeki besili canavarı gördü, hassas şair kimliği Noel'de ağzıma aldığım bir güldü sadece, kot pantolon gününde tek takım elbisemi giyip kasabada bir aşağı bir yukarı gezindim. Hollywood filmi gibiydi, kot giymeyen herkesi göle atıyorlardı, kulağa geldiği kadar kolay değildi, yürürken mi­demde birkaç kadeh vardı ve gölü filan görmedim, kasaba benimdi. kasabanın doktoru benimle ava ve balığa çıkmak istiyordu, karımın akrabaları boş bira kutularını çöp tenekesine nişanlarken anlattığım fıkraları dinliyorlardı, intiharcıl umursamazlığımı cesaret olarak al­gılıyorlardı, gün benim günümdü.

ama karım Los Angeles'a dönelim diye tutturdu, daha önce bü­yük kentte yaşamamıştı, caydırmaya çalıştım, kasabada aylaklık et­mekten hoşnuttum, ama hayır, gitmemiz gerekiyordu, dede bize yüklüce bir çek yazdı, otobüse binip Los Angeles'a döndük, otobüs­lerde sürünen potansiyel milyonerler, daha da kötüsü, geçimimizi kendimiz sağlamalıyız diye tutturdu, ben bir sevkiyat memurluğu buldum yine: o da evde oturup bir iş bulma ümidiyle vakit geçiri­yordu, her gece iş sonrası kafayı çekiyordum, "tanrım," diyordum "bakar mısın yaptığıma? gerçek bir köylüyle evlendim." bu deli ederdi onu. bir milyon dolar için bile kıç yalayamazdım. içimde yoktu, bir tepenin zirvesinde bir evde yaşıyorduk, küçük bir evdi, kiralık, arka bahçesinde uzun çimler; sinekler uzun çimlerin arasına saklanır, sonra hep birlikte çıkıp arka bahçeyi istila ederlerdi. 400.000 sinek, delirtirlerdi beni. büyük bir kutu spreyle çıkıp her gün binlercesini öldürüyordum ama çok fazla düzüşüyorlardı; biz de öyle. bizden önce evde yaşamış olan kaçıklar yatağın üst duvarı­na çepeçevre raf çakmışlardı, sardunya saksılarıyla doluydu raflar, küçük saksılar, büyük saksılar, hepsinde de sardunya, düzüştüğü-müzde yatak duvarları titretir, sonra raflar titrer, saksıların takırtıla­rı duyulurdu: dayanamayıp yıkılmak üzere olan rafların gürültüsü, ve dururdum, "hayır! HAYIR! DURMA! OH, TANRIM, DUR­MA!" devam ederdim ve raflar inmeye başlardı, sırtıma, kıçıma, ka­fama, bacaklarıma, kollarıma, ve o güler, bağırır ve BOŞALIRDI, çok seviyordu o saksıları, "şu rafları duvarlardan söküp atacağım," derdim, "hayır, yapma," diye yalvarırdı, "LÜTFEN YAPMA!" öy­le tatlı yalvarırdı ki yapamazdım, rafları yine yerlerine çakar, saksı­ları yerleştirir, bir dahaki seferi beklerdim.

küçük, siyah, geri zekalı bir köpek satın alıp adını Bruegel koy­du. Peter Bruegel ressamdı, ya da bir zamanlar ressammış. birkaç gün sonra köpeğe duyduğu ilgiyi yitirdi ama. yoluna çıktığında tek­melerdi, sert, ayakkabısının sivri ucuyla, "çekil yolumdan piç!" di­ye tıslayarak, biramı içtikten sonra Bruegel'le yerlerde yuvarlanır, boğuşurdum, yapabildiği tek şey buydu -harala gürele boğuşmak, dişleri benim dişlerimden daha sağlamdı üstelik, bir milyonun bir şekilde benden uzaklaştığını hissediyor, ama umursamıyordum.

yeni bir araba aldı bize. 57 model bir Plymouth, ki halen kulla­nıyorum, ona şansını belediyede denemesini söyledim, sınava girdi ve Şerif Departmanı'nda çalışmaya başladı, ona sevkıyat memurlu­ğundan kovulduğumu söyledim, her gün arabayı yıkadıktan sonra gidip onu işten alıyordum, bir gün arabaya bindi ve tam gazlamak üzereyken çiçekli gömlek giymiş, uçuk benizli, düşük omuzlu, ap­tal gülüşlü bir sürü genç, liseli yürüyüşleri ile binadan çıktılar.

"kim bu serseriler?" diye sordum

"polis memuru onlar," dedi o kibirli, küçük kancık tonuyla.

"hadi canım, boşversene! geri zekalı bunlar! polis filan olamaz­lar. BUNLAR, polis?"

"onlar polis ve son derece HOŞ çocuklar."

"S.KTİR!" dedim.

çok kızdı, o gece sadece bir kere düzüştük. ertesi gün yeni bir şey.

"Jose geçiyor," dedi. "o İspanyol."

"İspanyol mu?"

"evet, İspanya'da doğmuş."

"fabrikalarda birlikte çalıştığım Meksikalıların yarısı İspan­ya'da doğduklarım söylerlerdi, numara bu. İspanya babadır, sıkı matador, o eskinin Büyük Düşü."

"Jose İspanya'da doğmuş, biliyorum."

"nereden biliyorsun?"

"kendi söyledi."

"S.KTİR!" çektim yine.

sonra akşamları resim kursuna gitmeye başladı, sürekli resim ya­pıyordu, kasabasının dahi çocuğuydu, ülkesinin belki de. belki de değil.

"seninle sınıfa gireceğim," dedim bir gün.

"SEN Mİ? NİÇİN?"

"kahve molalarında sana eşlik ederim, hem seni götürüp getir­miş olurum."

"iyi, peki..."

sınıfa birlikte girmeye başladık, ikinci ya da üçüncü gün öfke­lenmeye başladı, kağıt yırtıp yere atmalar filan, ben öylece oturup onu görmemeye çalıştım, herkes çok meşguldü, kendilerini tama­men yaptıkları işe kaptırmışlardı, ama kıkır kıkırdılar bir yandan da, aslında bir oyun oynuyorlarmış, resim yapıyor olmaktan utanıyor-larmış gibi.

resim öğretmeni arka sıralara geldi. "Bay Bukowski, resim yap­manız gerekiyor, neden önünüzdeki kağıda bakıp duruyorsunuz?"

"fırça getirmeyi unuttum."

"pekala, size ödünç bir fırça vereceğim ama dersten sonra iade etmeyi unutmayın."

"olur."


"içinden çiçekler çıkan şu vazonun resmini yapın."

bir an önce bitirmeye karar verdim, hızlı çalışıp bitirdim, ama herkes harıl harıl çalışıyordu, baş parmaklarını havada tutup mesa­fe ya da renk filan ölçüyorlardı, dışarı çıkıp bir sigara yaktım, kah­ve içtim, odaya döndüğümde herkes resmimin etrafına toplanmıştı, sırf göğüs sarışın bir hatun (evet, onlardan) bana döndü ve göğüsle-rini dayayarak, "daha önce resim yapmıştınız, değil mi?" diye sor­du, "hayır, bu ilk resmim." göğüslerini şöyle bir sallayıp bağrıma gömdü ve "CİDDİ olamazsınız!" dedi. "hımmmmmm," diyebildim sadece.

öğretmen resmi alıp ön duvara astı. "İŞTE! İSTEDİĞİM BU!" dedi. "DUYGUYA bakın, AKICILIĞA, DOĞALLIĞA!"

aman tanrım, diye geçirdim içimden.

karım hışımla yerinden kalktı ve yan taraftaki kağıt kesme oda­sı olarak kullanılan küçük odaya girip kağıt yırtmaya, etrafa boya saçmaya başladı, zavallı bir moronun kolajını bile yırttı hatta.

"Bay Bukowski," diye yaklaştı öğretmen bana, "o kadın sizin... karınız mı?"

"evet."

"primadonnalara tahammülümüz yoktur burada, bunu kendisine söylerseniz iyi olur. şey... eee... resminizi sergide kullanabilir mi­yiz?"



"elbette."

"teşekkür ederim, çok teşekkür ederim!"

normal değildi öğretmen, yaptığım her resmi sergilemek istiyor­du, boya karıştırmayı bile bilmiyordum, renk tekerleğini yapmayı bile becerememiştim. mor ile turuncuyu, kahverengi ile siyahı, be­yaz ile siyahı karıştırmıştım, fırça nereye düşmüşse, yaptıklarımın çoğu üstüne basılmış köpek bokunu andırıyordu, ama öğretmene göre ben... tanrının hayalarıydım, pekala, karım kursu bıraktı, ben de kursu ve resim yapmayı.

sonra işten eve gelip Türk'ün ne kadar kibar bir erkek olduğunu anlatmaya başladı, "mor bir kravat iğnesi var, mor bir kravat iğnesi takıyor, bugün beni alnımdan öptü, öyle yumuşak bir insan ki, bana HARİKULADE olduğumu söyledi"

"dinle şekerim, öğreneceksin, bu numaralar Amerika'nın bütün bürolarında olur. bazen bir yere varır, ama çoğunlukla varmaz, bu heriflerin çoğu dolabın içinde otuzbir çekerler, Charles Boyer film­lerine giderler, gerçekten iyi iş tutanlar bu konuda fazla konuşmaz­lar, belli etmezler, seninle bire yüz bahse girerim ki senin Türk çok

film seyretmiş, hayalarını sık, kaçacaktır."

"HİÇ OLMAZSA KİBAR! ve öyle yorgun ki! üzülüyorum onun için."

"neden bu kadar yorgun? Los Angeles Belediyesi için çalışmak­tan mı?"

"hayır, bir drive-in sinema işletiyor, gece geç saatlere kadar ça­lışıyor, bu yüzden uykusunu alamıyor."

"ben de domuzun g.tüyüm!" dedim.

"kesin öylesin," dedi tatlılıkla, ama o gece saksıları iki kez indir­dik.

sonra Çin salyangozlarının gecesi, belki de Japon salyangozla­rıydı, her neyse, süpermarkete gitmiştim, özel bir tepsi ile karşılaş­tım, olduğu gibi satın aldım, minik bir ahtapot, salyangozlar, yılan­lar, kertenkeleler, böcekler, çekirgeler... önce salyangozları pişir­dim, masaya koydum.

"tereyağında kızarttım," dedim, "indir midene, sırası gelmişken, fakir boklar yer bunu." ağzıma birkaç salyangoz atıp, "bizim Mor Kravat İğnesi nasıldı bugün?" diye sordum.

"lastik gibi bunlar..."

"lastik maştık... YE!"

"kıç delikleri minicik... minik kıç deliklerini görebiliyorum... ıhh..."

"yediğin her şeyin kıç deliği var. senin var, benim var, herkesin kıç deliği var. Mor Kravat İğnesinin de kıç deliği var.

"öğğğ..."

masadan kalkıp lavaboya koştu, kusmaya başladı.

"minik kıç delikleri... öğğğ..."

bir kahkaha atıp minik kıç deliklerini ağzıma doldurdum, bira ile mideme indirdim.

birkaç gün sonra biri kapımı, onun kapısını çalıp elime boşanma kağıtlarını tutuşturunca çok şaşırmadım.

"yavrucuğum, bu ne?" kağıtları gösterdim, "beni sevmiyor mu­sun artık?"

ağlamaya başladı, susmak bilmiyordu."tamam, tamam, üzülme, belki de Mor Kravat İğnesi'dir aradı­ğın, onun dolapta otuzbir çektiğini sanmıyorum, aradığın odur bel­ki."

"ooooh, ooooh, oooooh..."

"o küvette asılıyordur bence."

"iğrenç bir adamsın sen!"

kesti ağlamayı, sonra son bir kez bütün saksıları indirdik, banyo­ya girdi, bir şarkı mırıldanarak işe gitmeye hazırlanıyordu, o gece taşınmasına yardım ettim, o evde kalmak istemiyordu, hüzünleni-yordu. kancık, dönüşte bir gazete satın alıp küçük ilanlarda bana uy­gun işlere baktım: sevkiyat memuru, depocu, kapıcı, özürlüye yar­dımcı, telefon rehberi dağıtıcısı, gazeteyi fırlatıp dışarı çıktım, bir şişe viski satın alıp bir milyon dolara veda ettim, birkaç kez gördüm onu -tesadüfen, saksı maksi yok. Mor Kravat İğnesi ile sadece bir kez yattığını ve işinden ayrıldığını söyledi, resim yapmak ve yaz­mak istiyordu, "ciddi olarak."

daha sonra Alaska'ya gittiğini ve bir Eskimo ile evlendiğini öğ­rendim, bir Japon balıkçısı ile. sarhoş olduğumda şakasını yapardım bazen: "bir keresinde Japon bir balıkçıya bir milyon dolar kaybet­tim."

"atma, senin hiçbir zaman bir milyon doların olmadı!"

haklıydılar, hiç olmamıştı.

senede bir-iki kez mektup yazar, uzun mektuplar, genellikle No­el'den önce. benden cevap vermemi ister. Eskimo adları olan iki ya da üç çocuğu vardı, bir kitap yazmıştı, rafların birinde duruyordu, bir çocuk kitabı, ama o kitabı yazmış olmaktan "gurur" duyuyordu, şimdi de "kişilik parçalanması" üstüne "ciddi" bir roman yazacaktı, hayır, KİŞİLİK PARÇALANMASI ÜSTÜNE İKİ ROMAN yaza­caktı, biri benim hakkımda herhalde, diğeri de Eskimo'nun, ya da Mor Kravat İğnesi'nin.

resim kurşundaki iri memeli hatuna takılmalıydım belki de. ama zordur bir kadını memnun etmek, hem belki onun da minik kıç de­liklerinden midesi bulanırdı. ama o ahtapotu denemenizi isterdim, tereyağında erimiş bebek parmakları, deniz örümcekleri, pis sıçan-

lar, ve sen o parmakları emerken intikam alır, bir milyona veda eder, bir bira içerdin ve elektrik şirketinin, kaset çalarların, panto­lonlarını kıçlarının üstünde giyen Teksas kovboylarının ve önce ağ­layıp sızlayan, sonra seni düzen, sonra da terkedip Noel'den önce mektup yazarak artık bir yabancı olduğun halde Bruegel'i, sinekle­ri, pencerenin önünde duran 57 Plymouth'u, ziyanı ve dehşeti, hüz­nü ve başarısızlığı, sahnelen oyunları, yaşamlarımızı unutmana izin vermeyen boyundan sakat kaçık kadınlarının canı cehenneme; dü­şerek, kalkarak, her şey yolundaymış gibi sırıtarak, hıçkırarak, mi­nik kıç deliklerimizi ve diğerlerini silerek.

---

kamu bir yazardan ya da yazılarından ihtiyacı olanı alır, gerisini boş verir, ama genellikle aldığı en az ihtiyaç duyduğudur, boş ver­diği ise en çok. bu da benim işime gelir açıkçası, kimseye belli et­meden kendime göre kutsal küçük virajlarımı alırım, bunu anlaya-bilselerdi yaratıcılar tükenirdi sadece, hepimiz aynı bok çukurunda olurduk, oysa şimdi ben kendi çukurumdayım, onlar kendi çukurla­rında ve bence benimki daha harikulade iğrenç kokuyor.



cinsellik ilginç, ama o kadar da önemli değil, dışkılamaktan da­ha önemsiz mesela, bir erkek hiç düzüşmeden yetmişine kadar ya­şayabilir, ama bir hafta sıçmazsa hayati tehlike söz konusudur.

özellikle Amerika'da cinselliğe verilen önem cinselliğin anlamı­nı çoktan aşmıştır, biçimli bir vücuda sahip dişi bunu hemen PA­RAYA çevirmeyi düşünür, ve genelevde çalışan fahişeyi kastetmi­yorum, annenizi, kızkardeşinizi, karınızı, kızınızı kastediyorum, bu oyunun kerizi de (evet, hoş bir sözcük değil) bu sahtekarlığın sür­mesine izin veren Amerikan erkeğidir, ama ne yapsın Amerikan er­keği? Amerikan eğitimi, Amerikan ailesi ve reklam denen Ameri­kan canavarı daha on ikisine gelmeden beynini yiyip bitirmiştir za­ten, o dişiye dolarlarını yedirmeye, dişi de dolarlarını yalvarta yal-varta yemeye hazırdır, yatağının altında havlu bulunduran profes­yonel fahişenin (kadınlığın gerçek temsililcisi nerdeyse; neyse kibirkaç gerçek kadın var) gizli profesyoneller ve yasa tarafından bu denli horlanmasının nedeni budur, profesyonel fahişe, mezara dek Çalış ve Didin felsefesi üzerine kurulu Amerikan tarzı yaşama açık bir tehdittir, fahişe .mcığın değerini düşürür.

evet, cinsellik gerçek değerinin çok üstüne fırlamıştır, hani ara­da sırada gazetede güzellik yarışması için poz vermiş bikinili kızla­rın fotoğraflarına rastlarsınız (şu anda okuduğunuz Açık Kent'de bulamazsınız, gırgır niyetiyle belki); uzun bacaklar, harikulade gö­ğüsler, ilk bakışta bu kızlarda gerçekten bir sihir var, diye geçirirsi­niz içinizden, kızlar da bunun farkındadırlar, etiket fiyatlarını kafa­larının içine asmışlardır zaten, gidişata göre fiyat yükseltilebilir ya da indirilebilir elbette, sonra o sekiz-on kızın yüzlerine bakarsınız, yüzlerindeki gülümsemelere, gülümsemeler gülümseme değildir aslında, kartondan kesilmişlerdir sanki, ölümün karbon kopyası, ağızlan, burunları, kulakları, çeneleri alışılagelmiş güzellik kavra­mımızla örtüşürler ama bütün olarak algılandığında acımasızca çir­kin bir şey vardır o yüzlerde, ne düşünce vardır, ne güç, ne de an­lam, boş yüzler, bomboş... gergin ölü ciltler, gözler yok. ama Ame­rikan erkeği bu yüzlere bakar ve şöyle geçirir içinden: "evet, ger­çekten KLAS kızlar bunlar, paha biçilmez."

bu yarışmalara katılan kızları yıllar sonra süpermarketlerde gö­rürsünüz, yaşlanmış, öfkeli, hafif kaçık, hiçbir şeyi beğenmezler, binbir zorluk çıkartırlar, sermayeyi kalıcı olmayan bir işe yatırmış­lardır, yanlış yatırım; el arabalarında bulundurabilecekleri bıçaktan sakının; evrenin kaçık kadınlarıdır onlar.

küstahlığı ile ünlü Bukowski dahil, bazı yazarlar için cinsellik bariz bir biçimde trajikomiktir, saplantılı olduğum için yazmıyorum cinsellik hakkında, cinsellik bir piyeste seyircileri güldüren, ama iki perde arasında da biraz ağlatan bir güldürü unsurudur benim için. Giovanni Boccaccio çok daha iyi yazmış, mesafeli ve biçemli. ben konuya hak ettiği zarafeti veremeyecek kadar yakınım, insanlar be­ni düpedüz ahlaksız buluyorlar. Boccaccio okumadımzsa, okuyun. "Dekameron" iyi bir başlangıç olur.

yine de, çoğu paçoz 2000 kadar kadınla yattıktan sonra biraz

mesafe edindiğim söylenebilir, kendime ve yakalandığım tuzağa hâlâ gülebiliyorum.

bir zamanlar kadın elbisesi satan bir dükkanın bodrumunda ça­lışmıştım, depo işlerine bakan vazıfsız işçiydim, şefim hayli genç ama kelleşmekte olan dangalağın tekiydi. II. Dünya Savaşı'nda sa­vaşmak üzere askere çağrılmıştı hıyar, kafasına taktığı şey öldürül­me korkusu muydu? savaşın anlamı mı? savaşın anlamsızlığı mı? yanı başına düşecek bir top mermisinin onu bin parçaya ayıracağı mı?

bana açılırdı, benim iyi biri olduğumu düşünüyordu, tozlu ve ru­tubetli devasa bodrumda birlikte çalışıyorduk -paketleyiciler bir kat yukarıda ter döküyorlardı, iki metre yüksekliğindeki kolilerin üstü­ne çıkıp belli bir numara arardık; gönderilmesi gereken parça ku­maş ya da elbise, koca bodrumdaki ışık tavandan sarkan üç küçük ampulden ibaretti ve biz bir numarayı, kadın elbisesine dönüşecek bir kumaş parçasını bulmak için maymunlar gibi bir koliden diğeri­ne sıçrardık.

merhamet et tanrım, diye geçirirdim içimden, üç kuruş için ya­pılacak iş mi, böyle yaşayıp ölünür mü? intihar çok daha insancıl bir yoldu şüphesiz.

şefim olacak dangalak arada sırada, "NUMARAYI BULDUN MU?" diye bağırırdı.

ağzımın kenarından, "hayır," diye cevap verirdim.

aradığum filan da yoktu zaten, benim için hiçbir anlam taşıma­yan bir numarayı neden arayayım? şef arada sırada bana baktığında bir koliden diğerine sıçrardım, bir keresinde şef koliden koliye sıç­rayarak yanıma geldi, oturup bir sigara yaktı.

"Bukowski, sen iyi birisin."

bir şey söylemedim.

"yakında askere gidiyorum, bu son haftam.."

çok da uzun olmayan işçiliğim boyunca yüzünün ortasına bir yumruk atmamak için kendimi zor tutmuştum ve o şimdi karşıma geçmiş içini dökmeye hazırlanıyordu.

"askerlikle ilgili olarak beni en çok korkutan ne biliyor musun?""hayır."

"karımla sevişememek, insanlar yeterince sevişemiyor, ama sen öyle değilsin, tavrından belli..."

(abazanlık canıma tak etmişti)

"...söylüyorum karıma, ne yapacağım tatlım diyorum, artık se­ninle sevişemeyeceğim diyorum, bana ne diyor biliyor musun?

'tanrı aşkına askere git ve bir erkek gibi dövüş, döndüğünde bu­rada olacağım,' diyor, ama lanet olsun o işi çok özleyeceğim; er­keklerin çoğu nasıl bir şey olduğunu bilmez bile. ama sen ve ben bi­liyoruz.

(o askerdeyken başkalarının karısını becereceğini, dönmediği takdirde de karısının satılık bedenler pazarında elde kalanı pazarla­yacağını söylemedim.)

zavallı, ya ömrünü iki paralık bir işte yiyecek ya da BAN-ZAİ'nin intihar saldırılarına hedef olacaktı. Japon ya da daha da kö­tüsü yenilmişin kararlı ilerleyişi ile karşılaşacaktı, Kar-Hunu beyaz­lığın içinden çıkacak ve onun numarasını arayacaktı. Kar-Hunu, bu­ruk, eğitilmiş, gözü pek, son bir deli fişek, karın içinden çıkıp ara­yacaktı onun numarasını, sırf toplumun doğru tarafında kalabilmek için kaşıntıya, esnemeye ya da soğuk algınlığına katlanır gibi bütün bunlara KATLANACAK, şansı yaver giderse evine dönüp karısını becermeye devam edebilecekti.

işte cinsellik size; dangalaklar ve askeri manevralar bile var için­de, beyin yerine .mcık taşıyan erkekler şeref madalyası ile onurlan­dırılır, kahramanlık mı? geri zekalının cesareti değil, düşünebilen kişinin cesareti önemlidir -biraz çaba ve şanslı bir mide gerektirir.

cinselliğe herkesi kattığın zaman iyice karmaşıklaşır, ne kadar derinine inersen o kadar az bildiğini anlarsın, bir teori diğerinin ye­rini alır ve her seferinde insan haysiyeti zedelenir, öyle olması ge­rek belki de. bütün potansiyelimize rağmen korkunç büyüme aşağı doğru.

cinsellik denen şey muhteşem Bukowski'nin bile kafasını karış­tırır, hiç unutmam, bir gece şu kente inen tünellerden birinin batı ta­rafındaki barların birindeydim, o sıralar bara yakın bir tepenin orta-

sına inşa edilmiş bir pansiyonda kalıyordum, neyse, müthiş içiyor­dum o akşam. gencim, güçlüyüm, önüme her çıkanı devirebilece-ğimi düşünüyorum, hatta belasını arayan biri var mı diye etrafıma bakmıyorum, hayat hâlâ yeni benim için, toyum, yirmi iki yaşında, romantik bir budala; hayatı korkunç değil de hafif ilginç buluyo­rum.

neyse, gecenin ilerleyen saatlerinde başımı çeviriyorum ve genç, güzel, hüzünlü bir çocuk-kadın var yanımda, on yedi yaşında filan, uzun sarı saçları var (uzun saça hiç dayanamam, bele kadar, elini at­tığında işin monotonluğu bozulur, senfoniye dönüşür) ve bu kız ses­siz, hiç konuşmuyor, kutsal nerdeyse, ama o bir FAHİŞE, yanında da pezevengi lezbiyen-mama, ve aslında kızı çalıştırmamayı yeğler ama malum, parasız yaşanmıyor, beynimin sol tarafından muhabbe­te sarıyorum onları, tek kelime bile anlamadıkları kesin, ama önemi yok, dolar peşindeler nasıl olsa. içkileri ben ısmarlıyorum.

barmen on yedi yaşındaki kızın önüne otuz beşindeymişçesine koyuyor, yasa nerde? orda değildi allahtan.

onların içtiği her içkiye karşılık ben üç tane götürüyorum, bu on­ları cesaretlendiriyor, o gecenin kurbanı benim, sırtıma tebeşirle "X" yazılmış, kentin en sıkı içicilerinin katıldığı bir çok yarışma ka­zandığımı bilmiyorlar, neden bu kadar zor devrildiğimi ben de bil­miyordum, içimdeki hüzün ya da öfkeydi nedeni herhalde, belki de ruhumda bir eksiklik vardı, ikisi de doğruydu muhtemelen.

bu ara açıklamalarla sizi yoruyorum, bağışlayın; sonunda tepeyi tırmanıp odama gidiyoruz, üçümüz.

bu lezbiyen-mama'nın gözleri mukavvadan kesilmiş izlenimi uyandıran bir bok çuvalı olduğunu söylemedim henüz size, ayrıca ellerinden biri yok, el yerine PARLAK kalın çelikten bir PENÇE'si var.


Yüklə 0,71 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   4   5   6   7   8   9   10   11   12




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin