Sabah hem kışla hem ağaç Engin Ardıç



Yüklə 125,41 Kb.
tarix18.12.2017
ölçüsü125,41 Kb.
#35226
növüYazı

Köşe Yazıları – 22/06/2016




SABAH


Hem kışla hem ağaç

Engin Ardıç

O gürültüyü koparan Taksim projesinin en büyük yanlışı neydi bilir misiniz?
Taksim meydanı "çıplak" gösteriliyordu, temsili olarak ağaç konmamıştı. Taş zeminli kocaman bir boş alan, üç beş çalılık, üç beş de insan sureti.
Belki uygulamada böyle olmayacaktı ama "ağaçlar yokedilecek" gibi bir algı oluştu. İktidara gıcığı olanlar da bunu alabildiğine körüklediler çünkü dertleri ağaç mağaç değil hükümeti devirmekti.
Bazı arkadaşlar da kendi "entel mahallelerinden" korktukları için bu oyuna geliverdiler. Havaalanı yaptırmayacağız falan diyen "istemezük" takımı da ayrı.
Cumhurbaşkanının bu meseleye bu kadar önem vermesi ve döne döne gelmesi, "İnönü'nün yıktırdığı bir tarihi eseri yeniden yerine koyma" isteğidir.
Hem bu Vandallık, hem de saray dibine futbol stadı kondurmak gibi çirkinlikler, Naziler'in Dietrich Eckart Açıkhava Tiyatrosu'nu taklit etme gibi özentiler, yani tarih katliamı, ozaman da bu zaman da "cumhuriyetin kazanımları" diye pazarlanmıştır, kendini aydın sanan hemen herkes de bilir bilmez bunu yutmuştur.
Çünkü İsmet Paşa'ya toz kondurulamazdı!
Niçin, topçuların adı üstünde talim alanı olan karşıdaki bomboş ve kocaman "talimhane" o zamanlar ağaçlandırılmamıştır da imara açılmıştır? Hangi entel bunu sorgulamayı akıl edebiliyor?
Bazı kişiler de oraya yüz yıl önceki gibi topçu birlikleri yerleşecek sanıyorlar. Yeniden bir kışla yapılmayacak, o kışla binasının yalnızca "fasadı" yerine konulacaktır.
Kışla, İnönü Gezisi gibi yükseltilmeyecek, eski orijinal düzeyinde yani meydanla hemzemin olacaktır. (Oraya kondurulacak "Yüce Milli Şef" heykeline saygı sunmaya merdivenle "çıkılması" gerektiğinden gezinin zemini de meydana oranla yükseltilmişti...)
Biz çok akıllı olduğumuz için olay çıkarıyoruz, Almanlar çok aptal oldukları için Berlin'de komünistlerin 1950 yılında yıktığı imparatorluk sarayını yeniden yapıyorlar (geçen sene son gittiğimde ikinci katı çıkmışlardı)...
O saray da bu kışla da, aynı görüntüyle, aynı fasadla, fakat içi bu sefer kültür merkezi, konser salonu, sinema, çarşı, lokanta ve kahvehane olarak kullanılacaktır.
Eski fotoğraflara bakarsanız, kışlanın ortasında kocaman bir avlu görürsünüz, eski "Taksim stadı"...
İşte o orta bölüm, bolca ağaçlandırılabilir... Böylece, kışla binasının yapımında kesilecek ağaçlardan belki de daha fazlası orta avluya dikilir, küçük bir orman gibi olur. İsteyen vatandaş kışlanın nizamiyesinden girer, lokantalara falan takılıp pis kapitalistlere para kazandırmadan(!) hemen karşısındaki avlu kapısından çıkar ve kendini ormanın içinde bulur.
Taksim meydanının "asıl kendisine" de bol miktarda ağaç dikilir (yaya alanı olacağı, trafik yerin altından gideceği için), böylece eskisinden çok daha yeşil bir Taksim elde edilir!
İsteyen eşcinsel entel de, cebinde Fethullah'ın gazetesi, geceleri orada koli kesmeye devam edebilir tabii.
"Mesele ağaçsa", bu söylediklerim size makul gelecektir.
Yok eğer "mesele ağaç değilse" ve gene maraza çıkarırsanız, o zaman da üç yıl önce olduğu gibi sizinle gene İstanbul Emniyet Müdürü görüşecektir.
Gene tahribat yaparsanız AKP'ye de üç puan daha yazacaktır.

SABAH


Firuzağa ve gerçekler

Hasan Bülent Kahraman



Her gerçeğin birkaç yüzü vardır. Akira Kurosawa'nın filminin adı Rashamon bu nedenle film adı olmaktan çıkıp deyime dönüşmüştür. Aynı olayın farklı karakterler tarafından verilen çeşitli anlatımlarını/cephelerini yansıtır.
Rashamon sendromunun geçerli olduğu tek ülke değil Türkiye. Niçin olsun? Neticede hepimiz insanız. İnsan gerçeği kendi anlayışı, dünya görüşü, inancı ve en fenası çıkarı doğrultusunda eğip bükmeye çalışır. Hiçbirimiz ilk taşı atacak kadar masum da değiliz.
Onur duygusu, erdem anlayışı, eğitim biraz da gerçeği gerçek olarak kabul etmekle ilgilidir. Yenilgi duygusunu benimseyebilmek, şartların ağırlığına rağmen karşısında olduğumuz gerçeği kabul etmek ile onu sürekli yadsımak arasında erginlikle, olgunluklailgili bir boyut da vardır.

***

Türkiye'de toplum olarak sadece gerçeği eğip bükmekle yetinmiyoruz. Dahası var. Kendimizin çok haklı olduğuna inanıyoruz. Kendi gerçeğimizin kendi haklılığımızın/ doğruluğumuzun bir göstergesi olduğuna da inanıyoruz. Daha fazlasını söyleyeyim: haklılığımız oranında gerçeğin dönüşebileceğini varsayıyoruz ki, bu da 'yanlış insanlık'için geçerli bir genel doğrudur.
Bilimle, bilimsel gerçeğin soğukluğuyla yaşadığımız sorunlu ilişkiden kaynaklanıyor belki de bu alışkanlığımız. Ama 'gerçek' (!) şu ki, siyasal hayatımız bu anlayışın, yaklaşımın tesiri altında. Gece gündüz kendimizin ne kadar doğru ve haklı olduğunu anlatıyoruz da başkasının haklı olabileceğini, onun doğrusunun da geçerli olabileceğini hiç düşünmüyoruz.
'Tevil' dediğimiz kavram büyük ölçüde şu anlattıklarımla ilgili. İster açıklamak deyin, isteryorum deyin, ister bir anlamı başka bir anlama dönüştürmek deyin, tevil hayatımızın en önemli olgusu.

***

Firuzağa'da meydana gelen olayları görünce bunları düşündüm. Herkes o olayı şimdi kendince yorumluyor, açıklıyor. Fakat bunların hiçbirisi şu anda karşı karşıya bulunduğumuz durumu hafifletmeye yetmiyor.
Böyle olduğu içindir ki, Cumhurbaşkanı Erdoğan açıklama yapma gereğini hissetti ve olayı kınadı. Doğrusu budur! Ortada hiçbir biçimde kabul edilemeyecek, çok büyük bir hızla daha da vahim olaylara doğru genişleyebilecek bir tavır ve tutum var. Bu olayı daha fazla 'doğrulamaya' çalışmak anlamsız. Ayrıca bu tür kalkışmaların altından asla beklenmeyecek başka boyutların çıktığı çok olayda görüldü. 'İnanca saygı' adı altında başlayan böyle bir kalkışmanın nerede duracağı belli olmaz. Ben 1970'lerde yaşadım. O zaman da birileri devlet adına, gerçek adına, doğru adına (!) kendisini devletin yerine koyup 'mahallenin namusu'nu kurtarmaya çalışıyordu.
'Tevil'e yer bırakmayan bir olayın karşısındayız. Bazı hadiseler için 'şuyuu vukuundan beterdir' denir; o derecede ürkütücüdür, düşünülen, söylenen, akla gelen şey. Bu defa aklımıza gelmeyen başımıza geldi. Üstelik, ortada bir şayia, bir söylenti yok, daha beteri cereyan edemeyecek bir vaka var. Onu meşru, mazur, makbul göstermek olmayacak duaya amin demektir. Bir yanlış olabilir işin içinde ama yanlışı yok etmenin yolu bu değildir.
Şiddet, onu kullananı vuran silahın adıdır.

STAR

‘İp Gezi’de koptu’dan ‘aslında ip yoktu’ya

Sibel Eraslan



"Taksim Kışlası” polemiği, “Firuzağa olayları”, “liseliler huzursuz” derken, “Gezi” yeniden gündemde. Belki de bilinçaltımızda hep uyuyordu da farkında değildik. Bazılarımızın rüyası, bazılarımızın kabusu olmak zorunda mı, oluyor işte. 

Yeri geldiğinde “linç kültürü”nü en sıkı manada eleştirenler, Gezide sahneye konan vandallığa “sanatsal başkaldırı” diyebildiler. Özgürlükten bahsedenler bir şehir meydanını, orada yaşayan halktan da arındırarak el koydular, tutukladılar. Ayıp olmasın diye mi bunca zamandır içlerinde saklamışlardı, Allah’tan Peygamber’e, Tayyip’ten anamıza babamıza kadar her şeye, bizi hatırlatan, bize benzeyen her şeye, ağızlarından tükürükler saçarak küfrediyorlardı, sağı solu parçalayarak, yakarak, yıkarak... Çok korkunçtular...

Bunca yıl pasif direnişin içinde yürümüşüm mesela. Benim hala aklım sırrım ermiyor, çevreci olduğunu iddia eden bir eylem, kaldırım taşlarını nasıl sökebilir, taş kırıcı, hıltı, konkasör falan mı taşıyorlar bu masumlar sırtlarında... Ömrüm sivil itaatsizlik eylemeleriyle geçmiş ama aklım sırrım almıyor. Çevre eyleminde, her nasılsa hazırlanmış greyderlerle, kepçelerle duvar yıkmacalar, rotayı Taksim’den Başbakanlık Ofisi’ne çevirmeceler... Nasıl sivil, nasıl masum, nasıl naif bir eylemse, üst üste devirip yıktıkları elektrik direkleri... Yine her nasılsa askeri operasyon nizamıyla dizayn edilmiş güya sivil barikatlar... Son moda markalı kostümleriyle “O.Ç” küfürleri önünde selfie çeken gençler... Ülkenin en pahalı üniversitesine burssuz, dertsiz, tasasız gittiği halde canı sıkkın gençlerin o kesif tuvalet kokusuna boğdukları meydanda, kendilerinden geçişleri ve mutluluğu yakalayışları...  Yakılmış devrilmiş araçların, halkın bindiği ama sayelerinde kömür kestirilmiş otobüslerin içinde şeytani kahkahalarla poz verenlerin. Adım başı dizilmiş idam sehpası maketlerinin, tuvalet olarak kullandıkları temsili mezarların... Hasılı siyah... Simsiyah bir cadılar, vampirler geçidi gibi pek çoğumuz için Gezi Hatırası...

***


Benim ve toplumun kahir ekseriyetinin hafızasına cehennem timsali kazınan bu ağır travma... Başka gözlerce: Devrim, dayanışma, başkaldırı, onur, sanat, zeka, aşk, cinsel özgürlük, arkadaşlık olarak kayda geçti. Ciddi bir yarılma oluştu.

Ömer Lekesiz’in; sanatın ne’liği ve ontolojik serüveniyle insanlık’tan insana dair bir yolculuk mümkün müdür sorusu eşliğinde atıf yaptığı “gri alan”a denk geliyor tam da bu ayrışma... Çok hoşuma gitmeyen bir tabir “gri alan” aslında, sanırım natür morta dair önyargımdan olabilir. Ama Lekesiz’in sanat eleştirisi teorisinde; kısmen objektivizmi, kısmen diyalogu, siyah ile beyazın mütekamil geriliminden kısmen de olsa azadlık imkanını kurcalayacak bir kesittir “gri alan”. Kültürel hegemonyanın sarsıldığı bir zemin. Daha doğrusu kesit’ti zemin’di... Gezi’ye kadar.

Biz bu “gri alan”da farklı siyasi görüşlerden de olsak, sanat, varoluş, Varlık, zaman, hayret, iz, imge, perspektif, benzeşim, benzeşmezlik, şiir, resim, minyatür, gölge, ayna, tasvir gibi mevzuları konuşabilir, okuyabilir, tartışabilir, yazışabilir idik. İdik, ıdık, uduk, üdük... Türkçe böyledir, at gibi koşup durur. Gezi, işte tüm bu konuşma, diyalog ve ilişkiler imkanlarını, koşuşmaları da berhava etti. Herkes kendi “ev”ine döndü... Durdu.



Belki de baştan beri yoktu o hatır, o ipler, o tebessümler.  Çok mu köktenci oldu? Üzgünüm ama gidişat böyle... Bu radikal kopuşmayı onarabilir miyiz? Hatta gerek var mı? Yeni Anayasa yapmaktan daha kolay değil bu soruların cevapları...

STAR



Terör örgütünün gazetesi olabilir mi?

Ersoy Dede

PKK’nın yayın organı Özgür Gündem’in nöbetçi genel yayın yönetmenlerinin tutuklanması üzerinden fırtınalar kopartılıyor.. 

Mesele getirilip getirilip ‘basın hürriyeti’ çerçevesine sokuluyor..

Ve bunun üzerinden bir operasyon çekiliyor..

Bugün sahte kahramanlar çıkmış ortaya..

Ben de nöbetçi genel yayın yönetmeniyim” diye..

Bakın çok açık söylüyorum..



Kim ki benim askerime polisime “düşman” diyen haberler yazar..

Kim ki vatan evlâtlarının şehit eden teröristi kahraman gibi gösteren yayınlar yapar..

Terör örgütünü ve terörizmi kutsar..

O benim için artık “düşman” kampındadır..

Bu durum; ne gazetecilikle, ne basın hürriyetiyle ne bir başka şeyle izah edilebilir.

Anlaşılsın diye örnek vermek isterim..

Özgür Gündem, bu topraklarda yayın yapan bir PKK gazetesidir..

Yanlış anlaşılmasın..

Gazete, ‘PKK’yı öven bir gazetedir’ demiyorum..

Doğrudan PKK’nın hedeflerine hizmet eden bir yayın politikasını sürdürür..

Yoksa mesela, BirGün paçavrası PKK’yı över..

Cumhuriyet de öyle..

Ama Özgür Gündem, bizzat Kandil tarafından yayınlanan bir bültendir..

Özgürlükler ülkesi ABD’ye bakın...

El Kaide propagandası yapan bir gazete hayal edin orada..

Daha hayal ederken tutuklandınız değil mi?

Fransa’da “DAEŞ’i de anlamak lazım” diye bir yazı yazın bakalım herhangi bir gazetede..

Herhalde ‘çıldırmış’ diye düşünürler..  

Ama bu memlekette PKK’nın bir gazetesi var..

Ve ona dönük sınırlı ilk hukuki müdahalede ‘basın hürriyeti goygoyu’ başlıyor..

Bu kadar özgürlük bize fazla..



AKŞAM


Erdoğan kim, neden hedef?

Kurtuluş Tayiz

Dünyanın en ünlü gazete, dergi, radyo ve televizyonlarının gündeminde Cumhurbaşkanı Erdoğan hep baş sıralarda yer alıyor. ABD’li başkanların eski-yeni danışmanları, düşünce kuruluşlarının yöneticileri, devlet başkanları, politikacılar, hatta ünlü felsefeciler bile her fırsatta Erdoğan aleyhinde verdikleri demeçlerle gündeme geliyor. 
Erdoğan’ın yaptığı her açıklamaya, attığı her adıma ilişkin önce Batı’dan ses geliyor. 
Avrupa Parlamentosu Başkanı Martin Schultz neredeyse her gün Erdoğan aleyhinde açıklamalarda bulunuyor. İngilizler ise işi iyice abartıp seçim kampanyalarında artık Erdoğan Türkiyesi’ni kullanıyorlar. 
Batı’dan gelen yoğun haber bombardımanı haliyle içerideki bazı çevreler üzerinde hoşnutsuzluğa, endişeye, korkuya, paniğe neden oluyor.
“Hiç dostumuz kalmadı” cümlesiyle başlayan eleştiriler, “Batı’dan uzaklaşıyoruz, ABD ve İsrail’le ilişkiler bozuldu; Rusya ve Suriye ile düşman hale geldik; Mısır ve Irak’la ilişkiler zaten askıda” diye devam ediyor.
Sohbet uzadıkça içeride artan kutuplaşmadan, yükselen siyasi tansiyona, yaşam tarzından PKK ve HDP’ye yaklaşım biçimine kadar Erdoğan ve AK Parti hükümetinin yanlışları birbir sayılıp dökülüyor. 
Aslında birbir sayılıp dökülen tüm bu sorunların sebebi ne Erdoğan ne de AK Parti hükümeti; sorun Batı’nın yeni Ortadoğu politikasından kaynaklanıyor. Ortadoğu’da yüzyıllık statükonun bozulmasıyla ortaya çıkan dev dalgalar ülkenin sınırlarına ve oradan da zihinlere, ruhlara çarparak sarsıcı etkiler bırakıyor. 
Coğrafyamız yeniden şekillenirken, ülkemizin sınırlarını da ilgilendiren büyük bir kaos ve savaş hali uç vermişken; akılları hala eskide kalanlar, miskin miskin “Bunların hepsi Erdoğan’ın yüzünden” diyerek, etraflarında olup biteni anlamaktan uzak tepkiler veriyorlar.
Ortadoğu büyük bir alt-üst oluş yaşıyor, savaş makinaları harıl harıl çalışıyor, eski-yeni haritalar masaya çıkarılmış, bazı devletler çökmüş yenileri kuruluyor; bölgenin sınırları yeniden çiziliyor...
AB ve ABD Türkiye düşmanı bütün örgütlere, güçlere kucak açmış durumda; AB ve AP PKK’yı kolluyor, ABD ise Fetullah’ın Paralel örgütünü. NATO, terör örgütü DAEŞ’e karşı sahaya inerken Türkiye’ye karşı savaşan PKK’yı ise müttefik bellemiş durumda. 
Hal böyleyken; dünya, yüz yıl sonra yeniden kapıya dayanmışken içeride bazıları hala “Erdoğan düşmanlığı” ile bozgunculuk yapıyor. 
Erdoğan kim, neden hedef? 
Erdoğan ülkesini bekleyen bir asker, kale kapısının önündeki bir bekçi. 
Kalenin bekçisi düştüğünde...
Abdülhamid’i de “Yaşasın hürriyet” sloganlarıyla devirmişlerdi. Sonradan anlaşılacaktı Sultan Abdülhamid’i değil, koskoca bir İslam imparatorluğunu devirdikleri.
Batı’nın sabah akşam Erdoğan’ı hedef almasının sebebi yüz yıl öncekiyle aynı; yalnız bu kez “Hürriyet” yerine “Demokrasi”, “Kızıl Sultan” yerine “Diktatör Erdoğan” diyorlar.

AKŞAM

Ortadoğu’da yanlış yerde mi duruyoruz?


Vedat Bilgin
Son zamanlarda sıkça sorulan bir soru olarak, hatta çoğu kere sorunun ötesine geçip kesin bir hüküm gibi tartışılan konu bu. Türkiye’nin Ortadoğu’da yanlış yerde durduğunu söyleyenlerin fikirlerinin dayandığı birkaç nokta var. Bunların başında Suriye meselesi gelmektedir. Suriye’de rejimin ayakta kalması, ABD’nin PKK/PYD desteğinde Türkiye’yi kuşatan bir oluşuma gitmesi, Türkmenlerin 1200 yıllık vatanlarında katledilmeleri gibi olaylar hatırlanırsa, bu iddiada bulunanların kendi görüşlerini destekleyecek birçok gerekçe bulunabilir.

Bu konuyla ilgili asıl söylenmek istenen zaman zaman açık veya üstü kapalı ifade edilen husus ‘Türkiye’nin Ortadoğu’ya bulaşmaması gerektiği halde işin içine bu kadar girmiş olmasıdır’. Çünkü Ortadoğu bataklığına girdikten sonra bu meselelerle karşılaşmak kaçınılmazdır. Açıktır ki, bu görüşü ileri sürenler ‘Ortadoğu’nun sahibi bu coğrafyayı dizayn edenlerdir; onların işine karışılmaması gerekir. Dün haritayı böyle çizmişlerdi, bugün şöyle çizmek istemektedirler. Türkiye mümkünse onlarla birlikte hareket etmenin yolunu bulmalıdır, onlara rağmen bir şey yapmak yanlıştır ayrıca mümkün de değildir.’ Bu görüşü savunanların ihmal ettiği veya görmemizi istemediği şey yeniden çizilmek istenen haritanın bizim coğrafyamıza tekabül ettiğidir.



Nerede durmalı?

Geleneksel Türk dış politikası, Batı bağımlı bir anlayışla yapıla geldiği için ondan uzaklaşma, yani bağımsız bir anlayışa dayanma eğilimi gösterdiği anda bu eleştirilerin gelmesi kaçınılmaz olacaktır. Yüz yıllık bir dönemin kapanması anlamına gelen ‘biz farkına varsak da varmasak da bu coğrafyada meydana gelen her şey bizi ilgilendirmekle kalmaz doğrudan bizimle alakalıdır; dolayısıyla bu coğrafyanın dışında değil içinde olduğumuzun bilincinde olmak, buna göre davranmak mecburiyetindeyiz’ yaklaşımının tedirginlik yaratmış olması anlaşılabilir bir husustur. 


Türkiye eğer Batı çizgisinde hareket etmeye devam etseydi, Suriye’de ABD’nin yaptığı gibi rejimin desteklediği PYD’yi, Mısır’da Sisi’yi, Irak’ta parçalanmayı destekleseydi bugün bu politikaları eleştirenlerin söyleyecek fazla bir şeyinin olmayacağını tahmin etmek zor değildir.

Oysa mesele oldukça farklı bir yere uzanmaktadır. Türkiye’nin ‘çözüm sürecini’ başlatıp yıllara uzanan çalışmalarıyla hazırladığı Kürt kartını Batının elinden alması, Kuzey Irakta Barzani yönetimiyle yaptığı anlaşmanın bu ülkenin bölünmesine karşı bütünleşmesine dönük bir işleve sahip olması, Suriye’de bütün unsurları bir arada yaşatacak bu ülkenin birliğinden yana bir siyaset takip etmesi; bence sorunun ana kaynağıdır. Bunları anlamadan, Türkiye’nin durduğu yeri tartışmak fazla bir şey ifade etmeyecektir.



İki tavır iki siyaset

‘Ortadoğu’da yanlış yerde duruyoruz’ sözünün, ülkenin eski uluslararası statükoya itiraz etmesiyle başlamış olduğunu, hatta doğrudan buna bağlı olduğunu görmek gerekir. Unutmayalım Lozan’dan başlayarak Türkiye, Ortadoğu denkleminin dışına çıkarılarak sömürgeci ülkeler tarafından denklemin çözülmesine rıza göstermek zorunda kalmıştır. O günkü şartlarda kabul edilen bu tavrın yüzyıl sonra devam etmesi gerektiğini savunmak nasıl bir anlayıştır!



Gelinen aşamada bugün iki tavır söz konusudur. Birincisi, Batının tavrıdır. Ortadoğu’yu yeniden parçalamak isteyen Batı sistemi, yaptığı müdahalelerle aslında bölgeyi sürekli istikrarsızlık kaynağı haline getirerek, terörün üremesine zemin hazırlamakta ve böylece terör sorununun küresel ölçekte bir tehdide dönüşmesine vesile olmaktadır. 
İkincisi; Türkiye’nin bütünleştirici tavrıdır. Bölge insanlarının kendi ülkelerinde söz sahibi olacağı ‘bahar hareketlerinin’ yanında yer alarak barışın ancak bu coğrafyanın demokratikleşmesiyle kurulabileceğini ortaya koymuş bulunmaktadır. Türkiye’nin doğru yerde mi, yanlış yerde mi durduğuna tarih karar verecektir…

YENİ ŞAFAK

MHP’ye empoze edilen Pensilvanya’lı aktris

Tamer Korkmaz



MHP’de “baskın kurultay” bitti, kavga bitmedi. Büyük hesaplaşma 10 Temmuz'da yaşanacak. Pazar günü sahneye konulan “Paralel Kurultay”dır. Her iki manada Paralel! Genel Merkez'in katılmadığı, yok saydığı bir kurultaydan söz ediyoruz…

Yaşananlar, MHP'ye el koyma girişimidir. Dışarıdan müdahale ile yani Pensilvanya üzerinden MHP ele geçirilmek isteniyor.

Yargıtay kararını müteakip, MHP lideri Bahçeli 10 Temmuz'da seçimli kurultay kararı almıştı. Daha fazla uzatmamış, kestirmeden gitmişti.

Çağrı Heyeti ise “Maksat hâsıl olmuştur, bizim de görevimiz sona ermiştir” demedi! MHP genel başkanının söz konusu kararına rağmen partiyi 19 Haziran'da tartışmalı bir kurultaya götürdü…

Çağrı Heyeti, yetkilerini aştı ve de Meral Akşener'in “emir eri” gibi çalıştı…

Neticede ne oldu? Paralel Kurultay'da 10 Temmuz tarihinde genel başkanlık seçimi yapılması için karar alındı. Yani? Bahçeli'nin belirlediği tarihle aynı tarihte buluştular. Aynı kapıya çıktılar!

O vakit “Madem aynı kapıya çıkılacaktı neden baskın kurultay yapıldı?” sorusu akla geliyor.

Paralel kurultayda gerçekleştirilen 13 adet tüzük değişikliği, dışarıdan bir müdahale ile “MHP'yi ele geçirme” niyetini, amacını açığa vurmuştur.

Yargıtay 18. Hukuk Dairesi, tüzük değişikliğini…

“Genel başkan seçiminin yapılmasını öngören maddenin değiştirilmesi” ile sınırladı!

Yargının bu kararına göre tek maddelik bir tüzük değişikliği gündemiyle toplanması gereken kurultay, işbu gündemin dışına çıkarak tüzüğün 13 maddesini birden değiştirdi, böylece “kuralı ihlal etti!”

Hukuka faul yapılarak değiştirilen tüzük maddeleri arasında Merkez Yürütme Kurulu ile Genel Başkan'ın yetkilerini sınırlayan, tırpanlayan değişiklikler de var!

*

MHP Genel Başkanı Bahçeli, iç tüzüğün 63. Maddesi'nin kendisine verdiği yetkiye dayanarak kurultay tarihini 10 Temmuz olarak beyan etti. Buna mukabil, pazar günü “başka bir kurultay toplamak” suretiyle içtüzük yok sayıldı!

MHP iç tüzüğünün 64. Maddesi kurultayın başlayabilmesi için genel başkanın ya da genel başkanın görevlendireceği bir yetkilinin açılışta bulunmasını şart koşuyor. Hal böyle iken, bu kural da Pazar günkü Paralel Kurultay'da yerine getirilmemiş, ihlal edilmiştir!

Baskın kurultaya katılan delege sayısı içtüzüğün öngördüğü toplantı sayısının altında kaldı. Noterin salonda bulunduğunu saptadığı delege sayısı 656'dır. MHP'nin toplam delege sayısının üçte ikisi ise 809 delegeye tekabül ediyor.

Bahçeli, bundan dolayı “Salt çoğunlukla tüzük değiştirilemez” diyerek yapılan ihlali dile getirdi.

*

19 Haziran'da; teamülü, MHP iç tüzüğünü ve hukuku devre dışı bırakan bir atraksiyon izledik.

Üstelik bu “faul”lü değişiklikler yapılırken, muhalif adayların ya hiç haberi olmadı ya da onların onaylamadığı değişiklikler “yangından mal kaçırır gibi” yapıldı.

Paralel'in bütün hücreleriyle desteklediği Akşener Cephesi, böylelikle diğer muhalif adayları oyuna getirdi…

Dahası, onları adeta 'konu mankeni' gibi gördüklerini ortaya koydular!

Burada, Koray Aydın'ın da “Akşener'in Paralel Yapı tarafından desteklendiğini” söylediğini hatırlıyoruz.

*

Baskın Kurultay'da gösteri yapan Meral Akşener, 24 Temmuz 2001 tarihinde Trabzon'da “Ülkücüydüm, demokrat oldum” diye konuşmuştu!

Aynı Akşener, 23 Nisan 2016'da Bursa'da “Başbakan ülkücü olacak, bu ülkeyi yönetecek” diyordu!

Meral Akşener, kapalı kapılar ardında neler oldu da “yıllar sonra birdenbire” terk ettiği “ülkücülüğünü” hatırlayıverdi?

MHP'yi “uzaklardan empoze edilen aktrisler” değil…

MHP'liler yönetmelidir!

*

MHP dışarıdan bir müdahale ile “teslim alınmak” isteniyor…

Bu suretle partinin “kritik eşiklerde etkili olan milli reflekslere dayalı tercihlerinin” yok edilmesi hedefleniyor!

Meral Akşener'e “başrol” verilen işbu siyaset mühendisliği projesinin perde arkasında Amerikancı Paralel Yapı ile İstanbul'un derin baronları vardır.

Final Sorusu: Baskın kurultayın masraflarını, salonun parasını kim ödemiştir? MHP Genel Merkezi'nin yok saydığı dolayısıyla bu konuda herhangi bir ödeme yapmasının mümkün olmadığı ortada iken, parti yönetimi dışından bir ödeme nasıl yapılabilmiştir? Kim veya kimler tarafından yapılmıştır? Yoksa, burada da “Himmet” mi devreye girmiştir?


YENİ ŞAFAK



CHP’nin yeni taktiği işe yarar mı?

Kemal Öztürk
CHP lideri Kılıçdaroğlu bir süreden beri yeni bir taktik deniyor: Hırçınlık ve eylemsellik. Hırçınlaşarak, sertleşerek, hakaret ederek ve sokakta eylemler yaparak siyaseten güçlenmeye çabalıyor.

Bu bir taktik midir, yoksa CHP gerçekten geleneksel sosyal demokrat çizgisini terk ederek, aşırı sola mı kayıyor? Bu soruyu sanırım CHP tabanı da ciddi olarak soruyor. Zira bu yöntemler, taktikler, şiddet kokan hareketler ve Kılıçdaroğlu'nun şiddet ve hakaret dili militan solun üslubu. Rahatsız olan çok anladığım kadarıyla.

CHP'deki küçük diktatörler

Hizipçiliğin atası sayılan Deniz Baykal, kendisine uygun hava oluşunca, başını Antalya'da daldığı denizden çıkardı: “Muhalefetin yeniden şekillenmesine ihtiyaç var. Üslubumuzla, söylemimizle, politikamızla, toplumun önüne koyacağımız hedeflerle, her şeyi yeniden şekillendirmemiz lazım”. Uzun uzun kurulan cümlenin özeti şu: 'Beni yeniden genel başkan yapın.'

Tökezleme dönemlerinin müzmin genel başkan adayı olan Muharrem İnce durumu bir sendeleme olarak değerlendirmiş olmalı: “Bu iktidarı değiştirmek için önce muhalefeti değiştirmemiz lazım.”Baykal'ın sözlerinin tercümesiyle aynı. Beni genel başkan yapın.

Sonuç itibariyle CHP içinde sorunlar her zamanki gibi tavan yapmış durumda. CHP Genel Başkanlığı'nda bir değişiklik olacağını sanmıyorum. CHP'de 'Genel Başkan diktatörlüğü var' diyeceğimi sanmayın. Orada 'delege diktatörlüğü' vardır. Yıkmaları gereken tek diktatör Genel Başkanları değil, 1230 'küçük diktatör 'var. İşleri daha zor.

CHP'nin haber olan eylemleri

Kılıçdaroğlu'nun siyaseten tabanını konsolide etmek, var olduğunu göstermek için yaptığı bu hırçınlaşma ve militanlaşma eğiliminin işe yaradığını söylemeliyim. En azından haber oluyorlar. Bugün gördüm, 24 CHP milletvekili Bolu'da kol kola girmiş, arkalarına il ve ilçe teşkilatını almış Bolu Valiliği'ne yürüyor. Sebep? İl Milli Eğitim Müdürü, 10. Yıl Marşı'nı yasaklamak istemiş. Sanırsınız, adam anayasayı yürürlükten kaldırmak istedi. O denli hiddetliydi CHP'liler (Ramazan ve sıcakların da etkisi olabilir, bilemiyorum). Doğal olarak medya, sokakta her türlü eyleme, aksiyona duyarlılık gösterir. Meclis'te ayak üstü bir basın toplantısından daha çok haber değeri var tabii.

Şehit cenazelerinde saygısızlık

Sanırım Kılıçdaroğlu bu hırçınlaşma ve eylemsel olma taktiğini en kötü şehit cenazelerinde uyguladı. O manevi ortamı öylesine germemeliydi. Ancak şunu da peşinen söyleyeyim, şehit cenazesine gelmiş bir kişiyi, yuhalamak, kurşun çekirdeği atmak, fiziki müdahalede bulunmak çok yanlış bir tutum. Cenaze ortamı böyle şeyleri kaldırmaz, şehide saygısızlıktıjjjr. Eğer Kılıçdaroğlu'nun gelmesinden rahatsız olunmuşsa, bir şehit yakınının yaptığı gibi, sessizce yanından uzaklaşırsınız. İnanın daha etkileyici bir tavırdır.

Kılıçdaroğlu kendi korumaları, partililerini alarak bir daha gitti şehit cenazesine. Sanki mahalle kavgasına gidiyor. Doğal olarak orada şehidin huzurunda arbede çıktı, rezalet yaşandı. Belki de CHP'lilerin en çok isyan etmesi gereken şey buydu. Şehit cenazesini böyle provoke etmek, böyle istismar etmek CHP için kara bir leke oldu.

CHP, HDP gibi olur mu?

Sonuç itibariyle CHP'nin eylemsellik ve hırçınlaşma taktiği, bir süre daha devam edecek. En çok Kılıçdaroğlu'nun şu sözüne şaşırdım ve anlamadım: “Kan dökmeden, bizim cesedimizi çiğnemeden başkanlık sistemini getiremezsiniz”. Şimdi AK Parti bir yolunu bulup Başkanlık sistemini referanduma sunsa, halk da buna 'evet' oyu verse, ne olacak? Tutarsızlık var ama komik de geliyor bir yandan. Yine mahalle kavgası jargonu.

CHP içindeki aşırı sol ve Alevi kanadın bu eylemlerde başı çektiği, halay başını da kimseye bırakmadığı görülüyor. Bence cesur bir taktik. HDP de hendek siyasetini savunmakla cesur bir hamle yapmıştı. HDP boyunun ölçüsünü aldı, oyları yarıya düştü, gittiği yerde yuhalanıyor.

Bakalım CHP'nin taktiği tutacak mı? Kimse bir şey yapmazsa, yani AK Parti kanadı CHP'yi kurtaracak siyasi can simitleri atmazsa, bu taktiğin CHP'yi nasıl erittiğini göreceğiz hep beraber.

Ne zamandır CHP yazısı yazmıyordum, özlemişim.

MİLLİYET

Akar’ın verdiği bilanço ve Lice operasyonu

Serpil Çevikcan


Ankara’da bir süredir gündemin en önemli başlıklarından biri terörle mücadelede gelinen aşama.

İl ve ilçe merkezlerinde yapılan operasyonların büyük başarıyla tamamlanmasının ardından bölgede ve özellikle de kırsalda yoğunlaşması beklenen saldırılara karşı nasıl hareket edileceği, alan hakimiyetinin tam anlamıyla nasıl sağlanacağı, nasıl bir yol haritasının izleneceği Ankara’da sürekli olarak tartışılıyor.

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan başkanlığında Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’nde önceki gün yapılan Bakanlar Kurulu bu nedenle büyük önem taşıyordu.

Akar’ın sunduğu bilanço

Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hulusi Akar’ın da davet edildiği toplantıda beklendiği gibi dışarıda ve içeride yaşanan gelişmelerin kapsamlı biçimde değerlendirildiğini ve kritik kararların alındığını öğrendim.

Aldığım bilgilere göre, toplantıda operasyonların başladığı 24 Temmuz 2015’ten bu yana terörle mücadele bilançosu incelendi.

Akar’ın Cumhurbaşkanı ve kabine üyelerine aktardığı bilgilere göre 11 aylık bilanço, toplam 7 bin 740 teröristin etkisiz hale getirildiğini gösteriyor.

Bunlardan 5 bin 367’si ölü, 828’i yaralı ele geçirilmiş.

779 PKK’lı yakalanırken, 766 PKK’lı güvenlik güçlerine teslim olmuş.

2 bin 765 PKK’lı yurtiçi operasyonlarda öldürülmüş.

Yine yurtiçi operasyonlarda 135 terörist yaralı ele geçirilirken, 779’u yakalanmış.

299 terörist ise teslim olmuş.

Yurtdışı operasyonlara yönelik bilgi de oldukça ilginç.

Buna göre TSK’nın sınır ötesine taşan operasyonları sırasında 467 PKK’lı teslim olma yolunu seçmiş.

2015’te yapılan hava operasyonlarında bin 335 PKK’lı öldürülürken, 310’u yaralanmış.

2016’da ise bin 267 terörist öldürülürken, 383’ünün yaralandığı saptanmış.

Lice operasyonu

Aldığım bilgilere göre, Bakanlar Kurulu’ndaki tartışmaların önemli bir bölümünü de Suriye’de yaşananlar oluşturdu.

Asker, şu anda Türkiye’nin kırmızı çizgileri aşılmıyor olsa da Cerablus odaklı gelişmelere özellikle dikkat edilmesi gerektiği görüşünü yineledi.

Bu konuda sadece askeri caydırıcılığın yeterli olmayacağı, ABD başta olmak üzere gerekli diplomatik girişimlerin önemli olduğu vurgulandı.

Dikkatlerin sadece Türkmendağı bölgesine kaydırılmaması, PYD’nin bölgedeki hareketlerine dikkat edilmesi gerektiği görüşü kabineyle paylaşıldı.

Toplantıdaki en sıcak başlık ise dün itibarıyla başlanan Lice operasyonuydu.

Bakanlar Kurulu’ndan bir gün önce, İçişleri Bakanlığı’nda Lice’yle ilgili olarak Genelkurmay ve ilgili kurumların katılımıyla yapılan koordinasyon toplantısının sonuçları Bakanlar Kurulu’na aktarıldı.

Kırsalda dün 25 köyde sokağa çıkma yasağıyla başlayan operasyonların Lice merkezini de kapsayarak genişletilmesi zorunluluğu anlatıldı.

Lice’de Nusaybin’deki gibi bir tablonun bulunmadığı, ancak teröre müzahir şahıs sayısının yüksek olduğu tespiti yapıldı.

Lice’nin örgütün büyük gelir elde ettiği uyuşturucunun üretim merkezi olduğu, binlerce dönem arazide Hint keneviri bulunduğu, bu anlamda geçiş merkezi olarak kullanılan Yüksekova’dan daha büyük öneme sahip olduğu ifade edildi.

Yüksekova’daki operasyondan sonra Lice’nin transit merkezi özelliğini de taşımaya başladığının altı çizildi.

Lice’de yapılacak operasyonun genel çerçevesi böyle aktarıldı.

Başbakanlık’ın bu konuda güvenlik güçlerine verdiği talimat da Lice’nin özellikle örgütün uyuşturucu merkezi olarak kullandığı, kritik öneme sahip bir yer olduğunu gösteriyor.

Bakanlar Kurulu toplantısına da yansıyan operasyon talimatının kapsamı, kenevir ekim alanlarında elde edilen uyuşturucunun yurtiçi ve yurtdışında satıldığı, satıştan elde edilen gelirle örgütün finanse edildiği, kenevir ekiminin örgütün kontrolünde yapıldığı, bunun örgütün bölgede taban bulmasını da kolaylaştırdığı tespitlerini içeriyor.

Operasyon talimatında, ekim alanlarındaki imha faaliyetlerini engellemeye yönelik terörist saldırıların olabileceği uyarısında bulunulurken, kenevirlerin imha edilerek, finans kaynaklarının kurutulması, örgüt mensuplarının etkisiz hale getirilmesi gerektiği vurgulanıyor.

Bu noktada yapılan tespitler, örgütün bölgede uzun bir süredir üslendiğini de gösteriyor.



Bombalı araçların üretildiği alan

Güvenlik kaynaklarının aktardığı bilgilere göre, operasyonların odaklandığı Şenyayla’da büyük çaplı organize bir terör örgütü kampı yok.

Ancak dağınık olarak bulunan, zaman zaman bir araya gelen üç grup söz konusu.

Bu gruplar; Şenyayla Gücü, Dorşin Gücü, Lice Gücü.

Gruplardaki PKK’lı sayısı net olarak bilinmiyor, ancak çekirdek olarak 25-35 kişilik gruplar olduğu sanılıyor.

Her grupta keskin nişancı ve bomba eğitimi almış teröristlerin bulunduğu ifade ediliyor.

İstihbarat bilgileri, batıda ve Güneydoğu’da patlatılan bombalı araçların burada imal edildiği bilgisini de teyit etmiş durumda.

TSK’nın ani hava taarruzlarıyla mağara ve sığınaklarda bulunan patlayıcıların birçoğu imha edildi.

Terörist gruplar ise hava harekâtından etkilenmemek için sürekli hareket halinde.

Bu grupların asıl görevi, uyuşturucu üretim merkezi olan bölgede kontrolü sağlamak.

Zaman zaman gruplara Lice merkez ve Şenyayla’dan da katılım olabiliyor ve 50-60 kişilik gruplar oluşabiliyor.

Ancak kalabalık kalmamaya özen gösteren gruplar, dörder beşer kişilik küçük gruplara ayrılarak bölgede hareketli halde faaliyet gösteriyor.

Verilen talimat, hem bu grupların etkisiz hale getirilmesi hem de uyuşturucu alanlarının imhasını içeriyor.

İçişleri Bakanlığı ve Kamu Diplomasi Koordinatörlüğü’nce yürütülecek, askerin de katıldığı Lice’nin içi ve kırsal bölgelerini kapsayan operasyon, bütün bu yönleriyle diğer operasyonlardan ayrılıyor.



Belediye düzenlemesi geliyor

Bakanlar Kurulu’nda, bölgedeki belediyelere yönelik atılacak adımlar da masaya yatırıldı.

Dün bu adımların en çok tartışılan boyutu olan belediye başkanlarının görevden alınmasını sağlayacak düzenleme ve planlarla ilgili ortaya atılan iddiaları Meclis’te kısa süre de olsa sohbet imkanı bulduğumuz İçişleri Bakanı Efkan Ala’ya sorduk.

Ala, “Teröre karışan belediyelere seçilme yeterliliğindeki kişilerin atanmasına ilişkin düzenlemeyi yakında Meclis’e getireceğiz. Bir ay içinde gelir sanırım” dedi.



Dağdan yönetici olunmaz’

Ala, hangi kriterlere göre hareket edileceği konusunda ise, “Burada aslolan belediyelerin elindeki iş makinalarını icraat yerine başka amaçlarla kullanıyor olmaları. Belediyelerin verilen imkânları nasıl kullandığı önemli. Vinci, kepçeyi veriyoruz o gidiyor hendek kazıyor, barikat kuruyor. Oysa icraya yönelik kullansalar seçmeni de memnun edecekler, daha fazla oranda destek bulacaklar. Nitekim geçmişte 1990’yı yıllarda da bunun İstanbul Belediyesi’nde bir örneği var. O zaman icraya ağırlık verdiler vatandaş da desteğini gösterdi, daha fazlasını talep etti. Hükümete baskı oluşturdu, hizmet daha da fazlalaştı ve iktidara getirdi. Ama sandıkla getirdi. Demirel’in sözündeki gibi. Sandıkta kalacak değiliz ya. Sandıktan çıkacağız. Önemli olan da sandıktan çıkmaktır, dağa çıkmak değil. Dağdan gelirsin hiçbir şey ifade etmezsin, etmeyecekler de. Ama sandıktan gelirsen güçlü olursun. Türkiye’yi yönetmek istiyorsan sandıktan çıkacaksın. Dağdan yönetici olunmaz” değerlendirmesini yaptı.

İçişleri Bakanı’nın Lice ile ilgili değerlendirmesi ise tabloyu özetler nitelikteydi:

“Lice operasyonu önemli, ancak fotoğrafın bütününe bakmak lazım. Terörle mücadele şehirde ve kırsalda topyekün, kararlılıkla sürüyor ve sürecek.”



Yatırımcıya vatandaşlık

Ala, kısa zaman içerisinde Türkiye’de belli düzeyde yatırım yapan yabancıya vatandaşlık hakkı ve oturma izni verilmesine yönelik düzenlemenin de Meclis’e getirileceğini söyledi, “Bir ay içinde her iki yasa da gelir” ifadesini kullandı.




Yüklə 125,41 Kb.

Dostları ilə paylaş:




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin