Bu fırsatı Ruslar, 3 Nisan 1813’te, Albay Pestel komutasındaki bir Rus ordusunun Kara Berzug’da İran ordusunu bozguna uğratmasıyla yakaladılar. Bununla yetinmeyen Ruslar, kazandıkları bu askerî zaferin ardından ağır şartları içeren Gülistan Antlaşması’nı İran’a imzalattılar (1813). Bu antlaşmayla Rusya, Derbend, Bakü, Şirvan, Karabağ, Kuba ve Taliş’in bir bölümü ile Lenkeran kalesinde hakimiyetini sağlamlaştırmıştı. Ayrıca, İran, Dağıstan, Gürcistan, Mingrelya, İmeretya (Açıkbaş) ve Abhazya üzerindeki her türlü haklarından vazgeçmişti. Buna karşılık Ruslar, Abbas Mirza’nın tahta çıkışını destekleyeceklerine söz vermişlerdi.71
Görüldüğü gibi 1813 tarihli Gülistan Antlaşması’yla Rusya, İran’ın Kafkasya’daki hakimiyetine son vermişti. Bu ise Rusya’nın hem Güney Kafkasya’yı ve hem de Dağıstan’ı işgalini kolaylaştırmıştı. Bu amaçla Kafkas Ordusu Başkomutanlığı’na General Yermolof getirilmiş ve Kafkaslar’ın tamamının ele geçirilmesi öngörülmüştü. Yermelof’un esas düşüncesine göre bütün Kafkasya kesinlikle ve en kısa zamanda Rusya’nın bir parçası haline getirilmeliydi.72
Çok geçmeden Kafkasya’ya Yermolof’un gelmesi, etkisini göstermiş ve Dağıstan ile Çeçenistan’da Rus baskıları artmıştı. Özellikle Çeçenistan, Orta Kafkaslar’da ve Gürcistan yolu üzerinde bulunmasından dolayı Ruslar açısından hayati önem taşımaktaydı. Böyle bir ortamda Çeçenler için tek çare, Osmanlı Devleti’ne yardım için başvurmaktı. Nitekim, Anapa Muhafızı Seyyid Ahmed Paşa ve Demirkapa (Temürhan-şura) ile Çeçen vilâyeti reisi İstanbul’a yaptıkları başvurularda, Rusların Çerkes taraflarından yol bularak Dağıstan’ı işgale çalıştıklarını, Osmanlı yardımı gelmediği takdirde direnmenin mümkün olmadığını dile getirmişlerdi. Ayrıca Osmanlı Devleti’nin Dağıstan için Rusya nezdinde diplomatik girişimlerde bulunmasını istemişlerdi. Ancak Osmanlı Devleti, 1817’de yapılan bu başvurular karşısında Rusya’nın Dağıstan havalisindeki hakimiyetini onaylar bir tutumla, Çeçenlere Ruslarla barış içinde yaşamalarını tavsiye etmişti.73
1818-1821 yılları arasında, Rusya, özellikle General Yermolof’un üstün gayretleriyle Kuzey Kafkasya’nın tek hakimi haline gelmiştir. Bu bağlamda, Mektüle, Tabassaran, Kaytak, Akuşa, Avar, Gazi Kumuk ve Kuba gibi Dağıstan hanlıklarını itaat altına almıştı.74 Buna karşılık Ruslar, 1812 tarihli Bükreş Antlaşması’ndan kalan Sohumkale’nin Osmanlılara teslimi gibi Osmanlı-Rus ihtilâfına sebep olan bazı sorunlarla uğraşmak zorunda kalmıştı. 1813-1815 yılları arasında, Osmanlı Devleti, birkaç kere Rusya’nın bu toprakları boşaltmasını istemiş, fakat bir sonuç alamamıştı. Hal böyle iken 1816’da İstanbul’a gelen Kont G. A. Stroganov, Bükreş Antlaşması’nın bütün şartlarının Osmanlı Devleti tarafından tamamen yerine getirilmesini istemişti. Ona göre “Osmanlı Devleti, Eflâk ve Boğdan’ın Rusya’nın himayesinde tam otonom olmasını sağlamalı, Kafkaslar’daki iddialarından Rusya lehine vazgeçmeli” idi.75 Fakat bu tartışmalardan hiçbir sonuç çıkmadı.
Diğer taraftan 1821’de, Osmanlı Devleti ile İran, Erzurum paşasının Azerbaycan’dan kaçan iki göçebe kabileyi korumasından dolayı savaşın eşiğine geldiler. Bu ise Rusya’yı sevindiren bir gelişmeydi. Esasında sözkonusu Osmanlı-İran gerginliğinde, Tahran’daki Rus ajanı Mazoroviç’in İran Veliahdı Abbas Mirza’yı kışkırtmasının rolü büyüktü. Bu tahrikler sonucunda Abbas Mirza, Kars, Bâyezid ve Muş taraflarını geniş ölçüde yağmaladı. Savaş, Revan ve Bağdad çevresinde de devam etti. Sonunda bu gerginlik, 1823’te Erzurum Antlaşması’yla hiçbir toprak kaybına yol açmadan sona erdi.76 Bu durumda ise Rusya, Osmanlı Devleti ile İran arasında çıkacak bir savaştan Kafkaslar’daki kendi konumunu güçlendirme yolunda yararlanma isteğinden sonuç alamamış oldu.
1821-1823 olayları bir kez daha gösterdi ki, Rusya’nın Kafkasya politikasının esası, Osmanlı-İran rekâbetine dayanmaktaydı. Bir başka deyimle, Rusya’nın Güney Kafkasya’daki başarılarının temelinde Osmanlı-İran ve İran-Afgan savaşları yatmaktaydı. XVIII. yüzyıldan sonraki Kafkasya’daki gelişmelere bakıldığında, Rusya’nın Osmanlılara ve İranlılara karşı yaptığı savaşları ayrı ayrı yürüttüğünü, her iki devletin kendi aralarında kurdukları ittifakların -Rus etkisiyle- uzun ömürlü olmadığını görüyoruz. Yine de Rusya, 1808-109’da olduğu gibi seyrek de olsa her iki ülkeyle savaşmak zorunda kalmış ve 1811’de gerçekleştirilen bir Osmanlı-İran ittifakını askerî harekâta dönüşmeden önlemişti. Bu ise Rusya’nın bir başarısıydı.
Diğer taraftan, 1820’lerin ilk yarısı, İran’ın 1813 tarihli Gülistan Antlaşması’ndaki kayıplarını giderme çabalarına sahne oldu. Aynı zamanda, bu çabalar, İran’ın Kafkasya’daki son girişimleri olma niteliği taşımaktaydı. İlk önce İran, Dağıstan’da Ruslara karşı başarılar kazanmış olan Arslan Han’a askerî yardım göndermiş, Osmanlı Devleti’nden göremediği desteği ona vererek bölgede üstünlük kurmasını sağlamıştı. Hatta, Dağıstan için Osmanlı Devleti’ne ittifak teklifinde bulunmuş ise de kabul görmemişti. Bunun üzerine İran, Dağıstan ile birlikte Güney Kafkaslar’dan çıkarmak ümidiyle Ruslarla savaşa tutuştu (1826). Sonunda, Ruslara yenilerek 8-9 Şubat 1828’de, Türkmençay Antlaşması’nı imzalamak zorunda kaldı. Bu antlaşmaya göre, Revan ve Nahçıvan hanlıkları dahil Aras’ın sol tarafı tamamen Ruslara bırakılmış, Lenkoran’ın içinde bulunduğu Taliş’in bir bölümü Ruslara verilerek Hazar Denizi ulaşımında Rusya, tek söz sahibi olmuştu. Ayrıca İran, 30 milyon ruble savaş tazminatı ödemeyi ve de Rusya’ya gitmek isteyen Ermenilere izin vermeyi kabul etmişti. Böylece İran’ın Kafkasya’daki hakimiyeti sona ermiş oldu.
Artık Rusya için Kafkaslar’da tek rakip devlet Osmanlı Devleti kalmıştı. Zaten 1792 tarihli Yaş Antlaşması’ndan beri Kuban boylarında yaşayan Abaza, Çerkes, Nogay ve Kabarday gibi Kafkas kabilelerinin Rus topraklarına saldırılarından Osmanlı Devleti sorumluydu. 1815-1816 yıllarında Anapa Muhafızı Ahmed Paşa’nın yaptığı gibi bu kabileler zaman zaman Osmanlı idarecilerince itaat altına alınmışlarsa da Ruslar, 1813 Bükreş Antlaşması’nı ileri sürerek karşı çıkmışlardı. Bu kez Ruslar, Çerkes, Abaza ve Kabarday kabilelerine saldırarak mallarını alıp çocuklarını esir ettiklerinde, 1825’te, Anapa Muhafızının Kaymakamı Abdullah Paşa, Rus generaline aynı şeyleri söylemişti. Bunun üzerine bölge halkı, mahallî idarecilerin çözüm bulunmaması karşısında İstanbul’a başvurarak Ruslardan kurtulmak için yardım istemişler, fakat, bir sonuç alamamışlardı. Yine de bu karşılıklı hareketler son bulmamıştı.
Rus-İran Savaşı’nın (1826-1828)’nın devam ettiği süre içinde, Osmanlı Devleti ile Dağıstan arasındaki ilişkilerin -o da yardım için Dağıstan’dan elçiler şeklinde- arttığını görmekteyiz. Nitekim, 14 Kasım 1827’de, Dağıstan’dan Ali Efendi, Rusların saldırılarından dolayı yardım istemek ve Dağıstan halkının Osmanlı Devleti’ne bağlılığını bildirmek için elçi olarak İstanbul’a gelmiş; ondan bir gün önce de Nusal Han’ın bir mektubu İstanbul’a ulaşmıştı. Yine aynı yıl içinde, Dağıstan hanlarından olan Hatem Han Erzurum’a gelmiş ve kendisini konak ve maaş tahsis edilmişti. Bunun yanısıra Şemhal Han’ın yeğeni Amalat Han da Trabzon yoluyla İstanbul’a gönderilmişti. Tabiatıyla bu ziyaretler, Osmanlı Devleti’nin doğrudan Dağıstan’a askeri yardımını sağlamamış; sadece, Osmanlı Devleti’nin bölge halkı üzerindeki manevi itibarını artırmıştı.77
Aynı yıllarda, Gürcistan’daki gelişmelerde önemliydi. Rus-İran savaşından yararlanmak isteyen Gürcistan beyleri, Ruslara karşı yer yer ayaklandılar. Nitekim, 5 Ekim 1827’de, Çıldır Valisi İsmail Hakkı Paşa’dan Erzurum Valisi Galip Paşa’ya gelen bir yazıda belirtildiği gibi, Gürcistan’ın Gürye sancağı zabiti Mamya’nın ölümünden sonra halk, Ruslara itaat etmemek üzere anlaşmışlardı. Bu ise, Osmanlı Devleti’ni memnun eden bir gelişme olup bundan yararlanmak istemekteydi. Bu amaçla, Çıldır Valisi Ahmed Rüştü Paşa, David Han’ın annesi Sofya’ya Gürillik fermanı vermişti. O da, Osmanlı Devleti’ne bağlılığını bildirmişti. Aynı bölgede hüküm süren Gürgi ve Zavar beyleri de bu ferman verme işinden memnun olduktan başka, Gürcistan’dan Rusları atmaya çalıştıklarını, bunu kolaylıkla başarmak için kendilerine altın ve gümüş mühürlerle silah ve para yardımı yapılmasını istemişlerdi. Buna karşılık Gürül hakimesi Dudu Pal da, Gürül’ün tek hakiminin kendisi olduğunu Çıldır Valisi Ahmed Paşa’ya bildirmiş ve Rusları Gürcistan’dan çıkarmak için o da Osmanlı Devleti’nden para ve askerî yardım talep etmişti. Bütün bunlar, Gürcistan beyleri arasında tam bir görüş birliği olmadığını gösteren olaylardı. Bu yüzden olsa gerek Bab -Alî, sözkonusu beylere güvenmemiş; onları topyekûn reddetmiyerek Güril taraflarına nüfuz etmeye çalışmıştı.78
1828-1829 Osmanlı-Rus Savaşı’nda Kafkasya ve Edirne Antlaşması
1828-1829 Osmanlı-Rus Savaşı öncesinde, Osmanlı Devleti, Kafkasya’daki bütün kabilelerden devlete bağlı kalacakları konusunda ahidnameler almış ve aynı şekilde Ruslar da bütün kabilelere mektuplar yazarak Rusya’nın reayalığını kabul etmelerini istemişlerdi.79 Fakat, Dağıstan hanları, muhtemel bir savaşta, Osmanlıların yanında yer alacaklarını bildirmişlerdi.80
1828-1829 savaşı Kafkaslar’daki Osmanlı-Rus nüfûz mücadelesinde bir dönüm noktasıydı. Her şeyden önce I. Nikola’nın “Türk düşmanı” kimliğiyle tahta çıkması, başlı başına Osmanlı-Rus ilişkilerini gerginleştirecek önemli bir unsurdu. Üstelik Rusya, 1826-1828 savaşında Kafkaslar’daki diğer rakibi İran’ı tamamen safdışı bırakmıştı. Ayrıca, Güney Kafkasya’daki güvenliği için Anadolu sınırının güvence altına alınması zorunluydu. Bu amaçla Ruslar, adı geçen savaşta, Kars ve Ahısha paşalıkları ile Poti ve Anapa kalelerinin alınmasına yönelik bir strateji izlediler.81
Bunun sonucunda, 1828-1829 savaşında yapılan Anadolu-Kafkas muharebelerinde, Kars, Ahısha ve Bâyezîd paşalıkları ile aralarında Anapa, Poti ve Ahılkelek’in bulunduğu dokuz kale Rusları eline geçmişti. Böylece Rusya’nın Güney Kafkasya’daki varlığı güvence altına alınmış ve işgal edilen yerler, Anadolu içlerine yönelik bir askerî harekâtta “merkez” haline gelmişti.82 Bunun dışında Rusya, işgal ettiği topraklarda yaşayan Hıristiyan halkları teşvik ederek daha önceden fethedilmiş olan İmeretya, Migrelya, Revan ve Nahçıvan gibi bölgelerin sömürgeleştirilmesi politikası çerçevesinde83 Doğu Anadolu’daki Ermenilerin bu yerlere göç ettirilmesine çalışmış, yaklaşık 100.000 kişi -aynen I. Petro dönemindeki gibi- Güney Kafkasya’da yeni işgal edilen yerlere göç etmişti.84 En sonunda 14 Eylül 1829’da imzalanan Edirne Antlaşması ile Osmanlı Devleti, bütün Kafkasya’daki hükümranlık haklarından Rusya lehine vazgeçmiştir.85
Sözkonusu antlaşma, sadece Osmanlı-Rus ilişkilerini değil, Kafkasya üzerinden Türkistan ve Hindistan’a giden ticaret yollarının güvenliğini de etkilemişti. Çünkü Rusya, bu antlaşmayla, İran’dan sonra Osmanlı Devleti’ni de Kafkaslar’dan hukûken çıkarmış ve Kafkaslar’ın -Dağıstan ve Çeçenistan hariç -tek hakimi olmuştu. Bu durumda Rusların Kafkaslar üzerinden güneye (Basra körfezi) ve güneydoğuya (Horasan üzerinden Hindistan’a) özellikle Hazar Denizi yoluyla Türkistan’a inmelerinin önünde bir engel kalmamıştı. Bu ise Hindistan’ın güvenliği açısından İngiltere’yi endişelendirmişti.86 Diğer taraftan Rusya, bu antlaşmadan sonra bir politika değişikliğine giderek Osmanlı Devleti üzerinden Orta Doğu’da esaslı bir siyasi nüfûz mücadelesine başlamıştı.87 Bunun ilk örneği; 1833’te imzalanan Hünkâr İskelesi Antlaşması ile Mısır Valisi Mehmed Ali Paşa meselesinde Osmanlı Devleti’ne destek vermek şeklinde olmuş ve bunun karşılığında Boğazlarda söz sahibi haline gelmişti. Bütün bu gelişmeler, İngiltere’nin “Doğu Meselesi”ndeki tavrını değiştirmesine yolaçmış; Rus tehlikesi karşısında Fransa ile Boğazlar meselesinde ortak bir tutum takınmaya zorlamıştı.88
Ancak, İngiltere, doğuda Rusya’ya karşı açıktan muhalif bir politika izlememiş; fakat, İstanbul’a gönderdiği büyükelçileri Ponsonby (1834-1841), Stratford Redcliffe Canning (1842-1865) aracılığıyla Kafkaslar ve Orta Doğu bölgelerinde Rusya’nın yayılmasını önlemeye çalışmıştı.89
Kafkasya’da Müridizm Hareketi
Müridizm, Kafkasya’da, Nakşibendi tarikatı mensuplarının XVIII. yüzyılın sonlarından itibaren Ruslara karşı verdikleri bağımsızlık savaşının genel adı olup “Gazavat” diye de anılmaktadır. Bu hareket, 1785’te, Şeyh Mansur’un faaliyetleriyle başlamış, aralıklı da olsa XX. yüzyılın ilk çeyreğine kadar devam etmiştir. Ancak, sözkonusu hareket, esas niteliğini Şeyh Şamil’in (1834-1859) mücadele devrinde kazanmış ve Şeyh Şamil ise Ruslara karşı vermiş olduğu olağanüstü başarılı mücadelesinden dolayı, “Müridizm” hareketiyle özdeşleşmiştir.
A. Şeyh Mansur (1722-1794)
Çeçen asıllı olup Çeçenistan’ın bugünkü başkenti Grozni’nin yakınındaki Aldi köyünde doğmuştur.90 Doğum tarihi tam olarak bilinmemektedir. Fakat 1722,91
173292 ve 174893 gibi farklı doğum tarihleri verilmektedir. Bununla beraber, Şeyh Mansur’un 1722’de doğduğu kabul edilmiştir. Kafkasya Dağlıları tarafından Uşurma/Uşurman diye anılmaktadır.94 Şeyh Mansur, çoçukluğunda sırasıyla kaz, kuzu, koyun ve sığır çobanlığı yapmıştır.95 Ancak, yeterli tahsili olmamakla beraber ahlâkı ve vatan sevgisi ile Dağlı halkı tarafından çok sevilmiştir. Ferah Ali Paşa’nın Şeyh Mansur hakkında bilgi toplamakla görevlendirdiği Kadıoğlu Mehmet Ağa’ya göre Şeyh Mansur, “uzun boylu, açık kaşlı, kumral sakallı… bir adamdır. Bir kat eski elbisesi vardır. Ancak elbisesi çok temizdir. Sade ve temiz bir evde ikamet etmektedir. Basit bir kılıç ile bir parça malından başka mülkü yoktur”.96
Hemen belirtelim ki, Şeyh Mansur’un ortaya çıkışı, Rusların Kuzey Kafkasya’da hızlı bir şekilde yayılmasıyla ilgilidir. Ruslar, 1782’de, “Ehl-i İslâm” olan Çeçenleri yendikten, 1783’te, Kırım’ı ilhak edip Kabartay’a girdikten sonra 1784’te Daryal üzerindeki Vladikafkas Kalesi’ni yapmış ve Gürcistan yolunu açmıştı. Onların amacı, Kabartay ile Dağıstan’ın bağlantısını koparmaktı.97 Bu gelişmelerden rahatsız olan Şeyh Mansur, 1783’ten itibaren bütün Kafkas kabilelerini birleştirmeye ve onları İslâm dinine göre doğru yola çağırmaya çalıştı.98 Bu amaçla camiilerde verdiği vaazlarda Ruslarla evlenmemeyi, alışveriş yapmamayı, şarap ile tütün içilmemesini ısrarla telkin etmişti. Bununla yetinmeyen Şeyh Mansur, “Kafire karşı medar haramdır. Müslüman olan kâfiri vurup malını talan evlâd ü iyâlini esir etmelidir” şeklinde uyarılarıyla halkı cihada çağırmıştı. Ayrıca, yanındaki adamlarıyla risaleler yazarak halka dağıtmıştı. Bu risalelerin başında öküz boynuzundan yapılmış ve üzerinde “La inne men İmam Mansur ve inne Bismillahirrahmanirrahim” mührü basılmıştı.99 Sonunda bu risalelerde verilen mesajı benimseyen bölge halkı, Şeyh Mansur’un liderliğinde birleşti (1785). Bu gelişmeler üzerine Ruslar, Şeyh Mansur Osmanlı ajanı olmakla suçlamışlardı.100 Oysa, o sıralarda Osmanlı devlet ricali ile bizzat I. Abdülhamid, Şeyh Mansur’un kimliği ile amacını belirlemekle meşgul idiler. Daha doğrusu Osmanlı yönetimi, her zamanki ihtiyatlılığı içinde Şeyh Mansur’un kimliği ve amacının iyice berraklaşmasını beklemişlerdi.101 Bunun için de Şeyh Mansur’un Ruslara karşı zafer kazanması beklenmişti.
Şeyh Mansur, Ruslara karşı ilk zaferini Aldı’da kazandı (1785). Fakat bu savaşın sorumlusu Ruslar idi. Başkomutan Kont Pavel Potemkin’in emriyle Albay Piyer komutasındaki bir Rus birliği, Mansur’u ölü veya diri yakalamak için Terek’in kolu olan Sunca nehrini geçerek Aldı üzerine yürüdü. Aldı Savaşı’nın başında, ilk önce Şeyh Mansur savaşa girmek istemedi ve bu amaçla Albay Pierri’ye elçi gönderdi. Fakat Ruslar, bu öneriyi reddetti ve savaş başladı. Şeyh Mansur komutasındaki Çeçenler dört saatlik bir çarpışmanın sonunda Albay Piyer’in birliğini tamamen yok ettiler. Sunca nehrine atlayarak kaçmak isteyen Albay Piyer ise yakalandıktan sonra Şeyh Mansur tarafından öldürüldü.102 Ancak Ruslar, Şeyh Mansur’un ganimet olarak ele geçirmiş olduğu topları ve cephaneyi geri istedi ise de Şeyh Mansur “ben size üzerime gelmeyin dediğim halde dinlemediniz üzerime geldiniz. Topları size vermem ve bana dahi lüzûmu yoktur. Soğucak’ta Osmanlı padişahının vekili olan paşaya gönderdim” şeklinde bir cevap vererek Osmanlı Devleti’ne bağlı olduğunu bildirdi.103
Aldı’da aldıkları yenilgiyi haz edemeyen Ruslar, 8 Eylül 1785’ten sonra çevre kalelerdeki mevcut askerlerini toplayarak Şeyh Mansur’un üzerine saldırdılar. Fakat yine yenilgiye uğradılar. Fakat, Şeyh Mansur’un Rusları geri püskürttüğünü gören Kabartaylar ona katıldılar. Daha sonra Şeyh Mansur beraberindeki Çeçen ve Kabartay kuvvetleriyle Kumkale’yi (Giyorgiyevsk) ele geçirdiler. Bunun sonucunda Mozdok/Mezdegü-Vladikafkas hattı, Şeyh Mansur’un kontrolüne geçti. Aynı ay içinde, Şeyh Mansur, kendisine kattığı Kumuk beyleriyle birlikte Kızlar (Kızılyar) Kalesi’ne saldırdı. Bu saldırıda, Şeyh Mansur’un adamları Kızlar Kalesi’ne yürüyerek bir palangasını ele geçirdi ve hatta, içindeki kadın ve çocukları da esir aldı. Böylece Kızlar-Mozdok/Mezdegü hattını yeniden ele geçiren Şeyh Mansur, Kızlar Kalesi’ni arkadan gelen Kazakların saldırısı üzerine alamadı. İkinci kez Kızlar Kalesi’ne saldırdı ise de Rusların Kumuk beylerini para ile kendi yanına çekmesi sonucunda başarılı olamadı. Sadece, aldığı esir ve ganimetlerle yetinmek zorunda kaldı.104
Şeyh Mansur’un 1785 yılındaki son savaşı, 30 Ekim’de yapılan Tatartub Savaşı idi. O ana kadar Terek ve Kuban hatlarından Maniç nehri yataklarına kadar “gazavatı”na genişletmiş olan Şeyh Mansur’u durdurmak isteyen Ruslar, Albay Nagel komutasında, 4 tabur piyade, 2 bölük süvari, Mozdok Kazak Alayı, Don, Terek, Greben Kazaklarından yüzer kişilik birer birlikten oluşan bir ordu hazırladılar. Şeyh Mansur’un ordusu ise Kumuk, Kabartay, Çeçen ve Dağıstanlılardan oluşan çok renkli bir görünümdeydi. Sonunda her iki ordu, Kabartay’ın Terek kıyılarında bulunan Tatartub’da karşılaştılar. Çok kanlı geçen ve saatlerce süren bu savaşta, Dağlılar büyük kayıp verdiler. Şeyh Mansur ise geri çekilmek zorunda kaldı. Baddeley’e göre bunun anlamı disiplinin galip gelmesi idi. Bunun sebebi, İsmail Berkok’a bakılırsa, Rusların, Çeçenistan’ın bir başka tarafından yeni bir taarruz başlatmalarıydı.105
9 Eylül 1787’de patlak veren Osmanlı-Rus Savaşı’nın ilk aylarında Şeyh Mansur ortada görünmedi. Baddeley’e göre Şeyh Mansur, Tatartub Savaşı’nın ardından Anapa’daki Osmanlı yöneticilerine sığınmıştı. Gerek Ruslar ve gerekse Çerkesler savaşmaya devam ettiler. Ruslar, Kafkas Ordusu Komutanlığı’na General Tökelli/Tekeli’yi atadılar ve Anapa ile Tsemez’i (Novorossiyskom) ele geçirmeye çalıştılar. Ayrıca, General Radyef, General Palakin, Albay Rebinder komutasındaki üç Rus tümeni de Kuban’ın güneyine inmeye çalıştı.106 Bunun üzerine Şeyh Mansur, Çeçen-Dağıstan müritleriyle birlikte Kuban Çerkeslerinin yardımına koştu. İlk olarak Vurup ve Laba nehirlerinin yataklarında savunmaya yöneldi. Bu sırada Osmanlı Devleti de Trabzon Valisi Köse Mustafa Paşa’yı savunma hazırlıkları için Anapa’ya gönderdi. Köse Mustafa Paşa’nın Anapa’ya geldiğini öğrenen Şeyh Mansur, 15.000 Çerkes askeriyle birlikte Anapa’ya doğru Laba ve Vurup yönünde ilerleyen Rus tümenini Obun mevkiinde karşıladı. Obun’daki bu savaşta 3000 Rus askeri hayatını kaybederken çok sayıda da Kafkas askeri şehit oldu. Bununla yetinmeyen Şeyh Mansur, Rus askerlerini Anapa’ya kadar kovaladı. Bu yenilgi, General Tökelli/Tekeli’nin görevden alınmasına sebep oldu.107
Bundan sonra Şeyh Mansur’u Osmanlılarla daha yakın ilişki içinde olduğunu görmekteyiz. Zaten Obun zaferi, en fazla Anapa’daki Osmanlı gücünün işine yaramıştı. Her ne kadar bu zafer, Şeyh Mansur ile Köse Mustafa Paşa’ya ait ise de Anapa’daki Osmanlı Kuvvetleri Komutanı olan Battal Hüseyin Paşa, tebrik ve takdir edilmişti. Fakat, Battal Hüseyin Paşa’nın kaba ve yakışıksız hareketleri, Anapa kalesi halkı ile Şeyh Mansur’un rahatsızlığına sebep oldu. Bunun üzerine Şeyh Mansur, Çeçenistan’a geri döndü ise de Çeçen ve Dağıstan halkının Osmanlı padişahına yazılı başvurusu ve onun ardından Osmanlı Devleti’nin ricası karşısında Anapa’ya geri dönmek zorunda kaldı (1790). Bu dönüşten sonra Ağustos 1790’da, Gazi Hasan Paşa’nın emrindeki Osmanlı donanmasının Anapa’ya gelmesi ve Battal Hüseyin Paşa’nın da gönülsüz olarak Kuban’a doğru Ruslarla savaşmak için yola çıkmasına rağmen savaşmayarak Ruslara sığınması, keşif kolu olarak daha önceden yola çıkan Şeyh Mansur ve müritlerini zor durumda bıraktı. Çok geçmeden Şeyh Mansur ve müritleri, Khoperskoy kasabasında General German’in kuvvetleriyle karşılaştılar. Çok kanlı geçen muharebede her iki tarafta büyük kayıplar verdi. Şeyh Mansur’un beklediği Osmanlı yardımı da gecikmişti. Buna rağmen geri çekildi. Rusların durumu ise merkez karargâhlarından uzak düştükleri için daha da kötüydü. Bunu dikkate alan Şeyh Mansur, General German’ın takatı kalmamış askerlerine yeniden taarruz etti ise de Ruslar geri çekilmek durumunda kaldılar (1790 Eylül sonları).108
Hemen belirtelim ki, bu yenilgi Ruslara ders olmuş ve 1790 yılının sonlarında Kuban’daki Rus Ordusu Komutanlığı’na General Kont Gudoviç’i atamıştı. Aynı tarihlerde (2 Ekim 1790), Kuban’ın öte yakasında başsız kalan Osmanlı askerleri Anapa’ya geri dönmüş ve Trabzon Valisi Sarı Abdullah Paşa, Anapa Seraskerliğine tayin olunmuş ise bir yıl boyunca Trabzon’dan ayrılmamıştı. Tabiatıyla bu durum, Anapa’daki Osmanlı varlığı için büyük bir handikap idi. Bu şartlarda 1791 ilkbaharını geçiren taraflardan Ruslar, biraz da Osmanlıların Anapa’daki durumunun gevşekliğinden yararlanmak amacıyla, 21 Haziran 1271’de, General Kont Gudoviç komutasında Anapa üzerine yürüdü. Ertesi gün Rus askerleri, Şeyh Mansur’un da içinde bulunduğu Anapa Kalesi’ne sızmaya başladılar. 14 gün devam eden sokak çatışmaları sonunda Anapa’daki Osmanlı birlikleri yenildiler. Bu savaşta Ruslar, 93 subay ve 4000 askerini kaybetti. Fakat Ruslar için tek teselli kaynağı Şeyh Mansur’un yaralı olarak esir edilmesiydi.
Daha sonra St. Petersburg’a götürülen Şeyh Mansur, oradaki Şlisselburg hapishanesine atıldı. Osmanlı fevkalade elçisi Mustafa Rasih Paşa, St Petersburg’a kadar giderek onun diğer Rus esirlerle değiştirilmesini teklif etti ise de Ruslar tarafından kabul görmedi. Sonunda, yaklaşık üç yıllık bir mahkumiyetin ardından Şeyh Mansur, 13 Nisan 1794’te vefat etti. İddia edildiğine göre St. Petersburg’daki Preobrayenskoyagora Mezarlığı’na gömüldü.
John Baddeley’in şu sözleri, Kafkasya’da Ruslara karşı başlatılan “gazavat”ın bu ilk önderi için en uygun sözlerdir:109
“Hayatı, zaferlerle olduğu kadar yenilgilerle de dolu olan Mansur dağların ve ormanların sert tabiatlı savaşçılarını bir bir peşinden sürüklemesini bilmiştir. Doğru; Mansur, tüm Kafkas kabilelerini Ruslara karşı birleştirmeyi başaramadı, fakat bunu ilk düşünen ve böylesine bir tutkuyla sevilen özgürlüğün ancak bu şekilde korunabileceğini anlayan ilk insan olmuştur. O, böylece, gelecek yüzyılın başlarında “Müridizm” olarak ortaya çıkarak Rus İmparatorluğu’nun karşısına dikilen ve uzun yıllar onun ilerlemesine engel olacak akımın temellerini de atmıştır.”
Aynı şekilde Mirza Hasan, Asâr-ı Dağıstan adlı eserinde İmam Mansur hakkında şu mısralara yer vermiştir:110
Müslümanlar geldi bir nur
Min yüz doksan dokuz ilde
Mü’mînlere beşârettir
Kıyamete işarettir.
Dünyaya olmayın mağrur
Zahir oldu İmam Mansur
Münkirlere hasarettir
Zahir oldu İmam Mansur
B. İmam Gazi Muhammed
(1793-1832)
Dağıstan’ın Gimri/Gimre köyünde doğdu. Babasının adı İsmail idi. Rusların Kazi Molla dedikleri Gazi Muhammed, Dağıstan’ın en büyük din alimi Said el Harakani’nin “rahle-i tedris”inden geçtikten sonra 1820’nin ortalarında, kendisini Nakşibendi-Halidiyye koluna girmesini sağlayan Şeyh el Seyyid Cemaleddin el Gazi Kumukî’nin yanına gitti. Daha sonra Cemaleddin, dinî ilimlerdeki tahsilini tamamlaması için onu mürşidi “Şeyh Muhammed el Yaragi’’ye gönderdi. Onun bütün tarikat bilgisini almasını sağlayan Şeyh Muhammed el Yaragi, sonunda bu tarikatı Dağıstan’da yayması için Gazi Muhammed’e izin verdi. Bu arada, onu kızıyla evlendirdi.
Böylece Şeyh Cemaleddin’in halifelerinden biri olan Gazi Muhammed, 1827’de, Şemhal Mehdi Han’ın “gel, bana ve halkıma şeriatı öğret” şeklinde bir davet aldı 1829 yılına kadar orada kalan ve başarılı hizmetler yapan Gazi Muhammed, Mehdi Han dahil birçok kimsenin Nakşibendi tarikatına girmesine sebep oldu. Öyle ki 1829 yılının sonuna gelindiğinde, Şemhal’in tebaasının çoğu, Avarların önemli bir kısmı, Kunbut/Gumbet, Salatav ile Kumuk halkı onun takipçisi oldu. Ardından Hindal/Koyşubu’nun vaizi olan Gazi Muhammed’e Çirkah halkı tam bir bağlık gösterdi. 1829 yılının sonlarına kadar Ruslara karşı “pasif direniş” diye adlandırılabilecek olan “dua/ibadet”i savunan Gazi Muhammed, o andan itibaren şeriatı uygulamak ve Rus saldırılarına direnebilmek için gücün kullanılmasına karar verdi. Daha sonra Dağıstan’ın imamı seçilen Gazi Muhammed, 1830 yılının başlarında, Dağıstan’ın ulema ve ileri gelenleriyle büyük bir toplantı yaptıktan sonra Ruslara karşı cihad ilân etti.111
Dostları ilə paylaş: |