Cumhuriyet Döneminde Türkçe


İsmail Bey Gaspıralı / Dr. Edige Kırımal [s.485-487]



Yüklə 11,95 Mb.
səhifə58/102
tarix03.01.2019
ölçüsü11,95 Mb.
#89302
növüYazı
1   ...   54   55   56   57   58   59   60   61   ...   102

İsmail Bey Gaspıralı / Dr. Edige Kırımal [s.485-487]

Bütün hayatını Türklüğün yükselmesine sarf eden İsmail Bey,Türk halkının ebedî şükranlarına lâyıktır.

Köprülüzade Mehmet Fuad

Kırım’ın en büyük evlâtlarından, cemiyet adamı, gazeteci, yazar, pedagog, ideolog ve ıslâhatçı İsmail Bey Gaspıralı 24 Eylül 1914 tarihinde, sabah saat 11’de Bahçesaray şehrinde ebediyete kavuşmuştur.

Onun acı ölüm haberi yıldırım hızıyla bütün Kırım’a yayılmış ve kısa bir müddet içinde Türk-Müslüman dünyası tarafından öğrenilmişti. Başta Bahçesaray ahalisi olmak üzere çeşitli millet ve dinlere mensup binlerce insan, ölüye karşı son vazifesini yapmak üzere cenaze merasimine akın etmişti. Rusya’nın her tarafından milyonlarca Türk ve Müslümanların, bu büyük insanın vefatı dolayısıyla çektikleri derin acı ve yas hislerini ifade eden yüzlerce taziye telgrafı alınmıştı. Bütün bunlar İsmail Bey Gaspıralı’nın ölüm yıl dönümünde, gayriihtiyarî olarak canlanmaktadır.

İsmail Bey’in ölüm gününden bu yana geçen 56 yıl içinde onun hayatı, eserleri ve çok yönlü faaliyeti hakkında çeşitli dillerde ciltler dolusu yazılar kaleme alınmıştır. Bunlar arasında onun oydaşı Akçuraoğlu Yusuf’un makaleler serisi ve her şeyden önce Cafer Bey Seydahmet’in makaleleri ve derin ve esaslı çalışmalar sonucunda İstanbul’da 1934’te yayımlanan monografik eseri dikkate değer.1

İsmail Bey Gaspıralı 1851 yılında Bahçesaray yakınında bulunan Avcıköy’de soylu ve memur Mustafa Ağa ailesinin evlâdı olarak dünyaya gelmiştir. İsmail Bey’in çocukluğu Bahçesaray’da, onun tefekkür ve hislerinde derin ve silinmez bir iz bırakan Kırım’ın eski zamanlarına ait sayısız anıtlar arasında ve eski Kırım Türk millî gelenek ve görenekler havası içinde geçmiştir. İsmail Bey 10 yaşında iken Simferopol Lisesi’ne gönderilmiş, iki yıl sonra oradan ilk önce Voronej şehrinin askerî okuluna, sonra da Moskova Harp Okulu’na naklettirilmiştir. Gaspıralı Moskova’da Rus aydınlar çevresinde bulunuyor ve tanınmış Slav Birliği taraftarı Katkov ile görüşüyordu. Bütün bunlar İsmail Bey’e, onda her şeyden önce kendi Türk milliyetçilik hissini uyandıran Rus kültürünü ve Rus aydınlarının ideolojik akımlarını yakından tanımak imkânını vermişti.

İsmail Bey 1871-1874 yıllarını, öğrenimini tamamladığı, Fransız dilini öğrendiği ve aynı zamanda Batı Avrupa ve Osmanlı kültürleri hakkında da bilgi edindiği İstanbul’da ve Paris’te geçirmiştir.

İsmail Bey böylece Doğu ve Batı dünyasının kültür değerlerini kendi nefsinde toplamış ve etrafında cereyan eden olaylardan doğru sonuçlar çıkarmak kabiliyetinde bulunan parlak zekâsıyla çağındaki Türk-Müslüman dünyasının kültürel canlanmasının gerekliliği sonucuna varmıştır.

Bunun gerçekleştirilmesi, Gaspıralı tarafından, onun çok yıllık ve verimli faaliyetinin sonuna kadar konsekan surette takip edilen hayatının esas hedefini teşkil etmiştir. Kendi sarsılmaz ve hiçbir sınır tanımayan iradesine dayanan İsmail Bey, bu hedefin gerçekleştirilmesi yolunda tarihte çok az kimselere nasip olan büyük başarılara ulaşmıştır.2

İsmail Bey sosyal-pedagojik faaliyete Bahçesaray ve Yalta’da öğretmenlik yapmak suretiyle 1868-1871

yıllarında başlamıştır. İsmail Bey’in, Avrupa gezisi sonucunda, çağdaş Batı kültürünün kritik tahlili konusunda kaleme aldığı Avrupa Medeniyetine Bir Nazarı Müvazene adlı ilk eseri 1874’te İstanbul’da yayımlanmıştır.3

İsmail Bey, 1875’te Kırım’a döndükten sonra Bahçesaray Belediye Başkanlığı’na seçiliyor ve 1882 yılına kadar bu makamda kalıyor. Gaspıralı’nın, 1881’de Simferopol’de Rus dilinde yayımlanan Rusya Müslümanları adlı eserinde ifade edilen ideolojisi bu devirde nihai olarak billurlaşmaktadır. Bu eserde Gaspıralı, Avrupa kültür ve medeniyetinin olumlu yönlerini benimsemek ve bunun yanı sıra kendi manevî ve millî kültürünü korumak ve mükemmelleştirmek yoluyla bütün Rusya Müslümanları için kültürel-millî rönesans gerekliliğini öğütlemekte idi. İsmail Bey aşağıdaki tedbirleri uygulamak ve kökleştirmek suretiyle bu hedefe varılabileceğini tasavvur etmekte idi:

Millî kültür müesseselerinin ıslâh edilmesi ve genişletilmesi; millî hayır cemiyetlerinin kurulması; bütün Rusya Müslümanlarını kapsayan millî basının vücuda getirilmesi; Müslüman toplumunun modernleştirilmesi ve Avrupalılaştırılması ve Müslüman kadınların azat edilmesi; halkın “yaratıcı güç ve düşüncesini” temsil etmesi gereken millî aydınlar kadrolarının yetiştirilmesi vesaire.4

Yukarıda sayılan maddeler, Gaspıralı’nın programının temelini teşkil etmekte idi. Onun düşüncesine göre, bunlar gerçekleştirilmeden Rusya Müslümanları arasında herhangi bir ciddî millî-siyasî hareketin doğması söz konusu edilemez. Onun programında ve pratik faaliyetinde siyasî esaslara yer verilmemesinin sebebi işte bundan ileri geliyordu. Gaspıralı’nın, Rusya Müslümanları kültürel ve siyasî bakımlardan tam mânasıyla olgunlaşıncaya kadar Rus hükûmetiyle herhangi bir ihtilâftan kaçınma arzusu da bununla izah edilmektedir. İsmail Bey’in görüşünde siyasî tezin yerini programının, Türkçülük ve İslâmcılık ideleriyle belirtilen ideolojik yönü işgal etmekte idi. Türkçülük idesi onun ünlü “Dilde, fikirde, iş’te birlik” şiarında sentezleştirilmiş, İslâmcılık görüşü ise bütün Müslüman dünyasının dayanışma prensibi üzerinde kurulmuştu.5 İsmail Bey’in geniş ve çok yönlü pratik faaliyeti işte bu ideolojik temel üzerinde gelişmiştir.

Bu faaliyetin ilk safhasında Rusya Müslümanlarının millî basınını vücuda getirmek maksadıyla büyük çabalar sarf edilmiştir. Gaspıralı, bütün teşebbüslerine rağmen gazete çıkarmak için gerekli izni alamayınca, 1881 yılında, çeşitli isimler altında, hemen hemen her ay bir risale yayımlamaya başlıyor. Tonguç, Şafak, Kamer, Güneş, Yıldız, Mir’at-ı Cedit vesaire adlar altında yayımlanan bu risaleler, münderecatları itibarıyla, aylık dergilerden başka bir şey değildi. 12 adedi bulan bu risalelerden Tonguç adlı ilki 8 Mayıs 1881’de yayımlanmış bulunuyordu. Bunlardan ikincisi Şafak Tiflis’te, geriye kalanlar da, anlaşılan Bahçesaray’da basılmıştır. Bu risalelerde bütün Türk-Müslüman dünyasının kültürel canlanma gerekliliğini öğütleyen Gaspıralı, bunları başlıca olarak Kırım dışında yaşayan Müslümanlar arasında dağıtmakta idi.6

1883 yılının başında gazete çıkarmak iznini almaya muvaffak olan İsmail Bey, Tercüman adlı ünlü gazetesinin ilk sayısını 10 Nisan 1883 tarihinde yayımladı. Tercüman o devir Türk dünyasının en uzun ömürlü, en çok okunan popüler bir gazete haline gelmiş ve nispeten kısa bir süre içinde Kahire’den Kaşkar’a ve Kazan’dan Hindistan’a kadar uzanan sahada kendine okuyucu bulmuştu. Bazı yazarlar bu gazeteyi Rus Novoye vremya ve İngiliz Times gazeteleriyle kıyaslamakta, Cafer Seydahmet ise onu “bütün Türk dünyası tarihinde en çok okunan gazete” diye nitelendirmektedir.7 Tercüman 1905 yılına kadar Rusya Türklerinin tek süreli gazetesi olmuş ve 23 Şubat 1918 tarihine kadar 35 yıl süresince yayınına devam etmiştir.8 İsmail Bey Tercüman sütunlarında başta Rusya Türk ve Müslümanları olmak üzere Türk-Müslüman dünyasına ait en aktüel siyasî, sosyal, iktisadî, kültürel, millî ve dinî problemleri aydınlatmakta idi. Onun çağdaşı ve Tercüman’ın uzun yıllık yazarı tanınmış Kırım tarihçisi Osman Akçoraklı, adı geçen gazeteyi 1903’te “millî edebiyatımızın, millî eğitim ve son çağ tarihinin millî hazinesi” diye vasıflandırmıştır.9 İsmail Bey Tercüman vasıtasıyla Türk-Müslüman dünyasının kültürel rönesansının gerekliliğini dinmeden öğütlüyor ve tarihe “Gaspıralı’nın dili” adı altında giren ortak edebî Türk dilini yaratmak suretiyle ilk sırada Rusya Türklerinin kültür birliğini sağlamaya çalışıyordu. Gaspıralı bu yolda önemli başarılar elde etmiş ve bunun sonucu olarak Tercüman bütün Rusya Türkleri tarafından kolayca okunan ve anlaşılan bir gazete haline gelmişti. Güvenlikle söylenebilir ki, eğer Gaspıralı’nın bu sahadaki çabalarının meyvelerini bilerek tahrip eden ve Sovyetler Birliği’nin her Türk kabilesine, suni şekilde vücuda getiren ayrı ayrı “edebî dilleri” zorla yükleyen Bolşevizm olmasaydı, Türk dünyası bugün, şüphesiz, İsmail Bey’in ve tilmizlerinin uzun yıllık çalışmaları sonucunda meydana gelen ortak bir edebî dile sahip bulunacaktı. Stalin rejimi zamanında Sovyet makamları edebî “Gaspıralı dilini” yalnız reddetmek ve unutturmağa çalışmak ile yetinmemiş, aynı zamanda Gaspıralı’nın bütün ıslâhatçı faaliyetini “karşı ihtilâlci” hareket gibi damgalayarak, bütün sayısız eserlerine ve bundan mütevellit mânevi mirasına el koymuşlardır. Maksat, onun kurmuş olduğu ve bugün Sovyetlerin boyunduruğu altında bulunan Türk-Müslüman dünyasının birliğini bu yolla tahrip etmek idi.

İsmail Bey Tercüman gazetesinin yanı sıra çeşitli konularda birçok dergiler, broşürler ve kitaplar, ayrıca kendisinin ve çağdaşı diğer Türk yazarlarının edebî eserlerini de yayımlamakta idi.

Yalnız gazetecilik ve yazarlık faaliyetiyle yetinmeyen Gaspıralı, millî okullarda İsviçreli pedagog Heinrich Pestalozzi’nin pedagojik sistemi temeli üzerinde kurulan yeni “usulü cedit” öğretim metodunu kökleştirmek suretiyle 1884’te bu okulların ıslahına başladı. Gaspıralı ilk önce Bahçesaray okullarını ıslâh etmiştir. Aynı 1884 yılında Bahçesaray’da Gaspıralı’nın yeni öğretim usulüne uygun ilk alfabe kitabı yayımlandı. 20 yıl sonra 1905’te Rusya’da artık 5 bini aşkın ıslâh edilmiş Türk okulu bulunuyordu. Yine aynı tarihe doğru Gaspıralı’nın öğretim metodu, Hindistan ve Kaşkar’a varıncaya kadar Kırım dışındaki geniş sahada bir çok taraftar kazanmıştı. Bizzat Gaspıralı’nın anlattığına göre, bu okul reformu, Rus devlet hazinesi tarafından herhangi bir maddî yardım yapılmadan, İsmail Bey’in faaliyeti sonucunda uzun yıllık letarjik uykudan uyanan ve sağlamca kültürel ve millî canlanma yoluna giren tamamıyla Rusya Müslümanlarının yaptıkları para bağışlarıyla uygulanmıştır.

İsmail Bey aynı zamanda durmadan Müslüman toplumunun Avrupalılaştırılması ve Müslüman kadının özgürlüğü için de çalışıyordu. Bu çalışmanın sonucu olarak Müslüman kadın cemiyette, okul ve üniversitelerde görünmeye başlamış ve 1897 nüfus sayımı zamanında Rusya’nın Türk kadınları arasında okur-yazar oranının, Rus kadınları arasındaki okur-yazar oranını geçtiği anlaşılmıştır.10 Müslüman kadının özgürlüğü sahasındaki bu başarılar, İsmail Bey’e 1906’da Alem-i Nisvan adlı Türk kadın dergisini çıkarmak imkânını vermişti. Müslüman kadınların kaleminden çıkan yazıların yayımlandığı bu dergiyi İsmail Bey’in kızı Şefika Hanım Gaspıralı idare ediyordu.11

Tanınmış Avrupa şarkiyatçısı Armin Vambery, 1906’da Berlin’de yayımlanan Batı Kültürünün Doğu Kültürü Üzerinde Etkisi adlı eserinde şöyle diyordu: Gaspıralı’nın faaliyeti sonucunda “okullar ıslâh edilmiş, millî edebiyat artmış ve kuvvetlenmiş ve yüzlerce Tatar gençleri Rus üniversitelerine devam etmeye başlamışlardır.” Vambery’nin daha sonra kaydettiğine göre, Kırım’da başlayan “bu ilerleme ve olgunlaştırma hareketi kuzey istikametinde genişlemiş, Volga ve istep havzasını içine almış ve şimdi gözle görülür bir hızla Türkistan’ı kapsamaya başlamıştır.”

Gaspıralı’nın gösterdiği faaliyet sonuçlarının, Doğu’yu en iyi bilen uzmanlardan biri tarafından müspet şekilde değerlendirilmiş olması, İsmail Bey’in uzun yıllık ve fedakârca çalışmalarının önemini hiç de büyütmemektedir. Buna ek olarak Gaspıralı’nın Rusya Türklerinin millî aydınlarının, özellikle Kırım aydınlarının ilk kadro ve kuşaklarını vücuda getirme ve eğitme sahasındaki rolünü de kaydetmek gerekir.

Gaspıralı’nın çok yönlü ve verimli faaliyetinin, bu asrın başında, derinliklerinde çağdaş Kırım, Kafkasya, İdil-Ural ve Türkistan millî kurtuluş hareketlerinin doğduğu muayyen bir tarihî devre teşkil ettiği noktasını dahi sükutla geçirmeye imkân yoktur. Bunlara İsmail Bey’in eserlerinden ilham alan kültürel-millî canlanma devresi takaddüm etmemiş olsaydı bu hareketler düşünülemezdi. Bu millî-kurtuluş hareketleri, bunlara sempati göstermek ve o devrin Rusya Müslümanlarının kongrelerine aktif surette katılmakla beraber, son günlerine kadar kendi ilk görüşüne sadık kalan Gaspıralı’nın gözleri önünde 1905-1906 Rus İhtilâli yıllarında gelişmeye başlamıştı. Bütün ırktaşlarının sevgi ve saygılarına mazhar olan Gaspıralı, faaliyetinin ve hakkıyla kazandığı şöhretinin en yüksek noktasına ulaştığı bir zamanda hayata gözlerini kapamıştır. Çok milyonluk Türk-Müslüman dünyasının kültürel-millî rönesans devrini yaratan ve kendinde tecessüm ettiren bu gerçekten büyük insan, Cafer Seydahmet’in de kaydettiği gibi, kendini hiçbir zaman böyle kabul etmiyor ve kendi kendini sadece “mutlu İsmail” diye adlandırıyordu.12 Ve gerçekten de tarihin nadir bildiği büyük mutlu insanlardan biri olmak üzere Gaspıralı’nın hatırası, bütün dünya Türk ve Müslümanlarının kalbinde ebediyen yaşayacaktır.

1 Kırımlı Seydahmet, Cafer: Gaspıralı İsmail Bey, İstanbul, 1934, s. 12-18.

2 Kırımer, Cafer Seydahmet: Edige Kırımal’ın şu eserine yazdığı “Önsöz”: Der National Kampf der Krimtürken, Emsdetten/Westf. 1952, s. XXIV.

3 Kırımlı Seydahmet, Cafer: aynı eser, s. 18-20.

4 Kırımal, Edige: Der Nationale Kampf der Krimtürken, Emsdetten-Westf. 1952, s. 9-10.

5 Aynı eser, s. 10,

6 Akçokraklı Osman: “İsmail Bey Gaspıralı’nın Yaratıcılığına Ait Belgeler”, Oku İşleri dergisi, No. 2, Simferopol, 1925.

7 Kırımal, Edige: aynı eser, s. 10.

8 Aynı eser, s. 58.

9 Akçoraklı, Osman: “Millî Hazinemiz”, Tercüman, No. 25, 1903.

10 S. A.: “Tatar Hatunî Beynelmilel Kongrada”, Yana Millî Yul, No. 14-15, Berlin 1929, s. 6-10.

11 Kırımal, Edige: aynı eser, s. 11.

12 Kırımer, Cafer, Seydahmet: aynı eser, s. XXIV.

B. Rusya'nın Kafkasya'da Yayılma Siyaseti

Rusya'nın Kafkasya'da Yayılma Siyaseti / Doç. Dr. Mustafa Budak [s.488-515]

İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi / Türkiye

Giriş

Ondokuzuncu yüzyılın ikinci yarısından itibaren Kiyef bölgesinde knezlik halinde örgütlenmeye başlayan ve Kiyef Knezliği’ni kuran Ruslar, Bizans ve Altınordu devirlerinde bu devletlere karşı su yollarını (Dinyepr ve Volga nehirlerini) kullanarak Karadeniz ve Hazar Denizi’ne ulaşmaya çalışmışlardı. Bu amaçla, ikinci Kiyef Knezi olan İgor, X. yüzyılın ilk çeyreğinde Hazar’a inerek Bakü civarında karaya çıkmış ve zengin ganimet alarak geri dönmüştü. Aynı şekilde Knez İgor, 943-944 yıllarında Karadeniz’den hareketle Kuban nehrini takip ederek Kuzey Kafkasya’ya gelmiş ve oradan Hazar Denizi’ne çıktıktan sonra Güney Kafkasya’daki Arran şehrini ele geçirerek yağmalamıştı. 989’da, Hıristiyanlığı kabul eden Kiyef Knezliği, 1222’den itibaren Cengiz Han ordularının önce Derbend üzerinden Kuzey Kafkasya’yı, ardından ise Kuban boylarını ele geçirmesi üzerine onlara karşı savaşmış ise de 1240 yılı sonunda Moğolların Kiyef’i zapt etmelerine engel olamamıştı. Fakat Kiyef’in zaptı çok geçmeden yeni bir Rus knezliğinin doğmasına yol açmış ve XIII. yüzyılın ikinci yarısının başlarında, Moskova Knezliği kurulmuştu. Bu knezlik, Altınordu Devleti’nin yıkılışına kadar (1480), onunla iyi ilişkiler kurmuş ve bundan dolayı da diğer Rus knezleri arasında Altınordu hanları nezdinde daha itibarlı bir konuma yükselmişti.1 Ancak Moskova Knezliği, Altınordu Hanlığı’nın tarihe karışmasından sonra Karadeniz havzasına egemen olan Osmanlı Devleti tarafından da Kırım hanları aracılığıyla ilişki kurulabilen ve tüccarlarına Kırım sahillerinde serbestçe ticaret yapmalarına izin verilen Karadeniz’in çok yukarılarında küçük bir devlet olarak görülmüş ve o da diğer rakiplerini yenerek siyasî konumunu güçlendirmişti (1523). 1547’de, “Korkunç” lakâplı IV. İvan’ın Moskova’daki Uspenski Katedrali’nde, metropolitin elinden çarlık tacını giyerek “Moskova Çarı” olmuştu. Bunun anlamı oldukça açıktı: Artık Moskova Knezliği, Rusya’nın, Knez IV. İvan da Rus Çarı olmuştu.2 Bu şekilde, IV. İvan’ın Çar ünvanını alması, Halil İnalcık’a göre Altınordu hanlarının gerçek varisi olma iddiasına dayanmaktaydı.3 Nitekim, Rusya olarak anılmaya başlayan Moskova Knezliği, bunu ispatlamak istercesine, 1552’de, Kazan’ı ve 1556’da Astrahan’ı işgal etmiş ve Hazar Denizi’ne kadar bütün Volga bölgesini kontrol altına almıştı. Aslında, Kazan ve Astrahan’ın düşüşü, gerçek anlamda, Rus Çarlığı’nın başlangıcı idi. Aynı zamanda, Osmanlı Devleti için de bir Rus probleminin başlaması ve Avrupa ve İran cephelerine ek olarak yeni bir cephenin açılması anlamına gelmekteydi ki, bu cephenin adı Rus cephesi olup Kafkasya’da sözkonusu cephenin en önemli kısmını oluşturmaktaydı.



Kafkasya ve Stratejik Önemi

Bilindiği gibi Kafkasya, doğuda Hazar Denizi, batıda Karadeniz ve Azak Denizi, kuzeyde Maniç ve Kuma nehirleri güneyde ise Anadolu ve İran ile çevrilmiş dağlık bir bölgedir.4 Ayrıca, Azak Denizi’ndeki Taman yarımadasından Hazar Denizi’nin batısındaki Apşeron yarımadasına kadar uzanan adını aldığı Kafkas Sıradağları’nın yanısıra bu dağları kuzeyden güneye doğru kesen Orta Kafkaslar’daki, Vladikafkas’ı Tiflis’e bağlayan Gürcü askeri yolu üzerindeki Daryal ve onun batısındaki Mamisonski ile Dağıstan dağlarının etekleri arasından Hazar kıyılarını izleyen Derbend gibi stratejik geçitlere sahiptir.5

Ne var ki, Kafkasya’nın stratejik önemini artıran husus, sadece, Asya ile Avrupa arasında tabii bir sınır olması değildir. Daha ziyade Akdeniz’den Karadeniz ve Azak Denizi’ne kadar uzanan birbirine bağlı iç denizlerin meydana getirdiği bir su yolunun doğu ucunda, aynı zamanda Hazar Denizi’ne ulaşan önemli kara geçitlerini içinde barındırmasıdır. Hatta, Dicle ve Fırat havzaları da bu su yolunun Hind Okyanusu ile bağlantısını sağlayacak bir konumdadır.6 Bundan dolayı Kafkasya, tarih boyunca, sayısız askerî mücadelelere sahne olmuş ve bu süre içinde, Persler, Araplar, Türkler (Hunlar, Selçuklular, Osmanlılar) ve son olarak Ruslar tarafından fethedilmiştir.

Rusların Kafkaslar’a İnmesi

Ruslar, ilk siyasi teşekküllerini kurmalarından itibaren kuzey-güney yönünde genişlemeye çalışırlarken, güney yönünde birçok su yolunu (Kuma, Maniç, Kuban, Aras, Kura nehirleri) içinde bulundurması bakımından da Kafkasya’ya özel bir ilgi göstermişlerdi. Bu amaçla Ruslar, XVI. yüzyılın ikinci yarısının başlarında, yukarıda da değindiğimiz gibi 1552’de Kazan ve 1556’da da Astrahan’ı işgal ettiler. Daha sonra Orta Asya’dan gelen kervanların ve Hazar Denizi yolu ile İran ticaretinin transit merkezi olan Astrahan’da bir kale yaptılar. Oradan Terek üzerinde Don Kazaklarını yerleştirerek Kafkasya’ya sarktılar. Böylece Ruslar, Volga bölgesini kontrolleri altında tutarak Kuzey Kafkasya’da hissedilir bir nüfuza kavuştular. Bunu yaparken de, Osmanlı Devleti’ni rahatsız edecek esaslı hareketlerden kaçınmışlardı. Meselâ, 1555’te, Çeçen beylerinden bir grup, Moskova’ya kadar gelerek himaye talebinde bulunmuş ve fakat, Çar IV. İvan, Osmanlı Devleti’nden çekinerek bu talebi kabul etmemişti. Buna rağmen Rus kıtaları, Terek nehrine kadar ilerleyerek Kabarday bölgesinde bazı müstahkem karakollar kurmaktan geri durmamışlardı. 1559’da ise Ruslar, Don Kazakları Azak’daki Türk kalesini tehdid ederken, Kırım kıyılarında göründüler. Bunun anlamı, Rusların Osmanlı Devleti’nin nüfuz alanlarına yaklaşması demekti.

Bu arada Ruslar, doğu pazarlarına deniz yolları dışında ulaşmak için yeni güzergahlar arayan ve Karadeniz’in kuzeyini kullanmak isteyen İngilizlere destek olmaya çalıştılar. İngilizlerin isteği, doğu ticaret yolunun Rusya üzerinden geçmesi ve İngiliz tüccarlarının Rusya’da serbestçe ticarî faaliyette bulunmalarını sağlamaktı. Bu amaçla ünlü İngiliz tüccarı Anthony Jenkinson, Moskova’da Çar ile görüşüp VI. Edward’a hitâben İngiliz tüccarlarını memleketine davet ve serbest Pazar vaad eden bir mektup almayı başardı. Bu düşüncelerle 1555’te, İngilizler, Moscovy Company’yi kurdular ve sözkonusu Company, ilk seferini 1557’de gerçekleştirdi. Moscovy Company, 1563 ve 1565 tarihlerinde İran’a iki ticarî sefer düzenlendi. İlk sefer başarısızlıkla sonuçlandıysa da 1565’te yapılan seferde, İngiliz heyeti, Şah ile görüşmeyi başardı ve İran’da ticaret yapma müsaadesi aldı.Bunun sonucunda, İran ticaretinde Osmanlı ve İngiliz tüccarları birbirlerine rakip oldular.7

Bu gelişmelerden endişeye kapılan Osmanlı Devleti, Kırım, Türkistan ve Kafkasya’ya yönelik Rus ilerleyişini durdurmak ve Karadeniz’in kuzeyi üzerinden gerçekleşen İngiliz ticaretini kontrol etmek amacıyla Don ve Volga nehirlerini bir kanalla birleştirmeyi planladı. Böylece, Osmanlı Devleti, Hazar Denizi’nin kuzeyini kontrol edebilecek; buradan geçen askerî ve ticarî yolları elinde bulunduracaktı. Bu da İran ve Türkistan yolları üzerinde Osmanlı Devleti’ne stratejik üstünlük sağlayabilecekti. Daha da önemlisi, Türkistan Müslümanlarının İstanbul üzerinden hac güzergahı da güvence altına alınmış olacak ve bu da Türkistan Müslümanları nezdinde halife olarak Osmanlı sultanının dinî/siyasî itibarını artıracaktı. Ancak 1569’da, Osmanlıların Büyük Veziri Sokullu Mehmed Paşa tarafından gerçekleştirilmeye çalışılan bu kanal projesi, Kırım Hanı Devlet Giray’ın biraz da Rusların etkisiyle engelleyici davranışlarından dolayı başarısız kaldı.8

Muhtemeldir ki, Osmanlı Devleti, Rusların bu engelleyici ve Kuzey Kafkasya’da etkinlik sağlama faaliyetlerinden sonra, daha fazla Kafkasya ile ilgilenmeye başlamıştı. İlk olarak 1578-1588 yıllarında Özdemiroğlu Osman Paşa komutasındaki Osmanlı ordusu, Güney Kafkasya ve Azerbaycan’ı ele geçirmişti. Bu fiilî durum, 1590’da, imzalanan İstanbul Antlaşması ile İran’a da kabul ettirilmişti.9 Ancak, İran’da Şah Abbas’ın iktidara gelmesi, idarî ve askerî kademelerinin İranlı ve Kafkas (Gürcü, Çerkes ve Ermeni) unsurlarına açılmasını sağlamıştır.10 Bunun sonucunda güçlenen ordusuyla Şah Abbas, Ekim 1603’te, Revan, Tebriz, Gence ve Şirvan gibi Azerbaycan topraklarını Osmanlılardan geri almıştır.11

Güney Kafkasya’da bu gelişmeler yaşanırken Ruslar, Kuzey Kafkasya’ya doğru yavaş da olsa yayılmasını sürdürmekten geri durmamışlardı. Hatta, 1586’da, Gürcistan Kralı Alexander, Moskova’ya elçiler göndererek Tarku Şemhali’ne karşı yardım istemiş ve 1587’de, Moskova’da yapılan gizli bir anlaşma ile Çar Feodor İvanoviç’in (1584-1598) himayesine girmişti. Bundan sonra Ruslar, 1594’te, Boyar Hovorostin komutasında Terek ve Sulak nehirlerini geçerek Şemhal’in başkentine bir sefer düzenlemiş ve şehri ele geçirmişlerse de başarısız olmuşlardı. Öyle ki Ruslar, Sulak nehri kıyılarına sürülmüşler ve 7000 kişilik ordusunun tamamı nehir kıyısında imha edilmişlerdi. Buna rağmen Çar Feodor İvanoviç, kendisine “Gürcü krallarının, Kabardayların, Çerkeslerin ve Dağlı Prensliklerin Efendisi” ünvanını vermişti. 1596’da Tiflis’e giden Rus elçileri 1599’da geri dönmüşlerdi. Bu dönüşten beş yıl sonra, 1604’te, Çar Boris Godunov, 1594’te uğranılan korkunç hezimetin intikamını almak için biri Boutourlin komutasında Kazan’dan, diğeri de Pleshtcheyef komutasında Ardahan’dan olmak üzere Tarku Şemhali’ne karşı iki ordu yola çıkarmış ve bu ordular, Tarku Şemhali’nin birlikleri tarafından tamamen yokedilmişlerdi.12 Her ne kadar Ruslar, Çar I. Petro’ya kadar Kafkaslar’da bu tarz askerî sefere girişmemekle beraber yine de Kafkasya’daki Kızlar bölgesi ile Kabarday taraflarına akınlar yaptılar.13

Çar I. Petro Dönemi’nde Kafkasya

Çar I. Petro’nun (1689-1725) iktidara gelmesiyle birlikte Rusya, Akdeniz’e oradan sıcak denizlere inme politikası şeklinde özellikle Osmanlı Devleti aleyhinde emperyalist bir siyaset izlemeye başladı. Rusya’yı bu konuda cesaretlendiren en önemli gelişme, 1683’te Osmanlıların II. Viyana Kuşatmasında yaşadığı bozgundan sonra Osmanlı Devleti’ne karşı Avrupa’da Habsburglar önderliğinde Papalığın da takdisiyle 1684’te gerçekleşen kutsal ittifak idi. Çok geçmeden, 1686’da, Polanya ve Venedik’le birlikte Rusya’da bu kutsal ittifaka katıldı. Bundan cesaretlenen Rusya, 1696’da Azak’ı zaptederek Karadeniz’e girdi. 1699’da Karlofça’da bir mütarekeye razı olmuşsa da 13 Haziran 1700’deki İstanbul Antlaşması’yla Rusya hedefine bir adım daha yaklaştı.14

Ancak, 1711’deki Prut yenilgisinden sonra Çar I. Petro, sıcak denizlere -en azından şimdilik- Karadeniz ve Boğazlar üzerinden inemeyeceğini anladı. Bundan dolayı Kafkasya’ya yöneldi. Kafkasya, Hazar Denizi’ne kıyısı olması bakımından hem Türkistan’a ve hem de İran üzerinden Basra körfezine ulaşmak için ikinci elverişli güzergah idi. Bu güzergah, sadece siyasi ve askerî yönden değil ticari açıdan da son derece stratejik önemi haizdi. Dahası, her emperyalist devlet gibi Rusya’ya da yeni hammadde ve pazarlar için sömürgeler gerekliydi. Sözgelişi, altın Amu Derya ve Sir Derya boylarında, bakır ve gümüş Kafkaslar’da, petrol ise Azerbaycan’da oldukça fazla idi. Ayrıca Hazar’ın batı ve güney bölgeleri de ham ipek yönünden zengin idi.15 Nitekim I. Petro’nun 1714’te, Aleksandr Bekoviç’den aldığı rapor da bunu doğrulamakta ve Kafkasya’nın bir an önce ele geçirilmesi tavsiye olunmaktaydı. Çünkü, Kafkasya’nın “bereketli doğası, kurşun ve altın madenleri, neft kaynakları, gelişmiş ipek böcekçiliği ve pamukçuluğu”, Rusya’ya büyük ekonomik faydalar sağlayabilirdi. Aksi halde Kafkasya, Hazar kıyılarıyla beraber Türklerin eline geçebilirdi. Bu tavsiyeyi dikkate alan I. Petro, 1717’de, maden rezervlerini araştırmak amacıyla Kafkasya’ya bir grup bilim adamını gönderdi. Bunlardan maden bilimci, İ. F. Blyuyer, Kafkasya’daki mineral kaynaklarını araştırırken Astrahan Valisi Volin, Çar’ın emriyle Çeçenistan’daki “Greben” topraklarında petrol aramaları yaptırttı. Aynı şekilde I. Petro’nun kendisi de Hazar kıyıları ile Kafkasya’yı, Rusya’nın endüstriyel ihtiyaçlarından olan pamuk, keten, üzüm, meyva ve çeşitli metallerin kaynak yeri olarak görmekteydi.16 Bu sebeplerden dolayı, Hazar Denizi (doğu ve batı kıyılarıyla) Güney Kafkasya, İran, Türkistan ve hatta Hindistan için kilit nokta olarak göründü.


Yüklə 11,95 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   54   55   56   57   58   59   60   61   ...   102




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin