Çağdaş Türk Romanı / Mustafa Miyasoğlu [s.219-229]
Mimar Sinan Üniversitesi / Türkiye
Giriş
Çağdaşlık kavramıyla 20. yüzyıl bir bakıma özdeşleşmiş gibidir. Dünyada, bu yüzyılda pek çok şey değişir, imparatorlukların yıkılışı ve milliyetçiliğe bağlı olarak ulus devletlerin kuruluşu da bu döneme rastlar. Türk toplumunun geçirdiği siyasî ve sosyal değişimlere bağlı olarak değer yargılarıyla dünya görüşündeki farklılaşma da çağdaşlığın gereği olarak görülmüştür. Sözü edilen değişimlerde edebiyat ve sanat faaliyetleri, yalnız sanatçının çağına tanıklığını değil, aynı zamanda fikrî değişimleri de ortaya koymuş oluyordu. Roman bu türlerin en sosyal ve tabii en etkili olanıdır.
20. yüzyılın ilk çeyreği, büyük sarsıntıların yaşandığı birbirinden farklı dönemleri ifade eder. İkinci Meşrutiyet’ten sonra, İttihat Terakki yönetimindeki yasaklara rağmen Fransız İhtilâli’nin bazı değer yargıları yeni nesiller arasında benimsendiği için, aydınlar arasındaki muhalif görüşler sindirilemedi. Birinci Dünya Savaşı’nda her cephede savaşan Anadolu insanı, Mütâreke ve İstiklâl Savaşı yıllarında, özgürlükçü görüşlere sahip aydın ve edebiyat adamlarının yayın faaliyetleriyle desteklendi.
Tanzimat’tan Meşrutiyet’e ve Cumhuriyet’e uzanan süreçte, yalnız devlet yapısı değil, onu yönlendiren aydın ve sanatçı zihniyeti de değişmişti. Bu değişimin öncüleri hep sanat ve edebiyat adamlarının olmuştur. Namık Kemal, Abdülhak Hamid, Recaizâde Ekrem ve Tevfik Fikret gibi edebiyatçıların yolunda eser veren Fikret yanında, Osman Hamdi gibi Avrupaî resmi geliştirmek için Sanayi-i Nefise Mektebi’ni kurup 25 yıl hizmet veren sanat ve kültür adamları da etkili olmuştur. Onun teşvikleriyle nesre yönelip hikâye ve romanlar yazan Ahmet Mithat Efendi ile damadı Muallim Naci’nın Batılı değer yargıları karşısında yerliliği savunmaları, Servet-i Fünuncuları kızdırmış ve onların tutumunu “irticai tavır” olarak nitelendirmelerine yol açmıştır. Esasen çağdaş kültür hayatımız, bu çatışmayla birlikte bir ikiliği de bünyesinde barındırmaya başlamıştır.
Elbette bu çağın hâkim dünya görüşü olan pozitivizm Türk aydınlarını da etkisine almış, yönetici sınıfların belirlediği kültür ve eğitim politikası bu dünya görüşünden etkilenmiştir.
“Parisli kadını Fransız romancısı yaratmıştır” diyen eleştirmenlere hak vermemizi gerektiren pek çok örnek arasında, okuduğu aşk romanlarıyla her şeyini kaybeden Fransız taşralısı Madame Bovary, bu roman türünün etkisini ve yaygınlığını gösteren çok önemli bir örnek. Goethe’nin Genç Verter’in Acılarını okuyan pek çok gencin intihara teşebbüsü de önemli. Bu romanlar okuyucularını derinden etkiler. Roman ve hayatın birbirini etkilemesi konusunu irdeleyen M. Fatih Andı’ya göre, okuyucu romana kendini kaptırınca, romanın “hayatı yapma” olgusu ortaya çıkıyor, onu “temessül” eden için “hayat kaydırıcı” olabiliyor. Yani romanın okuyucuyu başka bir bilinç düzeyine sürüklemesi veya “yoldan çıkarması” mümkün:
“Bu, Madam Bovary’nin artık hayâlî roman kahramanı olmaktan çıkıp, gerçek hayatta var olan insanlara dönüşmesidir. Kurmaca bir dünyanın reel bir yaşantıya örneklik etmesi dolayısıyla romanın, bir “yaşanmışlığın” ön tarihi olmasıdır. Roman, hayatı etkilemiştir.”1
Modern toplumun romanla ortaya çıktığını düşünen Halit Ziya, Tevfik Fikret’e rahat bir tavırla şöyle der: “Evet, hiç şüphe yok! Hayat romanları değil, romanlar hayatı yapıyor!” Zaten önceki yüzyılda Descartes de romancıların olayları özel bir düzenleme ile okuyucularını etkileyerek “güçlerini aşan niyetler kurmaya” sürüklediklerini ifade etmekten kendini alamaz.2
Bizdeki jakoben ve pozitivist dünya görüşüyle sanat anlayışının romanlardaki yansıması öteki sanat türlerinden çok daha etkili olmuştur.
Şiir ve hikâyenin daha çok geleneğin ve günlük hayatın yörüngesinde seyrettiği, tiyatronun çok sınırlı bir kesime hitabettiği dönemde romanın daha büyük okuyucu topluluğunu etkilediği söylenebilir. O yüzden çağdaş Türk romanını ele alırken, 20. yüzyılda yayınlanan Türk romanlarının genel özellikleri üzerinde durarak konuyu belli dönemler, akımlar ve şahsiyetler çevresinde ele alacağız.
Çağdaş Türk Romanının Ana Ekseni
Roman türü, Rönesans’la birlikte gelişmiş, edebî türler arasına girmiştir. Bir bakıma modern toplum, aydınlanma düşüncesini benimsemiş romancıların eserleridir. Cervantes, Rabelais ve Voltaire gibi yazarlar, Kilise gözetimindeki eğitim ve dünya tasarımının yanlışlığını ortaya koydular. Victor Hugo, Dickens ve Balzac gibi romancılar, bir tarihî dönemle belli bir kültürün mekânı olan şehirlerde yaşamanın tanığı oldular. Tolstoy ve Dostoyevski gibi romancılar da farklı bir milliyete ve kültüre mensup şahsiyetlerin romanını yazarak dikkati çektiler. Bizimle birlikte öteki İslâm ülkelerinde de benimsenen yeni bir tür olarak roman, farklı bir dine ve medeniyete mensup olanları da ifade etmeye başladı. Böylece, bazı temsilcileriyle Batılılaşma ve çağdaşlaşmanın sözcüsü olan roman, geleneksel “anlatı” türlerinin yerine geçti.
Batı romanının kendi gelişim seyrini takip ederek 19. yüzyıldaki teknik ve muhteva özellikleri kazanması, orta sınıfla birlikte mümkün olmuştur. Bizde de Osmanlı hikâyesi ve romanının Tanzimat romanına dönüşümü böyle tabii bir seyir takip etmemekle birlikte, yine de bazı yönleriyle batılı ülkelerdekine benzer okur-yazar bir orta sınıf ortaya çıkarmıştır. Tanzimat yazarları, özellikle Ahmet Mithat Efendi yayınladığı romanlarla kendine özgü bir okuyucu topluluğu oluşturdu. Böylece, Tanzimat yazarları da çağına tanıklık etmiş oldu.
Robert P. Finn, Tanzimat dönemi eserleriyle Halit Ziya’nın iki romanını da incelediği ilk dönem Türk romanlarıyla ilgili çalışmasında şu sonuca varır:
“İlk dönem Türk romanları dünyayı bölük pörçük sergilemekte, o dönem İstanbul’unun renkli yaşamını bütünüyle kapsamamaktadırlar. Başkentin dışına pek çıkmaz roman, başkentin sınırları içinde de yalnızca yüksek sınıfın yaşamına eğilir. Topumun dar bir kesiminin işlendiğini görürüz; romanlardaki kentli seçkinler, ya doğuştan seçkin ya da öğrenim yoluyla seçkinleşmiş sınıfdaşlarının kaleminden sunulur okura. (…) Bu romanlar, kendi görüş alanları içinde, bütün teknik zorlamalara karşın, yer yer dokunaklı bölümleriyle, ahlâk konusundaki karamsarlıkları ve ekonomik çöküntüye eğilişleriyle bir “bütün”dürler ve Osmanlı Devleti’nin alacakaranlığını tanıklık belgelerinde izlememizi sağlarlar.”3
Çağdaş Türk romanın ana ekseni, Batılılaşmayla birlikte topluma sunulmaya çalışılan yeni değerlerin oluşturduğu ferdî ve sosyal sarsıntılar çevresinde oluşan tartışmalardır. Bunlar da Tanzimat ve Meşrutiyet Dönemlerinde ortaya çıkan ve yeni edebiyata paralel olarak gelişen sosyal ve siyasî olaylarla çok yakından ilgilidir. Her şey sebep-sonuç ilişkileri bakımından bir zihniyet değişimiyle ortaya çıkmış, jakoben devlet anlayışıyla pozitivist dünya görüşünden oldukça etkilenmiştir. Bunun toplumda olduğu kadar romanlardaki yansımalarını, konuyla ilgili bir dizi yazıdan oluşan iki kitabımda ele almıştım.4
Romanla ilgili incelemelerle kitaplarda dünya görüşü, kültür ve medeniyet meseleleri, insan ve toplum anlayışı her zaman sanat meseleleriyle birlikte ele alınmıştır. Tanzimat Döneminde olduğu gibi, sonraki dönemlerde yaşayan her sanatçıda, toplumu yakından ilgilendiren pek çok meseleyi roman diliyle anlatmak gibi bir anlayış hâkim olmuştur. Bu bakımdan son devir edebiyatımız politik bir edebiyattır.
Sanatçılar yanında bilim adamları da edebi eserlerle sosyal gelişmeleri açıklama temayülünde olmuşlardır. Toplum ve edebiyat meseleleri, Yahya Kemal, Yakup Kadri, Hilmi Ziya Ülken, Peyami Safa, Necip Fazıl, Ahmet Hamdi Tanpınar, Mehmet Kaplan, Kemal Tahir, Cemil Meriç, Tahir Alangu, Niyazi Berkes, Doğan Avcıoğlu, Cahit Tanyol, Berna Moran, Fethi Naci, Gürsel Aytaç ve Jale Parla gibi pek çok şahsiyetin yazılarıyla eserlerine konu olmuştur. Batılılaşmanın doğurduğu zihniyet değişimi, bu değişimin doğurduğu sancılar ve sarsıntılar, toplumun yeni düzen ihtiyacı, bunların belli başlı meselesidir. Sanat ve politikanın romanımızdaki yansımalarını irdeleyen Murat Belge, bir dizi yazının girişi olarak şunları ifade eder:
“Toplumun hayatını en derinden etkileyen olaylar, anlatıcının arka plan seçimini de zorunlu olarak belirliyor. Bu çerçevede, başlangıç aşamasındaki Türk romanının yolculuğunun yatağı Batılılaşma süreciydi. Berna Moran ve Jale Parla’nın daha önce değindiğim kitaplarında gösterdikleri gibi, can alıcı serüven, Batılılaşan toplumda baba evinden, yani bir değerler dizisinden yola çıkan kahramanın, hangi değerler dizisinde son bulacağıydı.
“Tanzimat ve Meşrutiyet Dönemi romanlarının nice kahramanı bu serüveni -romancıya göre- başarıyla tamamlayamadı. Batılılaşma son analizde bir devlet politikası olduğuna göre, bu romanlarda örtük bir politik tema vardı ve çok zaman bu tema yazarın biyografisinden bildiğimiz tutumuyla çelişki halindeydi. Çünkü sözkonusu yazarlar aslında Batılılaşma akımının içindeydiler, ama romanlarında, (yanlış) Batılılaşma’nın doğurduğu felaketleri anlatıyorlardı.
“Cumhuriyet’le birlikte değişimin mutlak önemi vurgulandı. Değişmek ve Batılılaşmak, Cumhuriyet yurttaşının vatanî görevi haline geldi. Böylece önceki dönemlerin romanlarında geri planda kalan politika, bu dönemde ön plana çıktı ve Cumhuriyet romanına hayat veren varlık özelliğini edindi.”5
Cumhuriyet’le birlikte, İstiklâl Savaşı yıllarında Anadolu’da görev yapan subay ve öğretmenlerin serüvenleri, onlar gibi devrimci misyonu benimseyen yazarlar tarafından romanlaştırılarak yayınlandı. Böylece yeni nesillerin benzer idealleri benimsemeleri ve yurdun her köşesine aynı misyonla gitmeleri sağlanmak istendi. Köy Enstitüleri bu amaçla kurulduğu gibi, oradan yetişen köy romancılarının da yeni bir toplum ve insan tipi için dünyada benzeri olmayan bir köylü toplumculuğu oluşturdukları görüldü.
Şairlerin fikir hareketlerine sözcü oluşu gibi, bazı dönemlerde de romancıların fikrî tartışmalarda böyle öncü bir konuma geldiği görüldü. Peyami Safa’nın “Doğu-Batı Sentezi” düşüncesine, Kemal Tahir’in Asya Tipi Üretim anlayışıyla Türk tipi Sosyalizmle Osmanlı tarihine yönelişe, Tanpınar’ın da gelenekten yararlanma ve şehir kültürüne yönelme eğilimlerine öncülük yapmaları bunun örnekleridir.
Bütün Aşklar “Memnu”
Tanzimat Dönemi’nde dünyevileşen naif aşklar, İntibah’la trajik başlar, Araba Sevdası ile komik biter. Bu tecrübelerden yola çıkan Servet-i Fünun romanı, aşkın metafiziğini büsbütün yok sayar. O yüzden Halit Ziya’nın Aşk-ı Memnu adlı romanındaki baba-kız, yenge-yeğen, uşak -küçük hanım, evin beyi- mürebbiye gibi belli başlı bütün şahıslar arasındaki ilişkiler, sanki romanın adını daha iyi vurgulamak için yasak aşk çizgisindedir. Bu toplumun temel değerleri sarsıldığı gibi insanî ilişkileri de çıkmaza girmiştir.
Bu dönem romanları, hikâyeleri ve şiirleri alafranga ve kozmopolit bir toplum oluşturmaya katkıda bulunmuşlardır. Tiyatro ve operet, levanten üslûbunda bulvar komedileri ve melodramlar tarzında yaygınlaşmış, salon hayatının türedi burjuvalarını yetiştirmiştir. Sosyal ve siyasî bakımdan nihilist olan bu öncü yazarların etkisinde eser veren Türk romancılarının belli başlı özellikleri:
1. Halit Ziya’nın Aşk-ı Memnu ve Mehmet Rauf’un Eylül adlı romanlarının etkisiyle daha genç romancılar, bütün insanî ilişkileri yasak aşk çevresinde ele almış, ilâhî aşkı büsbütün yok sayarak cinsel ilişkiye yönelik aşk telâkkisini yüceltmiş, bütün ilişkileri sathîleştirmiştir. Selim İleri bunu roman için gerekli olan “bireyleşme” olarak ele alırken, sosyal ve psikolojik yabancılaşma üzerinde yeterince durmaz.6
2. Karmaşık psikolojileri ifade etmeye çalışırken kullandıkları uzun ve çapraşık cümle yapıları, Fransız sentaksından etkilenen bir düşünce tarzına yol açmış, o da “üslûpçuluk” olarak yaygınlaşmıştır. Bu üslûp zamanla yazarları tarafından da sadeleştirilerek, Ömer Seyfettin’le Millî Edebiyat mensupları tarafından eleştirilmelerine haklılık kazandırmıştır.
3. Oyun ve oyunculuk kavramları, Aşk-ı Memnu’da bütün kişileri ve ilişkileri her bakımdan ifade edecek şekilde kullanılmıştır. Robert P. Finn araştırmasında bununla ilgili pek çok ifadeye yer verir. Ona göre: “Bihter’in kendi evliliği üstünde düşünceleri, bu evliliğin bir oyuncak olduğu doğrultusundadır. Adnan Beyle birbirlerini sevmemektedirler. Bu oyuncağa parmağının ucuyla dokunmuştur ve evliliği yıkılmıştır, sonraları parmağının ucuyla dokunup canına kıyacağı tabanca da bir “oyuncak”tır.”7
4. Aydın çevre romanlarının öncüleri olan bu eserler, daha sonra kimliksiz ve kişiliksiz, bütün sosyal, siyasî ve dinî değerlerden kopuk bir roman türünün yaygınlaşmasına yol açtı. Bu tür romanların kahramanları, hayata bakışları temelsiz, dünya görüşü olmayan ve yaşadığı boşluktan habersiz ve anlamsız bir bunalımı yaşarlar. Tabii bu da çevreyi fonksiyonsuz eşya yığını içinde gören sathî bir hedonizme yol açar.
Ahmet Mithat Efendi ile Recaizâde Ekrem ve Hüseyin Rahmi’nin özellikle üzerinde durdukları alafranga züppelik ile “yanlış” Batılılaşma tamamen gündemden kalkmış, bütünüyle Batılı değer yargılarını benimseyen kahramanların ilişkileri romanları doldurmuştur. İstiklâl Savaşı olmasaydı, Küçük Paşa adlı romanın yazarı Ebubekir Hazım dışındaki romancılarımız, bırakın köyü ve Anadolu’yu, İstanbul’un belli çevreleri dışında bir dünya olduğunu bile fark edemeyeceklerdi.
Sosyal ve Siyasi Romanlar
Ömer Seyfeddin’in bir dizi hikâyesinden oluşan Efruz Bey adlı romanı, Meşrutiyet Dönemi’nin en önemli sosyal ve siyasî romanı durumundadır. Ömer Seyfettin eserinde Meşrutiyet Dönemi’nin bedavadan “Hürriyet kahramanı” veya fikir öncüsü gibi geçinen fırsatçı tipleriyle cehaletten küstahlığa soyunan türedi züppeleri eleştirir.
Alemdar Yalçın, Cumhuriyet Dönemi Türk Romanı’nı “sosyal ve siyasal değişmeler açısından” değerlendirirken, 1920-1946 yılları arasında yayınlanan romanları beş bölümde inceler. Son bölümlerde Aşk Romanları ile
Tarihi Serüven Romanlarına da yer veren çalışmada, sosyal ve siyasal romanlar ele alınır. Çeşitli ara başlıklarla Sultan Abdülhamid, İttihat Terakki, I. Dünya Savaşı Dönemleriyle Milli Mücadele ve Cumhuriyet’in ilk yıllarında Anadolu, bu romanların konusu olarak çalışmada yer alır. Kitabın ilk cümlesinde bu dönemin önceki dönemden daha farklı niteliklerine işaret edilir:
“Cumhuriyetin ilk yılları Türk romanında yeni bir dönemin açıldığı, Türk romanının hem kalite olarak hem de sayısal bakımdan önemli atılımlar yaptığı bir dönemdir.”8
Aynı araştırmacı, Sultan Abdülhamid, Meşrutiyet ve İstiklâl Savaşı Dönemlerini ele alan romanlardan sonra Cumhuriyet dönemini konu edinen romanları değerlendirirken de şunları söyler:
“Cumhuriyet Devri’ni ele alan romanlar ise ya olaylarla birlikte cumhuriyet ideolojisini ele almakta ya da yapılan inkılâpların haklılığını savunmaktadır. Sonradan yazarlarının da başarısı konusunda tereddüte düştükleri bu romanların bir çoğunun sanat yönleri ise gerçekten tartışılabilir.”9
Sultan Abdülhamid ve aktüel tarih, Servet-i Fünun romancılarında hiç söz konusu olmadığı için, Yakup Kadri’nin Bir Sürgün ve Halide Edib’in Sinekli Bakkal adlı romanları, birer jurnalle hayatlarının seyri değişen sıradan insanları anlatır.
Yakup Kadri’nin bütün romanları dikkatle gözden geçirilirse, Kiralık Konak’tan Panorama’ya kadar bütün eserlerinin politik bir muhtevayı konu edindiği görülür. Yakup Kadri Osmanlı’nın son dönemi ile Cumhuriyet’in ilk yıllarına ait olayları bir kronik titizliğiyle ele alır. Daha sonraki dönemlerde ortaya çıkan Kemalist Sol veya Sosyalist Gerçekçi yazarların üstadı konumundadır.
Daha çok monografileriyle tanınan Mithat Cemal’in Üç İstanbul adlı tek romanı da dikkate değer. Abdülhamid, Meşrutiyet ve Mütareke Dönemlerini, çapraşık bir aşk üçgeni etrafında ele alan roman, sonraki yıllarda Kemal Tahir’in Esir Şehrin insanları ve Attila İlhan’ın Aynanın İçindekiler dizisinin ilk örneği gibidir.
Çok sonra yazılan Nahit Sırrı’nın Sultan Hamit Düşerken adlı romanında, muhataralı dönemin padişahı Abdülhamid ile devrinin insanları gerçekçi bir tavırla yer alınır. O yüzden de bu roman ve yazarı, epeyce bir zaman görmezlikten gelinir. Çünkü kültür ve sanat çevreleri, egemen güçlerin ve resmî söylemin yörüngesinde, Abdülhamid ve dönemini baştan mahkûm etmişlerdir. Ahmet Altan da bazı romanlarında, aşk ve siyasî komplo sarmalını kendince anlatırken Nahit Sırrı’nın yolunda olduğu izlenimini verir.
Nâzım Hikmet, Yaşamak Güzel Şey Be Kardeşim adlı romanında, İstiklâl Savaşı ile İkinci Dünya Savaşı arasındaki dönemde komünist faaliyetler içinde yer alan kişileri anlatırken, onların iç çekişmeleriyle parti içi çelişkilere de yer verir. Nazım Hikmet bu romanında, öteki sosyalist yazarların klişeci tutumundan uzak kalır.
Samim Kocagöz, Onbinlerin Dönüşü ve İzmir’in İçinde adlı İkinci Dünya Savaşı ile 27 Mayıs Dönemi’ni ele alan romanlarında, resmî ideolojinin sözcülüğünü üstlenmiş gibidir. Vedat Türkali’nin Bir Gün Tek Başına adlı romanı, karmaşık ilişkiler içinde yasak bir aşk hikâyesiyle birlikte, 27 Mayıs’a katılan sosyalistleri anlatır. Verili söylemin doğrultusunda kurgulanan olaylar ve kişilerle geliştirilen romanlar, daha sonra Sevgi Soysal’ın Yenişehir’de Bir Öğle Vakti ve Şafak adlı romanlarıyla yeni bir ivme kazanır.
12 Mart romanları içinde Tarık Dursun’un Gün Döndü, Füruzan’ın 47’liler ve Erdal Öz’ün Yaralısın adlı romanları, siyasî dönemde yaşanan baskılara, karşılaşılan provokasyonlarla işkencelere dikkati çekerler. Fakat bunlardan ilkindeki “sorunsalı olmayan bakış”la ikincisindeki “hümanist sorunsal”a ve üçüncüsündeki “varoluşsal sorunsal”a dikkati çeken Murat Belge, üçünde de “politik roman”da bulunması gereken bir bilinç yetersizliğinden ve öz-biçim tutarsızlığından söz eder.10
12 Eylül Dönemi’ni, öncesi ve sonrasıyla ele alan çok az roman yayınlandı. Bu dönemin devrimci gençlik çevrelerinde yaşanan hataları konu edinen Latife Tekin’in Gece Dersleri ile Ahmet Altan’ın Sudaki İz adlı romanları, Yalçın Küçük tarafından çok sert eleştirildi. Bu yazarların tavrını “Eylülist” gibi kapsamı belirsiz bir kavramla ifade eden bu tür edebiyat dışı eleştiriler, sanıyorum bu darbenin edebiyatımızda yeterince tartışılmasına imkân vermedi. Mehmet Eroğlu ile Kaan Arslanoğlu bunun istisnalarıdır.11
28 Şubat atmosferini, Bir Gün Tek Başına gibi kültür çevresinde yaşanan sapkın bir aşk çevresinde ele alan Ahmet Kekeç’in Yağmurdan Sonra adlı romanı, konuyla ilgili ilk eser olmak bakımından önemli. Bıçkın üslûbu ve dünyayı umursamaz tavrıyla farklı bir duyarlığı yansıtan roman, darbe dönemlerini anlatan romanlar arasında özel bir yere sahip. Çünkü henüz bu “süreç”le ilgili baskılar bitmeden yazılabildi.
Anadolu ve Köy Romanları
19. yüzyılda oluşmaya başlayan Tanzimat romanı, Batı tipi temsilcileriyle İstanbul’u yansıtmaya çalışırken, Ahmet Mithat Efendi ve Mizancı Mehmet Murad’ın yazdığı romanlarla imparatorluk coğrafyasına açılmaya başlar.
İstanbul dışına çıkamayan Recaizâde Ekrem’in talebeleri olan Servet-i Fünun romancıları, yeniden İstanbul’a hapsolur. Hüseyin Rahmi de esasen bir İstanbul romancısıdır. Yazı hayatlarının başlangıcında İzmir’de bulunan Halit Ziya ile Yakup Kadri’nin ilk eserleri dışındaki romanlarının çoğunluğu İstanbul’u konu edinir. Meşrutiyet romanlarının da genel özelliği böyledir. Esasen bütün büyük dillerin romanında böyle bir kültür şehri var. İstanbul’un bizim için böyle olması, romancılarımızı bu şehre mahkûm edemez.
Anadolu’dan söz eden ilk romanımız Ebubekir Hazım Tepeyran’ın yazdığı Küçük Paşa (1910)’dır. Bu aynı zamanda ilk köy romanımızdır. Reşat Nuri’nin Çalıkuşu adlı romanından sonra özel bir görevle Anadolu’ya giden subay ve öğretmenleri konu edinen romanlar, aynı zamanda Cumhuriyet romanlarının da öncüsü durumundadır. Halide Edib’in Handan ve Ateşten Gömlek adlı romanları, İstiklâl Savaşı’na katılan yedek subaylarla İstanbul hanımlarının aşklarını ve acılarını cephedeki görüntülerle anlatırlar.
Reşat Nuri; Yeşil Gece, Yakup Kadri; Yaban ve Halide Edip; Vurun Kahpeye adlı romanları ile Cumhuriyet yöneticilerinin yeni rejim için gerekli gördükleri yakın tarih tasarımını oluştururlar.
Anadolu’nun köy ve kasabaları ilk kez böyle ideolojik bir tutumla roman diline girer. Köy Enstitüleri’nde yetişen gençlerle genç romancılar, bu üç Batıcı yazarın benimsediği pozitivizmi dünya görüşü olarak kabul eder ve çevreye böyle bakarlar. Bu bakış tarzı ağa-ırgat çatışmasında din adamını hep çıkarcı görür. Yeni değerleri savunan öğretmen de halk çocukları olan ırgatların yanında yer alır.
Bütün dünyaya ait meselelerle insanî münasebetleri köy ve köylü çevresinde anlatan romanlar giderek “Kemalist Sol” bir söyleme sığındılar. Böylece mahallî tavrın kendince ifade kalıpları oluştu ve epeyce bir zaman romanımızda köy romanı saltanatı hüküm sürdü. Bunlar pek çok incelemeye de konu oldu.12
Sabahattin Ali’nin Kuyucaklı Yusuf’taki köy ve kasaba romancılığı ayrıca değerlendirilmeyi gerektirecek kadar önemli ve özgün. Anadolu’yu tabii ve gerçek yönleriyle anlatabilmesi onu ötekilerden ayırır.
Kemal Tahir, Orhan Kemal, Yaşar Kemal, Fakir Baykurt, Kemal Bilbaşer ve Talip Apaydın gibi yazarlar, dünyada benzeri olmayan bir tür köy romanın öncüsü oldular. Sonraki yıllarda Kemal Tahir tarihî romanlarıyla Türk insanını ve dilini aramaya, böylece romanda tarih tezi oluşturmaya çalışırken, Orhan Kemal de ağa-ırgat çatışmasını patron-işçi çatışması şeklinde devam ettiren sosyalist gerçekçiliğe yönelmiştir.
Peyamî Safa’nın Romanları
Server Bedi takma adıyla yayınlanan pek çok romandan biri olan Cumbadan Rumbaya’nın çok sevilmesi ve Cingöz Recai serisinin türünde oldukça başarılı sayılması hiç şüphesiz Peyami Safa’ya cesaret vermiştir. Buna rağmen kendisi daha çok edebî iddialı on bir romanını benimser ve bunları yeni baskılarında gözden geçirir. Hatta kimi araştırmacıları şaşırtacak değişiklikler yaparak, popülist endişelerle yer verdiği, yazıldığı dönemle ilgili moda unsurları ayıklar…
Sözde Kızlar ile birlikte Şimşek, Mahşer, Bir Akşamdı ve Cânân adlı ilk beş romanı Birinci Dünya Savaşı ile Mütâreke dönemindeki ilişkileri konu alır. Daha çok psikolojik tahlillerle geliştirilen bu romanlarda Servet-i Fünun neslinin duyarlığı ve bu duyarlığın çıkmazları ön plandadır. Dokuzuncu Hariciye Koğuşu, Fatih-Harbiye, Bir Tereddüdün Romanı ve Biz İnsanlar gibi ikinci dönem romanları 1920 ve 1930’lu yılları konu edinir ve daha çok Doğu-Batı çatışması ile sentez arayışlarını ortaya koyar. Bu romanlarda görülen fikrî yoğunluk, bir tez ortaya koymaktan çok, kendi kimliğini arayan insanların yaşadığı tereddütler çevresinde gelişir ve Fatih-Harbiye dışındaki eserlerde sentez okuyucuya bırakılır.
Matmazel Noraliya’nın Koltuğu ile Yalnızız adlı son iki romanının konuları da İkinci Dünya Savaşı çevresinde gelişir. Bu savaşın doğurduğu buhranlarla şahsiyet krizi yaşayan İstanbullu aileleri ele alan bu iki romanın ana meselesi, daha çok ruhî değerlerle inanma ihtiyacıdır. Dokuzuncu Hariciye Koğuşu’nun fizikî rahatsızlık geçiren gencine karşılık, Matmazel Noraliya’nın Koltuğu’ndaki Ferit ruhî bunalım geçirir. Mühtedi kadının not defterinde kendi sorularına cevap bularak bunalımlarından kurtulan Ferit, kız kardeşiyle birlikte ele geçirdikleri mirasla yepyeni bir hayata başlar. Yalandan ve her türlü iki yüzlülükten tiksinen Yalnızız’daki Samim, yenilik edebiyatımızın onmaz hastalığı olan ütopik bir dünya hayaline kapılır. Simerenya adını verdiği bu düş ülkesinde her şey samimi ve dürüsttür. İnsan istismarına imkân verilmez. Herkes iyilik duygusuyla birbirine yaklaşır ve her türlü ideolojik doktrinin geçersizliğini bilir.
Metafizik meselelerle Allah inancı konusunda inanılmaz bir ısrarı ve psikolojik tahlillerde ulaşılmaz başarıları olan Peyami Safa, çağdaş Türk insanını derinden ilgilendiren sosyal ve kültürel olaylara olduğu kadar fikrî ve felsefî görüşlere de eserlerinde yer verir. Kültür ve inanç buhranından kimlik ve kişilik bunalımına yönelen Peyami Safa, her türlü çatışmayı eserlerinde derinliğine ele alan bir romancı olarak orijinal bir şahsiyettir. Batılı ustalara özenerek roman yazanlardan farklı, kendine özgü bir tavra sahip yazarımızdır.
Mütefekkir romancı tavrıyla çağdaşlarından ayrılır. Her romanın yapısına uygun geliştirdiği felsefe ile Ahmet Mithat Efendi, Mizancı Murat, Kemal Tahir, Attila İlhan ve Oğuz Atay gibi yazarlara göre oldukça başarılıdır. Çünkü romanlarının büyük çoğunluğunu bir tezi ispat için değil, bir takım insanî olguları ortaya koymak için yazdığı fark edilir. Üzerinde durduğu fikirler ve görüşler de roman kişilerine aittir. Roman kahramanlarını ilgilendirmeyen görüş ve bilgiler çoğu kere romanda hiç yer almaz. O yüzden romana dair düşünceleri de romanları kadar derinliğine insanî gerçeklere yaklaşma çabasını ortaya koyar.
Peyami Safa’ya göre sokağın sesleri yanında, insanın iç hesaplaşmalarıyla halisünasyonları da romanda görülebilmeli. Bir romancının, ele aldığı insanı içinde bulunduğu toplum katının özellikleri yanında, insanın kendi kendine itiraftan çekindiği sırlarını keşfedecek derinliğe inebilecek cesareti olmalıdır.
Resmî ideoloji ile birlikte her türlü ideoloji desteğine ihtiyaç duymayacak bir müstakil şahsiyet başarısı gösteren Peyami Safa’nın romanları, modern anlatım türlerinin sınırlarını zorlar. O yüzden de her romanında ayrı bir yapı kurmaya çalıştığı görülür. Bir kısım romanlarında görülen ve roman kahramanlarının ilgilendiği bilgilerin aktarımından doğan teknik hataları onun zaafı değil, özelliği sayılmalıdır…
Kimi eleştirmenler, Peyami Safa’nın önemseyerek aktardığı bazı bilgileri Batılı yazarlardan aldığını düşünmelerine rağmen, bunun böyle olmadığı, iki yazarın da aynı kaynaktan beslendiği anlaşıldı. Öte yandan, roman kişisine özgü bakış açısıyla eşya ve insan ilişkilerinin yansıtılması da batılı yazarlarla eşzamanlı olarak Peyami Safa’nın geliştirdiği bir tekniktir ve o, çilesini çekmediği hiçbir şeyi sahiplenmez. Postmodernlerin henüz denedikleri bazı teknikleri, o elli yıl önce yazdığı son romanlarında kullanmıştır.
Çağdaş Türk düşüncesiyle romanımızın vazgeçilmez kilometre taşlarından biri olan Peyami Safa’ya dair pek çok araştırma, inceleme ve hatıra yayınlandı. Peyami Safa’nın Çağdaş Türk romanında çok önemli bir yeri var.13
Tanpınar’ın Romanları ve Kültür Mirası
Biri yarım kalmış beş romanı bulunan Tanpınar epeyce bir zaman ihmal edildikten sonra, sanat tutumu ve estetik görüşleri çok tartışılmıştır. Romanlarında ele alınan, üretim kaynakları ve bunların artırılması gibi ekonomik konulardaki görüşleri Selahattin Hilav gibi sosyalistlerin dikkatini çekti. Sosyalist eleştirmenler onun her konudaki görüşlerini okumaya ve değişik yorumlarla sahiplenmeye çalıştılar. En güzel aşk romanı saydıkları Huzur’u önemli bulmakla birlikte onun sanat ve edebiyatımızla Osmanlı kültürü üzerine görüşlerini reddetmeye kalkışanlar da oldu. Fakat Tanpınar’ın romanlarına sinen görüşlerini ondan ayırmaya imkân yoktu.
Köy romanlarının yaygın olduğu dönemde eserleri okunmayan Tanpınar’ın kalabalık okuyucu kitlesine ulaşması, bir kısım eleştirmenlerin onu tartışacak, yazdıklarını ve problemlerini kavrayacak bir seviyeye gelmesi, şüphesiz sevindirici bir kültür olayıdır. Tanpınar, okuyucularını zenginleştirecek bir seviyedir.
Çocukluğuna, hülyalarına, saplantı halinde mitolojik unsurlarla yüklü geçmiş zamana bağlı görünen Tanpınar’ın hikaye ve roman kahramanları da bir hayli dikkate değer tiplerdir. Bunların dünyasına girmek için yazılış sırasına göre okumak gerekir. Okununca görülür ki, bunlar, Tahir Alangu’nun şu tavsiflerine hayli yakındır: Bu tipler, “gerçek duvar”ının ötesine geçmek için birer delik bulmuşlar ve “bütün devrim Türkiyesi aydınları bu duvarın dibinde henüz düşünüyorlar.”14
Tahir Alangu’nun Tanpınar’ın XIX.Asır Türk Edebiyatı Tarihi’nden yola çıkarak hikâye ve romanları üzerine söylediği sözler, eserlerin yazıldığı günler için çok doğrudur. Tanpınar’ın önemi de buradan gelir.
Bugün Tanpınar’ın eserleri kadar, o eserlerin uyandırdığı tartışma da önemlidir. Huzur kadar Mahur Beste, Sahnenin Dışındakiler kadar Saatleri Ayarlama Enstitüsü de okunmalı, tartışılmalıdır. Romanımızın bunlarla ulaştığı seviye, Türk romanının hâlâ ulaşması gereken düzeydedir.
Roman kahramanı Behçet Bey’e yazılmış bir mektupla bitirilmeye çalışılan ilk romanı Mahur Beste, Behçet Bey’in çevresindekilerle birlikte Abdülhamid Dönemi’nden geriye doğru bir yakın tarih değerlendirmesine girişir. Sahnenin Dışındakiler, Birinci Dünya Savaşı ile Mütareke dönemini ele alırken asıl kavganın Anadolu’da olacağını ve memleketin kaderini bu kavganın belirleyeceğini ortaya koyar. Huzur ise, İstanbul’da yaşanmış güzel bir aşk hikâyesi çevresinde İkinci Dünya Savaşı’nın doğurduğu huzursuzluğu anlatır. Sözde kurumlaşmanın eleştirisi olan Saatleri Ayarlama Enstitüsü, dili ve anlatımıyla çok farklıdır.
Tanpınar’ın şiir, sanat, roman ve edebiyatımız üzerindeki görüşlerini bilmeden, anlamadan bir şeyler yapmaya kalkmak, çoğu sanatçıyı ciddî bir tavırdan mahrum edebilir. Bu da hem onun adına, hem bu şahsiyeti okuyacak kişinin taşıdığı kabiliyet adına yazıklanılacak bir olaydır.
Yarım kalmış hâliyle kitaplaşan Aydaki Kadın adlı son romanı ve henüz yayınlanmayan öteki notları ile bütün birikimini ele alan çalışmalarının değerlendirilememesi, ne yazık ki, kültür mirasımızın da tümüyle değerlendirilmemesiyle ilgilidir. Tanpınar hakkında toplu değerlendirmelerin henüz yapılamaması bir talihsizliktir. Bu tür çalışmalara yönelen genç araştırmacılar için Tanpınar hâlâ önemli bir kaynaktır.
Tanpınar’la ilgili pek çok kitap yayınlandı ama, tam bir çalışma henüz ortaya çıkamadı. Bugüne kadar yayınlanan çalışmalar arasında Mehmet Kaplan, Turan Alptekin ve Orhan Okay imzasıyla yayınlanan kitaplar, dikkatli yaklaşımlarıyla ötekilerden daha önemli. Fakat Tanpınar’ı hayatı ve eserleriyle bir bütün olarak ele alan monografik çalışmalara kültür çevrelerimizin hâlâ hasret olduğunu söylemeliyiz.
Biyografi ve monografi edebiyatımızın ihmal edilen önemli türleridir. Bunlardan önce özel sayılar hazırlanmalı ve bütün farklı görüşler ortaya çıkmalıdır. Bazı dergilerde özel bölümler yapılmıştı, Hece dergisinin tümüyle Tanpınar Özel Sayısı hazırlaması, bu anlamda gerçekten dikkate değer bir çalışmadır.15
Küçük Ağa ve Tarık Buğra’nın Romanları
Angaje edebiyata, kolaycılığı getiren gruplaşmalara ve politizasyona karşı çıkan Tarık Buğra, yazarı ve okuyucuyu kafa yormaya, âlelâdeyi aşmaya ve insanın sırlarını yakalamaya mecbur görür. Ama her şey bununla bitmez. Bir de insanı insan yapan değerler, sorumluluklar vardır:
“İnsanı insan yapan, ayakta tutan bir takım değerler vardır, bunların başında da Allah’a iman, millete bağlılık, vatana sevgi, dürüst çalışmak, başkaları hesabına feragat, insan haklarına, hürriyetlerine ve haysiyetine saygı gelir. Bir topluluk ya kara kuvvetle idare edilen bir hayvan sürüsüdür, ya da bu değerlerle canlılığa ermiş bir millettir.”16
Tarık Buğra, İstiklâl Savaşı yıllarında Akşehir kasabasına gönderilen İstanbullu Hoca’nın padişah-halife sözcülüğünden Kuvâ-yı Milliye saflarına geçerek Küçük Ağa olan roman kahramanının etrafındaki insanlarla, Anadolu’nun var olma mücadelesini anlatır. Bu romanın resmî ideoloji sözcülüğünü yapan öteki romanlar karşısında pek çok tartışmaya yol açtıktan ve görmezlikten gelinmek istenmesinden sonra takdir edilmesi, aydınlarımızın şartlanmışlıktan kurtulmasının göstergesidir.
Firavun İmanı, ilk kez 1968 yılında tefrika edilir ve fakat ancak on yıl sonra, 1978 yılında kitaplaştırılır. Tefrika ile kitap arasında farklar vardır ve Tarık Buğra bunu eseri lehine geliştirmeyi ilke edinmiştir. Bu romanın Küçük Ağa’nın devamı olmak özelliği yanında, bağımsız olarak da Cumhuriyet’in kuruluş yıllarını anlatmak gibi bir özelliğe de sahip. Çünkü ona göre insanları büyük dönüm noktalarındaki tavır alışlarıyla anlamaya çalışmak, mizaç özelliklerini yakalamak daha ilgi çekici ve daha inandırıcıdır. O bakımdan bundan sonraki romanları da farklı bir bakış açısıyla Cumhuriyet döneminin kroniği gibidir.
Cumhuriyet’in ilk yıllarında görülen, İstiklâl Savaşı’nın ruhuna zıt gelişmeleri ve onurdan mahrum menfaat birliklerini Tarık Buğra “Firavun İmanı” diye adlandırdı. Yıllarca tefrika halinde kalan Yalnızlar adlı, çok sonra yayınladığı ilk romanının ardından hikâyeleriyle dikkati çeken Tarık Buğra, Tek Parti Dönemi’ndeki baskıcı atmosferi, İtalya’da yaşanan bir aşkla birlikte Siyah Kehribar’da anlattı. Bir dönemin sosyalistleriyle ülkücülerinin yaptıkları kavga yüzünden gençliğimizin Çanakkale Savaşı’ndaki gibi kaybedildiğini, karanlık oyunlara alet edildiğini anlatan Gençliğim Eyvah adlı romanının farklı bir üslûbu var. Dünyanın En Pis Sokağı ise, basının kavgacı tutumunu kan davasına çevirdiğini anlatır.
Bu üç roman Batıcı sol çevrelerde büyük tepki uyandırdı. Ama ilk tiyatroculardan olan Naşit Özcan’ın hayatıyla sanatçının dünyasını anlatan İbiş’in Rüyası ile Serbest Fırka’nın kuruluş yıllarını bir kasaba çevresindeki insanlarla anlatan Yağmur Beklerken, Demokrat Parti’nin çıkışını anlatan Dönemeçte ve Osman Gazi’nin devlet kurucu vasfını anlatan Osmancık büyük ilgi gördü ve hepsi de filme alındı.
Osmancık yazıldıkça tefrika edilir, daha sonra da kitaplaştırılır. Romanın alt başlığı “Devleti kuran karakter ve irade”dir ve romanın mesajını ortaya koymaktadır. Her dönem için önemi olan bu ifadenin, yeniden yapılanmanın konuşulduğu her toplumda önemi vardır. Öteki romanları gibi devrine mesaj verir. Tarık Buğra, eserleri üzerinde çalışan Dr. Hüseyin Tuncer’e yazdığı 1970 yılındaki sanat tutumunu ve tasarılarını anlatan mektupta, romanlarını nasıl bir şuurla ortaya çıktığını şöyle açıklıyor:
“Şimdi çalışmakta olduğum konu bir romandır. Niyetim “BİR NESİL YARGILANIYOR” genel başlığı altında ve üç ciltte toplanan bir konuyu işlemektedir. İlk cildi “Gençlik Türküsü” olacak ve bugünün köşe başlarını tutan neslin yetişmesini, içinde geliştikleri sosyal hayatı ve politik düzeni verecek.”17
Sanatçımızın sonraki eserlerinin hep bu konuyu anlattığını görüyoruz…
Devlet Ana Tarihi Roman
Sağırdere, Kelleci Memet ve Esir Şehir dizisiyle çağdaş Türk romanında kendine özgü bir yeri olan Kemal Tahir, Osmanlı Devleti’nin kuruluş yıllarını ve kurucu tiplerini anlatan Devlet Ana adlı romanı ile önemli tartışmalara da yol açmıştır. Bunlarda öne çıkan hususlar, daha sonra çeşitli tartışmalara ve hatta ayrı bir kitap olarak yayınlanan açık oturumun düzenlenmesine yol açmıştır. Bunlar şöyle özetlenmiştir:
“Türk insanı nedir, belli özellikler var mıdır?”
“Türk romanı nasıl yazılmalıdır?”
“Türkçe nasıl olmalıdır?”
“Osmanlı toplum yapısından günümüze kalan, etkisini hâlâ sürdüren ve geleceği belirleyen nitelikler var mıdır?”18
Bu konuda, o günlerin aydınlarıyla eleştirmenleri neredeyse ikiye ayrılır; bazıları Asya Tipi Üretim Tarzı görüşünü savunan ve kendince yorumlar getiren Kemal Tahir’i Dostoyevski gibi görüşlerini değiştirmiş bir “sağcı” olmakla suçlarken, bazıları da onu “öğretici bir roman” yazmakla suçlar (Oktay Akbal) veya yazarlık tavrını “idealizasyon” ve “mistifikasyon” kavramlarıyla açıklamaya çalışır (Ferit Edgü). Bunlara karşı, Tahir Alangu ile İsmet Bozdağ ve Selâhaddin Hilav gibi isimler Kemal Tahir’in romancı tavrını savunmuşlardır.19
Devlet Ana’dan sonra tarihî romanların yazılıp yayınlanması, neredeyse bir “furya” halinde hemen her çevrede görüldü. Bunlarda “sağ” ve “sol” dünya görüşünü tarihî olaylarda isbat çabası olduğu kadar, sadece tarihî dönemleri gündeme getirme veya nostaljik hevesleri tatmin çabaları da dikkatli çekiyordu.
Kemal Tahir’den önce tarihî romanlar yayınlayan Ahmet Refik, Ahmet Rasim, M. Turhan Tan, Nihal Atsız, Abdullah Ziya Kozanoğlu, Bekir Büyükarkın gibi yazarlar Nihal Atsız hariç edebiyat çevrelerinde pek ilgi görmedi. Devlet Ana’dan sonra ortaya çıkan tartışmalar ışığında tarihî romanlar yayınlayan Mustafa Necati Sepetçioğlu, Erol Toy, Emine Işınsu, Yavuz Bahadıroğlu ve Yılmaz Boyunağa büyük alâka gördüler. Bunlar arasında Ahmet Mithat Efendi gibi, çok sevilen çocuk ve gençlik romanlarıyla büyük halk kitlelerine tarih sevgisi aşılayan Yavuz Bahadıroğlu’nun kültürümüzde özel bir yeri olduğu söylenebilir.20
Devlet Ana romanıyla Kemal Tahir’in öncülük ettiği romancılık anlayışı yeterince tartışılarak incelemelere konu edilmediğini belirtmeliyiz. Yalnız eleştirilerinde ısrar eden iki eleştirmenin dikkatlerine burada yer vererek tarihî romanla verili roman dünyası üzerinde durmak gerektiğini ifade ediyorum.
“Kemal Tahir’in tarih yorumunu doğrudan doğruya tarihle ilgili birtakım tezlerle yapmayıp romanlarına yerleştirmeye çalışması da garip bir bileşim doğurmuştur” diyen Murat Belge, Kemal Tahir için şunları söyler:
“Kemal Tahir önemli romanlar yazmış bir yazar. Yazık ki bu, üstünde en fazla titizlikle çalıştığı belli olan eserinde daha öncekilerin başarı çizgisi altına düşmüştür. Bu başarısızlığının nedeni de gereçlerini işleyişindeki güçlülük ya da güçsüzlükten çok, sorunu, yani romanın kurallarını ve yerli roman yazmanın yolunu ele alışında bazı açmazlara girmesidir. Romanın tasarlanışı ve kuruluşu, yazarın yazarlık gücünü de iyice azaltıyor.”21
Devlet Ana’yı “ideolojik bir ütopya” sayan Semih Gümüş, Kemal Tahir’i “tarihi kötüye kullanmak”la itham eder ve romancılığını şöyle değerlendirir:
“‘Kemal Tahir romanı’, yüzünü geriye, sırtını geleceğe dönük tutan, zaman karşısında değeri aşınan, içerdiği tarih bilgisinin geçersizliği ve aşırı öznelliği (keyfiliği) ile yazarınca harcanmış ve okunurluğunu günden güne yitiren bir romandır.”22
Bu arada, Devlet Ana çevresinde tartışılan bize özgü bir roman dili ve “yerli roman yazma yolu” ile romanda tarihi gerçek ve dünya görüşü meselelerinin çok önemli konular olduğunu belirtmemiz gerekir.
Aşk Romanları
20 yüzyılda, Ethem İzzet Benice’nin Yakılacak Kitap adlı romanıyla, Eylül yazarı Mehmet Rauf’un takma adlarla yazdığı erotik romanları arasında gidip gelen bir tür aşk romanları yazılmış ve okunmuştur. Bunlar bir zamanlar gazetelerin pehlivan tefrikalarıyla birlikte resimli tefrika romanları arasında yer almıştır.
Bu romanlar Aşk-ı Memnu’nun çok gerisinde bir dil ve tavır sergilerken, okuyucularını pembe romanların sanal dünyasına sürüklemektedir. Muazzez Tahsin Berkant, Kerime Nadir, Güzide Sabri ve Cahit Uçuk, bu tür romanların en tanınmış yazarları. Bu yazarların pek çok romanı filme de alınmıştır.
Reşat Nuri’nin Akşam Güneşi, Peyami Safa’nın Şimşek adlı romanlarıyla Peride Celâl’in de bu türde pek çok eseri daha seviyeli bir tavır sergilemektedir. Zamanla bu yazarlar aşk yanında başka konulara da yer vermişler, edebî değeri olan romanlar yazarak okuyucularını sosyal ve kültürel konulara yöneltmişlerdir. Sözde Kızlar’la birlikte Peyami Safa bu tür romanların Servet-i Fünun’dan devraldığı yasak aşk veya aşk üçgeni çevresinde gelişen tutumunu eleştirir. Samiha Ayverdi ve Safiye Erol, bu türden cinsel çağrışımlı aşkları değil, ilâhî aşka yönelen dostluklara bağlı olarak daha derinlikli aşk romanları yazarlar.
Afet Ilgaz da, başlangıçta sosyal gerçekçi romanlar yazarken, daha sonra Ad Semud ve Medyen adlı romanıyla birlikte tasavvufî açılımları olan romanlar yayınlamaya başlar. Zaten Şule Yüksel Şenler’in Huzur Sokağı ve benzeri “hidayet romanları”nın bir kısmı da aşk romanları gibi başlar, başka boyutlarda gelişir. Affedersin Hayat romanında da Ahmet Günbay Yıldız, gizli nikâh ve metres ilişkilerini ele alır.
Aşk konusu bütün önemli romanlarda vardır. Yazarın tavrına bağlı olarak aşk konusu cinsel çağrışımları dışında, sosyal ve siyasî kavga veya tasavvufî boyutlarıyla genel çerçevenin dışına taşabilir. Yoksa sosyal, siyasî, tarihî ve aydın çevre romanlarında aşk ilişkisine mutlaka yer verilir.
Edebiyatımızın en güzel aşk romanı olarak değerlendirilen Tanpınar’ın Huzur adlı romanı, bir aşkın hatırasıyla birlikte İstanbul’da yaşanmış kültürel unsurlarla ilgilidir. Onun gibi estetik veya nostaljik bakış açılarıyla aşk romanları yazan ve yayınlayan pek çok romancı, başta İstanbul olmak üzere, Anadolu şehirleri çevresinde aşk romanları yazmış, bazıları da tarihî kişilerin aşklarını ve hülyalarını romanlaştırmıştır.
Mehmed Niyazi’nin İki Dünya Arasında adlı romanı, üniversiteli bir Türkün okul arkadaşı Alman kızıyla yaşadığı benzersiz aşk hikâyesi çevresinde gurbetteki insanımızı anlatır. Mustafa Miyasoğlu’nun Bir Aşk Serüveni adıyla yayınlanan romanı da, aşk duygusunu farklı kültürel boyutları ile ortaya koyar. Bu iki roman aşkı, kültür ve zihniyet farklarıyla anlatmaya çalışarak öteki aşk romanlarından ayrılır.
Aydın Çevre Romanları
Halit Ziya’nın Aşk-ı Memnu adlı romanıyla başlayan şehirli aydın çevre romanlarının çoğunluğu, politik görüşlerini bir arka plan olarak yansıtan veya hiç dile getirmeyen romanlardır. Kahramanlarını kendi özel dünyalarında yahut bir “izlek” peşinde veya fantastik ifadelerle ortaya koyan eserlerin, nadiren bir tarihsel dönemden söz ettiği görülür. Tarih, bunlar için kaçılır ve kendisine hiç yaklaşmak istenmez.
Peyami Safa’nın Bir Tereddüdün Romanı da böyle dar bir çevreyle roman kişilerine bağlı olarak Doğu-Batı ikilemini ele alır. İtalyan asıllı kadın kahramanla Türk aydınları, Pirandello’nun bir oyunu çevresinde kültür meselelerini tartışırlar. Bu tür aydın çevre romanlarının en çok tartışılan ve anlattığı kişilerin yaşadığı huzursuzluğu her bakımdan temellendiren Huzur, İstanbul’da yaşanmış unutulmaz bir aşk hikâyesi çevresinde, Yahya Kemal ile Tanpınar’ın vazgeçilmez buldukları kültürel değerleri konu edinir.
Melih Cevdet Anday’ın Aylaklar, Yusuf Atılgan’ın Aylak Adam, Erhan Bener’in Kedi ve Ölüm, Nezihe Meriç’in Korsan Çıkmazı ve Bilge Karasu’nun Kılavuz adlı romanlarını dil ustalığı ve roman teknikleri bakımından önemsediğimi, ama konu edindikleri dar çevreyi aşamadıkları için, kurdukları roman dünyasının toplumu ilgilendirmeyecek kadar iğreti ve derinlikten yoksun olduğunu düşünüyorum. O yüzden de dar bir çevreyi konu edinen Faulkner’ın Ses ve Öfke adlı romanındaki derinliği ve Amerikan toplumuna ait tipik yaşama biçimlerinin bizde olması gereken özel hayat unsurlarını hiç göremiyoruz.
Pınar Kür ve Selim İleri ile Adalet Ağaoğlu’nun dar kültür çevrelerini konu edinen ve pek çoğu da birer izlek yörüngesinde yazılan veya belli bir dönemin boğuntuları ve iç dökmeleriyle geliştirilmeye çalışılan romanlarında, maalesef ne metafizik ve ne de sosyal bir sembole, yahut toplumun değerlerine rastlamak mümkün değil. Bu romanlar sanki çok küçük bir arkadaş çevresi için yazılıyor ve orada tüketiliyor.
Abdülhak Şinasi Hisar’ın Fahim Bey ve Biz, Tanpınar’ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü ile Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar adlı romanında gördüğümüz dar kültür çevrelerinin derinliğini ve sembol değeri olan ifade biçimlerini, maalesef yine bunlar gibi bir dar çevre romancısı olan Orhan Pamuk’un kitaplarında da bulamıyoruz. Her eserinde başka bir eserin kurgusunu kullanan romancının tek meselesi promosyon.
Marquez, Umberto Eco, Borges ve Calvino’dan yapılan çeviriler, bizde hep alışılmamış roman tekniklerine duyulan özlem için farklı ve ilgi çekici örnekler oldular. “Postmodern” kavramı, kendisini farklı tanıtmak isteyen herkes için sihirli bir söz oldu. Halbuki moderni sindirememiş bir toplumun postmodern tavra ne ihtiyacı olabilir ki… Ama kendini ve eserini yeni sunmak isteyen herkese yeni söz lâzım…23
Evet, Mevlâna’nın söylediği gibi, bugün yeni bir gün, yeni şeyler söylemek lâzım… Fakat her edebî eserin yeniliği söylediğinde değil, yeni bir tarzda söylemesindedir. Bir “anlatı” metni ise, kurgusu, ona bağlı mesajı ve kendine özgü dili ile değerli sayılması mümkündür. Bunlar da “yeni” diye piyasaya sürülenlerin hepsinde bir bütün oluşturamıyor. Halbuki pek çok dünya romanında, Don Kişot’un genel esprisi, bitmemiş hikâyesi yeniden ele alınıyor.24
Burada sözünü ettiğimiz yenilikçi romanların oluşturduğu ortak bir düzlem var. Teknik ve üslûp bakımından çok başarılı olan bu romanların en belirgin özelliği, romancılarının bir oyun tutkusuna kendilerini kaptırmış olmalarıdır. Ortaya çıktığı toplumda yaşanan karmaşaya yönelik belirli bir mesajı olmayan ve ele aldığı kahramanların hayatına hiçbir şekilde açıklık getirmeyen böyle romanların çağdaşlık bakımından değilse bile modern veya postmodern tavrı yansıtmak bakımından öneminden söz edilebilir. Kısaca, bir oyun tutkusuna kurban edilen romancı başarısı ancak çağdaş aydın özentiliğiyle açıklanabilir.
Son Yirmi Yılın Türk Romanı
12 Eylül 1980 İhtilâli’nden sonra bu toplumdaki iç çatışmanın anlamsızlığını farkeden aydınlar, o güne kadar çok benimsedikleri doğruları sorgulamaya başladılar. Yaşanan acılar ve yanlışlıklar sergilenirken, yakın tarih üzerinde tartışmalar yoğunlaştı. Batıdaki yeni fikir, sanat ve edebiyat akımları da farklı bir bakış açısıyla ilgi görmeye başladı. Bu fikrî dalgalanmaların en güçlü yankısı romanlarda görüldü. Çünkü her yeni düşünce kendini sağlıklı bir şekilde ortaya koyacak yeni bir dile ve ifadeye hemen kavuşamıyor. Roman, bu dilin bulunabilmesi için büyük kolaylıklar sağlar ve insanın kendini hayatın içinden ifadesini mümkün kılar.
Bu arada, aydın sorumluluğu ile kadın olmak bilincini cinsellikle birlikte ele alan, önceki kadın romancılardan farklı bir tavırla ortaya koyan romanlar da yazılmaya başlandı. Bunların yanında teknik bakımdan anti-roman sayılan veya post-modern tavrı benimseyerek yazıldığı iddia edilen romanlar da görüldü. Köy romancılığıyla Sosyalist Gerçekçilik anlayışının bu dönemde bütünüyle terkedildiği söylenebilir. Ağa-ırgat/işçi-patron çatışması yerine insanın kendi içindeki çelişkilerle toplumdaki yalnızlık duygusu öne çıkar.
Bütün bunlardan başka, Latin Amerika ülkelerinde ortaya çıkan ve Batı Avrupa romanından farklı nitelik gösteren romanlardan sonra, İslâm ülkelerinde Nobel ödülü alan romancılarla Orta Asya’daki Türk Cumhuriyetlerinin romancıları da dilimize çevrilerek yayınlanmaya başladı. Bunlar da romanımızı etkiledi.
Son dönemde yazılan romanları şöyle bir tasnife tâbi tutmak mümkündür:
1. Yakın tarihi konu edinen romanlar: Tarık Buğra, Attila İlhan, M. Necati Sepetçioğlu, Ayla Kutlu, Emine Işınsu, Mehmed Niyazi, Sevinç Çokum, Yavuz Bahadıroğlu, Mustafa Miyasoğlu, Ahmet Altan ve Orhan Pamuk gibi yazarların romanları, daha çok Osmanlı’nın son yıllarıyla Türkiye’nin çok partili hayata geçişini ve darbe dönemlerini konu edinen eserlerdir. Bu yazarlardan bazıları romanlarıyla büyük ilgi gördüler. Sonra popüler tarihî romanların yayınlandığı ve bazı Osmanlı hanım sultanların hayatları romanlara konu edinildi. Bu da okuyucularla birlikte Osmanlı tarihine karşı yerli ve yabancı yazarların ilgisini çekti.
2. Sosyal olaylarla inancı uğruna direnenleri ele alan romanlar: Afet Ilgaz, Üstün İnanç, Mehmet Eroğlu, Latife Tekin, Şerif Benekçi, Kaan Arslanoğlu ve Hurşit İlbeyi gibi yazarlar, inancı uğruna fedakârlık yapanlarla ideolojik tavırlarıyla ön plana çıkan kişilerin hayatını ve hesaplaşmalarını ortaya koyar. Bunların eserlerinde, Türkiye’nin olağanüstü şartlarıyla 1980 öncesindeki çatışmalar da konu edinilir.
3. Aydın olma sorumluluğunu ve sanatçı duyarlığını ele alan romanlar: Erhan Bener, Adalet Ağaoğlu, Bilge Karasu, Leylâ Erbil, Alev Alatlı, Selim İleri ve Nihat Genç gibi yazarların romanlarında öncelikle aydın topluluğuna seslendikleri görülür. Bunların bazı romanlarında cinselliğe de yer verilir.
4. Romanesk bir tarzda yazılan hatıra veya biyografiler: Mina Urgan, Ayşe Kulin ve Duygu Asena gibi yazarlar da gerek kendi hayatlarını ve gerekse Münir Nurettin ve Füreya gibi bu toplumda tanınmış sanatçıların hayatını romanlaştırdılar, nostaljik duyguları tatmin ederek popüler kültüre romanesk katkıda bulundular. İtiraflar, aile sırları ve söyleşi üslûbunda geliştirilmiş anı parçaları bu kitapların özelliği.
Bu romancılar arasında, özellikle bazı isimlerin iki-üç konuda eser vererek, kendi romanlarıyla birlikte roman türüne de özel bir ilgi topladıkları görüldü. Bazıları bunu eserlerinin derinliğiyle hak ettiği gibi, bazıları da yayınevleriyle birlikte kendilerinin yaptığı özel bir promosyon sayesinde dikkatleri çekmiştir.
Romanların bu ülkenin tarihinde rastlanmayacak tarzda, 50-100 bin sayılarda basılması ve çok kısa bir süre içinde yabancı dillere çevrilerek yayınlanması, edebî kaliteleri üzerinde ister istemez kuşku uyandırıyor. Özellikle Orhan Pamuk ve Ahmet Altan bu konuda önceki romancıların tümünü geride bırakan bir promosyon başarısı gösterdiler. Öte yandan, Üstün İnanç, Mehmed Niyazi ve Yavuz Bahadıroğlu’nun bir tür “hizmet” anlayışıyla, önceki nesilden Hekimoğlu İsmail gibi roman türünün sınırlarını zorladıkları görüldü. Afet Ilgaz, İnci Aral ve Alev Alatlı da birbiri peşinden yayınladıkları romanlarla geniş okuyucu kitlesine ulaşmaya ve hayat tecrübelerini farklı bir anlatı diliyle ortaya koymaya çalıştılar.
Bunlar arasında Tarık Buğra’yı ayrıca ele almıştım. Ondan başka Attila İlhan, Mehmed Niyazi, Alev Alatlı, Yavuz Bahadıroğlu, Ahmet Altan ve Orhan Pamuk’un eserleri muhteva özellikleriyle dikkati çekiyor. Biçim denemeleriyle de şaşırtıcı çıkışlar yaptıkları için bunlar üzerinde ayrıca durmayı gerekli görüyorum:
Attila İlhan, “Aynanın İçindekiler” dizi romanlarından, bu dönemde yayınladığı Fena Halde Leman, Dersaadet’te Sabah Ezanları, Haco Hanım Vay ve O Karanlıkta Biz adlı romanlarıyla Osmanlı’nın son dönemlerinden Cumhuriyet’in Tek Parti yıllarına kadar toplumun iç tarihini anlatmaya çalışır. Sosyal gerçeği, kişisel ve cinsel gerçeklerle birlikte, birbirini bütünlediğini savunduğu kendine özgü bir “bileşim” içinde anlatmaya çalışan Attila İlhan, deneme ve senaryolarıyla birlikte yazdığı romanlarında kendine özgü bir şema oluşturur. Sosyalist dünya görüşünü sinematografik ve bol çağrışımlı anlatı üslûbuyla ortaya koyar.
Mehmed Niyazi, İmam-Hatipli idealist bir gencin hayat hikâyesini anlatan Varolmak Kavgası ile Alman kızına âşık bir Türk gencini anlatan Çağımızın Aşıkları (yeni şekliyle İki Dünya Arasında) adlı romanlarını yeniden yazarak daha iddialı bir tavır ortaya koydu. Yakın tarihimizi romanlaştıran Ölüm Daha Güzeldi, Yazılmamış Destanlar ve Çanakkale Mahşeri adlı romanları giderek daha geniş alâka görmeye başladı. Marmara Kıraathanesi müdavimlerini anlatan Dâhiler ve Deliler adlı kitabı hatıra-roman özelliğindedir. Mehmet Niyazi Hepsinde milliyetçilik anlayışına sahip kahramanları aracılığıyla okuyucularını yönlendirme çabası görülür.
Alev Alatlı, 12 Eylül öncesini sorgulayan genç romancıları eleştiren Yalçın Küçük’ün tavrını eleştiren Aydın Despotizmi adlı kitabından sonra, onlardan daha sert ve Cemil Meriç’in eleştirilerini andıran bir tavırla hesaplaşmayı sürdüren “Or’da Kimse Var mı?” adlı dört kitaplık bir dizi roman yayınladı: Viva La Muerte, Nuke Türkiye, Valla Kurda Yedirdin Beni ve O.K. Musti, Türkiye Tamamdır. Deneme-Roman nitelikleri ağır basan bu kitaplardan sonra, Shöredinger’in Kedisi üst başlığıyla Kabus ve Rüya adlı, Türkiye çevresindeki komploları ve tasavvurları ortaya koyan farklı romanlar yayınladı ve geniş ilgi gördü.
Yavuz Bahadıroğlu, asıl ismini unutturacak kadar takma adla çok sayıda ve türde kitap yayınlarken, edebî roman iddiasıyla yayınladığı tarihi ve aktüel konuları ele alan romanlarında bu adı kullandı ve Ahmet Mithat tavrını sürdürdü. Osmanlı dönemini konu edinen Dördüncü Murad, Sunguroğlu dizisi, Topal Kasırga, Merhaba Söğüt ve Cem Sultan ile yakın tarihi konu edinen Keşmekeş ve Kirazlı Mescit Sokağı adlı romanları çok okundu.
Ahmet Altan, Dört Mevsim Sonbahar adlı ilk romanında ironik bir tutumla anlatıcının içinde yaşadığı hayatın gerçekliği ile yazdığı romanın gerçekliğini iç içe veriyordu. Sudaki İz adlı ikinci romanında 12 Eylül öncesinin eylemcilerinin inançlarına bağlı ideolojik tavırlarıyla kişisel isteklerinin nasıl çeliştiğini ortaya koymuştur. Yalnızlığın Özel Tarihi ve Tehlikeli Masallar’daki fantezilerden sonra yazdığı Kılıç Yarası Gibi ve İsyan Günlerinde Aşk adlı, yakın tarihi konu edinen romanlarında alternatif tarih yorumunu savunmuştur.
Bunlardan başka, İslâm ülkeleriyle Orta Asya Türk Cumhuriyetlerinden yapılan hikâye ve roman çevirilerinin okuyucumuzla yazarlarımız üzerinde olumlu etkiler bıraktığı, insanımızın anlatılmasında yeni imkânlar ortaya koyduğu rahatlıkla söylenebilir. Özellikle Cengiz Dağcı Kırım çevresindeki romanlarıyla yurdunu kaybeden insanımızı, Cengiz Aymatov Kırgız efsaneleriyle kırsal hayatıyla yaşadıkları acıları, Anar ve Elçin de çağdaş Azerbaycan toplumunun günlük hayatıyla birlikte yazarlık fantezilerini ortaya koyarlar. Bunlar hem günümüz yazarları için cesaret verici tavırları geliştirmiş, hem de edebiyatımıza yeni ufuklar getirmiştir. Her biri kendi ülkelerinin sözcüleri olan bu yazarlar, çağdaş Türk romanının ufkunu geliştirmekte ve kendi köklerimize dayanarak, kendi hayatımızdan yola çıkan bir edebiyat için büyük imkânlar ortaya koymaktadırlar. Nasıl Batı’dan farklı bir dünya tanıyınca ufkumuz genişliyorsa, romanlar için de öyle oluyor.
Yusuf Gedikli, Ahsen Batur ve Ali Duymaz gibi uzmanların özel, vakıf ve devlet yayını olarak, öteki Türk Cumhuriyetlerinin farklı lehçe ve şivelerinden dilimize çevirdikleri romanlar, kültürümüz için gerçekten önemli bir kazançtır. Çünkü birbirinden haberdar olabilen Türk toplumlarının romanlarını okuyabilmek herkes için büyük bir imkândır. Romanımızın bundan sonraki yüzyılda daha da zengin olacağını söyleyebiliriz.
1 M. Fatih Andı, İnsan Toplum Edebiyat, 1995, s. 30.
2 Nakleden M. Fatih Andı, a.g.y. s. 29 ve 31.
3 Robert P. Finn, Türk Romanı (İlk Dönem 1872-1900), Ankara, 1984, s. 209-217.
4 Mustafa Miyasoğlu, Devlet ve Zihniyet, 1980 ile Roman Düşüncesi ve Türk Romanı, 1998.
5 Murat Belge, Edebiyat Üstüne Yazılar, 1994, s. 63-64.
6 Selim İleri, Aşk-ı Memnu ya da Uzun Sürmüş Bir Kışın Siyah Günleri, 1981.
7 Robert P. Finn, a.g.y., s. 196-197.
8 Alemdar Yalçın, Cumhuriyet Dönemi Türk Romanı, 3. Basım, Ankara, 1998, s. 5.
9 A.g.y. s. 15.
10 Murat Belge, a.g.y., s. 98-117.
11 Yalçın Küçük, Küfür Romanları, 1986.
12 Ramazan Kaplan, Köy Romanları, 1996.
13 Mehmet Tekin, Romancı Yönüyle Peyami Safa, 2000.
14 Tahir Alangu, 100 Ünlü Türk Eseri, 1974, s. 1361.
15 Hece, Tanpınar Özel Sayısı, s. 61, Ankara, Ocak 2002.
16 Tarık Buğra, Gençlik Türküsü, 1964.
17 Hüseyin Tuncer, Tarık Buğra, Ankara 1988.
18 Açık oturumu düzenleyen: Mehmet Seyda, “Türk Romanı”, 1969, İst. s. 8.
19 A.g.y., s. 5-6-7.
20 İsmail Fatih Ceylan, Romancının Romanı, İst. 2000.
21 Murat Belge, a.g.y., s. 167.
22 Semih Gümüş, Roman Kitabı, 1991, s. 55.
23 Berna Moran, Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış III, 1994, s. 57.
24 Jale Parla, Don Kişot’tan Bugüne Roman, 2000.
Dostları ilə paylaş: |